Dün, değişmiş hali ile bugündür!
Neden bilmiyorum ama son gittiğim
tiyatro oyunlarında mikrofon (sahne yanında, seyirciye dönük) hoparlör
kullanıldığına şahitlik ediyorum. Tiyatroda aradığım şey ise dijital ses değil,
insana dokunan, insanın öyküsünü anlatan sestir. Konuşanın ağzından çıkan sesi
duymak isterim. Üç duvarın içinden seyirciye ulaşan ses aracısız olmalıdır.
Araya teknoloji girince, ses hoparlörden geliyor ama sahnede sesin sahibini
arayışına giriyorum; bu arayış sırasında öyküden de oyundan da kopuyorum.
Elbette, sahnede tamamıyla mikrofona
karşı değilim; canlı müzik eşliğinde bir eser seslendiriliyorsa mikrofon
kullanılabilir. Sahne tavanından mikrofon ya da yaka mikrofonu bu alanda hizmet
edebilir. Gerçi alına yapıştırılan mikrofonlar kullanılıyor; bu sayede sanırım
sürtme sesini minimuma indiriyor…
Mikrofon kullanılan oyunların
sonunda aşırı yorgun bir şekilde, oyunun içine girmeden ayrılıyorum.
Oyunumuz Fehim Paşa Sokağı’nda
başlar; o sokak ismi (tabelası) oyun süresince, olaylara bağlı olarak
değişecektir. Her dönemin önde gelen ismi bu sokağa verilecektir. İlk
gördüğümüz isim Fehim Paşa’dır. O, Abdülhamid'in jurnalcisinin ismidir; bu
sayede İstibdat Dönemi'ne bir gönderme yapılır.
Fehim Paşa Sokağı’nda iki farklı
karakteri sembolize eden çocuklar doğar; birine Efruz, diğerine de Vicdani
denir. O zamanlar bu kadar ayrım yoktu; aynı sokakta yaşayan varlıklı aile ile
fakir ahalinin çocuğu aynı okula gider, aynı sokakta oynardı. İki komşunun
çocukları birbiriyle arkadaş olur ve tarihin onlara yüklediği görev ki burada
yazar yükler, birbirinden ayrılmaz iki dostlardır.
Haldun Taner’in tarihsel materyalist
bakışı, elbette resmi tarihin bakış açısı dışındadır. Onun kurgusu ile olaylar
öyle bir şekilde arka arkaya gelir ki, adı değişen cadde isimleri ile bir
diyalektik bağ kurulur. İzleyici bu zamanın hızlı geçiş sürecine şahitlik
ederken, olaylarda yer alan kahramanların hep ilk günkü gibi olduğu gerçeği ile
yüzleşir. Bu sayede sahnede yaşananlara karşı seyircinin duygusal bağ kurması
yerine, bilinç ile bağ kurulması amaçlanmaktadır. Bölümler arası geçişler müzik
ve koreografi ile birleşir.
Öykünün kurgusu tarihteki olaylardan
alınmıştır; bir tarihsel çizgi içinde bireyin değişen görevleri ve olaylara
bakışı pek değişmez. Zaman ve mekan değişmiştir ama huy huyundan vazgeçmez. Biri
çıkarını öne alırken, diğeri verilen görevi yapmak için her şeyi yapar… Oyunun
son bölümünde psikanaliz açısından da Vicdani’nin sorgulanması ve onun akıl
hastanesinde sonunu görürüz. Oyun bilimden de yargılanarak seyirciye Vicdani
ile Efruz’un karakteristik özelliklerini bilimsel tanım içinde verir.
Tiyatro tarihte olanı olduğu gibi
yansıtmak yerine eleştirel bakar…
Olayların örgüsünü alışılagelmiş
resmi tarih yazıcılarının yaptığı gibi liderler üzerinden değil, tarih
yazıcıların görmediği sıradan bir insanın gözünden olaylara bakılır.
Vicdani ve Efruz oyunda sadece iki
karakter değil, aynı zamanda iki sınıfın temsilcisidir. İki sınıfın zaman
içinde değişimi, devlete bakış açısını da bu epik eser içinde görmekteyiz.
İnceden inceye sistem eleştirisi, Vicdani ve Efruz üzerinden oyunun tüm
bölümlerine yayılır. Yazar, sıradan insanların da tarihi olduğunu fısıldar ve
bu tarih yazıcılarının görmediğini sahnede gösterir.
