Tarih kendi bildiği yoldan devam ediyor.
Geçenlerde kendisini sürekli saklayan ama fırsatı bulunca (yabancı
bir çevre içinde olmadığını hissettiği anda) Kürt olduğunu anımsayan biriyle
sohbet etme imkanım oldu. Son gelişmeler hakkında konuşurken Kürtlerin ilk
gündemleri gelir, dolaşır, Öcalan üzerine odaklanır. Öcalan kim olduğu, ne
savunduğu, ne yaptığı karmaşık bilgiler olmasına rağmen ortadadır; sonuç olarak
yakalanmış, getirilmiş, paket olarak getirilen yerde mahkeme kurulmuş, sorgusu
yapılmış ve bir adada mahkumiyet hayatı verilmiştir. Adam yıllardır adada bir
izolasyon içinde yaşamaktadır. İzolasyon kavramını da açalım, çünkü o izolasyon
bu ülkede yaşayan sıradan bireylerden uzaklaşması anlamına gelir;
siyasetçilerin bir bölümü, devletin istihbarat teşkilatı bu izolasyon
dışındadır. Tek başına bir hücrede yaşam değil, münzevi hayatı tercih etmiş bireylerden
ayıran tek fark, zorunlu bir münzevi yaşam söz konusudur ve o münzevi yaşamın
ona sunduğu şey, hayatta, ülkede neler olduğu konusunda derinlemesine bilgi
yerine propaganda bilgisi altında kalmasıdır. Propaganda altında, zamandan ve
mekandan koparılan bir yaşam...
Siz hiç duydunuz mu, sağlık muayenesi için şehir hastanesine
getirildiğini? Çoğu mahkum bir şekilde şehir hastanesine getirilir ve var olan
rahatsızlığı hakkında doktorla görüşür. Bir insan hiç hastalanmadan bir yerde
yaşaması düşünebilir mi?
Ada, bir anlamda onun ülkesidir, vatanıdır, gizemidir.
Sohbete dönersek eğer, resmi söylemin değiştirilmiş ağzı ile
bir öfke, yenilginin psikolojik yansıması ile Öcalan’a karşı bir söylemle
şahitlik edersiniz. “Adam, MİT ajanıdır, ülkede var olan tüm olumsuzlukların
tek sorumlusudur. Devlet, Kürtlere bunu planlı bir şekilde reva gördüğünü,
milli nizam ile bunu yaptığını, gelişmekte olan Kürt mücadelesini yok etmek
için Apocuları çıkardığını, Kürtlerin örgütlenmesini engellediğini, kendisi
dışında diğer Kürt siyasi çeşitliliğini yok ettiğini” iddia ettiklerini
duyarsınız. Lafı fazla uzatmadan yaşanılan tüm katliamlar, cinayetler,
boşaltılan tüm köyler devlet aklının eseri olduğunu ve bunu yapmak için
Öcalan’ı ve örgütünü kullandığını söylerler. Kısaca, Öcalan hareketini bir Kürt
isyanı olarak algılamaz, tersine Kürtleri yok etmek isteyen söz arasında üstü
kapalı olarak ulus devletinin projesi olduğunu vurgularlar.
Ulus devleti projesi, homojen devlet yaratmak için öteki ve
farklı olanı yok etme politikasıdır; asimilasyon ile yok edemediğini, zor ile
yok etmektir.
Öcalan ise örgütünü hangi koşullarda kurduğunu, nasıl bir
çizgi izlediğini anlatan birçok kitabı, onun adına yazılan kitaplar
bulabilirsiniz. Bu tarih henüz sonuçlanmadığı için -devam eden süreçte- her
türlü yorumu bulmanız kolaydır.
Yaşanan süreçte kesin sonuca ulaşılmaz, olaya nereden
baktığınız ile sebep-sonuç ilişkisi değişebilir.
Kürtler, Osmanlı devletinin dağılması sonrasında devlet
kuramamış Ortadoğu halklarından sadece biridir ama en fazla nüfusa ve ülkeler
arasında geçiş noktasındadır. Siyasi sınırlar onların yaşam alanlarının
ortasından geçmiş, birbiriyle akraba olanları başka ülkelerin vatandaşı
yapmıştır.
Emperyalist savaşın sonucunda emperyalist ülkeler haklara
nereden sınır geçireceğini sormamış, kendi çıkarlarına uygun gördükleri yerden
sınırlar çizmiş ve ülkelere bir bayrak ve krallık ya da lider atamıştır.
