Galata Gazete


3 Aralık 2024 Salı

Tarih kendi bildiği yoldan devam ediyor.

Tarih kendi bildiği yoldan devam ediyor.

Geçenlerde kendisini sürekli saklayan ama fırsatı bulunca (yabancı bir çevre içinde olmadığını hissettiği anda) Kürt olduğunu anımsayan biriyle sohbet etme imkanım oldu. Son gelişmeler hakkında konuşurken Kürtlerin ilk gündemleri gelir, dolaşır, Öcalan üzerine odaklanır. Öcalan kim olduğu, ne savunduğu, ne yaptığı karmaşık bilgiler olmasına rağmen ortadadır; sonuç olarak yakalanmış, getirilmiş, paket olarak getirilen yerde mahkeme kurulmuş, sorgusu yapılmış ve bir adada mahkumiyet hayatı verilmiştir. Adam yıllardır adada bir izolasyon içinde yaşamaktadır. İzolasyon kavramını da açalım, çünkü o izolasyon bu ülkede yaşayan sıradan bireylerden uzaklaşması anlamına gelir; siyasetçilerin bir bölümü, devletin istihbarat teşkilatı bu izolasyon dışındadır. Tek başına bir hücrede yaşam değil, münzevi hayatı tercih etmiş bireylerden ayıran tek fark, zorunlu bir münzevi yaşam söz konusudur ve o münzevi yaşamın ona sunduğu şey, hayatta, ülkede neler olduğu konusunda derinlemesine bilgi yerine propaganda bilgisi altında kalmasıdır. Propaganda altında, zamandan ve mekandan koparılan bir yaşam...

Siz hiç duydunuz mu, sağlık muayenesi için şehir hastanesine getirildiğini? Çoğu mahkum bir şekilde şehir hastanesine getirilir ve var olan rahatsızlığı hakkında doktorla görüşür. Bir insan hiç hastalanmadan bir yerde yaşaması düşünebilir mi?

Ada, bir anlamda onun ülkesidir, vatanıdır, gizemidir.

Sohbete dönersek eğer, resmi söylemin değiştirilmiş ağzı ile bir öfke, yenilginin psikolojik yansıması ile Öcalan’a karşı bir söylemle şahitlik edersiniz. “Adam, MİT ajanıdır, ülkede var olan tüm olumsuzlukların tek sorumlusudur. Devlet, Kürtlere bunu planlı bir şekilde reva gördüğünü, milli nizam ile bunu yaptığını, gelişmekte olan Kürt mücadelesini yok etmek için Apocuları çıkardığını, Kürtlerin örgütlenmesini engellediğini, kendisi dışında diğer Kürt siyasi çeşitliliğini yok ettiğini” iddia ettiklerini duyarsınız. Lafı fazla uzatmadan yaşanılan tüm katliamlar, cinayetler, boşaltılan tüm köyler devlet aklının eseri olduğunu ve bunu yapmak için Öcalan’ı ve örgütünü kullandığını söylerler. Kısaca, Öcalan hareketini bir Kürt isyanı olarak algılamaz, tersine Kürtleri yok etmek isteyen söz arasında üstü kapalı olarak ulus devletinin projesi olduğunu vurgularlar.

Ulus devleti projesi, homojen devlet yaratmak için öteki ve farklı olanı yok etme politikasıdır; asimilasyon ile yok edemediğini, zor ile yok etmektir.

Öcalan ise örgütünü hangi koşullarda kurduğunu, nasıl bir çizgi izlediğini anlatan birçok kitabı, onun adına yazılan kitaplar bulabilirsiniz. Bu tarih henüz sonuçlanmadığı için -devam eden süreçte- her türlü yorumu bulmanız kolaydır.

Yaşanan süreçte kesin sonuca ulaşılmaz, olaya nereden baktığınız ile sebep-sonuç ilişkisi değişebilir.

Kürtler, Osmanlı devletinin dağılması sonrasında devlet kuramamış Ortadoğu halklarından sadece biridir ama en fazla nüfusa ve ülkeler arasında geçiş noktasındadır. Siyasi sınırlar onların yaşam alanlarının ortasından geçmiş, birbiriyle akraba olanları başka ülkelerin vatandaşı yapmıştır.

