Galata Gazete


19 Kasım 2019 Salı

Kayıp kentten manevi vatana


Kayıp kentten manevi vatana

Ermeniler hakkında ne biliyoruz diye sorma gereği bile duymazlar, haklarında oluşmuş önyargılar ile kalıplaşmış resmi tarih söylemleri hakimdir ülkemizde… Ermeniler bu toprakların kadim halklarından olduğu vurgulanır ama tarihleri hakkında tek bilgi ‘Ermeni soykırımı’ ya da ‘tehciri’ adı verilen tartışmalar çevresinde gelişen cümleler ve onların yaratmış olduğu korku, acı, hüzün, dram ve trajedidir.

Ermeniler kendilerini mukaddes kitapta sözü geçen bir olay ile bağdaştırmayı seviyor. “Sular çekildiğinde yeryüzüne ilk ayak basan kadim halktır Ermeniler”. “Yani Ağrı (Ararat) Dağı ve eteklerinde yaşayan ve istilaların, istilacıların geçtiği bir boğaz içinde yaşamak zorunda olan bir halk…” Dışarıdan bakılınca ilk akla gelen cümle budur ama tarihi konusunda o kadar bilgi barındırmaz içinde. Her ulusun doğuşu gibi belirsizlikler mevcuttur başlangıç noktası için ama “Starbon’un da belirttiği gibi (XI, XIV, XV) Ardeşes’in hükümdarlığı döneminde Ermenice tüm ülkenin ortak dili olur.

Ermenilerin iki vatanı vardır, Büyük Ermenistan ve Küçük Ermenistan adı altında. Büyük Ermenistan Fırat’ın doğusunu kapsar, ikincisi ise Sivas, Erzincan ve Malatya şehirleri arasındaki topraklardır.  Büyük Ermenistan daha homojendir Küçük Ermenistan’a göre, çünkü komşuları ile etkileşimi daha azdır.

II. Dikran (İ.Ö. 95-55) Ardeşes hanedanın en ünlü temsilcisi olmuş, “Kralların Kralı” diyerek sikkeler bastırmış. Güçlenince Diyarbakır şehri yakınlarında Dikrangerd (Tigranokerta) adında yeni bir şehir inşaat ettirmiş. Yıllar geçer, savaşlar olur, yeni güçler tarih içinde yerini alır ve doğuda Sasanilerin tarih sahnesine çıkmasıyla (224) doğu Roma imparatorluğu ve Sasaniler arasında kalırlar. Ülke kaçınılmaz olarak ikiye bölünür, doğuda kalan Ermeniler Mesrob Maşdots 405 yılında icat ettiği Ermeni alfabesi etkisi ile etnik-kültürel kimliğini korumayı başarır. 485 yılına kadar Ermeniler her türlü baskıya karşı direniş gösterirler ve direnişlerinin sonucunda 485 yılında Pers Kralı Valaş; Ermenilerin ibadet, inanç ve kültürel özgürlüğünü tanımak zorunda kalır. Valaş, Ermeni ordusu komutanını Vahan Mamigonyan’ı Ermenileri yönetmesi için vali olarak atar. Bu sayede Ermeniler sorunsuz tam kırk yıl süren barış ve refah sürecini yaşarlar. 629 yılında Herakleios Perslere karşı kazandığı zafer sonucunda Khalkedon Konsili Ermeni ve doğu kiliselerine baskı uygular kendilerine katılması yönünde ama bu ters tepecektir. Kendi alfabeleri ve dilleri kilise ile özdeşleşmiş, yaşam biçimleri ve günlük hayatlarını belirleyecek konuma kadar gelmiştir. Ermenilerin direnişi Arap istilası olana kadar devam eder. Bu süreç içinde bir çok ayaklanma olmuş, katliamlar birbirini izlemiştir… Ermeniler bu ayaklanmalar sırasında kendilerine güvenleri artmış Ermenistan’ı hem bir denge unsuru, hem de kendi çıkarları yönünde bir teminat olarak görmüşler. Bu sürecin içinde tam bir yüzyıl sürecek (920-1020) olan bir süreç yaşanır ve bu sürecin en parlak dönemi III. Aşod kurduğu “binbir kiliseli” Ani şaheseridir. 1045 yılında Bizans, Ani’yi ele geçirince Pakardoni Krallığı süreci de biter. Ama aynı zamanda Bizans çöküş sürercindedir. 1071 yılında Malazgirt’te Selçuklular bu süreci hızlandırmıştır.

Tarih en karanlık noktasında başka bir coğrafyada bir umudun var olduğunu yazar tarihçiler. Ermeniler içinde geçeridir. Savaşların yol açmış olduğu kitlesel göçler, sürgünler Kilikya’da “Küçük Krallık” kurulur. Son Ani kralı II. Gagik’in muhtemel akrabası olan Rupen, kendi adını taşıyan Rupenyan Prensliği adında bir devlet kurar. 1375 yılına kadar bir çok olay yaşanır, hatta dönemin büyük liderleri arasında bile sayılır ama zaman içinde iktidarın varisleri ve onlar ile akraba olanların ittifakları çevrede gelişen diğer olayların etkisi ile 1375 yılında başkent Sis, Mısırlı Memlukların eline geçince prenslik sona erer. Ermenistan topraklarında yeni bir bağımsız Ermeni devleti kurulması fikriyatı 1918 yılında hayat bulacaktır.

1800 yılların başlarında “Yeniden Doğuş” (Veradznunt); kültürel üretimin geleneksel yapıların aracılığı ile bir hareket yaratma işlevini üstlenirken “uyanış” (zartonk) terimi ile Ermeni tarih yazımı ve yeni muhatapların yaratıldığı dönemi belirtir. Kolonilerde ve genel olarak Ermenilerin yaşadığı yerlerde dergi basımıyla birlikte modern Ermenice edebiyat, bilimsel araştırma ve tartışmalarda da kullanımı yaygınlaşır. Laik anlayışa uygun olarak Ermeniler kilisenin hakimiyeti arasında bir mesafe koyarlar, bu da Osmanlı sarayı ve batı başkentlerinde Ermenilere daha fazla hareket alanı sağlar. Berlin Kongresi (1878) ile Ermeni meselesi, resmi olarak ilk defa uluslararası diplomasinin gündemine girer. Bu süreç Osmanlı İmparatorluğu içinde Ermeniler üzerinde baskıların da artması anlamına gelmektedir. 

Berlin kongresi sonrası 1885 ve 1890 yılları arasında üç Ermeni partisi kurulur. Armenagan 1885 (Ermeni yanlısı), Hınçakyan 1887 (Çan), Taşnaktsagan 1890 (Devrimci Federasyon). Üç partinin ortak yönü; Ermeni özerkliği ve bağımsızlığıdır. Daha sonra Ramgavar 1908 (Halk) Kafkasyalı genç aydınlar arasında yayılır. Daha sonra komünist parti kurulur. 

İttihat ve Terakki Partisi Ermenilerin örgütlenmesi ve Balkan Savaşlarının bırakmış olduğu travmaya uygun olarak daha önce aldığı önlem kararlarını 24 Nisan 1915 yılında İstanbul’da ki Ermeni aydınları tutuklatarak başlatır ve aydınları sürgüne gönderir. Kısa süre sonra ise İzmir ve İstanbul haricinde yaşayan tüm Ermenileri zorunlu göçe zorlar ve o bildiğimiz ve her sene tekrarlanan Amerika senatosunda konu olan süreç böyle başlar.

28 Mayıs 1918 yılında başkenti Erivan olan bir Ermeni Cumhuriyeti kurulur. 29 Kasım günü Ermeni Komünist partisi iktidara gelince 29 Kasım 1920 yılında Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adını alır. SSCB’nin dağılması ile 21 Eylül 1991 günü yapılan halk oylaması ile Ermeni Cumhuriyeti kurulur.

Koloni ya da diaspora…

En son kurulan Ermeni krallığı olan Kilikya krallıklarının çöküşünden sonra Ermeniler değişik ülkelere gitmişler. Gittikleri yerlerde birlikte, bir arada yaşadıkları için “koloni” adı verilmiş, ama 1915 sonrasında Anadolu’da Ermeni nüfusunun kazınması ve çöle sürülmesi sonrası yurtdışına gidenlere ise daha önce gidenlerden farklı olarak “diaspora” adı verilmiş.

Koloni olarak gidenler gittikleri topraklarda, katıldıkları toplumlarda en üst göreve geldikleri zaman bile, içinde oldukları devletlerin temel kültür, dil ve siyasi değerlerini değiştirmek için hiçbir çaba sarf etmemişlerdir. Ermeniler, Bizans, Rus, Pers, Osmanlı imparatorluklarında önemli mevkilere gelmiş ve devletleri için çalışmışlardır. Bunların dışında Polonya, Transsilvanya, İtalya, Fransa, Hollanda, Hindistan, Kırım gibi ülkelerde koloniler kurmuşlardır.

Diaspora ise ABD, Fransa’yı merkez olarak görmüş ve o ülkelere doğru hayatta kalanlar sürgün edildikleri çölden başlayarak göç etmişler. Suriye ve Lübnan’da kalan çoğunluğu oluşturan Ermeni nüfusu ise Ermeni dili ve kültürü korunması için diasporanın bel kemiği özelliğini göstermiş.

Kitap tanıtımı yaparken genel kültüre katkısı olsun diye özetleyerek Ermeni tarihi yazmamı biraz abartılı bulmuş olabilirsiniz ama biliyorum ki çoğumuz bu kitabı alıp okumayacak, okuyanlar ise zaten biraz da olsa tarihi konuda bilgisi olanlardır. Ermeni tarihi de keşfedilmeyi bekleyen ve üzerinde konuşulması ve de ders alınması gereken bir çok ayrıntı ile doludur.

Benim kişisel tarihim içinde Ermeni tarihi ve izdüşümlerin etkisini görmek mümkündür, çünkü Anadolu’da bırakılan bir gözyaşının nasıl bir kan gölüne dönüşüldüğünü yakın tarihimizde görmekteyiz. Acıların üzerine mutluluk yüzleşilmeden oturmuyor…

Kayıp kentten, manevi vatana…

Batıda özellikle İtalya’da Ermeni izleri 6. yüzyılda görünmeye başlar, Bizans askeri olarak gelmiş olanlar yanında artık ticaretin nimetlerinden yararlanan, mimar ve inşaat ustaları olarak da bugüne kadar kalan yapılarda ki imzalar ve devlet sistemine yapmış oldukları katkıların tarihi notlarından da öğreniyoruz. Elbette bu sadece İtalya ile sınırlı değildir, Macaristan, Kırım… Daha önce adını andığım bir çok ülkelerde de Ermeni imzasını ve kişilerin tarihte bırakılan notlarından anlaşılıyor… Bu konuda bilgileri eğer okursanız kitabın ilerleyen sayfalarında bol bol bulacaksınız.

12. yüzyılda Bizans aracılığı ile Ermeni batı ilişkisi Haçlı seferleri ile doğrudan ilişki şeklinde olmaya başlıyor. (Daha önce Roma Kilisesi ile ilişkileri Kalkedon Konsili  üzerinden yapılmakta...) Kilikya Krallığı seferlerin yolu üzerindedir ve oradan geçen her güç ile krallığın ilişkisi kaçınılmazdır. Bu yeni ilişki daha önce İtalya içlerinde olan ticaret amacıyla daha önce gitmiş Ermenilerin ülke çapında ki önemli merkezlerine yayılmasına ve onlar ile köklü ilişkiler kurmasına ve de zengin koloniler kurması olanağını yaratmıştır. Bu ilişkinin sonucunda İtalya’da bir çok şehirde Ermeniler tarafından yapılan kiliseler görülmeye başlanır. O kadar ilerler ki işler Venedik’te on Ermeni kilisesinden bahsedilir konuma gelinir. Bu kiliseler ibadet yeri olma özelliği yanında Emeni yolcuların konaklayacağı “misafirhanelere”de sahiptir. İlişkilerin sadece ticari değil, aile birleşimi (Venedikli erkek ya da kadın ile Ermeni erkek ya da kadının evlenmesi) olarak da ilerlediğini kayıtlardan öğreniyoruz. Kısaca Ermeniler bulundukları ülkenin vatandaşı oluyorlar…

Küçük Ermenistan

Venedik, San Lazzaro adası öteki adı ile “küçük Ermenistan” ya da “minyatür Ermenistan” olarak adlandırılıyor.

“Doğudan gelen adacık
Yüzerken
Venedik önünde
Büyülenmişçesine durdu.”

Venedik şehri Ermenilerin kaderi gibidir. En zor günlerinde yanlarında Ermenileri bulur Venedik şehri ve o günleri unutmazlar ve Ermenilere kapılarını, yüreklerini sonsuza dek açarlar. Venedik Cumhuriyeti için Ermeniler; faydalı, layık, saygıdeğer ve sevilen millet olarak tanımlanır. 

1512 yılında ilk Ermenice kitap Hagop adında bir Ermeni tarafından Venedik’te yayınlanır. O tarihten sonra yirmiye yakın Ermeni yayıncı bu şehirde faaliyete bulunur. San Lazzaro adasında Mıkhitaristler bir çok dilde baskı yapabilen matbaa kurarlar. 1918 yılına kadar yayıncılık konusunda Venedik şehrinde ki bu matbaa Ermenilerin merkezi işlevini görür.  

Mıkhitaristler adı nereden gelir?

Vaftiz adı Manuk olan Mıkhitar 1676 yılında Sivas’da doğar. Onun doğumu Ermeni kiliselerin çöküş dönemine denk gelmiştir. 1691 yılında Erzurum’da bulunan batı Hıristiyan dünyasında ünlü olan Cizvit rahip Jacques Villote’den çok etkilenir. Batıya gitme fikri orada filizlenmeye başlamış… 20 yaşında Sivas’ta papaz olarak takdis edildikten sonra akındaki manevi ihtiyaçları karşılayacak manastır kurma projesini hayata geçirir. 1700 yıllarında Konstantiniye’de tuttuğu evde yeni dini birliğin temellerini atar ve yayıncılık yapar. Bu sıralarda Konstantiniye’de Roma Kilisesi taraftarlarına karşı saldırılar başlar ve Mıkhitar gizlice Venedik Cumhuriyeti hakimiyetinde ki Mora yarımadasına sığınır. Orası Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyetine geçince kendisi bu kez Venedik’e sığınır. İkinci vatan bu şekilde ortaya çıkar. Bugüne kadar etkileri ve tarihi süreci yazarımız çok ayrıntılı bir şekilde kitabına yansıtmış…

Yazar kitap içinde ulus devlet ve bugün yaşanan modeller ve modellerin içinde yaratmış olduğu sorunları gündemine alır ve tartışır. “Birlikte yaşam” kavramının ne anlaşıldığını batı kültürü ve ulus devleti anlayışı içinde tartışır. Doğu - batı farkını inceler…

Kilise birliği…

Ermeni kimliği ve kültürünü belirleyen dindir. Ermeni halkının değişik mezheplere sahip olduğu ve mezhepler arasında birlik konusunu tartışılır kitabın son bölümlerine doğru.

