Galata Gazete


22 Ağustos 2025 Cuma

Kelimelerimi havaya attım, yere külü düştü...

Kelimelerimi havaya attım, yere külü düştü...

Tarihte hep güçlü olanların ve unvan sahibi kişilerin hayatını okuyor, onların tecrübelerinden yararlanıyoruz. Aynı dönemde yaşamış bir köylünün, nal yapan bir ustanın ya da taş ustalarının nasıl yaşadığını ise bilemeyiz. Onlar, emeğini satan, savaşta ölümün üzerine giden bireylerdir. Aslında tarihi yazan ve oluşturan da onlardır. Bugün ve yarın yazılanlarda bizler değil; yönetenler ve onların zulmü anlatılacaktır. Tarih, emekçileri yazdığı gün insanlık tarihi gerçekten var olmaya başlayacaktır.

Yok sayılanların hikâyesi, resmî platformlarda yoktur.

Bugün yaşadığımız zamanın ruhunda; adalet sisteminde, etnik ya da mezhepsel ayrımcılıkta, uluslararası krizlerin çarpık yorumlanmasında kendini tekrar eden bir “yok sayılma” hâli devam etmektedir.

Adalet sistemi, tutarsızlık, yaygın cezasızlık, keyfî yargılamalar, siyasî iktidarın niyetlerine uygun cezaların verilmesi ya da cezaların tutukluluk sürecinde fiilen infaz edilmesi gibi taraflı uygulamalarla şekillenmektedir.

Barış hep sözde mi kalacak?

Adalet sistemindeki yapısal sorunlar giderilmeden, toplumsal barış ve güvenin sürdürülebilir olması mümkün değildir. Bugün sistemden güç devşirenler, yapısal çarpıklıklardan yararlanırken uygulamalarıyla yeni sorunlar yumağı yaratarak güçlerine güç katmaya devam etmektedir. Sorunların yoğun/birikmiş olduğu yerde, adalet sisteminde de yapısal sorunlar kaçınılmazdır; çünkü adalet kavramı yaşamdan alır tanımını...

Ülkemizin kuruluşundan kaynaklanan yapısal sorunları vardır; çünkü çok kültürlü, çok inançlı bir toplumdan homojen bir topluma geçiş, elbette zayıf olanın ve devletin yok saydığının üzerine baskının sistemleşmesi ve onları tamamıyla yok etmesiyle mümkündür. Osmanlı Devleti her ne kadar çok kültürlü, çok inançlı olarak kabul edilmiş olsa da, o devletin sistemli olarak baskı altına aldığı Alevî inancı bugünkünden çok farklı değildi. Bundan dolayı Alevîlik, şehirlilerin değil; dağda, kuytuda yaşamaya zorlananların inanç sistemidir. Osmanlı Devleti, Alevî ozanları fırsat bulduğunda derisini yüzüp halka teşhir etmekten çekinmemiştir.

Her ne kadar sorunlar Osmanlı Devleti’nden alınmış olsa da bugün de devam etmektedir. Yıkılan devletten ödünç alınan, sadece devlet anlayışı değil; o devletin yaratmış olduğu ve borçları da yeni devletin kuruluş hamuruna karışmıştır.

Kardeşlik projesi hep niyet olarak mı kalmak zorunda?

“Bizler et ve tırnak misali ayrılmayız” söylemi altında tırnak hep kesilip atılırken, et kendisini korumuştur. Kürt sorununa yaklaşımda, bugünkü devlete biçim verenlerin sözde olan niyetlerinin bir türlü gerçek niyete dönüşmediğine, yaşadığımız zaman diliminde sürekli şahitlik etmekteyiz. Devlet ideolojisi içinde, var olanı yok etme yaklaşımı sadece sözde değil, özde de sürdürülmüştür.

Bugün demokrasi, özgürlük gibi kavramlarda açılımdan söz ederken, gün be gün daha fazla baskıcı, daha keyfî kararların alındığı bir zamana daha yoğun şekilde yönlendirilmekteyiz...