Emperyalist savaşın sonucunda emperyalist ülkeler haklara nereden sınır geçireceğini sormamış, kendi çıkarlarına uygun gördükleri yerden sınırlar çizmiş ve ülkelere bir bayrak ve krallık ya da lider atamıştır.

Kürtlerin tek devleti olmamış, ama dört-beş devletin vatandaşı olmuştur. Bunların dışında sürgüne gönderilen Kürtler de halen başka devletlerin kimlikleri altında orada vatandaş olarak yaşamaktadır.

"Kürtlerin hakları vardır" kavramı, ulus devlet ya da ulus devlet olma iddiasında bulunan devletlerde yok sayılmış, onları bir "çıbanbaşı" olarak görülmüş ve fırsat bulunduğu anlarda onlara karşı seferler yapılmıştır.

Sonuç olarak Kürtler hedef oldukları için baskı ve saldırı altında kalmışlardır.

Ülkemizde de bu durum diğer ülkelerden farklı değildir.

Bugünkü siyasi sürece büyük katkısı olarak gösterilen 55’ler olayında (Sivas Kampı) sürgüne gönderilen aydınlar inançlarından dolayı değil, kimliklerinden dolayıdır.

"27 Mayıs darbesinden 4 gün sonra doğu ve Güneydoğu’dan seçilen 485 ağa ve şeyh, Sivas Kabak Yazı'da bir kampa yollanmıştır. Sivas'taki kamp, 19 Ekim 1960 tarihinde çıkan 105 numaralı Mecburi İskân Kanunu ile boşaltılıp Milli Birlik Komitesi tarafından '55 ağa' DP’yi destekliyor iddiasıyla Antalya, Isparta, İzmir, Afyon, Manisa, Denizli ve Çorum'a sürgün edilmiştir. Bu kanun 1962 yılında kaldırılmıştır."

Tarihteki olaylar “hadi ben düşündüm ve yaptım” diyerek olmaz; geçmişi ve birikimi vardır.

O günleri anlatan resmi tarih yazıcıları, bugün Öcalan ile somutlaşan Kürt isyanının temeli olduğu görüşündedirler. Sonuçta Öcalan’a yüklenen birçok şeyin aslında tarihi bir derinliği ve geçmişi vardır.

TİP'in “Doğu Uyanış Mitingleri” adı altında 13 Ağustos 1967’de Silvan'da başlayan mitingler, Kürt örgütlenmesi önünde yeni kapılar açacaktır. Kısaca, bu bir devlet aklı ile oluşmuş bir örgütlenme değil, tarihin açmış olduğu bir sürecin sonucudur. Elbette bu örgütlenmelere karşı devletin karşı propagandası olacaktır; hatta Türk milliyetçisi parti olan MHP bile Kürtleri kucaklayan dergiler çıkarmış, onlara seslenmiştir. Devlet resmi olarak Kürtleri muhatap almamış, ama var olan sorunu hep hasıraltına süpürmeyi seçmiştir.

Hasıraltına süpürülen sorunlar, elbette zaman içinde devletin önünde bir isyan/patlama olarak ortaya çıkması kaçınılmazdır.

İttihat ve Terakki Partisi kuruluşunda ve sonraki süreçte Kürt aydınlarının varlığı söz konusudur; yenilen Osmanlı devleti ile birlikte oluşmakta olan cumhuriyetin kuruluşunda bu kadroların rolleri vardır. Cumhuriyet kuruluş sürecinde ve ilk yıllarında Kürtler ayrı devlet için ayaklanmış olmaları ve bu ayaklanmalara karşı devletin “demir yumruğu” indirmesi, Kürtleri ne yok etmiş ne de görünmez kılmıştır.

Bugün yaşadığımız Kürt Sorunu kavramının kökü derinlerdedir; ne devlet aklı ortaya çıkarmış ne de onu istediği gibi yönlendirilmiştir.

Ulus devleti anlayışının ortaya çıkardığı, ama emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun çizilen sınırlar ile yeni kurulan devletlerin kucağına bir sorun yumağı olarak bırakılmıştır. “Hadi!” demişlerdir, “hem homojen devlet kurun, hem de bu sorunu çözün!”

Ulus devleti anlayışı ile yaşadığımız Kürt Sorunu ve var olan Alevi Sorunu ortadan kaldırılamaz, çözülemez.

