Tarihin dehlizlerinde…
Bir insanı belirleyen çevre ve yaşadığı zamanın kültürü ve siyasi atmosferi yanında yaptığı iştir. İnsan içinde bulunduğu meslek guru içinde de kendisini sanki yaşadığı toplumdan izole edilmiş farklı bir ortamda ve daha az sömürülen gibi görebilir ve kendisini içinde bulunduğu ortamdan farklılaştırılabilir ama gerçek farklıdır. Çalışanların hepsi istisnasız para verenin çıkarına hizmet ettiği sürece sömürülür.
İnsan, tarihten bağımsız ve hareket eden bir canlı değildir.
İnsanın davranışını, düşünce yapısını, yöntemini belirleyenleri dışlayıp sadece onu bir mesleği ile anlatmaya kalkarsanız, ancak onun idealleştirilmiş bir insan prototipini elde edebilirsiniz, insan tarihten bağımsız ve hareket eden bir canlı değildir…
Tarih romantik değildir.
Tarihin zaman dizinini dikkate almayan her biyografi ve otobiyografi çalışması eksik kalacaktır, çünkü kişiyi ortamından çıkarıp onu bir özne olarak yapılan her çalışma o kişiye karşı duyulan bir hayranlık ve nefret söyleminin bir anlamda romantik söylemini ortaya çıkarır. Tarih romantik değildir, yazıcılar için ise o anda güçlü ideoloji, bakış açısı ne ise onun çıkarına uygun anlatımı tercih eder, çünkü yazıcılar sonuçta güçlü olandan beslenir ve ondan destek alır.
Tarih yazıcısı parayı verenin çalışanıdır.
Kısaca tarih bilimsel veriler ile test edilip hep aynı sonucu alınan bir araştırma alanı değildir. Tarihe bakış açısında zaman içinde değişimleri içinde barındırır. Bir çok tarih yazısı ise bugünkü değerler ve bakış açısını tarihe uydurmaya çalışır ki, olmayanı yaratmak ve olmuş gibi kabul etmeye zorlar.
Tarihin bize öğrettiği bir şey vardır; hiçbir şey birden ve aniden olmaz, gelişim sürecini ortadan kaldırırsanız anlaşılmaz bir tarih algısı yaratılır. Tarih gelişim çizgisi olmayan hiçbir toplumsal olayı doğru kabul etmez…
Direnenler ile kazananlar aynı karanlık dehlizlerde bulunur.
Avrupa için ortaçağ karanlığından çıkış öyle kolay olmamıştır, engizisyon mahkemeleri ve aldığı kararlar tarihin karanlık dehlizlerinde dururken, o kararlara ve yaşam biçimine başkaldıran, direnen namuslu, aydın ve ahlaklı insanları da bulundurur.
Toplumsal olaylar birden olabilir mi?
Tarihte alt üst oluşlar yani değişimler birden olmaz, çünkü zaman içinde gelişen teknoloji ve hayat akışında hissedilmeden ama zaman içinde ayrışmanın da olduğu bir çatırdamaya bilinçsizce insanlar şahit olur.
Sacın üzerinde duran kurbağa, altta yanan ateşten haberi olmaz.
Ateş alttan yanmaktadır ve kurbağa o ateşi hissetmesine rağmen vücudunu aniden yakmadığı süreç içinde sacın üzerinde oturmaya devam eder… Direniş hiçbir zaman bireysel değildir, bireye yansıyan toplumsal değişim baskısının dışa vurumudur. Cesaret birden ortaya çıkmaz, ortam o cesareti hazırlar ve gelişen olaylar bireyi olayların içine çeker.
Tarihten kahraman çıkarmak…
Tarihin hiç affetmeyeceği şey ise yaşandığı zamanın ve zamanın ruhu içinde geçmişe bakıştır. Geçmişin tüm değerleri, birikimlerini yok sayıp, cımbız ile çekip orada ihtiyaca uygun yaşamı belirsizlikler içinde olan bir kahraman yaratıp, onu bugünün insanın beynine “gerçek tarih bilinci” şeklinde oturtulması. Yani idealize bir kahraman figürün siyasi amaçla kullanılır hale getirilmesi süreci. Her siyasi ideoloji geçmişten bir kahraman yaratır ve o kahramanlık öyküleri içinde kendi tabanını eğitir.
