Kar fısıldadı…
Karın rengi gece
karanlığında gökyüzünde kızıl oluyormuş... Yer beyaz, gök kızıl. Karanlıktı
gece, sessizdi sokaklar. Geceden kalma araba lastik izleri sokaklarda bir yaşam
olduğunu kanıtlar gibi…
Hafiften esen rüzgar, karın
üzerinde etkisi tipi olarak kendisini gösteriyor.
Saklanmış, sinmiş sokakta
yaşayan canlılar, kimse onları beyazın içinde göremez, sadece ayak izleri
var...
Sokaklar boş, sessiz, teslim
almıştı karın amansız soğuğu...
Soğuk, insanın içine
işlediği an don olur...
Don...
O andan itibaren zaman
durur, zaman hareket etmez... Zamanı teslim alır ve don içinde kalan tüm
canlılar artık hep dondukları andaki zamanda kalır...
Karanlıktı gece diyeceğim
ama gece kızıl.
Kızıl bir gökyüzü altında
sessizlik oluşturur kar.
Karın sesi mi olurmuş dedim,
eğildim verdim kulağımı sessizliğe, dikkat kesildim...
Bir ses var belli belirsiz...
Kar sanki insan ile tozutma
aracılığı ile konuşur...
Hafif bir rüzgar, hafif bir
tanecik göğe yükselir, gökten aşağıya düşen tanecik ile buluşur, hangisi göğe
çıkar, hangisi gökten aşağıya iner?
Sessizlik hakim şehrin bu
tarafında, teslim alınmış hayatları düşündüm… "Kimse gönüllü teslim
olmaz" dedim sessizliği bozarak, "kimse gönüllü teslim olmaz! "
Uzaktan gelen silahların
bıraktığı acımtırak bir koku, binlerce kilometre öteye taşınan bir tat…
Binlerce kilometreye kadar uzağa taşınan acı... Binlerce kilometreye kadar
taşınan öfke, çaresizlik...
Savaş, karın içinde kızıla
dönüşür...
Bir kurşun izi kalır bir de
kan izi beyazın üzerinde, beyaza içten içe işler, işleyen sadece renk değildir,
koku...
Karın tozutması içinde
sesler karışır...
Sesleri taşır binlerce
kilometre öteye, taşınan acıdır, son nefestir, çaresizliktir...
Savaşın rengi gökyüzüne
kızıl olarak yansır...
Kızıl olan aslında kanın
rengidir, düşüncelerim içinde, kulağıma bir ses gelir, karın taşıdığı...
Kulağımı verdim kara, binlerce kilometre öteden gelen sesi işittim...
Çaresizliği, yalnızlığı...
Ölüm yalnızdır, toplu oluyor
orada ölüm, toplu geliyor sesleri, karışmış şekilde...
Kulağımı dayadım kara,
üşüdüm, üşüyen sadece kulağım değil, kalbim!
Üşüdü acıdan, üşüdü
çaresizlikten.. Üşüdü son nefeslerin bıraktığı sesten...
Balkonumdan manzara resmi
çekmek istedim, elime aldım fotoğraf makinesini, karın bıraktığı ışık süzmesi
içinde karanlık kızıldı, kızıl karanlıkta makineme baktım, gülümsedim.
Klick klick!
Sessizliği deklanşör sesi
bozdu, acaba sessizliği mi?
Sesi dağıttı belki de
üzerine yansıyan savaşın o kılcal damarlarımı çatlatan keskin kokusu ve son
nefeslerin bıraktığı acının sesi... An durdu makinenin içinde, artık o an hiç
yaşlanmayacak, tıpkı don içinde duran zaman gibi...
Zaman durdu, son nefes
havada asılı kaldı, savaşın rengi gökyüzünde kızıdır...
“Neden savaşlar hep kışın
olur” diye düşündüm, “neden savaşlar hep kışın olur ve kışta savaş çözülür?”
Teslim olanda, ölende, vuran da vurulan da toprağa kavuşamadan kara karışır her
şey?
Neden beyazın saf temiz
haliniz bozarız? Neden hep bozan biz oluruz?
Kış uykusuna yatar derler
ayılar için, kışın avlanmaz, beyazı kızıla boyamaz derler ayılar için ama gel
gör ki pençe izi kalmış son nefeslerin üzerinde...
Ölümün haklılığı ya da
haksızlığı olmaz, ölüm ölümdür. Öldürende, ölende aslında eşittir son anın
bitiş noktasında, son nefeste kimse haklı öldü, haksız öldü demez. “Çok gençti,
hep genç kalacak” diye yazar tarih kitabına, hep genç kalanların sayısı
yaşayanlardan fazla olur...
Beyaz insanlığı trajedisini
içinde taşır...
Toz zerreciği donmuş halde
taşır yeryüzüne...
İnanmıyorsanız bana,
kulağınızı verin kara, sesini dinleyin...
Belki bir çölden taşır kum
taneciğini, belki dağların doruklarından, belki tusinami ile oluşmuş
dalgalardan, muson yağmurlarından... Siz kulağınızı verin bir karın sesine,
dünyanın neresinde yaşanan acıyı taşmıştır...
Taşınan hep acıdır,
sevinçler yaşandığı yerde kalıyor...
Tarih hep acıları taşır...
Rüzgar acıları taşır...
Kulağınızı verin hak
vereceksiniz bana...
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.