Hiç lekelenmemiş gibi yaşıyoruz.
Oyun için salona girdiğimizde klasik Türk musikisi ezgileri
bizi karşıladı. Radyoların hakim olduğu yıllarda daha fazla duyduğumuz ezgiler
içinde yerimizi bulup salondan sahneye doğru bakıyoruz. Dekor bize ilk selam veren oluyor. Bir salon,
salona açılan kapılar, pencere, masa, koltuklar ve merdiven ile oyunun ilk
fısıltısı çoktan kulağımıza gelmişti bile… Barış Dinçel elinden çıkan bir çok
dekor gördüğümüzden olsa sanırım, eşim sahneye bakar bakmaz Barış Dinçel dedi.
Oyuna girmeden tanıtım broşürünü okumama alışkanlığım var,
davet aldığımızda oyun çıkana kadar o oyun hakkında bir şey okumamaya özen
gösteriyorum, bu sayede belki de oluşacak olan önyargımı baştan engelliyorum.
Öncelikle oyunu izlerken keyif almak ve o keyif ile özgürce
oyunu izlemek istiyoruz… Bize eğitim ile içimizi, dışımızı önyargılar ile
doldurdular, en azından oyunu izlerken - biraz da olsa - kendimi özgür
hissetmek istiyorum…
1940’lı, 50’li yıllar…
İstanbul’da Osmanlı’dan kalma paşaların çocukları ve
torunları, babalarından/dedelerinden kalan miras evlerde yaşamaya ve geçmişin
şaşalı günlerin izlerini kültürel olarak üzerlerinde ve günlük hayatlarında taşımaktadır.
Zaman geçtikçe, kuşaklar değiştikçe birikimlerin taşınacağı algısının da ne
kadar subjektif olduğunu yaşayarak gördük.
Ölüm yabancı değildir, her yaşamın olduğu yerde ölüm vardır…
Oyunun atmosferi yazıldığı zamandan alınıp, 1940-50’li yıllara
İstanbul’a taşınmıştır… Yazıldığı zamanda ki gibi bir zaman seçilmiştir; yokluktan
çıkmış bir toplum, savaşın izlerini henüz üzerinden atamamıştır…
Cinayet, ölüm evrenseldir, küresel olan ilk şeydir belki de…
Küresel savaşın yaşandığı dünyamızda ölüm de sınır tanımadan, ilk defa
gittikleri topraklarda savaşanların kaderi olmuştur… Yazarın niyetlerine sadık
kalarak mekan, zaman değişimi ve isimlerin yaşanan topluma uydurulması ile
şahane bir oyun birazdan oyuncuların sahnede ki performansları ile birlikte
bizi saracaktır…
Yazının hayat bulduğu alanlardır tiyatro…
Hekimoğlu ailesi babadan kalma bir yalıda yaşamaktadır.
Halalar evlenmemiş iki dünya tatlısı yaşını almış Müşfike (sevecen, şefkatli) ile
Mürşide (doğru yolu gösteren) adında kadınlardır. (İsimlerin seçimi bile oyun
için ne kadar çok çalışıldığının kanıdır…) Onlar, Zeki, Halim ve Adnan adlı
yeğenlerine bakmaktalar. Kardeşlerden Zeki hafif delidir. Adnan gazetede
çalışan tiyatro eleştirileri yazmaktadır, Halim ise uzun zamandır ortalıklarda
görünmeyen bir cani/delidir.
Müşfike ve Mürşide için doğru yol ve şefkat ne anlama
geldiğini oyunun başında anlıyoruz, ölüm! Birilerin iyiliğini düşünüyorlar,
onları Çanakkale’ye gömüyorlar. Birinci dünya savaşında Çanakkale küresel
mezarlık haline gelmiştir. Orada ölen askerlerin de iyiliğini birileri düşündü…
(Bodrum katına yüklenen anlam isimler kadar düşünülmüş.)
