Ankara garının önünde…
İnsan bedeni üzerime yapışıyordu. Benden kopanlar ise
başkalarını üstüne. Beton rengini kırmızıya dönderirken, zemin karanlık olmuş,
barut rengini betona vermişti. Etrafa yayılan kendi parçamı görüyordum, benim
dışımda bir şeyler oluyordu ama benden kopuyordu bir şeyler.
Ankara garı önündeydim, soğuk ve ayazın hakim olduğu bir
günde uzaktan gelen arkadaşlarımın sıcaklığı ile omuz omuza vermiş halaya
durmuştum. Halay havada asılı duran ayazı ısıtıyor, gün henüz üzerimize yeni
yeni vuruyordu. Güneş ısıtmamıştı hala, soğuktu, dost sıcaklığı arasındaydım.
“Bu meydan kanlı meydan” diyerek Ruhi Su binlerce yık
ötesinden sanki bize sesleniyordu, aramızda olmayanlar bile halayımıza katılmış
bizle birlikte slogan atıyordu. Her yer direniş olmuştu, yıllar önce olduğu
gibi. Taksim meydanında ortaya çıkan bir pratikten üretilmişti slogan,
gerçekten her yer direniş, her yerde özgür alanlar oluşmuştu. Özgürlük
türküleri, özgürlük içinde yeni besteler çıkıyor dillere yapışıyordu. Direniş
kendi müziğini yaratmıştı, kültürü kucaklaşma ve birbirine danışmadan bir işin
ucundan tutmak olmuştu. Direniş kültürünü yaratıyordu, yeni insanına ilk
dokunuşunu veriyordu. Parçalıyordu geçmişe ait olanı, yeniden
oluşturuyordu.
Direniş parçalıyordu, yeniden yeniden oluşuyordu binlerce
yıldır yoğrulan insan yeniden biçme giriyordu. Ankara garında bu sefer vücudum
parçalanıyordu, ruhum ile birlikte. Yeniden biçe giremiyor, arkadaşımın kazağı
üzerine bir nokta gibi etim saplanıyordu. Özgürlük türkülerimiz dillerimizden
çıkmış barut kokusu ile havaya karışıyordu. Korkunçtu, korkunç olanı yaşıyordum
ve korkunç olanın korkunç olduğunun bile farkında değildim.
Parçalanıyordum…
Ankara garı, birinci dünya savaşı başlangıcında Varşova garı
önünde gibiydi. Aniden gökten gelen bir bomba patlamıştı Varşova Garı önünde ve
onlarca insan hava uçmuştu, umut dolu, gideceği yerin hayalini kurarken,
geldiği yerden hayallerini getiren insanlar. Varşova Garı 1 Eylül günü havaya
uçmuştu, gökten yapan Nazi bombaları eşliğinde. Ankara Garı önündeydik,
arkamızda bir bomba patladı, umutlarımızı, söyleyeceklerimizi ve
yaşayacaklarımızı havaya uçurmuştu. Tıpkı Varşova Garı önünde bekleyen isimsiz
insanlar gibi, kimse onların acısını ve yasını dahi tutamadı, birkaç günde
Almanya bütün Polonya’yı işgal etmiş, işgal güçleri hayatta kalanları kamplara
götürmek için trenlere bindirmişti. Gar yıkıntısı altında ölülerin kanlarının
üzerine basarak geçmişti kamlara giden Yahudiler, Komünistler… Kanlara barak
gittiler acılarını yaşayamadan… Acılarımızı yaşayamadan kanlarımızın üzerine
basarak yardıma koştu dostlarımız. Etrafı kaplayan gaz bulutu altında...
Yardıma geleceğine gaz sıkmışlardı, kanlarımızı temizlemek ister gibi
Toma’lardan su sıkmışlar, nefes alamaz halde bırakmışlardı. Ölüyorduk,
nefesimiz ciğerimize gitmiyordu.
Nefesimizi ciğerimize gitmiyordu, son nefesimizi gaz bulutu
eşliğinde veriyorduk. Eskiden olsa öksürür, küfür ederdik, şimdi sesim
çıkmıyordu, son nefesim gaza karışmıştı. Üzerimizde bomba patlamış, arkasından
gaz fişekleri yanlarımıza düştü, beyaz dumanlar çıkararak. Ölüyorduk,
ölürken bile etrafımızda yaşanan koşturmaların farkındaydık, izliyorduk. Her
şey bizim dışımızda gerçekleşiyordu. Bizim dışımızdaydı ama merkezinde biz
vardık. Parçalanıyorduk, uçan parçamı gördüm biraz gözlerimin önünden geçti,
tansiyon düştüğünde gözün önünden geçen bir karaltı gibi. Geçti gitti…
Geçti gitti, gözlerimin önünde her şey geçti gitti,
farkındaydım, izliyordum. Vücudum beni terk etmişti ama bilincim hala
benimleydi. Duman, kan, beton, arkadaşımın bir parçası üzerimde. Kanım kanına
karışmış, kanı kanıma karışmıştı. Kan kardeşi olduk. Hiç tanımadan, istek
yapmadan, bir olduk, tek gömleğe giren canlar olduk, bir olduk. Hepimiz birdik,
birimiz hepimiz oldu. İnanmıyorsanız gelin bakın gömleğimizin içine, her
birimizi görürsünüz. Kimse bizi birbirimizden ayıramayacak, çünkü arkamızda
patlayan canlı bomba bizi tek yapmış, yüreğimizi arkadaşımızın eline
düşürmüştü.
Bu meydan kanlı meydan, bu meydan barış isteyenlerin sesi
oldu.
Bizler de bir gün bir kavgada, bir meydanda sizlerin
sesinize karışacağız, sessizce.
"O büyük gün geldiğinde
ben kimbilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım
fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla
kara toprağın altından, ben de haykıracağım.
Unutup geçmişte kalan acı dünü
kimbilir belki bir kış günü
üzerimi yorgan gibi kaplayan
bembayaz karın soğuğundan....
ya da sonbahar mevsiminde
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım
ve milyonları saran o doyulmaz sevince
ben de sessizce ortak olacağım.
Mevsim ilkbahar sıcak bir yaz olsa da
gece gündüz farketmez ben her zaman hazırım
adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da
kalmamış ta olsa şu dünyada mezarım
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma
o müjdeyi ben doğadan alacağım
nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama
hiç kimse farketmeden ben de katılacağım.”
20 Ağustos 1981'de Adana Cezaevi'nde haykırmıştı Mustafa
Özenç, 10 Ekim günü saat onu dört geçe aynı şekilde haykırdık.
Duygularımız ortaktı, dileklerimiz ortak.
Ankara Garı önündeydik, an KARA oldu!
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.