Ermeni kilise anlayışında etnik kimlik önemli rol oynamıştır. Ermeni ulusal edebi kültürü de kilisenin himayesinde gelişmiş ve boy atmıştır.

Kitabın yazarı bir rahip olunca bu konuda bilgi ve veri zenginliğinden bahsetmeye bile gerek yok, kitabın içinde bol veriler ile bir anlamda bilgi bombardımanına tutuluyorsunuz, okursanız bilmediğiniz bir çok ayrıntıyı öğrenmiş olacaksınız.

“Her seçme, acılı bir eylemdir.”

Son bölümde elbette Türk ve Ermeni ilişkileri ve ulus devleti kavramı içinde batının ve Osmanlı imparatorluğunun “millet” kavramına bakışı tartışmaya açılır ve yazar kendi kişisel düşüncelerini açıkça ortaya koyar.

“Osmanlı’da “millet”e mensup tüm bireylerin yurttaş olarak her bakımdan eşitliğinin kabulüdür.” diye belirttikten sonra ilerleyen sayfalarda; “Ermeni tehcir ve soykırımının, özü itibariyle ve temel ilham kaynağı açısından Osmanlı teokrasisi ve İslam diniyle ilgisi yoktur.” … “... esas sorumlu Osmanlı kökenli ‘millet’ sistemi değil, tam aksine Batı menşeli ulus-devlet anlayışıdır.” … “Türk olsun, Ermeni olsun her iki taraf da, tüm karşıt iddialara rağmen, çok derin bir travmanın tutsağıdır.”

Ermeniler açısından…

Ermeniler açısından “sorunun özü şudur ki, Ermeniler binlerce yıllık anayurtlarını kaybetmiş,… benliğini, kimliğini, kültürünü, dilini, türküsünü, örf ve adetini ve yoğurmuş, biçimlendirmiş olan ana topraktan bir lahza içinde kopmuş “gayrı avdet” (dönüşsüz olarak) kopmuştur.”

Türkler açısından…

“Türklerde ki travmanın tek kaynağı Ermeni sorunu olmasa gerek.” … “Bu kanımca, Türkiye’ye yönelik bir uluslar arası komplo travmasıdır.” ..”Bu kaygının da simgesel bir adı vardır: Sevr Anlaşması.”

Millet-i sadıka

“Osmanlı’da ‘millet-i sadıka’ olarak bilinen ve devletin güvenini kazanmış, en üst mevkilere kadar ulaşmış Ermeniler, bir yerde batı devletleri ve Ruslar tarafından kışkırtılıp baştan çıkarılarak istismar edilmiş ve Osmanlı’ya başkaldırmışlar, tek ifadeyle ‘nankörlük’ etmişlerdir.”

Çözüm için her zaman bir yol bulunur, yeter ki emek sarf edilsin…

Her iki toplumum travmaları vardır ve çözümün ilk şartı öncelikle bu travmaların aşılmasından geçer. Kitabın bütünlüğü içinde aslında hangi modeller ile bu travmaların ve Ermeni sorunun çözümü konusunda ipuçları bulabilirsiniz. Ben bu tanıtım yazısı içinde o ipuçları öne özellikle çıkarmadım, çünkü kitabı alıp, kitabın bütünlüğü içinde yazarın düşünce yöntemi ve olaylara bakışını kendiniz keşfetmeniz ve tartışmanızı arzuladım.  Öncelikle yazarımız bir papazdır, duruş noktası elbette bakış açısını belirlemektedir. Elinde ki veriler ve birikimleri bize yeni pencereler ya da kapılar aralarken, bize de kendi birikiminden yararlanma imkanı sunuyor…

Biraz da sohbetten notlar…

Yazarımız ile ben bu kitabı okumadan önce uzun uzun sohbet etme imkanı buldum, her ne kadar uzun yıllar birbirimizi yazılarımızdan tanımış olsak da yüz yüze sohbetin ve birbirimizin üzerine bıraktığımız izlerin derinliği yazılardan daha farklı oldu. En azından kitap içinde pek vurgulanmayan ama benim sohbet sırasında sık duyduğum bir kelime vardı, “millet-i sadıka”. Ermeniler içinde bulundukları devlete ve halka karşı hiçbir zaman başkaldırmamış, işlerini yapmışlar ve işleri ile onların arasına katılmışlar. Gerek koloni süreci, gerek diaspora süreci içinde yaşadıkları toplum ile pek sorunlar yaşamamışlar.  Bir anlamda içinde bulundukları devlet için var olmuşlar ve devletin verdiği tüm görevleri yerine getirmişler. 1915 yılında yaşananlar alınan kararlar Balkan savaşının yaratmış olduğu duygusal ortam olmamış olsaydı, bugün bizlerin yaşadığı travma olur muydu? Sorusu ortada durmaktadır… Çünkü, öncelikle sorunu konuşmadan önce bizler sorunu kimlerin yarattığını yani suçlu ararız ve görünen ilk kişi ya da gurupları suçlarız. Bilimsel bakış yerini hemen duygusal bakış alır ki, duygusal olan kararlar da sonuç çözümsüzlüğü dayatır.

Osmanlı mebusu, İttihat ve Terakki Partisi kurucu olan Ermeni siyasetçiler son güne kadar görevlerinin başında olmuştur. Türk petrol’ün kurucusu ve büyük ortağı bir Ermeniydi ve o ortaklığı 1915 yılı sonrasında elde etmiştir. Büyük acılara rağmen ülkede kalan veya ülkeye dönebilen Ermeniler ‘millet-i sadıka’ olarak kendilerine yaşam alanı bulmuş ve yaşamaya devam etmişlerdir. Her ne kadar kendilerine karşı “nefret söylemleri” sürekli devletin en üst kademesinden en alt birime kadar canlı tutulmuş olsa da.  Bugün ülke içinde yaşanan en ufak bir krizde, krizden çıkış yolu olarak azınlıklar ve ötekiler olarak kabul edilenlere karşı bir “nefret söylemi” ve “linç kültürü” geliştirilmektedir, çünkü bizler geçmişimiz ile henüz yüzleşmediğimiz ve hesaplaşamadığımız için nefret söylemleri ve hedefleri yüzyıllardan daha fazla uzun süredir ne yazık ki değişmedi…

Elimde tuttuğum kitap uzun zamana yayılmış, daha önce bir çok yerde yayınlanmış makalelerden oluşmuş ve bir bütün olarak kitapta birbirini izleyen yazılardan oluşuyor. Umarım bu kitap ilginizi çeker ve başka bir açıdan kendi travmamızın kaynağının bir bölümüne bakabilirsiniz…

Bir arada, çok kültürlü, hiçbir inancın, hiçbir düşüncenin yasaklanmadığı, ülkemizde çok az kalan Ermeniler, Yahudiler, Bulgarlar, Gürcüler, Ruslar…  gibi Süryaniler ve Alevilerin de devlet tarafından tanınmış ibadet merkezlerinde özgürce ibadet yapabildikleri, öteki olarak görülen tüm halkların benliği, kimliği, kültürü, dili, türküsü, örf ve adeti ve yoğurmuş, biçimlendirmiş olarak bir arada yaşayacağımız özgür, çağdaş, laik bir ülke özlemi içindeyim.

Komşumuzu dini, dili, inancı, örf ve adetlerinden dolayı küçük görmeyeceğimiz, anlayışlı ve hoşgörülü olacağımız, göçmenleri ve de mülteci olarak ülkemize sığınmış olanları bizden biri olarak göreceğimiz günler hep özem olarak mı kalacak?

İsmail Cem Özkan


Kayıp Kentten Manevi Vatana – Ermeni tarihine toplu bir bakış denemesi
Yazar: Boğos Levon Zekiyan
Basım: Aras Yayıncılık, İstanbul, 2018
ISBN: 9786052100165
Dili: Türkçe
Sayfa Sayısı: 255

İstanbul Ermeni Katolik Kilisesi Başepiskoposu (Türkiye’nin Katolik Ermeni cemaatinin ruhani önderi) Profesör Boğos Levon Zekiyan tarafından kaleme alınan Kayıp Kentten Manevi Vatana başlıklı kitap geçtiğimiz yıllarda Aras Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır. Kitabın yazarı Zekiyan, Başepiskoposluk görevi dışında aynı zamanda Venedik Mıkhitarist Tarikatı Yüksek Temsilcisi olarak görev yapmakta ve ünlü bir Ermenelog, filozof ve ilahiyatçı olarak tanınmaktadır.


18 Kasım 2019 Pazartesi

"Borsa mı önemli, yoksa yaşam mı?"


"Borsa mı önemli, yoksa yaşam mı?"

Kanunlarımız, kanunları uygulayanların gözettiği bir şey vardır, sermayenin güvenliği ve ticari hayatın devamlılığı. Bir ülkede fakirlik artınca, yiyecek ve zorunlu giderlerde zamlar pardon fiyat ayarlamaları süreklilik kazandığında halk kendi çözümünü bulmaya başlar. Güvenlik görevlilerin de işleri buna paralel olarak artar.

Bir ülke düşünün demeyeceğim, İtalya’da Fiat araba fabrikasının olduğu bir şehrin varoşlarında (eskiden olsa gecekondularda diye yazardım, şimdi varoşlar kelimesi daha uygun düşüyor) bir işçi evinin sahneye uyarlamasını düşünün. Politik tiyatro için sahne hazırdır, oyuncular bir bekçi düdüğünü beklemektedir sahneden salona çıkacak kapının önünde. Sahne bir perde ile kapalıdır, perde bir düz duvar ve duvar yazıları ile kaplıdır. Perdenin ya da duvarın üzerinde “Ödenmeyecek, ödemiyoruz!” yazmaktadır. Varoşlar duvarları işçi sınıfının ve de fakirlerin gazetesidir.

Politik tiyatro mizah yüklüdür, göndermeler ve sansüre karşı korumasını yani otosansürünü kendi içinde almış ve sansürcülere iş bırakmayacak kadar esnektir. Nereden baktığınıza bağlıdır, ne anlamak istediğiniz. Politik mizah yapmak kolay bir iş değildir, çetrefillidir ve günlük hayata haykırılacak sözler ve cümleler ile doludur. Politik mizah yapmak aslında büyük cesaret ister, ifade özgürlüğü kısıtlandığı ortamlarda mizah doğrudan söyleyemediğinizi dolaylı ama herkesin anlayacağı şekilde söylemektir. Bir birikim işidir, her insanın yapacağı bir şey değildir.

Politik mizahın içinde kara mizahın ağırlıkta yerini alması onu daha ciddi yapar, çünkü mizah diye ortaya sözü söyleyip kaçmak olmaz, arkasında durur, savunur. Politik mizah ezilenlerin duvar yazısıdır öteki söylem ile…

Karanlık bir dönemden geçiyor dünyamız. Her şeyin alt üst olduğu, değerlerin altlarının boşaltıldığı, ideolojilerin yerini paradigmaların aldığı, örgütlülüğün yerini bireysel kurtuluşun çare olarak sunulduğu, yalnızlaştırıldığı, toplu eylemleri çoğunluk tarafından izlenen konuma iteklenildiği bir dünyanın içindeyiz. Politika, meclise girmenin tek amacı emekli maaşı almak konumuna getirildiği bir sürecin içindeyiz.

Pazarlar emekçi insanların süpermarketidir, oradan en ucuz olanı ya da bütçesine olanı alıp gittiği ve de insancıl ilişkilerin devam ettiği yerlerdir. Pazarlarda pazarlıklar söz konusudur, karşılıklı çıkarların gizli odalarda belirlendiği alanlar değildir. İstikrarsız ama fiyat artışında istikrarlı olan ülkelerde borsanın iniş ve çıkışları insanların hayatlarından daha önemlidir, borsa istikrarı için insan yaşamının pek önemi olmaz, yeter ki borsa ihtiyacı olanı alıp istikrara kavuşsun. Borsa istikrarlı ise o ülke yatırım alır, işçi verir dışarıya, fabrikalara!

Pazarlarda umduğunu bulamayanlar süpermarketlerin indirimli günlerini takip ederler, en ucuz olduğu gün alınır alınacak ürün. Ürünün fiyatı takip edilir, kuponlar varsa ki, bazı ülkelerde kuponlar marketlere müşteri çekmek için kullanılan bir araçtır. Kuponlar bizim hayatımıza gazeteler aracılığı ile girmişti, tiraj sorunu yaşayan bulvar gazeteleri aracılığı ile. Haberlerin yok edildiği baldırı çıplak görüntülerin bol bol sergilendiği bulvar gazeteleri kupon karşılığında en ucuz ürünler hediye olarak dağıtılırdı. Her şey fakirlerin iyiliği içindir. Gazeteler, süpermarketler kuponları fakirler evine bir şey götürsün diye patronlar tarafından sunulan iyilik aracıdır!

Borç gırtlağı aşıp, alacak parası olamayanlar olur ya bir gün "Yetti artık! Bu defa fiyatları biz belirleyeceğiz. Mallara ancak geçen ay ki etiket fiyatlarını öderiz. Eğer zor kullanırsanız malları alır, hiç para demeden çıkar gideriz! Anlaşıldı mı? Ya bırakırsınız ya da zorla alırız."  derse… İşte ondan sonrası kaostur sermaye sahipleri için, fakirler için belki de bayram!

Oyunumuz bir işçi evinin yaşam alanında geçer, mutfak, yatak odası ye yaşam alanı. Kısaca emeğini satarak onuru ile geçinmeye çalışan bir işçi ya da modern söylem ile varoş evidir. Oyunun dekorunu hazırlayan Osman Özcan kendi tecrübesini oyuncuların daha rahat hareket etsin diye sahneye yansıtmış… Çok başarılı bir sahne düzeni ve perdenin duvar olarak kullanılması oyunun akıcılığına ve oyuncuların performansının ve oyun akışına yaptığı katkı muhteşem diyebilirim. Ekonomistlerin değimi ile “verimli” kullanılmıştır.