Adnan’ın bir de sevgilisi vardır, komşu kızıdır. Onun ile
evlenmeyi düşünmektedir ve zamanın ruhuna uygun bir platonik aşk söz konusudur.
Mahalleye yeni atanmış bir bekçi vardır, tiyatro eseri yazma
heveslisidir. Yazdığı çalışmayı tiyatro eleştirisi yazan Adnan’a okumak
niyetindedir. Karakoldan görevli olarak gelmiş ama bunu fırsat bilerek elinde
dosyası ile birlikte. Mahalleli Zeki’nin zamansız çaldığı borazan sesinden şikayet
etmektedir.
Zeki hafif delidir. Kendisini bir savaşın içinde sanmakta ve
bakanlar kurulu ile sürekli toplantı halinde gibi göstermektedir. Halaları bu
durumu kendi lehlerine çevirmiş, Çanakkale adını verdikleri bodrum katında ki
sırlarının ortağı yapmışlardır…
Kara mizahın vermiş olduğu olanaklar, yazarın satırlarını
uyarlayan Nedim Saban’ın elinde yeniden biçimlenirken, oyunu yöneten yine Nedim
Saban olunca ortaya çok keyifli, alkışı bol, usta oyuncuların birbirini daha da
büyüttüğü bir oyun çıkmış…
Nedim Saban, sıradanlığa düşmeden, her ayrıntıyı inceden inceye
işleyerek bir oyuna hayat vermiş… Gülmece tekniğinin kolayına kaçmadan her
sahnesinde, her satırında insanın beynine hitap eden, düşündürürken neden sonuç
ilişkisini irdeleyen bir seyirci kitlesini de oyun boyunca yakalıyor ve yaratıyor…
Ölüme ve cesetlere gülüyoruz ve ortada bir cinayet olduğunu
asla düşünmüyoruz.
Oyun ilerledikçe aileyi saran delilik halinin farklı
taraflarına da tanık olacağızdır. Bu tanıklık ürpertici değil, aksine
eğlendirici olacaktır. Ölüm o kadar eğlenceli olacak ki, salon kahkaha ile
dolacak. Oyuncular rollerini o kadar iyi oynayacaklar ki, sözün yerini alkış,
kahkaha alacak…
Oyunun çoğu sahnesinde yer alan Suna Keskin ile Melek
Baykal’ın omuzunda oyunun ritmi yükselirken, diğer oyuncular bu iki ustanın yanında
usta oyunculuklarını da gösterecekler. Çünkü oyunun kurgusu, sahnelenmesi ve
oyunculara verilen replikler usta oyuncuların elleri ile yeniden yoğrulacak ve
de izleyecek sunulacaktır… Kısaca söyleyeyim; “oyuncular rollerinin tadını
çıkartıyorlar, o tat bizlere ulaşıyor”.
Kendi adıma söyleyeyim; o kadar çok gülmeye ihtiyacımız varmış
ki, bu ihtiyacımızı bu oyun salonda bulunduğumuz sırada bol bol karşılandı.
“Komedi ciddi bir iştir, şakaya gelmez!”
Her kara mizah eser içinde inceden inceye eleştiri vardır,
sözcüklerin arasına saklanan eleştiri her görselin içinde bize ağır ağır
verilir. Balon karikatürler gibi şakaya getirilen ama bir saniye sonra
unutacağımız esprilerin yerini eserin bütünlüğü içinde verilen mesaj ile komedinin
ne kadar ciddi ve üzerinde çok çalışılması gerektiğini bir kere daha bu oyunda
görüyoruz… Bu oyunun can alıcı noktası sıradanmış gibi sunulan bir akış içinde
verilir; ülkeye pasaportsuz kaçak giren ve uzun zamandır aile ile bağlantısı
olmayan kardeşin seyirci ile ilk karşılamasındadır bu an! Halim, yüzünü değiştirmiştir,
o yüzden yeni kimliğe ihtiyacı vardır. Bir şekilde ele geçirmiş oldukları başkasına
ait pasaport ellerindedir ve o pasaport resminde ki insana benzemek için yeni
bir yüz estetik ameliyatına ihtiyacı vardır. Ameliyatı yapacak kişi bu işin simsarı
olmuş doktor ile bir gün eve gelir ve yıllar öncesi kan lekesi bıraktığı perdeyi
göstererek cümleyi söyleyiverir; “Eşyalar insanlardan daha onurlu, çünkü onlar
lekelerini yıkanmadıkları sürece üzerlerinde taşır ama biz lekeleniyoruz, hiç
lekelenmemiş gibi yaşıyoruz."