Eğitim; sistemin ihtiyacına cevap veren bir uygulamadır.
Yaşadığımız zamanda Osmanlı toplumu üzerine yazılan bir çok kitapta, bugün ideolojisinin o zamana uyarlaması ile karşılaşırız. O tarihte yaşayanların düşünmediği ve düşünemeyeceği davranış biçimleri, sanki düşünülmüş ve o şekilde davranmaları doğalmış gibi anlatılıyor, çünkü oluşturulan tarih söylem ile bugüne mesaj taşınıyor ve “biz onların devamcısıyız, kökümüz var” denmektedir. Tarihten kök aramak her “mutlak/değişmez lider” özlemi içinde olanın propagandası için gereklidir, çünkü tarihten verilen referanslar toplum içinde siyasi karşılığı olacaktır.
Dil dağarcığın kadar dünyayı algılarsın!
Her toplum gelişimine bağlı olarak düşünme ve olayları algılama yöntemlerini ve toplumun kullandığı kelime dağarcığı sınırları içinde belirler ve yorumlar, yani kullanılan dil zamanın düşünce yöntemini ve düşünmenin sınırını belirler…
Azınlık!
Osmanlı İmparatorluğu var olduğu süre içinde "azınlık" kelimesi kullanılmadı, Ankara’da yeni kurulan devlet ve Lozan anlaşmasından sonra “azınlık” kavramı kullanıldı. Osmanlı zamanında bugün azınlık gibi algıladığınız ve gördüklerinize “milel-i selase” (3 millet) denilirdi. Balkanlarda yaşayanlara Yunan, Anadolu’da yaşayanlara Ermeni ve Yahudi olarak gayrimüslimlere isim verilirdi, aralarındaki farkın devlet idaresi için pek önemi yoktur...
Osmanlı dönemini ile ilgili bir çok yazıda "azınlık" kavramını okudukça, o zaman "çoğunluk kimdi" diye sormak zorunda kalıyorum, çünkü Osmanlı devleti kendisini Türk devleti olarak görmüyordu, çok kültürlü, çok dilli heterojen bir yapıya sahipti, elbette devletin gereği kendisinin ihtiyacını karşılayacak ortak bir dil kullanmıştır, askeriyede Türkçe ağırlıktayken saray çevresinin yaşamını ve düşünce yapısını belirleyen ise farsça, Arapça kelimelerinin karışımından oluşturulan ağdalı bir Türkçeden söz edebiliyoruz. Ahali Türkçe konuşurken, saray ve memur ya da okumuş çevre ağdalı dilin resmi dil olmasından dolayı kullanmaya özen gösterir, bu sayede ahali ile devlet erkanı arasında bir ayrımında oraya çıkarırdı. Dil devlet ile halkın arasında çizgiyi, kariyeri, katmanı artık ne olarak kabul ediyorsanız onun belirleyicisi olduğunu görürsünüz. Kurucu kültür zaman içinde sınırların ve yeni kültürlerin imparatorluk içine alımıyla birlikte değişime uğramış ama hakim kültür saray çevresinde hep aynı kalmıştır. Saray ayrı dil kullanır, milletler kendi dilleri içinde yaşamaya devam eder.
Profesyonel!
