Her şey dünde mi kaldı?
Sıcak çatışmanın yaşandığı
yerde sıkışık alanda yaşam olur ve dünyada yaşananları ve gelişmeleri
göremez...
12 Eylül öncesi bizi o kadar
sıcak noktalarda çatışma halinde bıraktılar ki, gelmekte olan belliydi ama ona
karşı yapacak ne ortam ne de sakince durup düşünülecek zaman vardı. Bir
çatışmadan öteki çatışmaya, sürekli çatışma yormuştu...
Birden gelen bir darbe ve
birden ne olduğunu anlayamadan işkence tezgahlarında yaşanan çözülmeler ve
birden operasyonlar… Operasyonlara karşı da meğer önceden hazırlık yapılmamış,
yeni duruma uygun kamufle olamadan gelen Nazilerin "yıldırım baskın"
dedikleri operasyon...
Çözülme, illüzyon, dağılma,
yalnızlaşma, yoldaşlardan daha çok akrabalar arasında kalan sıkışık zamanlarda
başını sokacağı alanlar...
Biraz nefes almaya ihtiyaç
duyanların başlarından damlayan su damlası ve işkencenin en ağırından son
nefesini bırakanlar, ser verip sır vermeyenler, sır verip her şeyi anlatanlar,
faili bulunmayana fail olarak suçlananlar, mahkum olanlar, çatışmada dahi
olmayanların idam edilişi, adalet hızlı işletiliyordu, aceleleri vardı, suçlu
suçsuz karıştırılıp aynı kotada ya da çuval içinde eritme!
Yaşananlardan aslında çoğunun
haberi yoktu, haber bültenlerine bakıyorlardı ama haber yerine yaratılmış
gerçeklik dinliyorlardı... Sakindi her şey, her şey işkence merkezlerinin
altına iteklenmişti...
Duyulmuyordu ses dışarıya,
duyulması gerekeni zaten haber bültenleri duyuruyordu. Asker ne isterse onu
okuyordu spikerler...
Emir komuta zincirinde
planlandığı gibi diyordu birileri için, birileri için ise hayatta kalma
mücadelesine dönüşmüştü...
Hayatta kalmak için tek tip
elbise giyildi bazı yerlerde, kafalar tıraşlandı, çünkü saç demek bit demekti
asker bit ile uğraşamazdı, zaten askerin de saçı tıraşlıydı, mahkumu askere
benzettiler, "selam dur", "istiklal marşını oku!", "Türkçe
konuş, bilmiyorsan öğren!" "görüşemeye gelen Türkçe bilmiyorsa
konuşmasın, gözler ile konuşun! Konuşacaksa askerin anlayacağı şekilde Türkçe!"..
Ezmek için her yol mubahtı, her türlü acıyı yaşattılar dama düşenlere... Bir
çığlık duyuluyordu mahkeme salonlarında, azarlıyordu hakim, "otur, yoksa
başına ne geleceğini bilirsin! Arkaya dönme, eller önde, ayak ayaküstüne sakın
atma, hakaret, cezası hücre! Hepiniz biliyorsunuz" diye bağırıyordu hakim,
savunmaları alırken!
Önceden verilmiş kararı
açıklayacaklardı ama usulden diyerek savunma alıyorlardı, siyasi, kişisel savunmanın
önemi yoktu, usuldendi her şey, en kısa sürede, en keskin sonuçtu önemli
olan...
Birde dam dışında yaşayanlar
vardı, acıların en büyüğünü onlar yaşadı, çünkü belirsizliğin içinde yaşadılar,
damda olanlar biliyorlardı başlarına ne gelebileceğini, en fazla hücre, kemik
kırılması...
Ya dışarıdakiler?...
Açlık ile yüzleşmişlerdi,
işten atılanlar, fişlenenler, yakınlarından dolayı sürgüne gönderilenler, arada
karakola çağırıp gözdağı vermeler... Belirsizlik daha fazla acı verir, acıların
büyüğü dışarıdaydı, damda yaşananlara acı bile denmezdi dışarıda yaşananlara
bakarak...
Her acıdan para kazananlarda
türemişti, her zamanın paraya döndürülecek bir ortamı olurdu, acılardan para
kazanan yeni mafya türemişti, iltica için ortam vardı ve sadece aranıyor diye
bir hikaye uydurulması gerekliydi. Aranmanın belgesi mi olurdu, olmazdı diyerek
acı yaşayanların öyküleri paraya döndürüldü, yurt dışına iltica akımı oldu...
