Krizden kangrene dönüşen travmalar…
Osmanlı İmparatorluğu, yıkılmak için çok uzun süre can
çekişmiş; bu uzun süreçte yaratılan travmaların kalıcı hale gelmesiyle
birlikte, kolektif bilinçaltımızı şekillendiren bir kültür ortaya çıkmıştır.
Yeni kurulan ulus devletimiz, bu travmatik bilinçaltı üzerine inşa edilmiş; ne
geçmişle yüzleşebilmiş, ne de var olan sorunları açıkça tartışabilmiştir.
Yıkımın Sürekliliği ve Travmatik Miras
Osmanlı İmparatorluğu, klasik anlamda bir çöküşten çok,
zamanla eriyen bir yapı sergilemiştir. Bu erime sürecinde yaşanan savaşlar,
göçler, soykırımlar ve kitlesel travmalar, yalnızca bireysel değil, toplumsal
hafızayı da derinden etkilemiştir. Travmaların kolektif bilinçaltına
yerleşmesi, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarını da etkilemiş; geçmişi reddetmeden
ama onunla yüzleşmeden bir "yeni" inşa edilmeye çalışılmıştır.
Bunların üstünü örterek, sanki hiç yaşanmamış gibi davranmıştır.
Her yıl tekrar eden "ABD Başkanı 1915 olaylarına ne
diyecek?" gerilimi, aslında Türkiye'nin bu tarihle ne kadar
yüzleşemediğinin somut bir yansımasıdır. Geçmişle hesaplaşmadan ilerlenirken
ortaya çıkan endişeler; yüzleşilmemiş tarihin dışa vurumundan başka bir şey
değildir.
Ulus Devletin İnşasında Kurucu Travmalar
Bir devletin yıkımı bu kadar uzun ve sancılı olursa, o
devletin kurumlarında yetişmiş bireylerin kurduğu yeni devlette, benzer
travmaların daha da büyüyerek devam etmesi kaçınılmaz olur.
Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti, Balkanlar'dan sürülen veya
orada hayatını kaybedenlerin acısı ve bu kayıplar üzerine şekillenen duygusal
tepkiler ve sonucunda ortaya çıkan nefret söylemleri üzerine kuruldu.
Devletin inşa süreci, özellikle Balkanlar’dan gelen
göçmenlerin yaşadığı trajedilerin merkezine oturmuştur. Kaybedilen topraklar,
kaybedilen aileler, öldürülen ya da sürülen insanların acısı üzerine şekillenen
yeni devlet, bir yönüyle “intikamcı” ve dışlayıcı bir karakter taşımıştır.
Sakallı Nurettin Paşa örneğinde olduğu gibi, bireysel
travmalar kolektif politikalara dönüşmüş; devletin "öteki"ye yönelik
politikalarında bu duygusal miras etkili olmuştur. Ne bu eylemlerin nedenleri
sorgulanmış, ne de bu eylemlerin yarattığı travmalarla yüzleşilmiştir. Resmi
tarih, bu noktada acıları değil, başarı anlatılarını ön plana çıkarmış;
kuşaklar boyunca gerçekler yerine mitler / yaratılan gerçeklikler
öğretilmiştir.
Kürt Meselesi: Bastırılan Kimlik ve Süregelen İnkar
Kürt meselesi de, Balkanlar’dan bugüne taşınan ayrılık
korkusunun bir devamı olarak şekillendi. Devlet, ayrılmak isteyenleri
bastırmak, onları emperyalist devletlerin ajanı olarak görmek, sorunları çözmek
yerine sürgün etmek, ekonomik olarak geri bırakmak, sadık aileleri
aşiretleştirip onları güçlendirmek ve koruculuk sistemini desteklemek gibi
politikalar izledi. Osmanlı'nın çok uluslu yapısından ulus devlete geçiş
sürecinde, Kürt kimliği ya görmezden gelinmiş ya da tehdit olarak
algılanmıştır. Öncelikle ve ilerleyen zamanlarda Kürtlerin kimliğini yok
saymak, meclis ve mahkeme tutanaklarına "bilinmeyen dil" konuşanlar
olarak geçmeleriyle resmiyet kazandı. Ancak yok sayılan gerçekler zamanla
görünür hale geldi ve yüzleşmek artık kaçınılmaz.
Yüzleşememe Hali: Bilinçli Sessizlik ya da Bilinçsiz Kayıp
Toplumumuzun büyük bir çoğunluğu, tarihsel travmalarla
yüzleşmeye henüz hazır değil. Hala "Benim hakkımla ötekinin hakkı arasında
fark var mı?” gibi sorular, eşitlik algısının yerleşmediğini göstermektedir. Bu
durum, yalnızca bilgi eksikliğinden değil; geçmişin bastırılması, inkar
edilmesi ve resmi anlatılarla şekillendirilmiş eğitim politikalarının bir
sonucudur.
Travmalarla yüzleşmeden yeni bir gelecek inşa etmek mümkün
değildir.
"Öteki"nin
neden "öteki" olduğunu ve bu farklılığı gidermek adına ne yapıldığını
sorgulamak yerine, onu kendine benzetmeye çalışmak dışında bir çözüm
düşünülmedi. Türkçeden başka dil bilmeyen bir Kürt’ü, artık Kürt saymamak; ya
da "O da benim gibi yaşıyor" diyerek onun anadilinin kaybolduğunu
fark etmemek oldukça yaygın bir durum. Elbette sorun sadece dil değil; insan
olmanın evrensel normları var. Bu normlardan hangileri toplumumuza layık
görülüyor, hangileri görmezden geliniyor, bunlar tartışılmalıdır.
Gerek ulusal kimlik, gerekse birlikte yaşama kültürü, bu
yüzleşmelerle anlam kazanabilir. Gerçeklerle yüzleşmek, sadece bireysel değil,
toplumsal bir iyileşmenin de anahtarıdır.
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.