Profesyonel kavramı da bir çok yazarda farklı anlamlarda kullanıldığına şahit oluyorum, profesyonel kavramı para karşılığında işini yapmaktır. Düzenli, sistematik olarak o alandan para kazanmaktır. Profesyonel olanların hepsi usta olmayabilir, işini kötü yapar ama mesleği gereği yapmaya devam eder... Ustalık uzun öğrenim sonucunda gerçekleşir ama profesyonel olarak öğrendiği alanda para karşılığında çalışmak gibi bir kaidesi ve zorunluluğu yoktur. Bazı profesyoneller kendilerini “amatör ruh ile çalışan usta” olarak tanımlarlar, onlara göre “amatör ruhu kaybettiğin an para için çalışmak” anlamına gelir ki, o durumda yaptığı işten “zevk almadan para kazanmak” için yapılan iş anlamında kullanılır… Amatör ruhu taşıyanlar halk için ve halkın yararına çalışmaya devam eder…
İlk olmak…
Tarihimizin en çok bilinmeyenleri “ilk” olarak kabul edilenlerdir. Örneğin ilk sahneye çıkan Müslüman kadın tiyatro oyuncusu konusu hala tartışmalıdır ama ilk profesyonel olarak sahneye çıkan bellidir, çünkü profesyonel olan sanatçının duyurusu yapılarak tiyatro salonuna seyirci çekmeye çalışılır… Tıpkı Müslüman gibi Hristiyan vatandaşlar içinde geçerlidir. Bize her zaman matbaa konusu örneği verilir; İbrahim Müteferrika ilk matbaayı ülkemize getirdi diye anlatılır ama ondan öncesi zaten Hıristiyan vatandaşlarımız getirmişti, onlar kutsal kitap baskısı yaptıkları için pek sayılmaz ama matbaa Osmanlı topraklarına İbrahim Müteferrika öncesinde zaten gelmiş ve biliniyordu. Bizim tarih yazıcılarımız bilerek Hıristiyan vatandaşlarımızı yok sayarak onları bugünün bakışı içinde “azınlık” görmeye ve azınlıkların içinde yaşadıkları sadece azınlıkları bağlar anlayışı içinde tarihe yaklaşır…
Kadınlar sahneye çıkıyor…
Amatör olarak sahneye çıkan kadınların tarihi karanlıktadır ama profesyonel olarak ilk sahneye çıkan kadın sanatçımız bellidir…
Osmanlı toplumu içinde kadınların sahneye çıkması (Osmanlı tebaası olanlardan bahsediyorum elbette, batıdan gelip sahneye çıkan kadın sanatçılar olmuştur elbette) batıya benzemek ve batının teknolojisini almak için yapılan “ıslahat” ile başlar, ondan öncesi daha ağırlıkta dini kuralların hakim olduğundan söz edebiliriz.
Konu tiyatro olunca elbette bugün ki bakış açısına uygun olarak baktığımız ilk millet yani cemiyet gayrimüslimler oluyor.
Osmanlı'da millet kavramı…
Osmanlı, millet kelimesinden anladığı; “bir dinin etrafında toplanan insanlardır” kısaca cemiyettir.
Eşit haklar…
Islahat Fermanı ile gayrimüslimlere eşit vatandaşlık hakkı tanınmıştır.
Osmanlıda hukuk İslam kuralları (şeriat) ile çizilmiştir.
Bir gayrimüslim vatandaşın sahnede yer alması İslam hukuku açısından sorun teşkil etmemektedir, yani yasak değildir. Osmanlı tebaası içinde yer alan Ermeni Milleti içinde kadının sahne alması hoş karşılanmaz ve var olan tüm gelenek ve göreneklere göre asla akla dahi getirilemez.
Kadın sahnede yerini alamaz…
Ermeni tiyatro grupları vardır ve batılı yazarların oyunlarını sahnelemekteler. Islahat Fermanı sonrası kilisenin tam hakimiyetini kaybetmeye başlaması anlamına da gelmektedir. O güne kadar Ermeni Kilisesi “millet-i sadıka” kavramı üzerinden Osmanlı rejimi ile çatışmadan kapalı bir toplum olarak yaşamaya devam etmiştir. Ermeni toplumu içinde gelişen reform hareketleri elbette sanatta da kendisini gösterecektir.
