Galata Gazete


15 Mayıs 2025 Perşembe

Krizden kangrene dönüşen travmalar…

Krizden kangrene dönüşen travmalar…

Osmanlı İmparatorluğu, yıkılmak için çok uzun süre can çekişmiş; bu uzun süreçte yaratılan travmaların kalıcı hale gelmesiyle birlikte, kolektif bilinçaltımızı şekillendiren bir kültür ortaya çıkmıştır. Yeni kurulan ulus devletimiz, bu travmatik bilinçaltı üzerine inşa edilmiş; ne geçmişle yüzleşebilmiş, ne de var olan sorunları açıkça tartışabilmiştir.

Yıkımın Sürekliliği ve Travmatik Miras

Osmanlı İmparatorluğu, klasik anlamda bir çöküşten çok, zamanla eriyen bir yapı sergilemiştir. Bu erime sürecinde yaşanan savaşlar, göçler, soykırımlar ve kitlesel travmalar, yalnızca bireysel değil, toplumsal hafızayı da derinden etkilemiştir. Travmaların kolektif bilinçaltına yerleşmesi, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarını da etkilemiş; geçmişi reddetmeden ama onunla yüzleşmeden bir "yeni" inşa edilmeye çalışılmıştır.

Bunların üstünü örterek, sanki hiç yaşanmamış gibi davranmıştır.

Her yıl tekrar eden "ABD Başkanı 1915 olaylarına ne diyecek?" gerilimi, aslında Türkiye'nin bu tarihle ne kadar yüzleşemediğinin somut bir yansımasıdır. Geçmişle hesaplaşmadan ilerlenirken ortaya çıkan endişeler; yüzleşilmemiş tarihin dışa vurumundan başka bir şey değildir.

Ulus Devletin İnşasında Kurucu Travmalar

Bir devletin yıkımı bu kadar uzun ve sancılı olursa, o devletin kurumlarında yetişmiş bireylerin kurduğu yeni devlette, benzer travmaların daha da büyüyerek devam etmesi kaçınılmaz olur.

Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti, Balkanlar'dan sürülen veya orada hayatını kaybedenlerin acısı ve bu kayıplar üzerine şekillenen duygusal tepkiler ve sonucunda ortaya çıkan nefret söylemleri üzerine kuruldu.

Devletin inşa süreci, özellikle Balkanlar’dan gelen göçmenlerin yaşadığı trajedilerin merkezine oturmuştur. Kaybedilen topraklar, kaybedilen aileler, öldürülen ya da sürülen insanların acısı üzerine şekillenen yeni devlet, bir yönüyle “intikamcı” ve dışlayıcı bir karakter taşımıştır.

Sakallı Nurettin Paşa örneğinde olduğu gibi, bireysel travmalar kolektif politikalara dönüşmüş; devletin "öteki"ye yönelik politikalarında bu duygusal miras etkili olmuştur. Ne bu eylemlerin nedenleri sorgulanmış, ne de bu eylemlerin yarattığı travmalarla yüzleşilmiştir. Resmi tarih, bu noktada acıları değil, başarı anlatılarını ön plana çıkarmış; kuşaklar boyunca gerçekler yerine mitler / yaratılan gerçeklikler öğretilmiştir.

Kürt Meselesi: Bastırılan Kimlik ve Süregelen İnkar

Kürt meselesi de, Balkanlar’dan bugüne taşınan ayrılık korkusunun bir devamı olarak şekillendi. Devlet, ayrılmak isteyenleri bastırmak, onları emperyalist devletlerin ajanı olarak görmek, sorunları çözmek yerine sürgün etmek, ekonomik olarak geri bırakmak, sadık aileleri aşiretleştirip onları güçlendirmek ve koruculuk sistemini desteklemek gibi politikalar izledi. Osmanlı'nın çok uluslu yapısından ulus devlete geçiş sürecinde, Kürt kimliği ya görmezden gelinmiş ya da tehdit olarak algılanmıştır. Öncelikle ve ilerleyen zamanlarda Kürtlerin kimliğini yok saymak, meclis ve mahkeme tutanaklarına "bilinmeyen dil" konuşanlar olarak geçmeleriyle resmiyet kazandı. Ancak yok sayılan gerçekler zamanla görünür hale geldi ve yüzleşmek artık kaçınılmaz.

Yüzleşememe Hali: Bilinçli Sessizlik ya da Bilinçsiz Kayıp

Toplumumuzun büyük bir çoğunluğu, tarihsel travmalarla yüzleşmeye henüz hazır değil. Hala "Benim hakkımla ötekinin hakkı arasında fark var mı?” gibi sorular, eşitlik algısının yerleşmediğini göstermektedir. Bu durum, yalnızca bilgi eksikliğinden değil; geçmişin bastırılması, inkar edilmesi ve resmi anlatılarla şekillendirilmiş eğitim politikalarının bir sonucudur.

Travmalarla yüzleşmeden yeni bir gelecek inşa etmek mümkün değildir.

 "Öteki"nin neden "öteki" olduğunu ve bu farklılığı gidermek adına ne yapıldığını sorgulamak yerine, onu kendine benzetmeye çalışmak dışında bir çözüm düşünülmedi. Türkçeden başka dil bilmeyen bir Kürt’ü, artık Kürt saymamak; ya da "O da benim gibi yaşıyor" diyerek onun anadilinin kaybolduğunu fark etmemek oldukça yaygın bir durum. Elbette sorun sadece dil değil; insan olmanın evrensel normları var. Bu normlardan hangileri toplumumuza layık görülüyor, hangileri görmezden geliniyor, bunlar tartışılmalıdır.

Gerek ulusal kimlik, gerekse birlikte yaşama kültürü, bu yüzleşmelerle anlam kazanabilir. Gerçeklerle yüzleşmek, sadece bireysel değil, toplumsal bir iyileşmenin de anahtarıdır.

İsmail Cem Özkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.