Oyunun yazarını anlatmaya gerek yok, çünkü tiyatro ile uzaktan yakından ilgilenen her seyircinin artık bildiği, kullandığı dili emekten yana kullanan, duruşun saklamadan sergileyen biridir. Her kurgusu hayatın bir anının önümüze sunan ve bizim yüzümüze yaşadıklarımızı ya da yaşanmışlıkları çarpan bir yazar. Elbette yazarın bu keskin dili, yönetmenin kattıklarını da işin içine katarsak ama unutmadan geçmeyelim, çevirmenin bizim kültürümüze aktarırken kattıkları… Bizi ve yazarı iyi tanıyan biri çevirdiği an doyumsuz bir öykü çıkar önümüze, yönetmen bunu ete kemiğe büründürür ve tiyatro salonunda bizi ağırlarken sunar. Füsun Demirel’in çevirisi, Arzu Gamze Kılınç yönetiminde hayat bulurken, oyuna mimikleri, sesleri ve oyunculukları ile hayat veren oyuncuların her biri sahnede yönetmenin istediğini verirken, kendi alın terlerinden düşen damlaları seyirciye sunarlar. Oyun dinamiktir, hareketler akıcıdır ve durma anları sahnede oldukları süre içinde yoktur. Serpil Göral ve Ece Güzel öyle bir performans gösterirler ki, varoşlarda yaşayan iki emekçinin eşi aynı zamanda emekçidirler, üzerlerinde ki yükün ağılığını ve sorumluluğunu ve o sorumluluğun içinde ne kadar pratik zekaya sahip olduklarını yaşatırlar…  Kıvanç Kılınç ve İlker Yiğen ise hem eş hem de işçi olmaları aynı zamanda örgütlü işçinin, proleterin partisine ve sendikasına bağımlılığı ve de sorumluluğun bilincinde, parti disiplini içinde yaşanan gerçeklere karşı duyarsız kalmaları, örgütlü yapısını eleştiren bir konumda olmalarını seyirciye olduğu gibi yansıtmaktadır. Kara mizahın o büyülü tarafı beni içinde alır, beklenilmeyen anda beklenilmeyen tavır aynı zamanda o olayın eleştirisidir. Madem oyunda rol alanların rollerini tahlil ediyoruz, o zaman bir çok karpuzu koltuk altında taşıyan oyuncuya gelelim; Onur Alagöz. Bir biri ile zıt karakterleri, zamanı en iyi kullanmak ile yükümlü olan oyuncudur. Diğer oyunculardan daha fazla sahne ve sahne arkasında zaman geçirmenden kostüm değiştiren konumdadır. Onurlu polis ama zorunluluk gereği işini yapan mali polis, Onbaşı, ki o gözümü kaparım vazifemi yaparım inadından olan bizim için yabancı olmayan “Murtaza”, Mezarcı rolü ile işini bilen olması, büyükbaba rolü ile saklananları ortaya seren ve oyun finalini hazırlayan olması, ki yaşlı hali ile beni çok etkiledi diyebilirim, polis, onbaşı ve mezarcı duruşunun dışındadır. Oyunu başlatan ve bitirendir…

Şimdi öykümüzün neresinde kalmıştık diye sorabilirisiniz, kurgusal bir yazı yazmak yerine daha farklı bir çizgi izlemek istedim bu yazımda, çünkü olayın bütünlüğü, kurgusu bizim yaşantımızdan çok uzakta değildir, İtalya’da yaşananlar bugün bir çok ülkede yaşanmaktadır. Liberalizm ve onun getirmiş olduğu ekonomik ve sosyal çöküntü ve ekmek kapısında sessiz kalan çalışanlar ve parti disiplini dışında kendi düşünceleri / beklentileri ve hayatları olan insanlar…

Proleter bakış açısı yağmaya katkılan kadınlara umut ve yol gösterici olacaktır.

"Sakin olun, sakin olun! Ne bu polis korkusu yahu, altınıza yapacaksınız neredeyse! Tanrı aşkına! Aldığınız malların fiyatlarını belirleme hakkınızı kullanıyorsunuz, doğru olanı yapıyorsunuz! Bu tıpkı bizim grev hakkımız gibi, hatta daha da iyisi, çünkü grevlerin sonunda fatura hep işçiye çıkar, oysa bu eylemde patronda bir fatura ödeyecek! Öyleyse: Ödenmeyecek! Ödemiyoruz! Çünkü bu yıllardır buradan yaptığımız alışverişlerde bizden çaldıklarınızın karşılığıdır!”

Bu sözleri duyan kadınlar hep bir ağızdan; "Ödenmeyecek! Ödemiyoruz!" diye çığlıklar oyunun ana fikrini ve adını verir…

Kadınlar evlerine gelmiştir ama yağmanın bir de sonucu vardır, çünkü devlet ve devletin kurumları yağmalanan sermaye sahiplerinin yanındadır ve onların çıkarlarını korumak ile yükümlüdür. Varoşlar polis koridoruna alınmış, yağmalanan malların evlerde aranması yapılmaktadır.

Oyun iki bölümden oluşmaktadır. Oyun içinde bol bol kahkaha atarken insanların düşünce ve davranış değişimine tanık olacaksınız… Keyif alacağınız bir oyuna gitme fırsatınız varsa lütfen kaçırmayın derim, çünkü orada akıtan her alın terinin karşılığını ve özel tiyatroların yaşaması ve gelişmesi için vereceğini her ücretin bir karşılığını bol bol alacaksınız, hatta size yeni bir düşünme için kapı aralayacağını söyleyebilirim. Hayata ve yaşadıklarımıza yıllar önce yazılmış bir oyun metinin ne kadar hala güncel ve hala bizlere seslendiğini belki şaşırmadan doğalmış gibi yaşayarak göreceksiniz…

Şimdi o kadar cümle yazdık ama oyunun oynandığı mekan hakkında tek satır yazmadın diyebilirsiniz. Cihangir Atölye Sahnesi (CAS) internet sitesine girip neler yaptıklarına bakabilirisiniz, tiyatroya ait güzel işler yapıyorlar. Tiyatro Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Yavuz Pak ile birlikte yakında bir sohbet yapalım, tanıtalım diye karar aldık, pek yakında ya da çook yakında sizlere tanıtacağız… Her yazının bir sonu var, her oyunun bir sonu gibi, bizler alkışlarınızı ve takdirlerini duyamayacağız ama oyuncular sahnede benim ve benim gibi oyunu beğenenlerin alkışını duydu, sizler de gidin ve alkışlayın…

İsmail Cem Özkan


Ödenmeyecek! Ödemiyoruz!
Yazan: Dario Fo
Çeviren: Füsun Demirel
Yöneten: Arzu Gamze Kılınç
Dekor tasarım: Osman Özcan
Işık tasarım: Onur Alagöz
Grafiti tasarım: Berkem Seçgin
Oyuncular: Ece Güzel, Serpil Göral, Kıvanç Kılınç, İlker Yiğen, Onur Alagöz

10 Kasım 2019 Pazar

“Dışarda Hiçbir Şey Var!”


“Dışarda Hiçbir Şey Var!” 

“Ne ararsan kendinde ara, dışarıda hiçbir şey yok senin sağlığını etkileyen” demekte kısaca oyunun ana teması içinde. Ama insan sosyal bir hayvandır ve dışarıdan gelişen bir çok şey insanın iç yapısını fizyolojik ve de ruhen bozabilmektedir. Mistik anlayışta olanlar için ise dışarıda ne olursa olsun iç barışın olursa, vücudun ile barışıksan senin etkileyecek her türlü uyarıcı birer dokunma olarak algılanır, sen yeter ki vücudunu ve ruhunu okşa…

Sahnede ki video görüntüleri salonu aydınlatmaktadır. Doğanın en güzel görüntüleri salona bir huzur vermektedir. Trump Tower gibi bir yerde, betonun hakim olduğu alanda düz duvarlardan yansıyan ses kirliliğini üzerimde taşıyarak salona girdim, sahneden yansıyan doğanın görüntüsü bir anlamda beni betonun içinden doğaya davet etmiş olduğunu anlıyorum… Huzur ve sakinlik sahneden içeriye yansıyor ama salonun içinde de ses kirliliği devam etmektedir.

Kapılar kapanıp, teknik masaya artık başlayabilirsin işareti verildikten sonra, salonda ki uğultu bir anda kesildi. Ve sahneye enerji dolu, neşeli Betül Arım girdi. Birden gözümde çizgi film kahramanı Heidi canlandı. İsviçre Alpleri ve Heidi çıplak ayağı ile çimlere basarak gelmekte. Belki de arkada gösterilen doğa görüntüsü bende öyle çağrışım yarattı. Kelebekler uçuyor, ses yankısı dağlardan dönüyor ve sesin yankısını ilk duyan şaşkınlığı içinde Betül Arım sahnede ve oyunda yerini almış, bizi oyuna ya da gösterime davet ediyor. Sahneden yansıyan ışığın yetersizliği içinde hepimiz ayrı ayrı birbirimizden farklıyız ama ortak bir amacımız var, Betül Arım’ı sahnede izlemek.

“Başlangıçta bir damladan oluşan farklı yönleri olan bireyleriz ve bize armağan edilen bu muhteşem varlığın (vücudumuz) farkına varmamızı, kendimize verebileceğimiz en büyük armağandır.” derken oyunun içeriğine doğru hep birlikte adım attık. Fakat her bireyin farklı bakış açısı vardır, gelen uyarıcıları farklı yorumlayabilir ve oyunun henüz başındayken bende “kişisel gelişim” seminerindeymiş gibi hava bıraktı… Sahneden salona bir şeyler anlatılıyor, bizim hissetmemizi değil de yaşadığı tecrübelerini aktaran ve ders almamız gerektiğini bildiren bir hava oluştu…

“Dostumuz da düşmanımız da biziz. Bizi bizden başka engelleyen hiçbir şey yok”

Günlük yaşamda özgüvenli, enerjik, coşkulu, üretken ve huzurlu olmanın çok da zor olmadığı, bilinçaltımızın bizi nasıl yönettiğini, anda ve sevgide kalmanın yaşamımızı nasıl değiştirdiğini, hastalıkları nasıl yenebileceğimizi, daha pek çok şeyi kendi yaşamından örnekler, hikayeler ve şiirlerle eğlenceli akıcı bir dille bize aktarıyor, arada sorduğu sorulara yanıtlar karanlıktan sahneye doğru savruluyor…

Seyirciye; “kendin ile barış yoksa sıkıntıların ile birlikte bugüne kadar yaşadığın gibi yaşamaya devam edersin” demektedir. Oyunun amacı:”bu salona girdiğiniz gibi değil, değişerek çıkın” duygusunu baştan itibaren vermektedir.  

Oyun içinde beynimim bir yanına aldığım notları aşağıda paylaşmak istiyorum, çünkü oyunu daha iyi anlamak için Betül Arım’ın sözlerini değiştirmeden almak gerekli olduğunu düşünüyorum.

“Kendinizi seviyorsunuz, güveniyorsunuz, şefkat duyuyorsunuz demektir. En önemli konu söylediğinizle yaptığınızın bir olması.”

Biz mutlu olmayı bilmeyen bir toplumuz…

Fransız düşünür Alain diyor ki, “Mutlu olun, çünkü mutluluk barışın meyvesi değil, ta kendisidir” diyor. Mutlu insanlar savaşmazlar, kıskanmazlar, dövüşmezler. Onun için mutluluk çok önemli. Mutlu insanlar sorgularlar, yaratım süreçlerinde yer alırlar.

Biz mutlu olmayı bilmiyoruz. Benim bu enerjim, mutluluğum önce bana verilen muhteşem armağana bir teşekkürümdür. Bu çok değerli bir şey. Biz kendimizin farkında değiliz. Bilinçaltı kodlarımızda çocukluğumuzdan beri o kadar yanlış şey var ki. Bize hep, “Kötü düşün iyi olursa sevinirsin”, “Çok gülme başına bir şey gelir” denildi. Finlandiya’da bu yok. O yüzden onlar mutlu, başarılı.

Sen neysen çocuk da o olur.

Çocukların yaşam senaryolarını biz yazıyoruz. Çocuklarımıza, “sen değerlisin, sana inanıyorum, sana güveniyorum, seni seviyorum” demeliyiz. Hepimizin bir olduğunu öğretmeliyiz. Farklılıklar içinde bir olmalıyız. Ebeveynler her gece çocuklarına bir şiir okusalar, çok büyük değişimler olur.

Affetmek

Affetmek, karşımızdakini cezalandırma ihtiyacından vazgeçip, kendimizi özgür bırakıp bedenimizi özgür bırakmaktır. Başkasına kızıyoruz, kendimizi cezalandırıyor, hasta ediyoruz hatta. Bütün hastalıkların kökeni, duygu ve düşüncelerimiz. Cezalandırmak istediğimizin umurunda bile olmuyor.

Bilinçaltının farkına varsak

Yaşadığımız olayı değiştiremeyiz, ama duygusunu değiştirebiliriz. Geleceğimizin önünü açarız. Seçim bizim. Her şey bakış açımıza bağlı. Önemli olan bizim bakış açımız ve neyi seçtiğimiz. Ben acıyı kederi yaşıyorum, sevinci neşeyi besliyorum. Neyi beslerseniz bilinçaltı onun ile besleniyor ve değişiyor.

Tüm hastalıkların kökeni duygu ve düşüncelerin bedenimize yansıması. O nedenle her duyu insan için, hepsini yaşayacağız elbette ama ben diyorum ki kötü duyguları beslemeyelim. Beslediğimizi seçelim. “

Eğlence, kahkaha, farkındalık, yeni bilgiler, yüzleşme, uyanma ve affetme...

Bu gösteri sizi başka bir bakış açısı ile “deneyimlendiriyor”… Eğer sizler bu gösteriden çıkarken biraz da olsa eğlenmenin yanında değiştiğinizi düşünüyorsanız, bireysel olarak kafanızda sorular oluşturmuşsa gösteri amacına ulaşmış demektir…

Ekrana yansıyan cümle;

“Başka bir ben,
Başka bir sen,
Başka bir dünya
Mümkün…”

Betül Arım ile yeni bir yaşam ritmini yakalayabilmeniz için bu gösteriyi izlemenizi tavsiye ederim. Her gösteri seyircinin katılımı ile değişime uğruyor, o yüzden sürekli tekrarlanan cümleyi ben de yazayım, “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir”…

Değişmekten korkmuyorsanız, eğlenmek ve kahkaha atmak istiyorsanız, enerjik bir kadının sahnede size bir şeyler anlatırken aynı anda hüznü ve mutluluğu yaşatmasını görmek istiyorsanız, size yakın bir yerde yapılacak gösteriye gidin ve izleyin!…

İsmail Cem Özkan


“Dışarda Hiçbir Şey Var!” 
Yazan: Betül Arım
Yönetmen: Ahmet Ayaz Yılmaz
Kostüm Tasarım: İlker Bilgi
Sahne Amiri: Cem Okyay
Sahne Tasarım / Video & Animasyon: R. Onur Duru
Final şarkısı bestecisi: Selami Andak
Dış Sesleri: Merve Ünal, Onur Duru ve Ayaz Yılmaz
Afiş Tasarım: Elif Ergür
Afiş Fotoğrafları: Taner Kuvat ve Serkan Çankaya

3 Kasım 2019 Pazar

TER


TER

Tarih zamanın olduğu yerde vardır, var olan tarih kişisel algılarımızın dışında gelişir ve her birimize farklı izler bırakır. Küreselleşen dünyamızın içinde yanşan bir ekonomik kriz domino etkisi ile hepimizi etkilemektedir, çünkü dünya bizim algılarımız içinde çok büyük olmaktan çıkmış, paranın hareketinin hızı ile birlikte kriz hepimizi sarmalamaktadır. 