Müslüman kadının sahneye çıkması hayal dahi edilemeyecek konumdadır, sanatta Ermeniler öteki milletlerden daha fazla kendilerini göstermekteler. Elbette dönemin anlayışına göre Ermeni Tiyatro grupları içinde kadın tiyatro oyuncusunun sahneye adım atması içten bile değildir.
Sahnede kadın rolünü “kadın” oynayacak!
Ve Arusyag Papazyan sahneye profesyonel olarak adım atacağı daveti sanki bekliyor gibidir. Siyasi ve kültürel ortam hazır gibidir.
Kısaca o ortamın atmosferine bir bakalım; Arusyag Papazyan (1841) doğduğunda Abdülmecid padişahtı. Abdülmecid babası yaşarken başlayan sorunları miras almıştı. Batının bastırması ile 3 Kasım 1839 günü Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu ile başlayan bir tanzimat döneminin içindedir. Osmanlı devleti Fransız Devrimi etkisi altındadır, batının kışkırtması ile Balkanlarda ulusal mücadele başlamıştır. Elbette Osmanlı devleti içinde başlayan her siyasi gerilim İstanbul'da karşılığını bulacaktır.
Osmanlı imparatorluğu ve Avrupa büyük bir kırılmanın içindedir, toplumlar değişmektedir. Kapitalizm ve onun yaratmış olduğu ulus fikriyatı ve o düşünce üzerinden ulus olarak kendilerini ifade etmesi ve o ifade içinde gelişen olaylar ve çatışmalar…
Birey olarak Arusyag Papazyan’ı alırsanız onu sadece sahnede yaşayan ve sanki bu dünyada değil de tekstler içinde yaşayan birey olarak görürsünüz, ama birey; tarihin ortaya çıkarmış olduğu olaylar ile biçimlenir. Tarihe nereden baktığınız önem kazanır, eğer kadın merkezli olaylara bakarsanız daha farklı bir gerçeklik ile karşılaşırsınız, çünkü o güne kadar “kadının adı” yokken kadınlar bir araya gelmek için şartlar oluşturmaya ve kendilerini ifade edecekleri alanlar yaratmak için adımlar atmaya çalıştığını görürüz…
Kadınlar da Fransa'dan gelen ulusal kimlik üzerinden kendilerini ifade etmeye ve toplum içinde “eşit hakları için” mücadele etmek için ortam yaratmaya çalıştıklarına tarih okuyuşlarımız arasında şahitlik ederiz.
18 Şubat 1856, Islahat Fermanı; Bu fermanın amacı, millet sistemini kaldırarak bütün din topluluklarının eşit vatandaşlık hakları ağlayarak Müslüman ve gayrimüslim Osmanlı tebaası arasında tam bir eşitlik sağlamaktır. Elbette eşit haklar beraberinde eşit yükümlülükler getirir.
Arusyag Papazyan sahneye çıkan ilk profesyonel Ermeni kadın oyuncu.
Sırabıyon Hekimyan daveti ile ve onun yönetimindeki Naum Tiyatrosu'nda 1858 yılında sahneye çıktı. Sahnede kaldığı süre içinde önemli karakter rolleri oynadı. Sahneye adım attıktan sonra Ermeni toplumu içinde tartışmalara neden olmuş ve kendi kilise cemaati içinde dışlanmaya ve ötekileştirmeye kadar olaylar gelişmiştir.
