Kelimelerimi havaya attım, yere külü düştü...
Tarihte hep güçlü olanların ve unvan sahibi kişilerin
hayatını okuyor, onların tecrübelerinden yararlanıyoruz. Aynı dönemde yaşamış
bir köylünün, nal yapan bir ustanın ya da taş ustalarının nasıl yaşadığını ise
bilemeyiz. Onlar, emeğini satan, savaşta ölümün üzerine giden bireylerdir.
Aslında tarihi yazan ve oluşturan da onlardır. Bugün ve yarın yazılanlarda
bizler değil; yönetenler ve onların zulmü anlatılacaktır. Tarih, emekçileri
yazdığı gün insanlık tarihi gerçekten var olmaya başlayacaktır.
Yok sayılanların hikâyesi, resmî platformlarda yoktur.
Bugün yaşadığımız zamanın ruhunda; adalet sisteminde, etnik
ya da mezhepsel ayrımcılıkta, uluslararası krizlerin çarpık yorumlanmasında
kendini tekrar eden bir “yok sayılma” hâli devam etmektedir.
Adalet sistemi, tutarsızlık, yaygın cezasızlık, keyfî
yargılamalar, siyasî iktidarın niyetlerine uygun cezaların verilmesi ya da
cezaların tutukluluk sürecinde fiilen infaz edilmesi gibi taraflı uygulamalarla
şekillenmektedir.
Barış hep sözde mi kalacak?
Adalet sistemindeki yapısal sorunlar giderilmeden, toplumsal
barış ve güvenin sürdürülebilir olması mümkün değildir. Bugün sistemden güç devşirenler,
yapısal çarpıklıklardan yararlanırken uygulamalarıyla yeni sorunlar yumağı
yaratarak güçlerine güç katmaya devam etmektedir. Sorunların yoğun/birikmiş olduğu
yerde, adalet sisteminde de yapısal sorunlar kaçınılmazdır; çünkü adalet
kavramı yaşamdan alır tanımını...
Ülkemizin kuruluşundan kaynaklanan yapısal sorunları vardır;
çünkü çok kültürlü, çok inançlı bir toplumdan homojen bir topluma geçiş,
elbette zayıf olanın ve devletin yok saydığının üzerine baskının sistemleşmesi
ve onları tamamıyla yok etmesiyle mümkündür. Osmanlı Devleti her ne kadar çok
kültürlü, çok inançlı olarak kabul edilmiş olsa da, o devletin sistemli olarak
baskı altına aldığı Alevî inancı bugünkünden çok farklı değildi. Bundan dolayı
Alevîlik, şehirlilerin değil; dağda, kuytuda yaşamaya zorlananların inanç
sistemidir. Osmanlı Devleti, Alevî ozanları fırsat bulduğunda derisini yüzüp
halka teşhir etmekten çekinmemiştir.
Her ne kadar sorunlar Osmanlı Devleti’nden alınmış olsa da
bugün de devam etmektedir. Yıkılan devletten ödünç alınan, sadece devlet
anlayışı değil; o devletin yaratmış olduğu ve borçları da yeni devletin kuruluş
hamuruna karışmıştır.
Kardeşlik projesi hep niyet olarak mı kalmak zorunda?
“Bizler et ve tırnak misali ayrılmayız” söylemi altında
tırnak hep kesilip atılırken, et kendisini korumuştur. Kürt sorununa
yaklaşımda, bugünkü devlete biçim verenlerin sözde olan niyetlerinin bir türlü
gerçek niyete dönüşmediğine, yaşadığımız zaman diliminde sürekli şahitlik
etmekteyiz. Devlet ideolojisi içinde, var olanı yok etme yaklaşımı sadece sözde
değil, özde de sürdürülmüştür.
Bugün demokrasi, özgürlük gibi kavramlarda açılımdan söz
ederken, gün be gün daha fazla baskıcı, daha keyfî kararların alındığı bir
zamana daha yoğun şekilde yönlendirilmekteyiz...
