“Ben Ulrike Bağırıyorum!”
Amatör tiyatroları her daim sevmişimdir, amatör ruhu ile
iş yapanlara hayranımdır… İzmir’in Karşıyaka semtinde bir dernek içinde yarı
amatör ama usta bir ekip tarafından yürütülen bir çalışma vardır. O çalışmanın
sorumlusu Seda Yelbuğa. İdealist ama ütopyası olan güzel bir insan, elbette
bunda benim sübjektif bakış açım vardır, çünkü yıllardır tanırım, yıllardır
onun iğne ile kazarak büyük başarılara imza attığını yakından gözlemlemiş biri
olarak bu sübjektif analizi yapmak benim hakkımdır diye düşünürüm… Elbette söz
söylemek için insanlar değişik araçlar kullanır, kimisi direkt konuşmayı,
kimisi dolandırarak, kimisi ise işi estetik boyutuna vardırıp sanatın
inceliklerinden yararlanarak söylemek istediğini rahatlıkla söyler. Seda,
tiyatro aşkını bu söz söyleme sıkıntısını yaşarken keşfetmiş ve o sanatın tüm
inceliklerini öğrenmiş ve usta olduktan sonra da öğreten konuma gelmiş ve o
sanatın vermiş olduğu geniş evrenin olanakları içinde sözünü çekinmeden söylemeye
başlamış ve devam etmektedir…
Yıllar içinde kafasında tasarladıklarını hayatta
karşılığını bulmuş, idealize ettiğini bulamasa da yaşamın ona verdiklerini iyi
değerlendirmiş. Karşıyaka’da küçük bir
çevre ile başladıkları dernek çalışmasını bugün büyük bir aileye dönüştürmüş.
Dernek, para üzerine oturmamaktadır, proje yoktur burada,
birilerine iyi gözükmek için ya da küçük yardım almak için boyun eğmemiş, başı
dik ve ne söylediğini bilen ve ne yapmak istediğini açıkça ortaya koyan ve
hayat veren bir yapıya kavuşmuş. Kısaca dernek kendi evrenini Karşıyaka içinde
yaratmış ve kısa sürede etrafında tanınmış, profesyoneller tarafından orada
ücretsiz etkinlik yapılıyor diye de eleştirilmiş, çünkü onların piyasasına
sessiz ama etkili bir müdahale olmuş. Sanat parasız ve sokakta yapılabileceğini
göstermekle kalmamış, sokakta ve yarattığı ortamda kendisine hayat ortamı
yaratmış…
Karşıyaka Sanat ve
Kültür Derneği (KSK-D) özgün ve bağımsız
yapısı ile Karşıyaka’nın dar ve basık sokaklarında oksijen taşıyan bir vaha
olmuş…
Bu vahanın içinde oluşmuş olan bir tiyatro: Çatlak Tiyatro
ya da Tiyatro Çatlak kim nasıl kullanmak isterse, çünkü o özgürlüğü isim
konulurken düşünülmüş, kimin kolayına gelirse öyle ifade etsin, marka yani
satılıp alınan bir isim olmamış, sahip çıkılan ve paylaşılan bir isim üzerinden
yola çıkılmış… Kısaca Çatlak Tiyatro marka değil, ortak üretimin bir adı olmuş…
Ortak emeğin ortaya çıkarmış olduğu düzen ve çok renklilik çalışmalara ve
seçilen oyunlara da yansımış. Emek ortak olunca seyircisi de bol olmuş, çünkü
ortak emek harcayanlar daha fazla sahip çıkmış, yeteneği (emeğini ortaya
koyarak çalışmak isteyenleri)olanları da bu kolektif çalışmaya dahil etmişler.