Bu oyunda dekor hep sabit kalmıştır;
sahnenin değişimi seyircinin gözü önünde olmamıştır, ta ki son sahneye kadar.
Son sahnede dekora deli gömleği katkı yapılmış ve bu gömleğin sahne üzerinde
uygulanması seyirci önünde olmuştur. Değişen bölümler ile birlikte tabela
değişimi seyircinin gözüne batacak şekilde göz önünde uygulanmıştır. Onun dışında
sahnede dekor hep sabit kalmış, müzisyenler o sabit alan içinde arka fonda
kalmıştır. Sahneye sesi ile en çok katkı yapan, canlı olarak müzik yapan
orkestra üyeleri seyirciden bir anlamda uzak tutulmuştur. Erzurum aşıklarının
atışması dışında sahnede müzik önde değil, hep arkada kalmış; bölümler arası
geçişler, olayların geçişleri ve zaman düzleminde yer değiştirmesi arasında
müzik öne çıkmış gibi gözükmesine rağmen, arka fonda oyuncuların sadece
seslerine arka fon müziği yapılmış gibi bir his oluşturmuştur.
Yelda Baskın oyunu yeniden
yorumlarken, Barış Dinçel’in yaptığı dekora göre oyunun akışını belirlemiş
olduğunu gördüm. Tüm bölümler arasında sabit olan dekorun üst bölümü genelde
geçiş ve tabela/bayrak asmak için kullanılmış. Sinan Arslan müzik ile bir
anlamda suflör gibi çalışır. Müzik ile vücudun ve mimiklerin hareketinde ise
İlkem Ulugün imzasını görmekteyiz. Oyunun başarısına gözle görülmeyen ama
duyulan sesleri biçimlendiren dramaturg olarak Gökhan Aktemur imzasını
görmekteyiz. Bu oyunda bana göre en başarılı sahne arkasında rol alanlardan
biridir. Oyunda kullanılan kostümlerin tasarımında Nihal Kaplangı imzasını
görmekteyiz; çok hızlı değiştirilen kıyafetler ile bölümler arası geçişlerde
akıcılık sağlandığı gibi, oyunun bu yeni yorumuna uygun oyunculara karakter
vermiştir. Fatih Mehmet Haroğlu ışık tasarımında başarılı buldum. Arka fona
yansıyan gölgelerin, 12 Mart darbesi sürecindeki polis maketi ve oyuncuların
sahnede konumlandırılmasında ışık kendisini konuşturuyor. Sahne hizasından
oyunculara vuran ışık, yukarıdan gelen ışığın bıraktığı gölgeyi ortadan
kaldırırken, oyuncuların mimiklerini daha öne çıkarmaktadır. Müzik ve efekt
konusuna gelince, Sercan Büyükedes'in başarılı müziği ve konuşmaların
vurgulanması, silah ve bomba sesi gibi sahne dışından gelen seslerin de oyunun
vurgusuna büyük katkı yaptığını gördüm. Metin Küçükyılmaz ve Nesin Coşkuner
ikili çalışmasının Yelda Baskın’ın yorumuna katkı yaptığını rahatlıkla
söyleyebilirim.
Yelda Baskın, oyunu kurgularken
zamanımızın siyasi gelişimlerine yönelik eleştiriler getirmektedir; ama sesin
hoparlörden gelmesi ile sanki güme gitmiş gibi, birçok konuşma anlaşılmadı ya
da ben anlamadım.
