Devlet,
tiyatro kurdu!
İkinci dünya
savaşın sırasında kurulan Devlet Tiyatrosu, Ankaralı seyircilere ulaşırken,
aslında büyük acıların de çığlığını seslendiriyorlardı. Tiyatro bizim ülkemizde
bir trajedinin sahneye uygulanması gibi kuruldu. Her ne kadar meşrutiyet ile bu
sene 100. yılını kutladığımız Şehir Tiyatroları ile ülkemize çağdaş tiyatro
gelmiş olsa da yeni cumhuriyetin de çağdaş medeniyetler için gerekli olduğuna
inanılan tiyatro, bale, opera içinde ilk adım atılmış, kurumlarının kurulması
için Almanya’da yaşayan çağdaş eğitmenleri ülkemize davet ile başlar. Bizde
çağdaş kurumları kuracak ne bilgi birikimi vardır, ne de alt yapısı. Bir bodrum
katta bir yerin sahne dönüştürülmesi ile başlar, daha sonra binalar yapılır ve
en son olarak da sahneler Ankara'nın değişik yerlerinde yerlerini almaya
başlar. Çağdaş gösteri sanatları yeni cumhuriyetin yeni yöneticileri için ileri
bir adım olur. Orada ilk defa çağdaş tiyatro eserleri ve yazarları ile tanışır.
Bu ülkenin dışında başka ülkelerin varlığı ve kültürü ile çatışır. Yeni
cumhuriyet başlangıçta Ankara ile sınırlı da olsa modern yaşamın nimetleri ile
tanışıyordu. Bugüne kadar çağdaş dünya olarak çağdaş dünyada üretilen silahlar
ve ölüm ile tanışmış olan Anadolu insanı, sadece silah olmayan bir başka yaşam
ile de karşılaşıyordu.
Almanya’da
Hitler iktidarda, Yahudi düşmanlığı had safhadadır. Yahudi tiyatro sanatçıları
diğer Yahudiler gibi işsizdir, işlerinde olsalar da pasif konuma iteklenmiş,
açlık sınırında yaşamaktalar. Henüz Almanya’dan Yahudiler toplu kaçış içinde
değildir, savaş çıkmamıştır. Buna rağmen Almanya’da yer alan Yahudiler
fırsatlarını bulduklarında başka ülkelere kaçmakta ve göç etmekteler. Bir
anlamda ucuz işçi konumundalar, her ne kadar akademik büyük başarılara imza
atmış olsalar da… Karın tokluğuna ve yaşayabilecekleri bir yerlere gitmeleri
daha can alıcıdır, kimsenin parayı, kariyeri düşünecek konumunda değildir.
Bu fırsatı iyi
değerlendiren bir ülke vardır, henüz savaştan çıkmış, ikinci savaşa girecek
kadar ne maddi, ne de insanı açıdan yeterli olmayan bir ülke. Savaşın
yıkıntılarından yeni bir ülke yaratılıyor. Yeni hedef çağdaş ülke seviyesine
çıkmak, Ortadoğu’nun kader çizgisinden çıkmak olan bir ülke. Çağdaş ülke
olabilmek için çağdaş yaşamı bu ülkeye getirmek ve halkın eğitimi daha ön
sıradadır. Çağdaş medeniyet denilen hedefe kalkınma planları ile ulaşılacaktır.
Devlet, hedefi yönünde “yeni insan” yetiştirecektir.
Bugünlerde
elimin altında Teoman Yazgan’ın yazdığı ‘Örnek Bir Cumhuriyet Kurumu Devlet
Tiyatrosu’ adlı çalışma var. Kitap benim açımdan birkaç açıdan önem kazandı,
bugüne kadar ismini duyduğum ama geçmişlerini tam bilemediğim sanatçıların
eğitime başlangıcı, ilk oyunları ve ünlü olma yolunda katlettikleri aşamaları
anılar ile verilmiş olması. Türk Tiyatrosu aynı zamanda Türk Sinemasını
beslemiştir. Sinema İstanbul’da gelişmiş ve büyümüştür, tiyatro ise her ne
kadar sanatın başkenti İstanbul olsa da eğitimin merkezi Ankara’da gelişmiş ve
İstanbul’u beslemiştir. Bugün dahi bir çok oyuncu kök olarak Ankaralıdır.
Kitapta bir çok
fotoğraf vardır, oyunlardan ve sahnelerden. Tiyatro oyuncusu sahne tozuna
tarihini bırakır, o toz o sahne bulunduğu sürece yaşayacağına ve sesini
duvarlar ve sahne perdesinde asılı olacağına inanılır, ama bizim gelişen
ülkemiz tiyatroyu ve sahnesini verimli olarak görmediği için ya yıkmaya veya
yeniden yapacağız diye boşaltıp çürümeye bırakmıştır. Yaşadığımız bugünlerde
tiyatro özel bir statüye kavuşturulup, ticari bir araç haline getirilerek,
verimlik iş kar zarar üzerine kurumlanarak özel sektörün yağmasına açılmak
istenmektedir. Devlet eli ile dünyanın çağdaş tiyatrosunun kalabalık kadrolu
oyunlarını kısaca Türk izleyicisinden uzaklaştıracak, nitelikli oyunlar yerine
popüler, para getiren ve balon köprü olan oyunları sahnelere teslim edilmek
istenmektedir. Çünkü tiyatro bir okul işlevini ve çağdaş dünyanın düşünce ve
yaşam biçimini de en ücra köşeye yayan ve akıllarda kalan bir sanat dalıdır. Bu
Ortadoğu ve çöllerde politika yapanların pek isteyeceği bir şey değildir. Sevgi
yerini savaş, yaşam yerini ölümün aldığı bir siyasi tercihtir.