Ulus devletinin oturtmuş olduğu ulusal sınırlar içinde sermayenin korunması ve kollaması yerini alan liberal ekonomi ve onun söylemini belirleyen küreselleşme, sermayenin dilli ile ‘globalleşme’ var olanı yıkmaya başlamıştır. Ulus devleti ve alışkanlıklar bir bir yıkılırken, sermaye “verimlilik” yasasına uygun olarak daha ucuza mal edip daha pahalıya satacağı malı üretmek için var olan yerinden başka yere doğru taşınmaktadır. Hem sermaye kendilerinde kalacak hem de çevre sorunu bir anlamda o şehir için çözülecektir. Çevre hareketlerinin hedefi konuma gelen ağır sanayi yurtdışına taşınırken, fabrikaların yerleri ya parklara ya da teknolojik parklara dönüşmektedir. Doğa korunmuş olurken, fabrikaların kapanması ile oluşan işsizlik büyük bir sorun olarak kendisini hissettirmektedir. İşçi şehirleri hizmet sektörüne hizmet eden yeni iş alanları da açılmaktadır. Fabrikalardan çıkarılan işçilerin genç olanları ve eli yüzü düzgün olanlar hizmet sektöründe çabuk iş bulurken, biraz yaşlı; yaşlı demeyelim orta yaşta işsiz kalanların gelecek kaygısı bir travmaya dönüşmektedir… İşsizlik liberal ekonominin ulus devletini yıkması ya da parçalaması sonucunda ortaya çıkan ve öngörülmeyen bir şekilde hayatın gündelik sorunları içinde yerini almıştır. Öngörülen işsizlik yerini kitlesel işsizliğin alması ile birlikte şehirlerin oturmuş düzenin bozulması ve kontrol edilemeyen olayların da yaşanması için zemin yaratmaktadır…

Liberalizm ulus devleti parçalarken var olan siyasi anlayışı da yerle bir ederken, iktidar ve muhalefeti birbirine yakınlaştırmış, birbirini kopya eder konumuna gelmiştir. En iyi politika var olanı savunmak ve sermayenin ihtiyacına uygun kararlar almaktır. Seçmen kararsızdır, var olan alışkanlıkların yerini kararsızlık ve var olan durumdan hoşnutsuzluk pasif izlemeye geçmiştir. Pasifize olurken örgütlü yapılar dağılmakta ve bireysel kurtuluş her şeyin üstünü almaktadır. Bireysel kurtuluş adına arkadaşının üzerine basarak yükselmek liberalizmin birey tanımı içinde etik yapıyı kaldırmış ve dinin baskın gücünü beslemiştir. Karasız, belirsizlik içinde yaşayanların kurtuluş yolu olarak din pohpohlanır ki, bu sayede toplumsal olaylarda beklenmeyen gelişmelerin önü alınsın.

Yakın tarihimizde gerçekleşen bu genel geçer doğrular bir çok ülkede birbirine paralel ama aynı sonucu doğran bir süreci yaşadık.  Liberalizm küresel hedefleri içinde tek ülkede ulus devleti ve tortularını kaldırmak yoktur, bütün ülkelerde ulus devletinin oluşturmuş olduğu gümrükleri ve korumacı anlayışı yok etmek vardır ve tek ülkede uygulanacak bir politika değildir. Küreselleşme bir anlamda bütün ülkelerin iç işlerini ve anlayışlarını ve buna bağlı resmi tarih anlayışları ile yüzleşmedir bir başka anlamda… Liberalizm sınırların değişimi değil, haritaların üzerinde yok sayılan kültürlerin kendisini ifade edebilmesi ve örgütlenmesini savunmaktadır. Çok kültürlü şehirlerin ve devletlerin oluşumu kaçınılmazdır ama tarih teoride olduğu gibi yol izlemez.

Liberalizm bütün ülkelerde iktidara gelirken, elbette ABD’nin en yoksul kentlerinden biri olan Reading’te kendisini hissettirmiştir. Amerikan borsası alışkın olduğu ritminden çıkmıştır, krizler içinde kendine yol aramaktadır. Şehirlerde fabrikası olan sermaye grupları ise liberalizmin nimetlerinden yararlanmak için yurtdışında daha ucuza işçi, ihtiyacı olan ham maddeye daha yakın yerlerde yatırım için arayışlara girmiştir. Bir şehri oluşturan fabrikalar oluşturdukları ve yaşattıkları şehirlerden kaçmak için ortam aramaktadır. Sendikal mücadele ile alınan haklar işçilerin elinden alınması için fırsat yakalamıştır sermaye. Örgütlü yapıların içinde yer alan bireylerin sermaye ile olan işbirliği sayesinde fazla direnç olmadan sermaye avantajlı konuma gelmiştir.

Tiyatro Pera sahnesinde yer alan ‘Ter’ oyunu, çelik fabrikasında çalışan, zenci ve beyaz Amerikalı bir grup işçinin yaşamını konu alır. Onarlın yaşamından bakarız liberalizmin yaratmış olduğu fırtına ve ona bağlı olarak kriz ortamına. İşçilerin bu kriz koşullarında nasıl çaresizleştirildiği ve bireysel kurtuluşun din sarmalı içine düştüklerini sahneden gözlemleriz.

Oyunun ilk sahnesi şartı tahliye olan iki mahkumun şartı tahliye memuru ile diyaloğu ile başlar. Almış oldukları cezayı bitirmiş ve şartlı tahliye koşullarına uydukları için serbest bırakılan mahkumların haftalık görüşmesindedir. Onlar artık cezaevinde değil Reading şehrindeler. İki mahkumu birbirine bağlayan bir ortak tarih vardır.

Sekiz yıl öncesine giden bir zaman çizelgesi içindeyiz. Sekiz yıl önce fabrika kenarında olan ve işçilerin sürekli takıldıkları bir bar yeni alanımızdır. O alan içinde yaşananları dışarından gözlemleyeceğiz. Oyun L şeklinde oluşan bir sahne içinde geçmektedir. Bizler iki ayrı bakış açımız vardır. Oyuncular sahnenin düzen içinde kendilerine hareket alanı bulurken onlara duvarın ve her iki tarafından görülen duvarda perde vardır. Orada olayların örgüsü ve zaman kavramı perdeye yansıyan video görüntüsü içinde verilmektedir.

Sekiz yıl öncesi, bir barda işçiler doğum günü partisi yapmaktalar. Mutlu, birbiri ile yılların getirmiş olduğu samimiyet vardır. Barmen fabrikada bir kaza sonucu işinden ayrılmış barda çalışmaya devam etmektedir. Onun yardımcısı güney Amerika’dan gelmiş olan bir göçmendir. Barda buluşanlar büyük bir aile gibidir.

Dedeleri bile aynı yerde çalışmış, doğdukları kentten neredeyse hiç çıkmamış bu insanlar yaşamlarını fabrikadan aldıkları ücretler ile geçirmeye çalışan bir anlamda düşük gelirli ve sürekli çalışmak zorunda olanlardır. Geçmişte var olan hedeflerin hepsinin hayal olduğu gerçeği ile karşı karşıyadır ve ailelerinden biri fabrikada çalıştığı için işe alınmış şanslı kişilerdir bir anlamda…

Zaman içinde bir söylenti yayılmıştır işçiler arasında, fabrika küçülme kararı almış ve işçi çıkarılacaktır… Güvensiz bir ortam yaratılmıştır. km işten çıkarılacaktır? Daha önce hakları için greve giden işçiler almış oldukları grev kararını devam ettirirken aile yaşamları bozulmuş ve sokakta yaşar konumuna dönüşmüşlerdir. En yakınlarının durumu gözler önündeyken fabrikadan işten atılmak demek aç kalmaya mahkum anlamına gelmektedir. Şehirde çalışacakları başka iş yeri yoktur, hizmet sektörü ise çok düşük ücrete çalıştırmakta ve almış oldukları ev kredisini verebilecek kadar para kazanmasına engeldir. Yaptıkları yatırımların ellerinden çıkması anlamına gelmektedir işsizlik… Bu arada bölüm denetimcilik seçimi vardır ve işlerinden biri denetici olacaktır… İşverenlerin böl yönet yöntemlerinin açık olarak uygulandığına şahitlik ederiz, çünkü yönetici olanın işçiler yani eski mesai arkadaşlarının yanında yer alması beklenir ama duygular ile olaya bakan ile akıl ile olaya bakmak isteyen arasında çatışma geçmişin üzerine sünger çekmek anlamına geldiğini görürüz.

Oyunun her geçişi ve bölümünde bar sakinlerinden birisinin doğum günüdür. O doğum günlerinin birinde artık biri tek başınadır ve dışlanmıştır. Oyunun sonunu bildirmektedir bir anlamda… Göçmen işçi grev kırıcılığı yapmıştır ve ona karşı gösterilen tepki içinde barmenin yaralanması ve mahkumiyete giden yolun açılması…

Kişilerin grup içinde olaylara bakışları tek tek üzerinde çalışılmış, olayların kurgusu içinde her biri gerçekçi olarak öykünün içinde yerini almış. Siyah beyaz ayrımı, göçmen – yerli ayrımı ve iç içe geçmiş ayrı kültürlerin harmanlandığı barda ki olaylar hem ülkede yaşanan seçim atmosferinin hem de liberalizmin yıkıcılığının bireyler üzerine etkisini anlatan bir oyunu seyrettik… Popülist bakış açısının ve geçmişin yıkılışı bir bar ortamında öyküsel kurgusu yapılırken bizlerde bizime yansımasını izleyici olarak üzerimize aldık. Kara mizahın iğneleyici dili, oyunun sahneye taşınması ve oyuncuların performansı muhteşemdi. Her bir oyuncu sahnede ayrı ayrı benim gözümde devleşti, olayı çok iyi anlamışlar ve teknik imkanlarının onlara sundukları imkanları en iyi şekilde kullanmışlar…

Oyunda emeği geçen her bir çalışanı kutluyorum, çünkü bizi öykünün içine alıp öykünün bir parçası haline getirdikleri için. Olay Amerika’da geçiyor, farklı olsa da bizlerde aynı zaman diliminde farklı şeyler yaşayarak bireyselleştiğimiz, çaresiz kaldığımız, gelecek perspektiflerimiz elimizden alındığını yaşadık. Bugün dahi o kriz ortamının yaratmış olduğu girdaptan kurtulmuş değiliz… Oyuna giden her bir seyirci kendisinden bir şey bulacaktır, trajedinin, dramın ve yaratılan gergin ortamının bir yansımasını izlediğimiz bar ve onun kurgusu hiç beklenmeyen bir sonuç ile bitmektedir. Göçmen işçilere ve mültecilere karşı önyargıların oyunu izleyenler üzerinde nasıl bir etki yaptığını kişi kendisine soru sorarak yanıt arayacağı bir oyun olduğunu fısıldayayım. İzleyin ve kendinize oyun sonrasında sorun önyargılarımız bizi nerelere savurmaktadır?

Terin rengi, ulusu yok ama düştüğü yerin önemi ve olaylara bakışı belirlediğini söyleyebilirim…

İsmail Cem Özkan


TER
Yazan: Lynn Nottage
Çeviren-Yöneten: Zeynep Özden  
Dramaturgi: Şafak Eruyar 
Dekor-Video Tasarım: Can Apa  
Kostüm: Oxana Cozlova   
Işık: Muhammet Saki  
Prodüksiyon Asistanları: Lara Orhon,  Uğurtan Denizaltı  
Işık Kumanda: Cemre Naz Gözütok
Oynayanlar:   
Tracey: Nesrin Kazankaya   
Cynthia: Başak Meşe  
Chris: Doruk Akçiçek   
Jason: Alican Yılmaz  
Stan: Nazmi Karaman   
Evan-Brucie: Ömer İvedi  
Jessie: Bahar Karaoğlu   
Oscar: Alican Öztürk

31 Ekim 2019 Perşembe

Pera Müzikali


Pera Müzikali

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u alacaktır, sefer düzenlemiştir. Pera bölgesi ise Cenevizlilerin elindedir. Orada çok kültürlü bir yapı vardır, ticaretin merkezidir, aynı zamanda eğlence. Yorgo’nun meyhanesi merkez alınarak galata kulesi gölgesinde Pera’nın değişimi fatih’ten günümüze kadar süreci müzikalde ele alınır. 

Yorgo hem tarihin geçişine uygun olarak meyhanesinde geçen olayların merkezindedir, hem de bulutların üzerinde olan tarihin sesinin yeryüzünde ki yansımasıdır. Balkondan izleyen kırmızı kıyafetler içinde İstanbul. Güzel bir kadındır ve uygun zamanlarda yeryüzüne iner ve işleri karıştırır…


Öykünün kurgusu her izleyicinin anlayacağı ve mizahi unsurların içinde karikatür ve çizgi romanların yarattığı bir gerçeklik içinde tarihin akışı da vardır. Bir zamanlar Gırgır dergisinin mizah dergisinin mizahi öyküleri tadı vardır… Pera Müzikali aynı zamanda usta sinema ve tiyatro sanatçıları yanında sahnede sesleri ile var olmuş sanatçılara da selam göndermek için bir fırsata dönüşmüştür… Usta oyuncular sahneye kendi özgün düşünceleri ile seyirciyi selamlarken, oyunun bütünlüğü içinde tarihte olmaları gereken yerde kendilerine yer bulmuşlardır.

Yorgo rolünde Barış Taşkın’ı görmekteyiz. Oyunun başlangıcından sonuna kadar oyunun akışı, zamanı, mekan kullanımı kısaca müzikalin tüm yükü omuzlarındadır ve o yükü çok hafifmiş gibi rahatlıkla oyunun son alkışına kadar taşıdı. Sahnede onlarca oyuncu bir biri ile uyumlu, sahneye giriş ve çıkışları çok iyi çalışılmış, provalarda bırakılan alın terinin karşılığını alındığını gördük. Kahkahası bol, alkış hiç eksik olmayan müzikalin öykü dokusu biraz daha üzerinde çalışılması gerektiğini fısıldıyor. Geçmişte kalmış ama bugüne taşınan, fakat bugünün yaşanan sorunlarına daha incelikli mizahi unsurların dokunuşlarını arıyoruz. Elbette İmamoğlu’na yapılan gönderme eğer Yorgo açıklamamış olsa sahneden geçen biri olarak algılanacak ve hiç iz bırakmayacaktır.