Kürtlerin tek devleti olmamış, ama dört-beş devletin
vatandaşı olmuştur. Bunların dışında sürgüne gönderilen Kürtler de halen başka
devletlerin kimlikleri altında orada vatandaş olarak yaşamaktadır.
"Kürtlerin hakları vardır" kavramı, ulus devlet ya
da ulus devlet olma iddiasında bulunan devletlerde yok sayılmış, onları bir
"çıbanbaşı" olarak görülmüş ve fırsat bulunduğu anlarda onlara karşı
seferler yapılmıştır.
Sonuç olarak Kürtler hedef oldukları için baskı ve saldırı
altında kalmışlardır.
Ülkemizde de bu durum diğer ülkelerden farklı değildir.
Bugünkü siyasi sürece büyük katkısı olarak gösterilen 55’ler
olayında (Sivas Kampı) sürgüne gönderilen aydınlar inançlarından dolayı değil,
kimliklerinden dolayıdır.
"27 Mayıs darbesinden 4 gün sonra doğu ve Güneydoğu’dan
seçilen 485 ağa ve şeyh, Sivas Kabak Yazı'da bir kampa yollanmıştır. Sivas'taki
kamp, 19 Ekim 1960 tarihinde çıkan 105 numaralı Mecburi İskân Kanunu ile
boşaltılıp Milli Birlik Komitesi tarafından '55 ağa' DP’yi destekliyor
iddiasıyla Antalya, Isparta, İzmir, Afyon, Manisa, Denizli ve Çorum'a sürgün
edilmiştir. Bu kanun 1962 yılında kaldırılmıştır."
Tarihteki olaylar “hadi ben düşündüm ve yaptım” diyerek
olmaz; geçmişi ve birikimi vardır.
O günleri anlatan resmi tarih yazıcıları, bugün Öcalan ile
somutlaşan Kürt isyanının temeli olduğu görüşündedirler. Sonuçta Öcalan’a
yüklenen birçok şeyin aslında tarihi bir derinliği ve geçmişi vardır.
TİP'in “Doğu Uyanış Mitingleri” adı altında 13 Ağustos
1967’de Silvan'da başlayan mitingler, Kürt örgütlenmesi önünde yeni kapılar
açacaktır. Kısaca, bu bir devlet aklı ile oluşmuş bir örgütlenme değil, tarihin
açmış olduğu bir sürecin sonucudur. Elbette bu örgütlenmelere karşı devletin
karşı propagandası olacaktır; hatta Türk milliyetçisi parti olan MHP bile
Kürtleri kucaklayan dergiler çıkarmış, onlara seslenmiştir. Devlet resmi olarak
Kürtleri muhatap almamış, ama var olan sorunu hep hasıraltına süpürmeyi
seçmiştir.
Hasıraltına süpürülen sorunlar, elbette zaman içinde
devletin önünde bir isyan/patlama olarak ortaya çıkması kaçınılmazdır.
İttihat ve Terakki Partisi kuruluşunda ve sonraki süreçte
Kürt aydınlarının varlığı söz konusudur; yenilen Osmanlı devleti ile birlikte
oluşmakta olan cumhuriyetin kuruluşunda bu kadroların rolleri vardır.
Cumhuriyet kuruluş sürecinde ve ilk yıllarında Kürtler ayrı devlet için
ayaklanmış olmaları ve bu ayaklanmalara karşı devletin “demir yumruğu”
indirmesi, Kürtleri ne yok etmiş ne de görünmez kılmıştır.
Bugün yaşadığımız Kürt Sorunu kavramının kökü derinlerdedir;
ne devlet aklı ortaya çıkarmış ne de onu istediği gibi yönlendirilmiştir.
Ulus devleti anlayışının ortaya çıkardığı, ama emperyalist ülkelerin
çıkarlarına uygun çizilen sınırlar ile yeni kurulan devletlerin kucağına bir
sorun yumağı olarak bırakılmıştır. “Hadi!” demişlerdir, “hem homojen devlet
kurun, hem de bu sorunu çözün!”
Ulus devleti anlayışı ile yaşadığımız Kürt Sorunu ve var olan
Alevi Sorunu ortadan kaldırılamaz, çözülemez.