Çözümün bir koşulu vardır; çok kültürlü, çok dilli, eşit vatandaşlık hakkından geçiyor ve insan hakları içinde yer alan haklarının tam ve doğru şekilde yerine getirilmesinden geçmektedir. Kısaca, bu sorunun çözüm girişimleri ulus devleti anlayışını yıkan küreselleşme ile gündemimize girmiş olması tesadüfi değildir.

Küreselleşme ve onun ideolojisi liberalizm, var olan ulus devletinin çözülmesi/yıkılması ile hasıraltı edilen tüm sorunların görünür olması anlamına gelmektedir. Görünür olması, aynı zamanda çözüm yolu açıldığı anlamına gelmemektedir.

Kürt sorunu konusunda yakın tarihimizde gerçek kırılma, Demirel’in cumhurbaşkanlığı sürecinde 8 Aralık 1991'de Diyarbakır’da yaptığı “Kürt realitesini tanıyoruz” sözü ile başlar.

17 Mayıs 2009'da Cumhurbaşkanı Gül’ün ‘tarihi fırsat’ açıklaması, 1 Ağustos 2009'da Beşir Atalay’ın gazetecilerle Kürt Açılımı Çalıştayı düzenlemesi, 19 Ekim 2009'da 34 kişilik PKK’lı grubun Habur’da teslim olması ve 10 Kasım 2009'da Meclis’te ‘Kürt Açılımı’nın tartışılması ile yeni bir boyuta girmişti.

Bu süreç, 22 Mart 2015'te Ukrayna dönüşü uçakta konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dolmabahçe açıklamasını doğru bulmadığını söyleyerek çözüm süreci masası devrilmesi ile bitmiştir.

Her siyasi kararın siyasi sonucu olacağı kesindir.

Bugün yaşadığımız süreç, 1979 yılında İran’da başlayan “Yeşil Kuşak” projesinden, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve Arap Baharı ile devam eden doktrinlerin oluşturduğu yeni projenin içinde yol almaya çalışıyoruz.

Yaşadığımız süreçte, Kürt sorunu sadece bu ülkenin sorunu değildir.

Ülkemizde yeni bir Kürt sorunu konusunda açılım sözü edilmektedir, fakat Ortadoğu’da gelişen askeri operasyonlar ve o operasyonların siyasi sonuçları ile karşı karşıyayız.

Savaş koşulları altında alınacak kararlar konusunda tarihin bize söylediği birçok söz vardır, örneğin Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde “cephe gerisi” adı verilen bir uygulama ile “tehcir” kararı alınmış ve o dönemin idaresi için kesin bir çözüm olarak uygulanmıştır. O “kesin uygulama” Osmanlı devletinin ömrünü uzatmamış, aksine yıkımını getirmiştir. (Çanakkale Savaşı'nda Ermeniler ile diğer halklar omuz omuza İngiliz işgalci emperyalistlerle karşı savaşırken, alınan karar ile Ermeni askerler ayrılmış ve “tehcir” kararına uygun olarak önce kamplara, sonra sürülmüştür.)

Tarihte uygulanan ve siyasi iradenin “kesin” diye niteliğidir çözümler, kesin olmadığı farklı arayışların önünü tıkadığına şahitlik ettik. Ortadoğu'da savaş rüzgarının hakim olduğu anlarda siyasi iradenin alacağı kararların “kesin çözüm” olarak kabul edilmemesi, tartışmaya açık olmalıdır.

Ortadoğu siyaseti kum üzerinde biçimlendirilmektedir.

Tarih henüz sonuçlanmamıştır; devam eden bir süreçtir ve devletlerin kişilere biçtiği rollerin tarihin çizgisi içinde buharlaştığı ve yeni rollerin dağılımı ile yeni öznelerin gireceği bir dönemin içindeyiz. Sorunlar basit anlatımla anlaşılır değildir, karmaşıktır; çünkü Ortadoğu’da öyle bir emperyalist politika uygulanıyor ki, kim kimin dostu, kim kimin düşmanı olduğu belirsizdir, duruma göre pozisyon alınıyor.

Server Tanilli’nin sözüyle yazımı sonlandırayım: “Tarih insanın fotoğrafını bir kez çeker, dikkat et de gözün kapalı çıkmasın!” 

İsmail Cem Özkan 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.