Müzik tarihimizi de sahnede gördük, yaşadık. Birbirinden usta yorumcular ve bestekarların eserleri hayat bulurken her birimiz yerimizden ister istemez alkışlarımız ile katılırken bazı parçalarda sahnede ki sese ses olduğumuzu gördük… Tarih sadece padişahların dönemi olmadığını, müzikalde ise Yorgo’nun meyhanesinin tarihi olmadığını aynı zaman içinde birbirine paralel başka tarihi ve sanat kolonunda tarihi olduğunu görüyoruz. Müziğin tarihi Yorgo meyhanesinde aşk ve sevginin tarihi kadar ilgi çekicidir…

Seyirciler arasında Metin Akpınar’ı görünce ister istemez onların müzikallerin video görüntüleri geldi gözümün önüne. Onun döneminde yapılan mizahi ve siyasi göndermelerin ne kadar uzun uzun inceden inceye çalışıldığını düşündüm. İçinde olduğumuz TİM Center içinde ki müzikalin öykü kurgusunun da o kadar inceden inceye uzun uzadıya üzerinde çalışılmış olsaydı dileğimi kendi kendime fısıldadığımı gördüm… bugüne yönelik ince espriler ulus devletin içinde yetişmiş ve geçmişin duyarlılıkları içinde bugüne bakıldığını gördüm. Bir yunan gencinin yere fırlatılması ve onun zavallı gibi gösterilmesi bana kibrin başka bir dışa vurumu olarak geldi. Atatürk’ün büyüklüğünü anlatmak için başka bir yol varken ona söz söyletmem diyerek Türk milliyetçisinin kaba tavrı olmaması gereklidir. o sahne içinde bizim tarihimizin ve müzikal içinde de söz geçen 6–7 Eylül olaylarını bir anlamda haklı göstermiş olduğunu düşündüm… hepimiz biliyoruz ki Müjdat Gezen bu konuda o olayları kınadığını müzikal yapı içinde ki kurgusundan anlıyoruz. Çok kültürlü Galata/Pera bölgesinin çok kültürlülüğü, Ermenice, Rumca (Yunanca) konuşmaların yanında Yahudi halk dansı ile birlikte modern Amerikan dansının da yer almasından ülkemizin karanlık yüzü olan ve hala yüzleşilmemiş olaylara bakış açısını görebiliyoruz…

Bir İtalyan dünya şampiyonu güreşçinin bir Türk güreşçiye yenilmesi de bana garip geldi, müzikalin ruhuna uygun gelmediğini bir anlamda cumhuriyet mitinglerini anımsatan slogan atmak gibi geldi bana… Türk ırkını yücelten ve Osmanlının unuttuğu Türk kavramının vurgusu yanında günümüzde ve Cumhuriyet Bayramında yaşanan bir ruhun sahnede bulması bana müzikalin mesajını zayıflattığını hissettirdi. Muhalefet olmak için ulusal kanalarda yapılan masa başı sohbetin dışında sanatın ve kara mizahin o güzel dili içinde başka söylemler içinde olabilirdi. Elbette her oyun ve sahne sanatı kendi seyircisine seslenmek ve kendi seyircisinin duymak istediğini söyleyen oyun koymak isteyebilir, fakat işin sanatsal boyutundan ve geleceğe bırakılan bir imza olduğunda ister istemez göze batan şeyler yerine gözü okşayan ve oyun sonunda akılda soru bırakan ve sorgulayan seyirci bırakmasıdır…  Toplumcu gerçekçi tiyatro özlemim ne yazık ki bu müzikali izledikten sonra hala özlem olarak kaldığını söyleyebilirim…

Müjdat Gezen oyun sonunda seyirciyi alkışlarken yaptığı açıklamaya göre, oyun çok uzun olduğu ve bir çok bölümün yeniden gözden geçirilerek daha da kısaltılması gerektiğini bildirdi. Oyun normal olarak sahneye konulduğunda provada seyrettiğimiz dışında bir çok değişiklik ile seyircisinin önünde olacağını düşünüyorum…

İsmail Cem Özkan

Pera Müzikali

Yazan/ yöneten: Müjdat Gezen
Dekor: Barış Dinçel
Müzik direktörü: Seçil Akın
Koreografi: Pınar Ataer
Kostümler: Aygül Kostüm Evi
Makyaj: Corci
Dans: Dok Sirk Kumpanyası sanatçıları
Konuk ses sanatçıları: Melihat Gülses, Melike Demirağ, Ayben Erman, Sevcan Orhan, Yener Çevik ve Pelin Alptekin
Türk güreşçi: Okay Köksal (Avrupa şampiyonu ve dünya ikincisi)
Oyuncular: Müjdat Gezen, Cüneyt Arkın, İlhan Daner, Kayhan Yıldızoğlu, Gönül Yazar, Fehmi Dalsaldı, Şebnem Schaefer, Nejat Uygur, Kaan Polat Cüreklibatır, Ayşe Kırca, Barış Taşkın, Kıvanç Tiner, Yaşar Ayvacı, Seran Bilgi, Emre Özmen, Sude Albayrak, Cengiz Gezgin ve Sonat Tokuç
Dans grubu, mehter takımı ve diğer rollerle birlikte oyunda 110 kişilik bir kadro görev alıyor.




16 Ekim 2019 Çarşamba

Toplumun tüm geleceği çöle bırakılmasın!


Toplumun tüm geleceği çöle bırakılmasın!

Henüz toplum ne olduğunu tam kavrayamadan kendisini sınırı aşan askerlerin sesleri ve onlara eşlik edenlerin tekbir sesleri içinde buldu. Halka söylenen şey “sınırın öteki yanını güvenceye alacağız.”

Savunma Bakanlığında hazırlanan senaryo canlı yayın ile 9 Ekim 2019 günü öğleden sonra 4’de top sesleri ve camilerde ‘Fetih Suresi’ ile uygulanmaya kondu… Her şey plana uygun şekilde devam ediyor deniliyordu canlı yayın ile… Hareketin henüz başında tek yürek, tek bakış açısı olacağı kabul edilmişti, eleştiri hakkı yoktu, farklı düşünenlere karşı gece yarısı, sabaha karşı gözaltılar başlanacağı duyurulmuştu ve uygulanmıştı da…

Spor sahasında, sokakta askere selam durulacaktı, her yer/şey seferlik için hazırdı…

Savaşın beklenen senaryoları yanında bir de beklenmeyen senaryoları uygulanmaya konmuştu, çünkü savaş taraflar arasında olan bir şeydi ve her tarafın kendisine uygun senaryosu vardı. Suriye konusu ise çok taraflıydı. Taraflar birilerini işgal için ortam hazırlarken yaşanmış tüm savaşın suçu ve yaptıkları tüm pis işler işgalcinin üzerine yıkılacak ve kendileri bu hibrit savaşından ‘masum, kahraman’ olarak çıkacakları bir senaryoyu uygulamaya koyuyorlardı. Her tarafın kendisine uygun senaryosu vardı ve çok karmaşık ilişkilerin sonucunda zafer kazanlar kendi tarihini yazacaktı. Elbette yenilen de “yenildik” demeyecek o da kendi iç kamuoyuna ‘zafer naraları’ atan bir yaratılmış gerçeği sunacaktı…

Tüm dünyaya duyura duyura yapılan harekat yapanlar senaryoları gereği sanıldı ki karşısında “bir güç” var, silahları ABD verdi, biz silahları ABD'de verse büyük bir güç ile ezer gideriz. Ama işin rengi öyle olmadığı ilk sefer yapılırken verilen tepkilerden anlaşılmaya başlanmıştı.

Masa başında yapılan hesap ne yazık ki savaş alanında ki siyasi oyunlara uymadı.

Hesapta olmayan ve bir biri ile hiç bir zaman anlaşamayacak olanlar birden tek bir yumruğun parçası oluverdi. Ekonomik anlamda her zaman arkamızda olması gerekenler bile savaşı/harekatı/işgali kınayan tasarılarda yer alması bile bu işin hesaplarında bir hata ya da birilerin oyunun içinde piyonuna dönüşüverdik.

Şah olmayı planlarken, piyona dönüşmek savaş alanında...

Kaddafi iktidarını kaybetmeden önce Eiffel Kulesini gören yerde çadır kurulmasına izin verildi, İtalya’ya İtalyanların astığı Arap lider Ömer Muhtar'ın fotoğraf ile girmesine izin verildi. Kaddafi kendisini çok büyük gördü, dedi "benim çılgınlıklarımın karşısında bunların sesi, soluğu çıkamaz, ekonominin musluğu bende!" Çok kısa bir zamanda ‘hibrit savaşı’n kahramanları (Kaddafi’nin en yakın adamaları) Kaddafi’yi yakalayıp işkence içinde öldürdüler…

Oyunun şahı, bir akşamüstü piyonu olmuş ve oyun dışına atılırken üzerine toprak bile serpilmemişti... 

Emperyalizm kavramını üzerinde taşıyan güçlerin yüzyıllık birikimi ve sömürge döneminden alınmış binlerce yıllık büyük bir miras var, öyle bir birikimin içinde binlerce olasılık ve o olasılık içinde ne zaman düşman, ne zaman dost olunacağı yazar… Hitler bile emperyalist oyun içinde piyon olacağını bilemedi, bir bodrum katta sevdiği kadın ile intihar ederken…

Savaşın yeni yüzü olmuştu ‘hibrit savaşları’. Kendileri savaşmıyor, kendi çıkarları için çıkarları uygun insanları/grupları/cemaatleri çıkar karşılığında taraf yapıyorlar ve savaştırıyorlar, daha doğrusu katliamlar yaptırıyorlar.

Yıllardır hibrit savaşları yaptıranlar ellerinde o kadar çok veri topladılar ki, savaşın muhatabı olanlar yani diğerleri/ötekiler yaratılmış destanlar ile oyalanırken.

Hayaller dünyası içinde TV dizileri yaptıranlar, o TV dizisinde olanları gerçek sanarak sefere çıkınca, gerçek duvarı ile kısa sürede karşılaşmış olması bile şans, çünkü yol yakınken daha fazla çöl kumuna batmadan geri dönüş için henüz olanaklar var…

Birinci dünya savaşında geri çekilen askerimizin demiryolunda bırakılmış yenilgisinin iz düşümleri bugünlerde sanırım çürümeye terk edilmiş halde duruyordur… İngilizlerin ünlü casusu Arabistanlı Lawrence başarı olarak gösteriyor Suriye çöllerinde ki demiryoluna saldırılarını… Anılarını okumak serbestti ama sanırım bir zamanlar onun üzerine yapılan film ülkemizde ya yasaklanmıştı ya da sansüre uygulanarak gösterilmişti.

Tarihte yaşananları yok saymak ile yok olmadığını hepimiz biliyorduk ama okumayanlar için yok sayılıyordu, kahramandık yenilirken bile…

Savaşta taraf olanlar çıkarı çatışanlardır. Ölenler genelde çıkarı olmayanlardır.

Kirli savaşta her türlü kirli ve karanlık iş olur. Kim kimi vurdu, kim nereye ateş etti, kim savaşı genişletmek istedi gibi bilgiler savaş bittikten sonra vicdanı kanayan birileri bir şeyleri sızdırdığında öğreniriz. Savaş her zaman çift taraflı, karşı düşman ile savaşılıyor gibi gözükür ama propaganda amaçlı ortam yaratmak için bir taraf öteki taraf gibi gözüküp kendisine kurşun sıkabilir, önemli olan kamuoyudur...

Kurgulanmış röportajlar/açık oturumlar/ tartışma programları savaş stratejisi olarak yayınlanıyor. Kurgusal gerçeklik yaşananların üzerine örtülen bir bez parçası gibidir… Bu propagandaya tabi olanlar her yaşananı ve söyleneni gerçek gibi algılar ama gerçek kapalı odalarda yapılan pazarlıklardadır… Sonuçta pazarlık sonucu açıklanan ve kabul edilen anlaşmalar olarak kabul ederiz gerçekliği, kısaca kurgusal gerçeklik içinde yaşamaya devam ederiz… 

Her şey masum olarak yansıtılır, ülkenin geleceği ve beka sorunu olarak vurgulanır. Osmanlı son savaşına çıkarken atılan nutuklar ve alınan kararlar bugünlerde kitap sayfalarında haykırıyor ama dönüp okuyup ders çıkaran pek yok gibi, çünkü başarıya ihtiyaç var ve bu başarı en kısa zamanda olmalıdır…

Sefere çıkan askere "ayağın tozu ile geri dön" denir, ama gelirken ayağındaki postalda kan izi olur. Masum gider bir anlamda ‘katil’ olarak döner, çünkü aldığı emir öyledir... Savaşta devlet adına insan öldürmek kutsanır ama sonuçta bir insan öldürdüğün zaman kanuni ya da kanun dışı olmasının pek önemi yoktur, birey üzerinde travma aynı derecede etkili olur… Olaylara duygusal bakanlar gerçeklikten kopar ve nefret söylemini ve ülke içinde öteki gördüğüne karşı linç kültürünü geliştirir. Son günlerde Kürtçe konuştuğu için gençler ve yaşlı insanlar saldırı altında kaldı, bir otobüs muavini öldürüldü.

NATO uyarmış, NATO üyesi ülkeler uyarmış, “çekil” demiş. Birleşmiş Milletler yayınladığı bildiride savaş suçu kavramını anımsatmış, söz arasında ‘sonun mahkeme’ uyarısını hafiften belirtmiş.

Çıkar çatışmasında hiçbir kural tanımadan kirli savaş yöntemlerini emperyalist devletler rahatlıkla uygularken, emperyalist devletler ile kendisini eş gören yarı sömürge devlet uyguladığında tavırlar farklı olur  ve dünya tepki duyar. En kısa zamanda dünya kamuoyu / devletleri suç işlediğine inanılan yarı sömürge devleti /liderini cezalandırmak için harekete geçerler, eğer boyun eğmez ve yaptığında ısrar ederse. Yugoslavya’nın parçalanmasında rol alanların nasıl ki savaş suçu işledikleri için mahkemeye çıkmış ve tüm mal varlıklarına el konulmuşsa, bugün yöneten, asker selamı veren tüm sporcularda bu suça ortak oldukları kabul edilip yargılanabilir denmektedir yayınlanan bildiriler ve alınan kararların satır aralarında...

Bu savaş/harekat bir an önce bitirilmeli, sınırı geçenler kendi sınırına çekilmelidir… Çünkü o sınırların gerçek sahipleri sınırlarına geldiğinde ister istemez başka güç davet edilmediği zaman “işgalci” olarak tanımlanacaktır, çünkü dünyanın kabul ettiği meşru hükümet ve devlet sen tanımasan da istersen lideri için “savaş suçu işledi, terörist” demiş olsan da pek değeri yoktur…

Daha önce yakın tarihte başka ülkelerde yaşanmış deneyimlere bakarak diyebiliriz ki, bütün uyarılara rağmen birileri için ‘yanlış’ olarak tanımlanmış atılan adımlardan bir an önce dönülmelidir, çünkü eğer birileri dönmez ise sonucu bizler çekeceğiz. Uyarıları kulak arkası edip “nasıl olsa bize bir şey olmaz” mantığı içinde hareket edenlerin sonları kısa tarih içinde çok örneği vardır...

Beklentileri olan ama gücü olmayan politikacılar gerçekleri değil, kafasında oluşturduğu hedefine giden haritayı/izleri izler, genelde hayal kırıklığı ile sonuçlanır...