Elbette buna izin veren devlet oldu, bu sayede yurt dışında bir Türk lobisi
için nüfus transferini yerine getirdi... Arada gerçekten mücadele içinde
olanlar da oldu ama çoğunluk yaşanmış olayların öyküsünü kendilerine
uyarladılar, gurbetçiliğin yeni adı ilticacılık oldu... Devlet biliyordu ama
göz yumuyordu, gerekli olanları ülke içinde tut, gereksiz gördüklerini izin
ver! Gurbetçinin parası ülkede oluşan ekonomik krize yama oldu, kötünün
iyisiydi zaten... Askerlerde dışarıda eleştirileri yok etmek için taviz üzerine
taviz veriyordu, yurt dışında kazanılmış Türk işçilerin hakları eleştiri olmasın
diye devletçe geri alınıyordu. Gurbetçi kaderi ile baş başaydı ve sadece para
gönderen makineydi devlet için onlar. Para gönderen makine! Makinenin dişlisine
ilticacının katılması devlet için sorun teşkil etmezdi...
12 Eylül’ün ilk dört yılında
kitlesel mitingler yapılırdı, zaman içinde azaldı o kitle, çünkü para
kazananlar paraları ile ülkede yatırım yapmışlardı ve ilticasını oturum
aldıktan sonra geri çekenler ülkelerine tatile "Mercedes" marka
arabaları ile geldiler, yatırım yaptılar... En yakınlarını nasıl mülteci
yapacaklarını planı yaptılar, çevrelerinde onları da yurt dışına götürüp
onların emeği üzerinden para kazanmasını öğrendiler... Kısaca acıları sermayeye
dönüştürenler de oldu... Devlet ile çatışmanın ikinci karlı yönü oldu iltica...
Ülke içinde yaşanan her toplumsal olay mülteci organizatörleri için yeni bahane
demektir... Her olayı sadece devlet kayıt etmez, mülteci işleri uğraşanlarda
kayıta alır ve para karşılığında götürdüklerine o yaşanan olayın öyküsü
giydirilir...
12 Eylül sürecinin ezilenler
açısından tarih yazımı aslında türkülerde, şiirlerde gizlidir ama anılar diye
yazılan kitaplarda aslında nasıl iyi direndik, iyi dayak yedik ama diye geçen
birer travmanın tedavi süreci gibi okunur hale geldi...
Gerçekten neler yaşanmıştı,
gerçekten her kemik kırılmış mıydı?
Zafer kazanan asker, zaferini
erlere istediğin gibi döv emrini verendir... Çökert diyordu astsubay, üst
subaydan aldığı emir ile, itaatsiz olanı çökertip kemiklerini kırıp, iyileşmesi
için hücrede yalnız bırakmak.. İradeyi kırmak için kemik kırdılar...
Şimdilerde o kırılan
kemiklerin acısı sızlar, hastalıklar, kronikleşen sorunlar o dönemden
kalmadır...
Dönemin tanıkları romantik
bir şey yaşamışlar gibi anlatır, acılar, trajediler zaman geçince komediye
dönüşür derler ya, bilerek ve isteyerek bu anıların komediye dönüşmesini anı
kitaplarında yerine getiriyorlar...
Aklında kaldığı kadar
yazılan anılar, olaylar az gelirse eğer komşunun yaptığını ödünç al kendin
yaşamış gibi anlat!
Tarih, anı kitaplarının
iyice süzülmesi ile oluşacak bir kaç damladır, zaten rakıda damıtılarak ortaya
çıkmıyor muydu? Çıkan damladan belki gerçeğe en yakın söylemdir...
Sıcak çatışmanın yaşandığı
yerde ne dünya önemlidir ne de gelecek, çünkü o an vardır ve belki o an
birileri için son nefes, birileri için zafer, birileri içinde kaçma anıdır...
Anın olduğu yerde zaman ağır
akar ama birden hızlanınca nasıl geçti seneler diyesi gelir. Güvencesi olmayan,
emekli olacağını düşünmeyenler birden emekli maaşı derdi sarar, çünkü yaşlı
insanın geliri olmazsa yoldaşları ona bakmaz, kimsesizler mezarlığına girmeden
kimsesizlerin kaldığı bir yurtta sonunu bekler...
Kimsesiz, sessiz bir evde
sonu bekleyenler yok mu bu yaşadığımız zamanda, dünün kahramanı, arkasından
binler giden gençten yaşlıya dönüşmek...
Ne çabuk geçti zaman, ne
zaman yaşlandık?
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.