Adalet terazisi, iktidarın niyetine göre ağırlığını tartmaktadır.

Kürt ve Alevî sorunlarının çözümü için gerçekten bir niyet varsa, öncelikle adalet sistemi üzerinde reformlara gidilmeli ve uluslararası yasaların ülkemizde uygulanması keyfîlikten çıkarılarak zorunlu hâle getirilmelidir.

Evrensel hukuk, yerel hukukun üzerindedir ve insan haklarına saygılı bir şekilde uygulanması için derhâl adım atılmalıdır.

Dil, aynı zamanda düşüncenin sınırını da çizer.

Bugünlerde Alevîler/Kürtler arasında, Maraş Katliamı’nı yapanlarla aynı dili konuşan, aynı selamlaşmayı kullananları gördükçe kahroluyorum. Çünkü onlara baktıkça, katilinin bıçağının altına gönüllü yatmış bir kurban görmekteyim. Katil, hiçbir zaman yaptığından ne pişman olmuştur ne de özür dilemiştir. Tam tersine, devletin bekası için yaptıklarından onur duyan; ceza alan katillerle gurur duymaya ve onları baş tacı etmeye devam etmektedirler.

Geçmiş ile hesaplaşılmadığı ya da yüzleşilemediği için, katilleri koruyanlar bu korumanın doğal ve olması gereken bir şey olduğu algısını sürekli canlı ve sorgusuz tutmaktadır. Katilleri ve mafyayı koruyan birine ‘demokrat’ demek mümkün değildir. Özgürlük gibi kavramlarla ilişkilendirilmesi gerçek dışıdır. Bugün katillerin koruyucusunun, özgürlük ve eşitlik gibi kavramlarla birlikte anılması sadece siyasîdir. Gerçek ise her zaman Maraş, Çorum, Sivas katliamlarında alınan rollerden tek bir adım geri atılmadığının ispatıdır. Katilleri hâlâ “şehitlerimiz” diye anarak onları onurlandıranlar; mazlumların, katliamda hedef olanların hiçbir zaman ne dostu ne de yanında yer alacaktır.

Barış için kurulan meclis komisyonunun dili, devletin diliyle aynıdır; çok kültürlü bir düşünceden çok uzaktır.

Bir Kürt, Kürtçe dışında her dili bilebilir ama yalnızca Kürtçe bilme hakkı bile yok. Bir Kürt’ün “Ben senin dilini bilmiyorum.” deme hakkı ne zaman elinden alındı?
Kürt sorununu çözme komisyonunda, Kürtçe konuşan bir anaya uyarı yapılmış ve o da Türkçe konuşmak zorunda kalmıştır. Oysa Türkçe konuşması yerine, bir tercüman aracılığıyla söylediklerinin Türkçeye çevrilmesi sağlansaydı, daha anlamlı bir yaklaşım sergilenmiş olurdu.

Meclisin, Kürt sorununu çözme gibi bir niyeti olmadığı; Kürt bir ananın, Kürt sorunu konusunda duyarlı olduğu iddia edilen komisyonda Kürtçe konuşmasına izin verilmemesiyle açıkça ortaya çıkmaktadır.

Orada, o ananın Kürtçe konuşmasına itiraz edildiğinde, o salonda bulunan tüm üyelerin bu suça ortak olduklarını düşünüyorum. Anadilde konuşan birinin, sorununu anadilinde anlatma özgürlüğü olmalıdır. Sorun ancak bu şekilde, adım adım çözülebilir.

Yoksa “Sen Türkçe konuş, Türkçe pazarlık yap.” diyerek, Kürt sorunu masaya yatırılmış olmaz.

“Kimin hayatı değerli sayılıyor? Kimin hikâyesi anlatılmaya değer?”

Ve bu soruya samimiyetle cevap verilmediği sürece, kelimelerimiz hep havada kalacak, yere düşen hep kül olacak.

İsmail Cem Özkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.