Çözümün bir koşulu vardır; çok kültürlü, çok dilli, eşit
vatandaşlık hakkından geçiyor ve insan hakları içinde yer alan haklarının tam
ve doğru şekilde yerine getirilmesinden geçmektedir. Kısaca, bu sorunun çözüm
girişimleri ulus devleti anlayışını yıkan küreselleşme ile gündemimize girmiş
olması tesadüfi değildir.
Küreselleşme ve onun ideolojisi liberalizm, var olan ulus
devletinin çözülmesi/yıkılması ile hasıraltı edilen tüm sorunların görünür
olması anlamına gelmektedir. Görünür olması, aynı zamanda çözüm yolu açıldığı
anlamına gelmemektedir.
Kürt sorunu konusunda yakın tarihimizde gerçek kırılma,
Demirel’in cumhurbaşkanlığı sürecinde 8 Aralık 1991'de Diyarbakır’da yaptığı
“Kürt realitesini tanıyoruz” sözü ile başlar.
17 Mayıs 2009'da Cumhurbaşkanı Gül’ün ‘tarihi fırsat’
açıklaması, 1 Ağustos 2009'da Beşir Atalay’ın gazetecilerle Kürt Açılımı
Çalıştayı düzenlemesi, 19 Ekim 2009'da 34 kişilik PKK’lı grubun Habur’da teslim
olması ve 10 Kasım 2009'da Meclis’te ‘Kürt Açılımı’nın tartışılması ile yeni
bir boyuta girmişti.
Bu süreç, 22 Mart 2015'te Ukrayna dönüşü uçakta konuşan
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dolmabahçe açıklamasını doğru bulmadığını söyleyerek
çözüm süreci masası devrilmesi ile bitmiştir.
Her siyasi kararın siyasi sonucu olacağı kesindir.
Bugün yaşadığımız süreç, 1979 yılında İran’da başlayan
“Yeşil Kuşak” projesinden, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve Arap Baharı ile
devam eden doktrinlerin oluşturduğu yeni projenin içinde yol almaya çalışıyoruz.
Yaşadığımız süreçte, Kürt sorunu sadece bu ülkenin sorunu
değildir.
Ülkemizde yeni bir Kürt sorunu konusunda açılım sözü
edilmektedir, fakat Ortadoğu’da gelişen askeri operasyonlar ve o operasyonların
siyasi sonuçları ile karşı karşıyayız.
Savaş koşulları altında alınacak kararlar konusunda tarihin
bize söylediği birçok söz vardır, örneğin Osmanlı İmparatorluğu'nun son
döneminde “cephe gerisi” adı verilen bir uygulama ile “tehcir” kararı alınmış
ve o dönemin idaresi için kesin bir çözüm olarak uygulanmıştır. O “kesin
uygulama” Osmanlı devletinin ömrünü uzatmamış, aksine yıkımını getirmiştir.
(Çanakkale Savaşı'nda Ermeniler ile diğer halklar omuz omuza İngiliz işgalci
emperyalistlerle karşı savaşırken, alınan karar ile Ermeni askerler ayrılmış ve
“tehcir” kararına uygun olarak önce kamplara, sonra sürülmüştür.)
Tarihte uygulanan ve siyasi iradenin “kesin” diye
niteliğidir çözümler, kesin olmadığı farklı arayışların önünü tıkadığına
şahitlik ettik. Ortadoğu'da savaş rüzgarının hakim olduğu anlarda siyasi
iradenin alacağı kararların “kesin çözüm” olarak kabul edilmemesi, tartışmaya
açık olmalıdır.
Ortadoğu siyaseti kum üzerinde biçimlendirilmektedir.
Tarih henüz sonuçlanmamıştır; devam eden bir süreçtir ve
devletlerin kişilere biçtiği rollerin tarihin çizgisi içinde buharlaştığı ve
yeni rollerin dağılımı ile yeni öznelerin gireceği bir dönemin içindeyiz.
Sorunlar basit anlatımla anlaşılır değildir, karmaşıktır; çünkü Ortadoğu’da
öyle bir emperyalist politika uygulanıyor ki, kim kimin dostu, kim kimin düşmanı
olduğu belirsizdir, duruma göre pozisyon alınıyor.
Server Tanilli’nin sözüyle yazımı sonlandırayım: “Tarih insanın fotoğrafını bir kez çeker, dikkat et de gözün kapalı çıkmasın!”
İsmail Cem Özkan