Kilise ile aydınların çatışması sonucunda Ermeni toplumu, 17 Mart 1863 yılında yürürlüğe giren 99 maddeden oluşan Nizamnâme-i Millet-i Ermeniyân ve Ermeni Millet Meclisi bir fermanla Babıâli'ye onaylatmış ve bu suretle laikleşme için adım atmaktadır, patrikhanenin mutlak hakimiyeti ve yönlendirmesi daraltmıştır. Ermenilerin bir anlamda kendi cemaat ilişkisi içinde özgürleşmesinin anayasası kabul edilmiş ve işler hale gelmiştir…
Ermeni toplumun Osmanlı imparatorluğu içinde yaşadığı değişim, hakları ve elde ettikleri sorumluluklar ile diğer halklar ile olan ilişkisi… Kozmopolitik şehir olan İstanbul’da (Konstantiniya / Konstantinopolis) şehrinde bir arada yaşamın getirmiş olduğu eğlence sektörünün gelişimi…
Osmanlı devleti durmadan arka arkaya savaşların içine çekilmektedir ve savaşlarda yenilginin getirmiş olduğu tavizler ülke içinde işleyişi de etkilemektedir. Müslüman tebaa ile eşit haklara kavuşan gayrimüslimlerin hakları yasalar ve fermanlar ile güvence altına alınmıştır. Bu sayede “Osmanlı Milleti” kavramı geliştirmeye çalışılmış ve imparatorluğun parçalanmasının önüne geçilmeye çalışılmıştır.
Haklar yasalar ile güvence altına alınmıştır.
23 Aralık 1876'da Kanûn-î Esasî padişah tarafından kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Bütün Osmanlı tebaasının eşit duruma getirilip haklarının ve özgürlüklerinin garanti altına alındığını duyurmuştur. Osmanlı milleti; Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanlardan oluşmuştur denmiştir.
14 Şubat 1878 günü Osmanlı Rus savaşı bahane eden padişah II. Abdülhamid tarafından tüm haklar askıya alınmıştır. Bir anlamda Osmanlı milleti için karanlık zamandır. o dönemde jurnalcilik çok yaygındır, her Osmanlı vatandaşı yanındakinden kuşkulanır olmuştur, çünkü o kadar sıkı bir rejim hayata geçirilmiştir ki, nefesler bile Yıldız Sarayı'nda kayıta alınır olmuştur. Bu dönemde elbette siyasi gelişmeler olmaya devam etmiş suikastlar, komplolar, borçların getirmiş olduğu dış baskılar, savaşlar ve kaybedilen topraklar…
Güvensizlik tohumu bir ekilmeye görsün, nefret söylemleri ile büyümeye ve çatışmaların büyümesi kaçınılmazdır… Hamidiye Alayları ve Anadolu’da gayrimüslimlere karşı yapılan katliamlar ve cinayetler bu karanlık çağın eseridir.
Erkek dünyasında kadın…
Erkek dünyasında kadın olmak ve seyircinin onları kucaklaması… O tarihe kadar sahnede kadın görmeyen seyircinin birden kendi milletinden kadın bir oyuncu ile karşılaşması, o güne kadar kadın rollerini erkekler yaparken erkeklerin yerini kadının alması ve işini kaybeden erkek tiyatro oyuncusunun kadın oyuncuya karşı tepkisi… Seyirci, kadını sahnede görmek için salonları doldurur, tiyatro işletmecisi bundan çok memnundur. Bu arda sahneye çıkan Müslüman amatör oyuncuların ismi duyulduğu an zaptiyeler tiyatroyu basıp kimlik sorgulaması yapmaktadır. Kadının sahnede olması önemlidir işletme sahibi için, o yüzden kadın oyuncuya verilen önem, ücret elbette diğer sahneye özlem duyan kadınları da cezbetmiştir. Daha güzel, daha iyi oynayan bir kadın, sahnedeki kadının yerini alacaktır, tiyatro sahibi güzel ve daha ucuza çalışan kadın oyuncu adaylarına kapısını hep açık tutmuştur. Eğer oyuncu kadın evlenirse, seyirci artık gelmez olur.
1858 – 1868 on yıl sahne ışıkları arasında kaldı anıları…
Aruşyak Papazyan, seyircilerin tiyatro sanatçısı Yeranuhi Karakaşyan'ı daha fazla beğendiğini gerekçe göstererek 1868 yılında tiyatroya veda etti.
İlk profesyonel tiyatro oyuncu Arusyag Papazyan tiyatro sahnelerinden yaşanan olayların etkisi ile uzaklaşmak zorunda kalmış ama onu devam ettiren oyuncular yerini almıştır. Bir dönem çok şaşalı, magazin dergilerin vazgeçilmezi olurken, kısa süre içinde yardıma muhtaç hale gelmiş, rahatsızlanmış ve Ermeni hastanesinde cemaatin desteği ile yatırılmış ve orada da hayata gözlerini yummuştur.