İkinci dünya
savaşı bizim ülkemize sıkı ekonomik önemlerin alındığı, karne ile ekmeklerin
dağıtıldığı, olağanüstü durum ilan edilip eli silah tutabileceklerin askere alındığı
ve sınırlara yığıldı dönem olarak geçer. Sınırlarımızın hemen yanında toplama
kampları için alman askerleri masum insanları toplarken, bizler askeri ocaklara
yemek ve yiyecek yetiştirmeye çalışan ve bitler ile uğraşan ülke konumundaydık.
Ama bürokrasimize dış dünya başka şekilde yansımıştır. Hitler bıyığı ülkemizin
bürokratlarının vazgeçilmez sembolü olmuş, bakanından tutun, en ücra yerde
çalışan sıradan bir devlet memurunun burnun ve dudağının altında nokta vardır.
Bu bıyık bir anlamda Hitler hayranlığının ve sessiz desteklemenin dışa
vurumudur. Adolf Hitler Almanya’da tek bıyıklı olarak kendisini korurken, bizim
ülkemizde binlerce kişi Hitler gibi düşünmekte ve kıyafetini ona benzetmeye
çalışmaktadır. İkinci dünya savaşı sırası ve hemen sonunda bir çok erkek Hitler
taklidi bıyıklar ile sosyal yaşam içinde yerini aldığı gibi devletin bakan
koltuğunda dahi oturmuştur. Hitler hayranlığı o kadar üst seviyeye çıkmıştır
ki, Alman zaliminden kaçan yüzlerce insanı taşıyan bir gemiyi günlerce saray
burnu önünde bekletip, daha sonra Filistin’e geçiş yapmalarına izin vermeden
Karadeniz’e doğru savaş gemileri eşliğinde yolculaşmıştır. O gemi Karadeniz’e
çıkar çıkmaz, Türk savaş gemileri uzaklaşır uzaklaşmaz düşman gemisi sanılarak
batırılmıştır. Bu masum insanların ölümünden o dönemin iktidarı sorumludur,
aynı sorumluluk Ege sahillerinde de yaşanmış, ülkemize sığınan Yunan
Komünistlerini Alman askerilerine teslim edilerek, o insanların toplama
kampında ya da orada öldürülmelerine seyirci kalmıştır. Savaş suçu işlenmiştir
ama bu da yasalarımıza uygundur!
Kitap içinde
dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, 29 Mayıs 1941 (s.42) de çekilen
fotoğrafına takıldı. (http://skyturkvngenc.files.wordpress.com/2012/02/ismet-inc3b6nc3bc-ve-hasan-ali-yc3bccel.jpg)
burada bakanımız Hitler bıyıklı.
Devlet
Tiyatroları kurmak için Almanya’dan davet edilen tiyatro ustalarını düşündüm
bir an. Prof. Paul Hindemith, Prof. Carl Ebert, Dr. Ernest Praetorius, Eduart
Zuckmayer ve G. Markowitz. Bu adamlar Hitler zulmünden kaçan insanlar. Başka
bir ülkeye gidiyorlar ve Hitler surat değiştirmiş ama bıyığı ile orada,
kendilerini denetliyor! Bir an için lütfen empati kurun, bu adamlar ne
hissetmiş olabilirler?
Görevlerini en
iyi şekilde yapan bu usta sanatçılar, bugün dahi çizgilerini taşıyan usta
oyuncular ile sahnelerimizde yaşamaya devam ediyor. Bugün Hitler bıyıklı biri
kendilerini denetlemiyor ama seyrek bıyıklı biri devletin kurduğu tiyatroyu
yine devletin eli ile kaldırmak istemektedir. Sahneler üzerinde ki tozlara
seslerini kayıt ettiren tiyatro ustalarımızın tozlarını bir anlamda üfürmek ve
yaratılmış olan bir geleneği ve kültürel birikimi de yok etmek istemekteler.
Tiyatro devlet
desteği olmadan popüler dışı eserleri sahneye koyabilecek maddi güce sahip
olamaz, eğer devletin yardımlarını ve elini tiyatroda gelir ve gider üzerine
oturtulan bir politika geliştirilirse bu ülkede tiyatro olarak yanlış şeyler
anlayacağız.
İnsanlık tarihinin
birikimi olan bu kültürü ileri kuşaklara doğru bir şekilde aktarmak istiyorsak
devlet Tiyatroları yaşamalı ve özerk yapısı içinde sanatçıların özgürlüğü
korunmalıdır. Devlet istediği oyunu ve devlet istediği bir propaganda aracına
dönderilmemelidir.
Devlet,
tiyatro kurdu, yine devlet tiyatroyu kaldırmak istiyor!
İsmail Cem
Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.