Suriye iç savaşı ve son yaşananlar sonrasında dünya lideri konumunda olan Trump; "bin yıllık düşmanlar son defa meydanda bir biri ile savaşsın, nasıl olsa son noktayı ben koyarım" diye düşünüyordur...

Birileri için kardeş kanı dökmeden, siyasi çözüm yapılacak ortam yaratılmalı ve yüzyıllık tarihimizin en yumuşak karnı olan sorunlar iç siyasetimiz içinde çözülmelidir. Eğer ülkemiz içinde sorunları çözmüş, eşit koşullar altında yaşayan haklar, çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı ve de en önemlisi ekonomik olarak gelişmiş, üreten bir ülke yaratırsak, sınırların hiçbir yanından iç işlerimizi zorlayacak hareket olmaz, olursa dahi ülke içinde taban bulamayan saldırılar hiç iz bırakmadan yok olmaya mahkumdur. İç işlerimizin kötü olduğunun bir anlamda itirafıdır sınır ötesine yapılan “güvenlik” amaçlı seferler…

İsmail Cem Özkan

12 Ekim 2019 Cumartesi

Barış hemen şimdi!


Barış hemen şimdi!

PKK konusunu anlatırken Türk televizyonları sürekli aynı cümleyi kurar. Değişmez… Ben bildim bileli PKK ismi geçtiği yerde hep aynı cümle ile başlar…

Bugüne kadar aynı cümleler sorunun ne üstünü açtı ne de kapatabildi, çünkü sorunun kendisi ortada.

Kürt sorunu.

Yok sayarak bir dönem başarılı gibi gösterildi ama sorun ortadan kalkmadı.

Resmi olarak Kürt realitesini Süleyman Demirel kabul etti, SHP ile ortak koalisyon döneminde. Ama ileri adım atamadı. Kürt sorunu hep varlığını korudu.

Cezaevleri açlık grevleri aydınları Kürt sorunu ile yüzleşmesine sebep oldu ama siyasi adım atılamadı.

Erdoğan ile iş ciddiye büründü, “yüzleşelim” dendi, yüzleşmek yerini ‘intikam’ almaya ve dini bir devlet kurmanın yolları açılması için kullanıldı, fırsat sarayın masası devrilmesi ile yeni bir süreç başladı, çünkü PKK sorunu Suriye sorunu gibi yansıtıldı.

Yanı başımızda bir devletçik kuruluyordu, sınırda PKK olursa artık eskisi gibi basmakalıp cümleler kurulamaz ve de iktidarı paylaşmak konusunda tavizler verilebilinirdi, çünkü iktidar öyle bir şey ki gecekonduda yaşayanı sarayda yaşatır hale getirir...

Bugün Kürt sorunu çözümü hendek savaşı içinde hendeğe gömüldü gibi gösterildi, ama hendek kısa sürede kan ile dolunca sorun yine ortada kendisini dayatır oldu.

Kirli savaşın tüm yöntemleri açık açık konuşa konuşa uygulanıyor ama uygulanan tüm yöntemler boşa düşmüş durumda…

Twitter'den ABD başkanı emperyalist düşünceler içinde “artık bu sorunu PKK ile Türkiye arasında arabulucu olarak çözüm masasında benim aracılığım ile çözülecek” dedi, çünkü Ortadoğu’da artık en büyük etnik kimliğin bir devlete ihtiyacı var, “şamar oğlan” konumundan çıkarılıp muhatap olan bir devlete kavuşması şart.

İran, Irak, Suriye ve Türkiye bugüne kadar şamar oğlan olarak gördüğü, sürgün diyarı, kara paranın hareket alanı olan bölgeden elini eteğini çeksin, devlet olursa eğer oradan ipek yolu da, baharat yolu da güvenli, kontrol edilebilir bir şekilde ticaret akışı sağlanabilir ve Ortadoğu barışı için en önemli bir alan olabilir, çünkü bugüne kadar Ortadoğu’da barış olmamasının en önemli sebebi “istikrarlı bir komşuluk” ilişkisinin olmaması, bir çok silah üreticisi için önemli kaynaktı, ama bugün küreselleşmenin zorladığı bir şey var, istikrar ve kara paranın kontrol altında devletler eli ile yürütülmesi...

PKK konusunda basma kalıp cümleler ile onu dışlayan tavırlar ve yok sayan anlayış yerini Kürt sorunu anlayan ve o sorun içinde PKK gerçekliğini kabul eden bir yeni bakış açısı beyinlere işlenmesi gereklidir.

Her savaşan yapının bir çocuk katili olduğunu gösteren bir sürü kanıt bulunabilinir, sınırın öteki yanına geçip bizim tarafa iki roket attın mı mutlaka yolda oynayan bir çocuk ölür...

Yani propaganda için bile çocuk ölebilir...

Sorun çocuk ölümü değil, sorun daha derinlerde ve çözülmesi gereken bir sorundur.

Dünyada federal çözümler, üniter çözümler gibi çözüm yolları belli olan sorunu çözmüş alanlar var, bizler artık klasik ulus devleti anlayışı ile sorunu çözemediğimiz ortada, onun yerini çok kültürlü bir arada yaşamı savunan, ülkenin tek ulus olmadığı, bayrağın tek ulusu temsil etmediği, yazışmaların tek dil ile yapılmadığını kabul edip çözüme bir adım atmak zorundayız. Aksi halde birileri gelir, masasının başında eline cetvelini alır ve yeniden sınırlarını çizer.

Türkiye denen ülke bu şekilde masa başında sınırları belli olan ülkedir. Bakmayın ulus devleti tarihi masallarına, gerçek sizin okullarda okutulan tarihlerden farklıdır ve o fark ile yüzleşin... Son Osmanlı Meclisinin aldığı karar olan “misaki milli” sınırlar ile bugün ki Türkiye arasında ki farkı inceleyin, kendi devletiniz içinde yapılmış bir demiryolu bile sizin ülkenizin sınırı olabiliyor.

Osmanlı imparatorluğunun içinden onlarca devlet çıkaran masa başında ki güçler, ihtiyaç olmasaydı Türkiye diye bir devlet yaratmazdı...

Bugünlerde yeniden masalar kuruluyor ve ellerine cetvel almış siyasiler sınırlar ile oynayabilir, sizlerin her türlü itirazının bir anlamı yok, çünkü kendinizi ortaya koyacak, soruna çözüm odaklı yaklaşımınız olmazsa birileri size dayatır ve kabul edersiniz.

Kürt sorunu hemen şimdi çözün, onun yolu da savaş, istila adını ne koyarsanız koyun sonlandırmaktan geçiyor...

Yarı sömürge bir devletin emperyalist rüyası kısa sürer…

Kuruluş sırasında kendisine verilen sınırlar içinde yok saydığı hakların yaşadığı bölgelerde zaman içinde onların sorunlarına çare olacak doğru adımlar atılmadığı zaman o yerde ister istemez istilacı konumuna düşer hakim devlet ve o istilacı konumundan kaynaklı orada isyanlar başlar. Zamanla hakimiyeti ve devlet kavramı tartışılır hale gelir. Sadece o bölgeleri sürgün yeri görülür, çocukları ailelerin elinden alınıp yatılı okulda devlete hakim olan ulusun bir çalışanı olarak görülüp, ‘Truva Atı’ gibi yetiştirilip içinden çıktığı ulusa gönderilip asimilasyon aracı ya da baskı yapan askeri, memuru yaparsanız bir süre başarılı gibi gözükse de tepki doğal olarak doğar, çünkü yerli işbirlikçilerin zulmü hakimin zulmünden daha fazla acı verir… Sorunları yok sayan, görmezden gelinen “gitsek de gitmesek de o köy bizim köy” anlayışı çöker… Sorun çözümü ismi değişen isyanlar ve örgütler ile kendisini dayatır…

Sorunun çözümü savaşta değildir, sorun masa başında güçlerin karşılıklı olarak kendilerini özgürce ifade etmesi ve yeni bir anlayış ile devletin biçimlendirilmesidir.

Bu yeni devlet anlayışı içinde dincilerin bahsettiği ümmetçi anlayış ile Kürt sorunu yok sayan anlayış da bugün ki iktidarın seferleri ile yok edilmiştir…

Sorun, çağdaş devlet anlayışı içinde yeniden tanımlanması ve yeni, çağdaş, laik, özgür bir ülke kurulması ile çözülür…

Komşuları ile sıfır sorunlu bir devlet kurulmanın birincil şartı Kürt sorunu ve ulus devlet anlayışından kalan tüm tortulardan kurtulmadan geçer…

İsmail Cem Özkan

31 Ağustos 2019 Cumartesi

Homojenlikten çok kültürlülüğe geçemedik!


Homojenlikten çok kültürlülüğe geçemedik!

Ulus devleti her şeyi homojenleştirmek istedi, ülkede ne Alevi vardı ne de Kürt!. Ulus devletinde her kişi mutlaka Müslüman (Sünni) ve Türk olmak zorundaydı, olmayanı ya asimilasyon ile yola getirilecekti ya da güvelik güçleri ile..

Ulus devleti hakim milleti dışındakilerin ana dilde konuşmaları yasaktı, bu topraklarda her doğan Türk ve Sünni Müslüman’dı... Bir de uluslararası anlaşmalar ile azınlıkların hakları vardı, onların hakları da kata külle ile zaman içinde budanmış, budanmayacak gibi olanlarda olaylar bahane edilerek gözleri korkutulmuş, olmadık negatif ayrıcalıklar yapılarak ülke dışına “gönüllü” olarak gitmeleri teşvik edilmiştir. Tarihimizin karanlık noktaları uluslaşma sürecinde bir çok olay mevcuttur, yaşanmıştır ama yaşayanlar haricinde genel bir bilinirliliği yoktur. Devletin çıkarı bazı bilgileri kamuya mal etmez, yaşanır ve yok sayılır… 

Bir darbe ile ulus devleti liberalizm rüzgarı ağır ağır yontu, tıpkı peribacaların oluşumu gibi… rüzgar ulus devletinin yapılarını özelleştirme adı altında budarken, gümrük duvarlarının yıkılması ile eskiden ulusal sermayeyi koruyan ne varsa ağır ağır acele edilmeden yok edildi…  Ulus devleti sonuç itibarı ile liberalizm karşısında direnemedi ve yıkıldı.

Ulus devleti yıkıldı ama yerine yeni bir devlet sistemi yerleştirilemedi. Ortada bir boşluk oldu, çünkü küreselleşmeyi teşvik ederlerken küreselleşmenin en önemli saç ayağı olan hukuk sistemi yaratılamamıştı, çünkü şirketler küreselleşme rüzgarı ile ulus devletlerin birikimlerini yağmalıyorlardı. Hukuk pratik ihtiyaca göre doğacak bir şeydi, çünkü hukukun varlık sebebi sermayeyi korumak ve geliştirmektir. Devlet mekanizması altında sınıf çatışmasını sermaye lehine sonlandırmaktır… liberalizmin ilk yaptığı iş, sınıf mücadelesinde kazanım elde eden işçi sınıfının tüm kazanılmış haklarını elden almak ve işçi sınıfının en örgütlü oldukları kamu iştiraklerin özelleştirilmesi ile işletmelerde ki örgütlü işçilerin kapı önüne konulması ya da örgütsüz bırakılası süreciydi… başardılar da, işçi sınıfının yüz karaları işbirlikçi siyasiler ve sendika ağaları aracılığı ile…  Küreselleşme istenildiği gibi gitmedi ama ulus devleti yıkılmış oldu. Liberalizm tarihinde olmadığı kadar güç elinde bulundurmuş ama iyi yönetmemişti…  Krizi yönetemeyen ve kurumsallaşamayan liberalist düşünce yerine popüler siyasetçilerin macera dolu politikaları alıyordu. Küresel anlamda başka bir rüzgarın etkisi ile tarihin en karanlık ve en belirsiz süreci içinde karanlık bulutların altında insanlık yol alıyordu… sınıfsal bakış açısı tehlikeliydi ve cinsiyetçi bakış açısı toplumsal olayların yorumunda kullanılır kılındı…

Liberalizm ilk iktidar döneminde “geçmiş ile yüzleşelim” çağrısında bulundu ve ulus devletin baskısı altında kendisini ifade edemeyenler arasında muhteşem bir karşılık buldu, çünkü ilk defa o güne kadar yaşadıkları görünür kılınacak ve belki de pozitif ayrımcılık elde edeceklerdi… ütopya beklide gerçek olacaktı ama kuantum teorisinde olduğu gibi önceden tahmin edilmeyen hareketler ile karşı karşıya kalınacaktı… yüzleşme yerini hesap sormaya ve daha sonra ayrımcılığın bölücülük boyutuna taşınmasına kadar gidecekti, toplumlar atomize edilecek ve yeni ulus devletçikler ortaya çıkacaktı… Üstelik ayrışma iç savaşın boyutunu soykırım düzeyine çıkacak şekilde olacaktı…

Ülkemiz öznelinde ise ulus devletinin alışkanlıkları yıkılırken eskinin yerine gelenler de bu sefer olaylara ve geçmişe daha farklı yaklaştı, “yüzleşelim” dediler. İlk yaptıkları icraatları sözde oldu. Söze önce Kürtleri ve Alevileri tanıyalım diye başladılar.

O güne kadar devlet içinde yer alan Alevi ve Kürt kimliğini ortaya çıkaranları diğerlerinden ayırma yoluna gittiler. Ulus devleti birleştiriciydi yani ‘homojenleştirmek’ için yok sayarken, yerine gelenler ise ‘ötekileştirdi’. Yeni söylemde Kürtler ve Aleviler var ama devletin işleyişinde yerleri yoktur, çünkü ihtiyaç duyulduğunda tek bayrak altında yaşayan herkes çoğunluk haklarına uymak ve biat etmek zorundaydı.

Ret etmiyorlardı ama devlet içine de almıyorlardı...

Bir anlamda bölücülüğü devlet eli ile yapıyorlardı, geçmişte (ulus devleti olduğu zamanlar) bölücü kabul edilenler ulus devlete karşı olanlardı... Yani kendi ulusal hakkı için mücadele edenler, klasik söylem ile “ulusların kendi kaderini tayın etme hakkı”, ki bu hak ülkemizde hiç bir zaman olmadı, çünkü ülkemiz tek bayrak altında, tek millet, tek din olan bir yerdi!..

Ulusal devlet yıkıldı, yerine bir devlet modeli hayata geçmedi, küreselleşme dediler, küreselleşme bizde ki karşılığı küresel firmaların montaj sanayisi olduk, onların markalarını tüketen, kendi markalarımızı küçümseyen olduk, o kadar küçümsedik ki hepsini küresel firmaların çıkarlarına uygun şekilde özelleştirdik, kapatırdık! Çünkü küreselleşme “tüketme çılgınlığından” başka şey olarak algılanmadı ülkemizde. Özelleştirme adı altında yapılan ihalelerde ihale yapan sakal parasını aldı, mutlu oldu sadece. “İşin fıtratında var” diyerek siyasiler zengin oldu, işçiler işini kaybetti, muhtaç oldu. Fakirleşenler el açar konumunda olunca eline para vereni efendisi kabul etti, eller öpüldü.