Emrecan Karakurum, Vicdani rolünde
muhteşem bir performans sergiliyor. Bölümler arasında geçişte, sahnedeki performansı
ile öne çıkarken, ben onun sahnede başarısını artıran oyuncuları gözlemlemeyi
daha çok seviyorum. Çünkü bir oyuncuya tek başına başarılı demek bana doğru
gelmiyor. Sahne, ortak emek ile oluşuyor ve o atmosferden seyirciye giden her
mesaj, sahnede yer alan ve yer almayan tüm oyuncuların ortak emeğidir. Sahnede
yer alan tek kadın oyuncu Seda Çavdar üzerine çok cümle kurulabilir ama bana
göre ne kadar cümle kurulsa da başarısı tam olarak anlatılamaz; oyunu zaman
zaman alıp sırtlıyor gibidir. Bu oyunda en çok dikkatimi çeken, her oyuncunun
kendisini göstereceği bölümler olmasıdır. Her oyuncu bir şekilde arkada
kalmıyor, hep öne çıkıyor. Doğan Şirin, mimikleri ve hareketlerinin kıvraklığı
ile dikkatimi çekti. Onun sahnedeki oyunundan büyük keyif aldım; mizahı ve
ironiyi vücut dili ile öyle anlatmaktadır ki, ister istemez onu gözlerimle
takip ettim. Aybar Taştekin, Efruz rolündedir. Elbette bu oyundan isminin
bahsedilmeden geçilmesi olmazdı; uyanık, sermaye sahibi, üç kağıtçı, düzenin
insanı, her zaman çıkarını kollayan, işini bilen birini canlandırması ile
sahnede yeri önemlidir. Kendisine verilen rolü, diğer arkadaşları gibi çok
başarılı bir şekilde yerine getirmiştir.
Yelda Baskın, Alp Tuğhan Taş, Aybar
Taştekin, Cafer Alpsolay, Can Alibeyoğlu, Doğan Şirin, Emrecan Karakurum, Özgür
Atkın, Özgür Dağ, Seda Çavdar, Yiğit Ali Uslu gibi oyuncular, epik tiyatronun
ülkemizdeki en başarılı eserlerinden birine hayat vermiştir. Elbette bir oyun
sadece oyunculardan oluşmuyor; sahne gerisinde yer alan tüm çalışanların ortak
emeği ile bu eser hayat bulmuş ve bize ulaşmıştır.
Epik tiyatro üzerine düşünmeye iten
ve bu konuda bilgilerimi tazeleme imkanı bulduğum bu oyun sayesinde, çürümekte
olan ve çürümüş olanların tarihi bir derinliği vardır. Bugün yaşadığımız sorunların
temelinde geçmişten gelen ve çözülemeyen sorunların oluşturduğu kirlilik söz
konusudur. Zaman değişmiş, öznelerin isimleri değişmiş olsa da aslında
yaşadıklarımız, sistemin yarattığına oyun boyunca şahitlik ediyoruz. Bu sistem
ne yazık ki insanlığı “güzel günlere” ulaştırmaktan uzak; sadece krizden krize
taşıyan, vicdanlı insanların hep ezildiği, her şeyi kendi lehine kullananların
bu çürümüş sistemden faydalandığına şahitlik etmekteyiz.
Haldun Taner eğer yaşamış olsaydı,
oyunun metnine daha çok şey ekleyeceğine dair kuşkum yok. Bir metnin modern
yorumu, sadece metne bağlı kalınmaması gerektiğini düşünüyorum. Yönetmen,
yazarın düşünce yolunda giderek kendisince yeni eklemler yapabilmeli; eskimiş,
bugünkü kuşağın bilmediği sembolleri değiştirebilmelidir. Gazete satıcısının
“yazııyooor, yazıyor” diye bağırarak girdiği ve bağırdığı isimler ve gazete
adları, bugünkü kuşağa hiçbir şey anlatmaz. Fakat onlara sadece yandaş medya
yolu ile bir gönderme olabilirdi. Yazıyor demek yerine günümüzde artık “yazmıyyyoooor”
diye bağıran biri olur; gazete satanın olmadığı bir zaman dilimindeyiz.
İsmail Cem Özkan
Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım
Yazan: Haldun Taner
Yöneten: Yelda Baskın
Dramaturg: Gökhan Aktemur
Müzik: Sercan Büyükedes
Dekor Tasarımı: Barış Dinçel
Kostüm Tasarımı: Nihal Kaplangı
Koreograf: İlkem Ulugün
Işık Tasarımı: Fatih Mehmet Haroğlu
Efekt Tasarımı: Metin
Küçükyılmaz-Nesin Coşkuner
Korrepetitör: Sinan Arslan
Yardımcı Yönetmen: Selin
Türkmen
Yönetmen Yardımcıları: Damla Cangül
Yiğit, İbrahim Ulutaş, Mehtap Gündoğdu Akbulut
Oyuncular: Alp Tuğhan Taş, Aybar
Taştekin, Cafer Alpsolay, Can Alibeyoğlu, Doğan Şirin, Emrecan Karakurum, Özgür
Atkın, Özgür Dağ, Seda Çavdar, Yiğit Ali Uslu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.