Oyunun ruhu artık dillendirilmiştir…
Zamanımızın ruhunda olmayan bir şey sorgulanır bundan
sonra,’adalet!’
Kendi küçük dünyalarında ‘birilerin iyiliğini’ düşünenler ve
zorunlu olarak arkasında ‘delil bırakmamak’ adına işlenen cinayetler bir
bodrumda birleşir…
Sorular oluşur…
Öldürmek aile fertlerinin yalnızlığını mı yok ediyor?
Soru varsa cevabı da olacaktır…
Her biri bir biri ile iletişim halinde ama aynı zamanda
içlerinde koskocaman bir çöl vardır ve o çölde yalnızlardır…
Oyuncular üzerine çok şey söyledim sanırım, çünkü ustalar
her zaman takdir görmeli ve alkış eksik edilmemelidir… Her oyun, sahneye çıkan
her oyuncu tecrübesine tecrübe katarak sahneden iner. Ustalar sahnede olduğu
sürece öğrenir ve de öğretir. Hem seyirciyi eğitir hem de birlikte rol aldığı
arkadaşlarını. Sahneye bakan ve sahnenin arkasında yer alanlarda bu öğrenimden
payını alır, dekor, kostüm, müzik, dans için çalışan koreograf hepsi bir bütün
içinde olduğu sürece oyunun seyirliği artar ve seyirci ile daha rahat
kucaklaşır, bunlardan birinin eksikliğini ustaların üzerine düşen gölgedir.
Ahududu oyunda bu bütünselliği gördüm, her birinin emeğine sağlık…
Oyunun son perdesinde ışığın gücünü ve önemini bir kere daha
gördüm, bölümler arasında sahnenin kararması ve zamanında aydınlanması komanda
başında olan kişinin dikkatinin ve işini ne kadar keyifle yaptığını düşündüm…
Oyun üzerine daha kısa yazmak isterdim ama sahnede bana
yansıyan çok şey olunca, elimde değil her birini dilendirme isteğini
durduramıyorum… Kelimeler ekranın üzerine düşünce, ekrandan aşağıya doğru
akıyor, kelimeler ve cümleler oluştukça yazının uzadığını ancak son noktayı
koyduğumda görüyorum. Bu kusurumu da bana çok görmeyin lütfen! Kısada olsa
zaten okuma alışkanlığı olmayan okumuyor, görsele bakıp geçiyor…
İyi ki bu oyunu izledim, imkanınız varsa ne zaman olursa
olsun gidin izleyin…
Kahkaha ihtiyacımız var ve nitelikli bir kara mizah eserinin
sahnede usta oyuncuların canlandırmasını kaçırmayın derim... Cümle uzun mu
oldu, peki, kısaca yazayım; izleyin, alkışınız eksik olmayacak!...
İsmail Cem Özkan
Ahududu
Yazan: Joseph Kesselring
Yönetmen: Nedim Saban
Yard. Yönetmen: Erdinç Doğancı
Dekor: Barış Dinçel
Kostüm: Günnur Çaras
Işık: Yüksel Aymaz
Reji Asistanı: Mustafa Karasu
D. Kareografi: Murat Turhan
Fotoğraf: Emre Mollaoğlu
Oyuncular: Suna Keskin, Melek Baykal, Nedim Saban, Bülent
Seyran, Cem Güler, Ender Gülçiçek, Aysuda Dalgıç, Birol Engeler, Özgür
Yetkinoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.