Sınıfsal bakış yerini cinsiyetçi bakış açısı ülkemizde yerleştirildi.

Cinsiyetçi bakış Ortadoğu ülkesi olmamıza karar verildiğinde empoze edilmişti. O güne kadar aklımıza gelmeyen “feminizm” birden popüler oldu, daha sonra kadınların başörtüsü doğal bir mücadele alanı oldu, çünkü cinsiyetçi bakış açısı kadını erkekten ayırıp, kadın hakları için edilmesi gereken mücadele alanını kadınların erkeklere biat ettiği alana evirildi... Elbette buna karşın küçük bir kesim hala eşitlik mücadelesi yapmaya devam ediyor, üstelik sokakları en iyi kullanan kesim olarak yollarına devam ediyorlar. Başı bağlı olmayanlar “mahalle baskısı” ile zaman içinde başlarını bağlayarak “efendim erkek” dedi. O güne kadar sınıfsal bakış içinde yan yana olan kadın erkek daha da ayrıştırıldı... Gerçi geleneksel bakış açısı içinde kadın ve erkek eşit hakları olan insanlar olarak kabul edilmediler, sınıf mücadelesi içinde dahi bu geçerliydi… Hiçbir sendika başkanı kadın değildi…  devrimci yapılar da sözde eşitlik vurgusu vardı ama pratikte genelde yoktu… Elbette kadın ve erkek sadece kitlesel katliamda ayrımı yapılmadı, erkek de kadında bölücü ve anarşist olarak damgalandı ve ölüm onlara hak görüldü...

Ulus devleti henüz tüm kurumları ile ülkemizde yaşam alanı bulamadan yerini “küreselleşme” adı altında ‘liberalizmin’ batağında buldu...

Liberalizm rüzgarı ile iktidara gelenler ülkeyi böldü, ötekiler ve yandaşlar diye... “Yandaşlar ne istedilerse verdiler” … Zaman içinde iktidarın nimetleri iktidar mücadelesini ortaya çıkardı ve yandaşlar arasında ki iktidar kavgası darbe senaryosunu ortaya çıkardı. Sonuçta iktidar kendisini olması gerekenden daha fazla yetkili ve güç içinde buldu...

Kürt ve Alevi açılımların yerini ret et ve yok et mantığı aldı, çünkü çıkarlar “yüzleşmeyi” değil, “yeniden tarih yazmak” ihtiyaç olarak ortaya çıktı.

Tarih güçlünün çıkarına göre yeniden yazıldı, dini bayramlar ile ulusla bayramlarda bile bölücülük ortaya çıktı. Dini bayramlarda ulaşım bedava olurken ulusal bayramlarda ulaşım paralı olmaya devam etti. Din vurgusu olan yerde yeni dini günler icat edildi, yeni bayramlarda asimilasyon vurgusu daha da önem kazandı, bu sayede Alevi ve Kürtler ümmet adı altında homojenleştirilmek istendi, çünkü iktidarda olanlar liberalizm bilmeden liberalizm savunurken “geçmiş alışkanlıklarından” kurtulamadılar...

Ulus devleti yıkıldı, yerini şirket kafası taşıyan ama geçmiş alışkanlıklarından da kurtulamayan taşeronların aldığı yeni bir geçici düzen kuruldu ama geçici olması gerekenler zamanı uzattıkça kendilerinin kalıcı olduğu hayallerine kapıldılar ama çakma liberalizm elbette liberal dünyada sırttı… Ülkemiz ne yazık ki Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından "Avrupa'nın en yozlaşmış ülkelerinden biri" olarak nitelendi…

Ulus devleti homojen bir toplum kurma ütopyası içinde kendisini örgütledi, o yıkıldı, yerine gelenler ümmet adı altında toplum hayal ettiler ama başaramadılar, ama var olan çok kültürlü bir yapıyı görünür kıldılar. Çok kültürlü topluma uygun ve azınlık haklarını koruyan yasları oluşturmadılar, çünkü onların bir tek sorunları vardı kendi yandaşlarının ve “çoğunluk” çıkarlarıydı… o yüzden pozitif ayrımcılık “azınlıklara” göre değil, “çoğunluğa” göre yapıldı… O da demokrasiyi ortaya çıkarmadı, çünkü çoğunluk haklarının pozitif ayrımcık yapılan yerde ötekileştirme ve baskı araçları kaçınılmaz olur… Kısaca otokrasi devlet yapısı demokrasi gibi sunulur…

İsmail Cem Özkan

1 Ağustos 2019 Perşembe

Güzel bir dostun arkasından…


Güzel bir dostun arkasından…

Sivas’ın Gemerek ilçesinin güzel bir yerleşimi vardır, Çepni. Elbette bir çoğunuz ülkemiz içinde Çepni isimli bir yer ile karışılırsınız, çünkü bir çok yerde Çepni ismini kullanan köy, nahiye vardır. Çepni bir göçmen kolunun adı ve göç edenler kendi isimleri ile anılırlar.

Benim yolum üniversite yıllarında kesişti o köy ile. Gittiğimde köydü, şimdi sanırım başka bir isim ile anılır olmuş, büyümüş… Üniversite arkadaşım Celalettin Uludağ ile o köye gittik, o köyün ilginç bir yanı var, köy iki bölümden oluşuyor, yukarı ve aşağı mahalle … Aşağıda yaşayan Alevi, üst tarafta oturan Suni inançlı. Yolun başlangıcında gittiğimde samanlık olan ve karakol olan bir kilise kalıntısı, o kilise yeniden restore edilip ayağa kaldırılıyordu en son aldığım bilgide… Osman Kavala o kilisenin ayağa kaldırılması konusunda çok heyecanlıydı, ilk defa bir köy kendi imkanları ile kilisesini ayağa kaldırıyordu, geçmişine sahip çıkıyordu. Onun sevinci benimde sevincim olmuştu, o köy üzerine yazdığım bir de öyküm vardı. Benim de içinde yaşadığım bir köy olmuştu, düşüncelerimde, öykümde, geçmişimde bir imza… O imzanın mimarları arasında Celalettin’in dışında onun ağabeysiydi.

Türkay. Mahkeme kararı ile bu ismi almıştı, babasının verdiği ismi değiştirmişti. Nasıl değiştirmesin, inancının tam tersiydi... Babası sağ görüşü benimsemiş olması onun insani ilişki içinde ve çocuklarının solcu olmasını engellememişti. Hoşgörü köyüydü, yaşanmışlıkların çıkarılmış bir ders vardı. Yok edilmiş, sürgüne gönderilmiş Ermenilerin yerlerinde anılar ve bir de kilise kalmıştı. Kilise onların geçmişini sembolize ediyordu, devletin karakolu o kilise gelip yerleşmiş olması da dünden bugüne bırakılan bir dersti…

Konumuz elbette Türkay, çünkü onu Ankara’da tanıdım köyüne gitmeden önce. Bir öğrenci evinde. Bir imecenin içinde, okuma telaşı içinde olan türkü sevdalısı abi kardeş. Darlık yaşamışlardı, ekonomik kriz içinde öğrencilik. Dar bütçesi olanlar yan yana gelir ve öğrenci evleri yaratılır okurken…

Öğrenciler yan yana gelir ve ev kiralarlar ve ortaya bir öğrenci evi yaşanır şekilde yaratılır.

Öğrenciler kiralamak zorundalar, çünkü hayat onlara başka yol bırakmamıştır.

Küçük bir bütçe ile okunacak ve diploma alınacak.

İşte yoldaşım, arkadaşım, dostum Türkay'ı öyle bir evde tanıdım. Kardeşi benim yoldaşımdı ki hala yoldaşımdır. O bizlere yardım eden, ihtiyacı olana burs sağlamaya çalışan hukuk fakültesinin öğrencisi olmak dışında iyi bir Türk Halk Müziği sanatçısıydı. Sahnede yerini alır ve içinden geldiği gibi söylerdi. Musa Eroğlu, Yavuz Top, Arif Sağ üçlüsünün “muhabbet konserleri” onun Ankara’da ki adresiydi... Ahmet Yıldız’ın açmış olduğu kültür merkezi bizim en çok zaman geçirdiğimiz yerdi, nasıl olmasın ki, o Halkevleri Genel Başkanlığını yağmış, boyun eğmemiş, Halkevi üyesi olan tüm devrimcileri savunmuş biriydi. Benim de papyonlu amca dediğim ama daha sonra abi dediğim güzel bir insandı…

Burslar çok önemliydi, o dönemde burs işi ile ilgilenen Almanya’da hukuk eğitimi yapmış bir avukat abimiz vardı, onun sayesinde bir çok ekonomik zorluk içinde olan solcu öğrenci burs alıyordu. O ilişkiyi de Türkay sağlıyordu.  Fakir öğrencinin bir umuduydu bir anlamda…

Türkay, benim gözümde sazı elinde türkü söyleyen, kendi çapında besteleri olan ve döneme uygun bir grup kurup sahneye çıkandı. Benden büyüktü, o büyüklüğün getirmiş olduğu bir ağırlık vardı, bir de 12 Eylül’ün üzerinde yüklediği ağırlık. Arkadaşları işkenceden geçmiş, ağır bedeller öderken o dışarıda ağır işkenceleri içinde yaşıyordu. Mağdur olan ve bizden olana karşı bir duyarlılığı vardı. O bir devrimciydi ve 12 Eylül öncesinin devamlılığını üzerinde taşıyordu. Örgütü yenilmiş, ilişkiler dağılmış olmasına rağmen öğrenci evi bir devrimci okuldu, devrimci türkülerin söylendiği ve rahat nefes alındığı bir yerdi.

Hayatın yüklemiş olduğu ağırlığın altında direnendi... Direnmeyi, en karanlık günlerde dahi umudu yaşatacak ışığı gösterendi... Özveriliydi, o kadar da alçak gönüllüydü. İçinde fırtına eserdi ama bizler o fırtınanın şiddetinden haber dahi olmazdık…

Türkay, hiç bir zaman nedeni anlayamayacağım şekilde intihar etmiş, bir devrimcinin görevi yaşamaktır, yaşatmaktır... O görevini yapmadan kısa yoldan direnmeden geçmiş bu hayattan, çok üzüldüm... Benim Çepni’li güzel dostum, yoldaşım... Bize sadece anılarını bırakıp gitti... Celalettin Uludağ kaldı geriye, kardeşi, yoldaşı, canı, bir de güzel bir oğlu, sadece onlar mı, seveni çoktu, sevenleri de bilememiş içinde ki fırtınanın şiddetini ve gerisine bıraktığı mektupta fırtına dışarıya çıkmış...

Sen her zaman anılarımızda yaşayacaksın, biz var oldukça bu hayata bıraktığı iz var olacaktır… Keşke bize aşıladığın “devrimcinin birincil görevi yaşamaktır, yaşatmaktır” sözünü tutmuş olsaydın…  Unutulmayacaksın…

İsmail Cem Özkan


31 Temmuz 2019 Çarşamba

Hastasını müşteri olarak gören şirketler var…


Hastasını müşteri olarak gören şirketler var…

İzmir’de kurulu olan bir hastane adı son yıllarda belki ilginizi çekmiştir, hemen hemen İzmir sokaklarında elektrik direklerinde asılı olan ilanlarda görmüşsünüzdür. İzmir merkezli Batıgöz… Peki, Batıgöz bir göz hastanesi mi? İzmir Balçova ilçesinde bir göz hastanesi olmadığı normal bir hastane olduğu (Batıgöz Balçova Cerrahi Tıp Merkezi) gerçeği ile karşılaşırsınız, göz hastanesinden normal özel bir hastaneye geçiş… AVM formatında giriş katında bir hastane ya da poliklinik denilebilir… Orada değişik sağlık anabilim dallarına uygun muayenehane yapılan yerleri var. Alanında “uzman” doktorlar ile hastalarına pardon “müşterilerine” hizmet vermekteler…

Bizim yolumuz bu poliklinik diş bölümü ile annemin adım atması ile başladı. Annem reklamlardan etkilenerek bu yere gitmiş. Reklamlarında ne demekteler? "Hizmette kalite ve güven”  şimdi bu iki cümleyi ya da kelimeyi duyunca ister istemez bir o tarafa doğru meyil etme durumu söz konusudur. Annem nereden bilsin ki başına gelecekleri… Bir diş doktoru var ama diş doktorunun etrafında diş doktoru olmayan ama diş doktoru kadar bilgili olduğunu sanan işgüzarlar varmış. O işgüzarların birinin o bölümünün “shop in shop” mantığı içinde ortağı olduğunu işletme müdürü sohbet sırasında ağzından kaçırdı, hatta bu ortağı benim ile karşılaşmasında kendisine güya güvenen bir işadamı görünümündeydi… benim muhatabım o olmadığı için ciddiye bile almadım, çünkü muhatabım hastanedir, küçük kiracısı beni hiç ilgilendirmez, o onların sorunudur, nasıl bir anlaşmaları var ya da yok benim konumum dışındaydı. Kısaca her bölümü başka bir şirket ya da kişi hastane çatısı altında işletiyor… Nasıl olur bu iş demeyin, bir çok büyük mağaza içinde “shop in shop” vardır ve kabul görmüştür, böylelikle işletme maliyeti düşerken “kazan kazandır” mantığı içinde bir anlamı olur… Hem o işletme para kazandırırken mekan kullanımı ve alanın verimli kullanımı da gerçekleşmiş olur. Zarar etse de o “shop in shop” içinde mağaza zarar ederken tüm işletmeye zarar olarak yansımaz, o kirasını alır… Buraya kadar güzel yönlerini anlattım, şimdi kötü yönünden bahsedelim, annemin somut durumundan…

İşletme satış sonrası hizmet vermezse reklamasyon yani kötü reklam kime doğru döner… “shop in shop” mağazanın gerçek sahibine, yani kiraya verene, markasını kullanımı verene, çünkü bir “güven” kavramını yıllarca başarılı bir şekilde götürmüş ve markalaşmış… Kiracının kötü uygulaması direkt marka sahibini vurur, çünkü tüm sorumluluk marka sahibindedir, küçük kiracıya ait olmaz… Marka sahibi ne yapmak zorundadır, o kiracısı ile yeniden oturup anlaşma yapması ya da fesih etmesi gereklidir. Peki, fesih ederken ne yapacak, var olan mağduriyeti ortadan kaldırıp orta bir yol bulmak ile yükümlüdür… Sonuç ben yapmadım sorumluluk bana ait diyemez…