Bu kadar tiyatro tutkunu olurda oyunlar olmaz mı? Her ayın
son perşembesi ‘oda tiyatrosu’na adım atılmasına sebep olunmuş. Her ay başka
bir oyun, her ay gündeme uygun başka söz söyleme… Her ayın son perşembesi ortak
emeğin seyircisi ile buluşmasıdır… Birçok
oyun olmuş her ayın son perşembesinde…
Temmuz ayın son perşembesinde ki oyunu görme şansına
sahip oldum… Son perşembeye uygun kendimi ayarladım, dedim mutlaka görmeliyim… Mutlaka
bu emeğin sahnede nasıl hayata karıştığını görmeliyim… Temmuz ayı benim için
İstanbul’dan kaçmak için fırsat ayıdır… Bu fırsatımı iyi değerlendirdim ve İzmir’e
geldim… Şansıma “Ben Ulrike Bağırıyorum!” oyunu çıktı. Başka oyunda olabilirdi
ama Temmuz ayı için Seda Yelbuğa ve arkadaşları bu oyunu seçmiş, bence çok iyi
bir seçim olmuş… Çünkü karmaşık ve sürekli kırılmaların yaşandığı ülkemizde
gündem hızla değişmekte. Değişen gündeme ait söz söylemek öyle kolay değil,
çünkü ne söylediğine kimse bakmıyor, kimin yanında sesin yankılanıyor ona
bakıyorlar ve yankı yerleri sürekli değişime uğramaktadır… Zeminin sürekli
değiştiği yerde sağlam duruşlu insanların işleri gerçekten zor, çünkü onlar
nerede durduklarını biliyor ama çevresinde olanlar sürekli yer
değiştirdiklerinden sağlam duranları her durdukları noktaya göre yeniden değerlendirip
kendi kafalarında yeniden yaratıyorlar. Yaratılan gerçekliği gerçek gibi
görenlerin oluşturmuş olduğu gündemler ise her daim cepheleşmeyi ve düşmanlığı
körüklüyor… Düşmanlığın körüklendiği ortamlarda barışı savunmak, gerçek
doğruları konuşmak öyle kolay bir iş değil, çünkü yaratılmış gerçeklik içinde
yaşayanlar hem siyasi hem de ekonomik güçleri olduğu için ortamı kargaşaya ve
ses kirliliğine sebep olarak kendi çıkarlarının kavgasını yapmaya devam
ediyorlar… Bu kirliliğin ortasında vahada sözleri olanların söz söylemek için arkalarına
sanatın gücünden alarak bir odanın içinde seslerini gök kubbeye bırakıyorlar… Hiç
bırakmamaktan daha iyidir, çünkü o ses bir gün ulaşması gereken yerlere
ulaşacaktır… Evren kendisine emanet bırakılan sesi mutlaka bir gün sahibine
ulaştırır…
“Ben Ulrike Bağırıyorum!” oyununa gelince bugüne kadar
görmediğiniz farklı bir yorum ile sahnede hayat buluyor… Tek rengin hakim
olduğu hücrede RAF örgütü liderlerinden Ulrike Meinhof’un hücreden dünyaya
bıraktığı sese şahitlik ediyoruz. Oyuna Sultan Demiralp can veriyor. Sultan
Demiralp amatör ruhun vermiş olduğu rahatlıkla usta oyuncuların takdirini
toplayacak şekilde bir performans ile ete kemiğe büründürüyor ve Almanya’nın insanlık
dışı trajedisini ülkemizin gerçekliğine yansıtıyor. Oyun bir projektör görevi
görmektedir. Beyazlar içinde kalan bir insanın ölüme doğru gidişini ve hiç
konuşmayan gardiyanların gözleri önünde siyasi iradenin tercihine göre yok
edilişine şahitlik etmekteyiz. Ulrike duvarlara bıraktığı sesi bugün hala
aramızda yankı bulmasına sebep oluyor… Muhteşem
bir performans, ses ve mimikleri ile usta bir oyuncuya da gönderme yapmaktadır,
evet profesyonel oyuncuların kaybettiği ruh oda tiyatrosunda Sultan Demiralp
vücudunda hayat bulmaktadır.
İzmir, Osmanlı döneminde en çok tiyatro salonuna ve
oyuncusuna sahip bir şehirken nasıl çöllere dönderildiğini yaşamış bir
şehirdir, bugün İzmir şehrinin hemen hemen tüm ilçelerinde sanki tiyatro festivali
yapılıyor, çocuklara tiyatro eğitimi veriliyor… Tiyatro yeniden kendisine yaşam
alanı bulmuş, çöle dikilen her biri birer yaşam tohumudur. Karşıyaka’da bu
tohum tutmuştur… Boy vermiş ve şimdi kendi ormanını yaratıyor…
Abdullah Özbağcı kısa ve öz bir rolü vardır sessiz
gardiyandır. Sesiz ve mimiksizdir… Bize o gardiyanın ruhunu kısa ve anlık
vermektedir…
Dorio Fo eğer bu eserini sahnede görmüş olsaydı eserimin
ruhu hayat bulmuş diye ayakta alkışlardı. Sade bir dekor, sade bir ışık
altında, gürültüye sebep olmayan efekti
ile oyun tiyatro sahnesine yakışır bir şekilde hayat bulmuş ve seyirciye
istediği mesajı vermiş olduğunu düşünüyorum. Oyunun yönetmeni bu başarıda ki
rolünü tartışmaya bile gerek yoktur, başarılı bir şekilde birlikte çalıştığı
arkadaşları gözlemlemiş ve onlara uygun rol dağılımını yapmış olduğunu oyun
sonunda seyircinin yerinden alkışlar ile fırlamasından bellidir…
Emeği geçen tüm Tiyatro Çatlak ekibini kutluyorum, iyi ki
gelmişim, iyi ki izlemişim…
Ulrike bugün dahi sesi kulaklarımızda, onu yok eden Alman
devletinin gerçek yüzünü teşhir etmiştir…
“Bütün devletler katildir hatta büyük bölümü seri
katildir…”
İsmail Cem Özkan
“Ben Ulrike Bağırıyorum!”
Yazan: Dorio Fo
Yönetmen: Seda Yelbuğa
Oynayanlar:
Sultan Demiralp
Abdullah Özbağcı
Ses, efekt, Işık: Tiyatro Çatlak ekibi
Tiyatro Çatlak Oda Tiyatrosu
27 Temmuz 2017 Karşıyaka İzmir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.