İstanbul’u Deprem Vurdu!
İstanbul, 6.2 büyüklüğünde bir depremle sarsıldı. Yıllardır
beklenen bu deprem belki bir uyarıydı, belki de beklenen tam olarak buydu. Zaman,
hangisinin doğru olduğunu gösterecek. Ancak bu depremde de gördük ki, her şey
sadece sözde kalıyor. Çünkü felaket anında bile birlikte hareket edemediğimiz
acı bir şekilde ortaya çıktı.
Deprem sonrası her siyasi çevreden farklı açıklamalar geldi.
Yerel ve merkezi yönetim arasındaki ayrışmanın tam ortasında bir "deprem
yarığı" oluştuğunu fark ettik. Anlaşıldı ki, "birlik" kavramı
bizde yalnızca sözde var; gerçekteyse siyasi partiler, ittifaklarına göre
bölünerek sadece kendi taraflarının sesi oluyor.
Uçları yaşarken, zıt kutuplar bir arada bulunabiliyor...
Siyasi partilerin ve yerel/merkezi yönetim temsilcilerinin
uzlaştığı tek nokta, halkı parklara davet etmek oldu. Bir gün içinde yeni bir
depremin olabileceği varsayımıyla evlere girilmemesi istendi. Bu çağrı
yapıldığında hava güzeldi; fakat ilerleyen saatlerde serinledi, rüzgâr
şiddetlendi. Uzun süredir istikrarsız olan hava koşulları da bu dengesizliğe
eşlik etti. O kadar uçları yaşamaya başladık ki, hava bile bize benzedi!
Peki, insanları parklara yönlendirmek, aslında korkuyu
yaymak değil midir?
Bu tür çağrılar, "evleriniz güvenli değil" demenin
dolaylı bir yoludur. "Evine güvenen evinde kalsın, güvenmeyen parkta"
söylemi de benzer bir anlam taşır. Sonuç olarak, bu ülkede evine güvenemeyen
bir birey, siyasete ve bölünmüş iktidar yapılarına da güven duyamaz. Çünkü
haber bültenlerinde "evde kalmayın, parkta kalın" denmesi, aslında
"hiçbir şeye güvenmeyin" anlamına gelir. Parklar geçici bir güvenlik
alanı olarak sunuluyor; ancak bu alanların altyapısı yeterli mi? Soğuk hava,
salgın hastalıklar, zatürre gibi riskler göz önünde bulunduruluyor mu?
Ülkemizde iktidar yapısı çift başlıdır.
Bu durum İstanbul'da açıkça görülüyor. Hükûmet projelerinde
bakanların isimleri büyük puntolarla öne çıkarılırken, belediye projelerinde
belediye başkanlarının isimleri vurgulanır, ancak belediye logoları küçültülür.
İstanbul metrosu bile iki ayrı sistemden oluşur: biri “M”, diğeri “U” harfi ile
tanımlanır. Karayollarındaki bakım çalışmaları da iki farklı otoriteye aittir.
Hangi yolun hangi kuruma ait olduğu ve hizmetin kim tarafından verildiği
bellidir. İhaleler ve hizmetler bu çift başlı yapı üzerinden yürütülmektedir.
Hükûmet, istemediği bir hizmeti “kamulaştırma” adı altında belediyeden alıp
kendi logosu altında sürdürmektedir. Son örneklerden biri de İstanbul
metrosunun sahiplenilmesidir: Yolun bir kısmı “M”, diğer kısmı “U” harfiyle
gösterilmektedir.
Birlikte hareket edemeyenler, toplumun ortak sorunlarını
çözebilir mi?
Siyasi ve ekonomik kriz, merkezi ve yerel yönetim arasında
derin bir bölünme yaratmıştır. Koordinasyon sağlanamamakta; biri neyi
savunursa, diğeri mutlaka karşı çıkmaktadır. Ortak akıl ve ortak yol
geliştirilememektedir. Felaket anlarında bile kimin süreci yöneteceği
belirsizdir. AFAD ve AKOM gibi iki ayrı merkezden benzer açıklamalar
yapılmakta; ancak biri belediyeye, diğeri hükûmete bağlıdır. Bilim insanları
bile ikiye ayrılmıştır: Devlet maaşı alanlar susarken, diğerleri ekranlarda
konuşarak geçinmektedir.
Deprem fakiri vurur, zenginin kasasını doldurur…
Geçmiş depremlerden çıkardığım sonuç şudur: Zenginler daha
da zenginleşirken, yoksullar evsiz, çaresiz ve muhtaç bırakılmıştır. Her
felaketi fırsata çevirmek, sermayenin doğasında vardır.
Şehirlerin dokunulmaz alanlarında yer alan tarihi değeri
olan ama bakımsız bırakılmış binalar, aslında restore edilmesi gerekirken,
yıkılarak yerine daha kârlı yeni binalar yapılmak istenmektedir. Deprem, bu
amaçlar için bir bahane; rant ise asıl hedef olabilir. Bu depremde sit alanı
ilan edilen bölgelerde binalar yıkılmış olabilir. Büyük bir tesadüf müdür ki,
yıkılması beklenenler yıkılmış, yıkılmayanlara ise yangın çıkartılmıştır.
Yangına sığınan evsizlerin sebep olduğu öne sürülebilir. Bahane arandığında,
her yol mubah sayılır.
Ülkemizde sürekli "milli irade"den söz edilir; ama
gerçek irade doğadadır, ve doğa bunu bir kez daha sarsıntıyla gösterdi.
İstanbul’da bir deprem, devletin temelinin sarsılması
anlamına gelir. Çünkü devletin atardamarı burada atar.
Deprem İstanbul’u vurdu!
Sonuç olarak, parçalanmışlık her alanda kendini
göstermektedir. Ancak siyasiler her defasında ülkenin birlik içinde olduğunu,
“bu ülke bölünemez” diyerek vurgular. Oysa gerçekte, bu parçalanmış yapıyı
yaratanlar bizzat kendileridir ve topluma bu durumu kanıksatmışlardır.
Deprem, bu bölünmüşlüğün kronikleştiğini bir kez daha gözler
önüne sermiştir.
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.