Şimdi annem öznelinden gidersek, diş tedavisi yanlış, Diş Odaları rapor ile kanıtlandı, onun dışında bir çok alanında uzman kişilerin fikirleri alındı… Yani hata somut… Annem tedavi olalı üzerinden uzun zaman geçti, elbette acı ve mağduriyetten kaynaklı hem maddi hem de manevi bir kayıbı var… Tedavi masraflarını mutlaka karşılayacaklar, biraz zamanı uzatabilirler ama karşılanacaktır, o konuda ulusal ve uluslar arası tüketiciyi koruyan kanun maddeleri var. Ki Batıgöz uluslararası bir marka, yurt dışında ve ülkemizin değişik kentlerinde hizmet veriyor. Genişleme hedefi olan bir şirket konumunda. Annemin mağduriyeti ve kötü deneyimi elbette şubeleri olan yerlerde yerel ve ulusal medya dillendirecek yazılar çıkacak, çünkü günümüzde iletişim muhteşem ilerledi… Bırakın ilişikleri kullanmayı, ilişkileri kullanmadan bile sıradan birkaç yazı bile bir markanın reklamlarında belirttiği sözlerin altının boş olduğunu potansiyel hastalarına ulaşır… sadece yazılar ile gündemde tutarak bu süreç ilerlemeyecektir elbette, İzmir il sağlık müdürlüğünden başlamak üzerine cumhurbaşkanlığı bilgi edinmeyi, sağlık bakanlığından uluslar arası şirketlerin çalışma izni ve şube açmalarına izin veren kurumalarına kadar bu konu taşınacaktır… Çünkü bir marka iddiasında olan şirket nerede olursa olsun hizmetinde bir aksilik yapmışsa ve reklamlarda kullandığı sözlerin altı boşa düşünce “müşterisini aldatma” durumuna düşer… Reklamlarda aldatıcı kelime ve çağrıştırıcı herhangi bir şey kullanılamaz…

Bizim şirketimiz sahip çıkalım, kol kırılır içinde kalır mantığı bu aşamadan sonra bende yoktur, çünkü artık bizim gibi gördüklerimizde bizim olmadığını biliyoruz.. Var olan sistem her ne kadar şirketleri korur gibi gösterilmiş olsa da rekabet yasası gereği aslında şirketlerin en zayıf noktasını da ortaya çıkarır…

Bugün yeni bir kampanya başlatıyoruz, Batıgöz hasta memnuniyetinden pek ciddiye almadığını görmekteyiz (bir çok yazı yazılmasına rağmen geri dönüş yapmadıkları ortadadır, her yazı sonrası ‘aldık, ilgileniyoruz’ diye bir mesaj dahi atmamışlardır.)  ama müşteri konusunda bakalım tavırları nasıl olacak?

Batıgöz özel bir göz hastanesi değildir, adını kullanarak yeni hastane açmak için prosedürleri ortadan kaldırmak için kendi adına “shop in shop” mantığı içinde poliklinik açma yetkisi olmayanlara olanak sunması bile başlı başına bana göre suçtur…

Sağlık alanı sıradan bir market mantığı ile yapılanmaz…

Şimdi duyumlar ile gerçekler ne kadar bir birini örtüştürecek bilemiyorum ama her dedikodunun altında gerçekler var olmaya devam eder, bürokrasiyi kandırabilirler ama hastasını kandırmazlar, çünkü sonuç somut olarak ortada olur…

Diş tedavisi ile çıkılan yolda tedavi memnuniyet ile sonuçlanmadığını ve mağduriyet yarattığını görmekteyiz. Aynı şekilde annemin de yalnız olmadığını diş odasına yapılan şikayetlerden çıkarıyorum… Çünkü bilirkişiye gittiğimizde “ilk siz değilsiniz, madem mesleğini bilmiyor doktor, gitsin başka iş yapsın zorunlu değil diş tabibi olmasına” demiştir…

Bugün köşe yazımı öznel bir durumdan yola çıkarak yazdım, sanırım sonda olmayacak, her gelişmeyi okuyucu ile paylaşmak sanırım bir sorumluluk yüklüyor…

İsmail Cem Özkan

26 Temmuz 2019 Cuma

Büyülü semtleri anlatan bir kitap…


Büyülü semtleri anlatan bir kitap…

Benim Büyülü Semtim “Hatay” M. Salim Çetin imzalı İzmirim Dizisi kitapları arasında Heyamola Yayınları arasından çıktı. Elbette bu serinin amacı içinde yer alan yerelliğin önemi, çeşitliliği, kültürel zenginliğinin okuyucuya ulaştırması, en azından yaşadıkları semtlere bakan, onlara hizmet eden kişilerin gözünden semt sakinlerine ve yerellik konusunda meraklı olanlar için zengin bir kaynak oluşturmasıdır.

Kitap dünyasının çok sıkıntılı günlerden geçtiği malum, diğer sektörlerde yaşanan daralma kitap yayıncılığı konusunda ve matbaa hizmetleri açısından da paralellik söz konusudur. Doların istikrarsız hareket etmesi elbette siyasi belirsizliğin ve yanlış alınan ekonomik siyasi kararların bir sonucu olduğu su götürmez ise de kitap dünyası, henüz ülkemizde bir sektör olamadan amatör ruhun gidebileceği adımların en son adımını atıyor gibi de içimde bir his var. Bir çok yayınevi editör eşliğinde bir konu etrafında kitaplar çıkarıyor, bunun en büyük nedeni elbette yayınevinin atacağı adımı önceden görmek istemesidir, hazır okuyucu ya da sektörel değim ile “müşteri” bulması önemlidir. Kitapların kalitesi, içeriği uygun olup olmamasından daha ziyade kapağı ile “işte ben buradayım, beni tüketin” çağrısı yapmasıdır. Çok anlaşılır bir seçenektir, çünkü daralma ve maddi sıkıntılar yayınevleri önünde fazla bir seçenek bırakmıyor… Bir çok yayınevi yan yana gelip kooperatif kurarak güçlerini birleştirip mali giderleri düşürme telaşında, bazıları ise parayı verenin kitabını basma yöntemini seçmiş, ilgisiz ve belirli bir çizgisi olmayan yayınevleri piyasada, editörial çalışma yapılmayan kitaplar… Türkçe basılan kitaplarda zaten Türkçe dikkat etmek bir yana bırakılmış durumda, para getirsin yeter ki, “okuyucusunu biçimlendiren değil, okuyucusuna uygun kitaplar” kitap piyasası içindedir…

Heyamola yazarından para almadan kitap basan ender yayınevlerinden biri. Ayakta kalmak zorundadır ve projeler üretmektedir. Her şehrin yerel hikayelerini kitaplar halinde orada yaşayan genelde bürokratların gözünden ve yerel de yaşayan yazarlar ile iletişime geçerek yerel için kitaplar üretmesine neden olmuş. Aynı kapak biçimi içinde yazar ve semt isimleri değiştirerek yetmiş iki semtin kitabı basılmış durumda, kırk kere maşallah demek düşer bize, ne kadar çok olursa yerelliğe dair vurgu da artacaktır. En azından küresel bakış açısı bizi mutlu etmedi, yerel bakış açısı içinde yerel sorunlar çözülürse bizler daha mutlu oluruz…

M. Salim Çetin Konak ve Karabağlar belediyesinde Kültür Müdürü olarak ve kültür alanın değişik alanlarında hizmet vermiş bir yerel çalışandır. Yerelliğin önemini kavramış, yerelden haber vermeyi, yerelde yaşanmış ayrıntıları elinden geldiğinde okuyuculara ulaştırmayı görev edilmiş. Kendi yönetiminde ya da belediye yönetiminde çıkan bir çok dergide yazılarını yayınlamış, yerel çıkan yerel yayınlarda ve ulusal medyada yazılarını yayınlatmaya devam eden bir gönül adamıdır.

Sosyal demokrasinin yerel yönetimlerde adım atmasını ve adımlarının da halktan, hukuktan ve adaletten taraf yapmasını, kayırmacılığın olmadığı sosyal bir adalet prensipleri içinde hareket etmesini sürekli vurgulamaktadır, o yüzden belki yerel oluşan bir çok derneğin de yönetiminde yer almaktadır.

Kitabını oluştururken daha önce yazdığı yazıları yeniden gözden geçirmiş ve Hatay semti merkezine alarak, yerellik konusunda düşüncelerini açıkladığı bir kitaptır. 

Benim Büyülü Semtim “Hatay” diye yazarken dikkat ederseniz Hatay semt adını tırnak içine alıyorum, çünkü orada anlatılan sadece Hatay değildir, yaşadığımız yerlerdir.

Yaşadığımız yerler bizim için her zaman büyülüdür, üstelik geçmişe doğru bakıldığında, eski komşuluk ilişkileri, gecekondu mahallerinde açık bırakılan kapılar, hiç sormadan mutfağına girip su içilen, sokaklarda top oynayan çocuklar… (Bugün parka dahi çocuğunuzu çıkarsanız yanında bir büyük olmak zorunda, sürekli kontrol altında tutulan çocuklar) Geçmişin semtlerinde gecekondular vardı, şimdi büyük binalar diktiler, sokaklar dar, kaldırımları olmayan yerlerde arabaların hakimiyeti var, çocuklar bırakın top oynamayı yan yana gelip gezecekleri bir alan bile yok! Bu konuda İzmir biraz şanslı en azından deniz sahil şeridi doldurmada olsa geniştir, oraya gidip meltem rüzgarı eşliğinde gençler ve genç kalanlar İzmir’i sahil şeridi boyunca bir arada yaşıyorlar…

Salim Çetin yerelden bakmayı ve kent kültürünü geliştirmek konusunda kendisine dert edinmiş. O yüzden kitapların sayfaları arasında o dertlerini ve kendisine göre çözüm önerilerini de sıralamaktadır; “Düşünseniz ya kent kültürünü akşam sabah tartışan birinin ruh halini; kentin merkezi için tasarlanan onca etkinliğin kenarlara gelinceye dek adeta tükendiğini, oralara ulaşmadığı…
Küresel kentlerde sanatın artık şov malzemesi olduğu, ülke ekonomisinin kentlerdeki gelişmelerle at başı gittiği; sanatın şirketlere prestij ve güç sağlayan bir öge haline geldiği olgusu tartışılırken, Gültepe’de, Limontepe’de biz hala sokakların kamusal kullanım alanına dönüşemediği, insanların merkezi semtler yerine kendi semtlerinde bu olanağı yakalamamış oldukları gerçeğini tartışıyoruz. Kesişmeleri ve rastlaşmaları buralarda değil, şehrin merkezi alanlarına bırakıldığını biliyoruz, zorunluluktan dolayı. Dolayısıyla şehrin bireyi özgürleştirdiği olgusu da henüz buralarda gerçekliğe dönüşemiyor maalesef.”

Kitap elinize bir geçerse eğer, o elinizin alında bir semti semt yapan yazarları, sanatçıları yakalarsınız. Semtin ruhunu sanatçılar eserleri ile ortaya koyar ama o semtin içinde yaşayanların kaçının haberi olur bilinmez. En azından belediye birkaç sokağa isimlerini verir, bir de heykel varsa ne ala… Şehirlerimiz heykel yoksunudur, çünkü onları koyacak yeteri kadar ne alan vardır ne de park. Şehir mimarisi diye bir şey yoktur aslında, ihtiyaca uygun bina yapmışlar bir birine saygısı olmadan. Sahil şeridini kaplayan düz bir duvar vardır, İzmir’in içlerine doğru akması gereken havayı kesen. Sahil şeridi dolgular sayesinde biraz genişleyince İzmir akşamları sahile akıyor, sahile bakan binalarda oturanlarda balkonlarında ya da klimalı odalarından camdan manzarayı seyrediyor… İzmir mimari açıdan ne yazık ki övünülecek yer değil, doğal olarak ihtiyaca uygun yapılan binalarda yaşayan insanlarında üretimi o kadar fazla değil, düşünün bir kere koskoca İzmir’de, Hatay semtinde kaç heykeltıraş, tiyatro sanatçısı ya da yazar var, elbette şairi boldur ama kimse şair olduğunu duymamıştır… İşte bu kitapta bir elin parmak sayısını aşmayan yazarlar ve onlar ile ilgili anılarda bulacaksınız, en azından yaşadığınız yerde bakın araştırmacı yazar benim semtimde yaşamış demek için bile bu kitap alınır… Ellerine sağlık Çetin, iyi ki gri beyin hücrelerinde anıları tutmuş ve yazıya dökmüş, sayende İzmir’in bu içinden geçtiğim ama yaşamadığım semt hakkında bilgi sahibi oldum. Atık o semtten geçerken Cevat Şakir burada yaşamış diyebiliyorum…

Her semtin bir büyüsü vardır, o büyüyü ancak hissedenler dillendirirse, yazarsa farkına varırız… İyi ki yazmış, iyi ki okudum… Şimdi kitabı alanlar hemen okurken farkına varacaklar M. Salim Çetin dostum olduğunu ve dostu için bu yazıyı yazmış diye, elbette Salim Çetin benim dostum, kardeşim, yerelden bakan yoldaşımdır, bunu saklamıyorum, çünkü o güzel insan ve ailesi ile tanıştığım için mutluyum, yıllardır de bu seviyeli dostluğumuzu koruyoruz. Bu dostluğum kitabı olmasından farklı da anlatmadım, olduğu gibi dost kayırması yapmadan yazdım. Günümüzde ne yazık ki, eleştiri adında övgü methiyeleri okuyoruz. Parasını veren kitap yazıp bastırdığı gibi aynı şekilde parasını verip eleştiri adı altında övgüler yazdırıp kitap eklerinde de yerlerini alıyorlar… Bir çok yayınevi olmasına rağmen kitap eklerine bakın (elbette fazla kitap eki çıkaran gazetede kalmadı, onlarda sektörün verimli tarafından bakıyorlar, masrafını kurtarmak nasıl ki yayınevinin hakkı, gazete sahibi de ek masrafını kurtarma derdinde, o da ona göre çözüm bulmuş.) çok fazla yayınevi çeşidi göremezsiniz, belli başlı yayınevlerinin kitapları genelde her sayıda yerlerini alırlar. Kısaca ne yazık ki ekonomik darboğaz bir çok şeyi bir birine karıştırmayı beraberinde getirdi… Umarım bu çalkantılı ve kargaşa en kısa zamanda sonlanır de olması gerekenler olur…

Sonuç itibarı ile yaşadığımız hayat ne yazık ki bizim istediklerimizi bize bir tepside sunmuyor, var olanları olduğu gibi kabul edip, elimizde bilgileri ne kadar çok toparlarsak yaşamımıza o kadar daha gerçekçi pencereden bakarız. Veriler elde olunca özgüvende olur. Özgüvenin olduğu yerde değişim kaçınılmazdır. Yerel çalışmalar önemini veri kaynağı olmasıdır, üstten ne kadara politika üretirseniz üretin yerel mutlaka bir yerde direnecektir, çünkü yerel olmadan merkez olmaz, merkez bir süre kendisini kandırır o kadar.

Bağımsızlık, demokrasi ateşi bugün İzmir’i sosyal demokrasi kalesi gibi gösteriyorsa, o Dikili’de ve İzmir büyükşehir’de siyaset yapmış, orada hizmet üretmiş olan efsane başkanlarına borçludur.

İsmail Cem Özkan