Bir ruhun hikayesi
Karanlık bir salon, sahnenin
ortasında bir merdiven, yukarıya doğru girdap oluşturacak şekilde çıkıyor.
Merdivenlerin etrafını oluşturan görünmez bir demir parmaklık var, onları
aydınlatan ışıklar. Iışık bir tutsaklığı, özgürlükten yoksun olmayı sembolize ediyor…
Merdiven, ışık ve yukarıya doğru oluşturulan sonsuzluğa bakışış… Bir teleskopun
içinden “gelin hayatıma bakın!” diye haykıran sessiz bir çığlık…
Şiir imgeleri, sahnede vücut
bulmuş; merdiven ve ışık ile…
İlk imgeler bize yani seyirciye
sessizce tokat atıyor, uzun soluklu bir şiirin ilk hecesi, ilk harfidir sahnede
duran merdiven.
Girdabın içinde yolculuk!
Sahnenin arkasında açılan bir
kapı (perde) aralığından sahneye doğru gelen beyazlara bürünmüş bir kadın. Şiir, kadın üzerine olacak; kadının isyanı varoluş sorunu ya da yaşadığı sorunun teleskop ucundan
bize sunumu… Sahnenin ortasında yuvarlak bir platform, platformun hareket
edeceği üzerine atılan ilk adım ile oluşan titreşim ile anlıyoruz… Bizi
teleskop ile öznelden genele ya da iç hesaplaşmadan dışarıda ki yansımasına
doğru yolculuğa hazırlanan, uzaya doğru adım atacak astronotlar gibiyiz… Sis, duman ile bizi bir
zirveden ufka bakan gibi duygulara hapsediyor. Güneşin ilk ışıkları ile oluşan buğu ve bulut hareketinin o romantik görüntüsü…
Oyunda çok az müzik kullanılmış,
çünkü şiirin, konuşma metninin müziği daha öne alınmış, seyirciyi şiirin müziği kucaklıyor.
Şiir gücünü müzikten almaz, tersine
müziğe güç verir.
Her cümle, her hareket bir imgeyi
içinde barındırıyor. O kadar çok imgeler ve hareketlerin üst üste gelmesi yüzünden bizler anlatılanı tam içselleştirirken arkasından başka bir şiirin örgüsü içine alınıyoruz.
Şiir’de de müzik gibi arada
boşluklar olur. O boşluklarda dinleyici, yazarın, şairin anlatmak istediğini anlasın,
içselleştirsin ve yeni başlayacak olan cümlelere hazırlasın diye bir solukluk
boşluk yaratılır…
Sahnede o kadar arka arkaya
cümleler kuruluyor ki, o kadar konudan konuya geçiliyor ki biz şimdi neredeyiz
diye durup düşünecek zaman bile bırakmıyor. Oyunun konusu içinde kocasına duyulan saygı, hayranlık ve onun sonucunda oluşturulmuş olan yaratılan zirveye konulması ve o çukurdan zirvede duran kocaya bakış. Olayların örgüsü öyle bir gelişir ki, zaman içinde kocanın dokunulmaz gibi gözüken özelliklerine dokunuş,
arkasından aile, papaz olan baba, anne ve onlar ile kocanın karşılaştırılması.
Viktoria, kafanın içinde
oluşturulan o zirveden kocasını indirilmesi ve ölümüne giden yolda kendisi ile eşitlenmesi… Kocanın zirveden düşmesi, tabut içinde kalafatta yatan
kocaya karşı öfkenin, birikimlerin bir anlamda kusulması ve zirveden toprağın
altına alınışı…
Bir kış günü, karın altında
eğilen çam ağaçları ve o ağaçların kara karşı direnişi ile paralellik kurulması
ve bir odadan hayata bakan bir kadının varoluşunu sorgulamasının şiir dili ile
yazılmış tarihi…
İngmar Bergman cümleleri İpek
Özgüven’in ellerinde Türkçeye uyarlanması, Serap Eyüboğlu yönetiminde sahneye
aktarılması ile şiirin imgeleri, tiyatroya uyarlaması ve Zeynep Erkekli
şahsında vücut bulmasıdır… Kış günü patlayan bir yanardağın lavıdır üzerimize
doğru gelen imgeler…
Bizi uzun soluklu ve arka arkaya
işlenen konular ve kadının varoluş sorunu bir odadan, bizi teleskopun içinde
hareket eden ışık taneciği gibi tarihinin ayak izi peşinde sürüklemesine
şahitlik ettik…
Elbette Zeynep Erkekli üzerine
aldığı role hayat verirken kendi deneyimlerinden ve birikiminden de
yararlanıyor. İngmar Bergman’dan Zeynep Erkekli’ye uzanan bir zaman sürecinde
ışığın hareketine şahitlik ediyoruz. Uzayda bizim gördüğümüz ışık binlerce, hatta milyonlarca yıl önce kaynağından doğmuş ve uzun bir yolculuktan
sonra bize ulaşmasıdır. Biz, o ışık taneciğinin o yuvarlak merdivenin oluşturmuş olduğu girdabın
içinde üzerimize savrulan imgeler içinde kaldık…
Usta oyuncunun üzerine giydirilen
kıyafette, benim gözüme takılan
ayakkabıları oldu, ayakkabı bağcığı kapalı alan içinde tek başında kalanlarda olmaz, çünkü o bağcık aynı zamanda hayatta kalmak ile ölüm
arasında olan bir kapı kilidi gibidir. Ondan dolayı tek başına kalan bir
varoluş sorgulayan kadının ayağında bağcıklı ayakkabının olamayacağını düşünüyorum… Elbette oyunun sonunda Viktoria nerede olduğu
daha somutlaşıyor ama o somutlaşma sürecinde kıyafet bizi sona tam hazırlanması
gereklidir diye düşünüyorum. Onun dışında her anı, her imgesi üzerine uzun uzun
düşünülmüş ve emek verilmiş bir çalışma, baştan da yazdığım gibi araya
boşluklar bırakılmış olsaydı…
Genel olarak ödenekli
tiyatrolarda, tiyatro tarihine ya da ülkelerin tiyatro tarihine iz bırakmış
daha büyük bütçeli oyunların oynanması tarafındayım, çünkü özel tiyatroda
oynanmayacak çok oyun var ve bizler bu oyunların çoğundan haberimiz bile yok.
Ödenekli tiyatrolar o haberimiz olmayan oyunların sahnelerimize taşınması ve
haberimizin olması sağlanmalıdır diye düşünenlerdenim…
İsmail Cem Özkan
Bir Ruhun Hikayesi
Yazan: İngmar Bergman
Uyarlayan: Benedicte Acolas
Çeviren: Serap Eyüboğlu
Dekor Ve Kostüm Tasarım:
Gülhan Kırçova
Işık Tasarım: Akın Yılmaz
Müzik: Türkü Deyiş Çınar
Hareket Düzeni: Gizem Bilgen
Dramaturg: Derya Özer
Yönetmen Yardımcısı: Zeynep
Erkekli
Asistanlar: Demet Ergün, Ilgın
Canan Arslan
Oyuncu: Zeynep Erkekli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.