Adalet terazisi, iktidarın niyetine göre ağırlığını
tartmaktadır.
Kürt ve Alevî sorunlarının çözümü için gerçekten bir niyet
varsa, öncelikle adalet sistemi üzerinde reformlara gidilmeli ve uluslararası
yasaların ülkemizde uygulanması keyfîlikten çıkarılarak zorunlu hâle
getirilmelidir.
Evrensel hukuk, yerel hukukun üzerindedir ve insan haklarına
saygılı bir şekilde uygulanması için derhâl adım atılmalıdır.
Dil, aynı zamanda düşüncenin sınırını da çizer.
Bugünlerde Alevîler/Kürtler arasında, Maraş Katliamı’nı
yapanlarla aynı dili konuşan, aynı selamlaşmayı kullananları gördükçe
kahroluyorum. Çünkü onlara baktıkça, katilinin bıçağının altına gönüllü yatmış
bir kurban görmekteyim. Katil, hiçbir zaman yaptığından ne pişman olmuştur ne
de özür dilemiştir. Tam tersine, devletin bekası için yaptıklarından onur
duyan; ceza alan katillerle gurur duymaya ve onları baş tacı etmeye devam
etmektedirler.
Geçmiş ile hesaplaşılmadığı ya da yüzleşilemediği için,
katilleri koruyanlar bu korumanın doğal ve olması gereken bir şey olduğu
algısını sürekli canlı ve sorgusuz tutmaktadır. Katilleri ve mafyayı koruyan
birine ‘demokrat’ demek mümkün değildir. Özgürlük gibi kavramlarla
ilişkilendirilmesi gerçek dışıdır. Bugün katillerin koruyucusunun, özgürlük ve
eşitlik gibi kavramlarla birlikte anılması sadece siyasîdir. Gerçek ise her
zaman Maraş, Çorum, Sivas katliamlarında alınan rollerden tek bir adım geri
atılmadığının ispatıdır. Katilleri hâlâ “şehitlerimiz” diye anarak onları
onurlandıranlar; mazlumların, katliamda hedef olanların hiçbir zaman ne dostu
ne de yanında yer alacaktır.
Barış için kurulan meclis komisyonunun dili, devletin
diliyle aynıdır; çok kültürlü bir düşünceden çok uzaktır.
Bir Kürt, Kürtçe dışında her dili bilebilir ama yalnızca
Kürtçe bilme hakkı bile yok. Bir Kürt’ün “Ben senin dilini bilmiyorum.” deme
hakkı ne zaman elinden alındı?
Kürt sorununu çözme komisyonunda, Kürtçe konuşan bir anaya uyarı yapılmış ve o
da Türkçe konuşmak zorunda kalmıştır. Oysa Türkçe konuşması yerine, bir
tercüman aracılığıyla söylediklerinin Türkçeye çevrilmesi sağlansaydı, daha
anlamlı bir yaklaşım sergilenmiş olurdu.
Meclisin, Kürt sorununu çözme gibi bir niyeti olmadığı; Kürt
bir ananın, Kürt sorunu konusunda duyarlı olduğu iddia edilen komisyonda Kürtçe
konuşmasına izin verilmemesiyle açıkça ortaya çıkmaktadır.
Orada, o ananın Kürtçe konuşmasına itiraz edildiğinde, o
salonda bulunan tüm üyelerin bu suça ortak olduklarını düşünüyorum. Anadilde
konuşan birinin, sorununu anadilinde anlatma özgürlüğü olmalıdır. Sorun ancak
bu şekilde, adım adım çözülebilir.
Yoksa “Sen Türkçe konuş, Türkçe pazarlık yap.” diyerek, Kürt
sorunu masaya yatırılmış olmaz.
“Kimin hayatı değerli sayılıyor? Kimin hikâyesi anlatılmaya
değer?”
Ve bu soruya samimiyetle cevap verilmediği sürece,
kelimelerimiz hep havada kalacak, yere düşen hep kül olacak.
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.