Son nefese kadar sahne ışığı altında olmayı hep istemiştir.
Arusyag Papazyan, 28 Nisan 1907 hayata son nefesini bırakmış ama hayat devam etmektedir ve Ermeni toplumunun kaderini belirleyecek yıllar çok uzakta değildir…
3 Temmuz 1908 tarihinde anayasal güvence yeniden yürürlüğe girmiştir. İktidar kavgası bitmemiş, büyük bir kargaşa vardır. Saray ve çevresinde mücadele bir istikrar sağlayamamıştır. 23 Temmuz 1908 günü İttihat ve Terakki Cemiyeti, Makedonya’da iktidara gözdağı vermiş ve bunun üzerine gazetelerde anayasanın yeniden yürürlüğe girdiğine dair ferman yayınlanmış ve 1 Ağustos 1908 tarihinde anayasanın yeniden geçerliliği Tanzimat Ferman tarafından teyit edilmiştir. Sansür ve ajan / jurnalcilik resmen kaldırılmıştır. Genel af ilan edilmiştir. Ayrıca Islahat Fermanı nedeniyle 'gavur ve kafir' kelimesinin de içinde olduğu birçok kelime yasaklanmıştır.
Osmanlı devleti artık son dönemindedir, tarih kırılmaktadır, insan yaşamı da kırılmakta ve kırım sanki olağan bir şey gibi algılanmakta ve her katliamın kahramanı ve kurbanı toplum içinde yaratılmaktadır. Trajedi, dram bireylerin yaşamının vazgeçilmezi olurken, toplumlarda aynı şekilde son yıkıma doğru savrulmaktadır…
Bir hayat içinde Osmanlı devleti kaç padişah görür, padişahlara bakarak ahalinin daha fazla yaşadığını görebiliriz. Arusyag Papazyan hayatını örnek alırsak eğer
Abdülmecid (1839 – 1861), Abdülaziz (1861 – 1876), V. Murad (30 Mayıs 1876 – 31 Ağustos 1876), II. Abdülhamid (1876 – 1909)…
Padişahlık makamı öyle bir şeydir ki, kardeş kardeşi boğazlıyor… İktidarın nimetinden yararlananlar kendilerini gizleyecek bir Osmanoğlu bulup kendi ceplerini doldurmuş, onlar zengin olurken saraydan cenazeler kalkmış… Her yeni padişah tahta çıktığında törenler düzenlenmiş ve halk saraydan bağımsız olarak sarayın çıkarını belirleyen savaşların bıraktığı yük altında ezilmiş ve kendi özgürlükler ve içinde bulundukları cemaatlerin özgürlük alanları için mücadele etmiş ve kazandıkları hakları bir bir ellerinden alınmış ya da yine saraydan açıklanan fetvalar ile yeniden verilmiş…
Osmanlı imparatorluğunun çöküş sürecinde fırtınalar hiç eksik olmamıştır. Düzen ve istikrar için gelen her lider bir süre sonra borçların vermiş olduğu yük ve sanayi açıdan yetersiz bir ülkede, sermaye birikimi yapılmadığı için istikrar bir hayal olarak kalmıştır. Osmanlı tebaası içinde geliştirilen ayrılıkçı hareketler ve o hareketlerden kazanç elde eden emperyalist devletler "kollarımız arasında hasta bir adam var" diyerek Osmanlının son nefesini vereceği koşulları Balkanlardan başlayarak doğuya doğru oluşturmuştur.
Emperyalizm fırsatını bulunca istediğini alır ve tarihin akış çizgisini öyle tasarlar ki ve halkları birbirine kırdırarak amacına ulaşır.
Sahnede hep bir kadın oyuncu vardır artık, kadınlar tarihin karanlığını delmiş ve sahnede yerini almıştır.
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.