Kader...
Tarihte olmuş olayların tek
sorumlusu ve tek suçlusu olmaz, o yüzden tarihimizin en karanlık, en baskıcı
süreci arka arkaya gelen iktidar değişiklikleri içinde olmuştur...
Abdülhamit tek başına çok uzun iktidarda kaldığı süre içinde yaptığı uygulamalar
ve katliamlar yüzünden kendisine “kızıl sultan” denilmiştir, yani o kızıl
kavramı Rus devrimi ve Fransız devrimi ile ilgisi yoktur, kandan gelen bir
kızıllık... Ama tarihin tüm kanlı olayları onun sırtına mı yüklemek gereklidir?
Onu takip eden ve kendisini sürgüne gönderen İttihat Ve Terakki Partisi,
Abdülhamit'ten daha kanlı olaylara imza atınca tek sorumlusu bu parti ve
yönetici kadrosu mu oluyor?
Elbette tek sorumlu değiller ama sorumsuz da değiller...
Tarihte olaylar “öyle olması gerektiği için olmuş” diyebilirsiniz ama tarihi
akışın önüne bir bent kurularak başka şekilde akması için olanak ve imkanlar
olmasına rağmen elinin tersi ile itekleyip baskıcı rejim ile yol almayı
seçenler oldu mu, kısaca tercih hakkı verildi mi, zorunlu olarak mı o çıkmaz
sokakta debelenip durdular?
Bizim talihsizliğimiz krizi yönetemeyen liderlerin ve kadronun tarihin o
kırılma anında orada olmalarıdır. Tarihin kırılma sürecinde onları oraya
itekleyen siyasi atmosfer sömürgeci / emperyalist ülkelerin kışkırtması
oluşması olasılığı ne kadardır ve onlar oraya tesadüfen mi çıktı, bilerek mi
onlara iktidar gücü verildi?
Elbette, karmaşa (kriz koşulunda) içinde birilerin lider olması olayların
iteklemesi ile tesadüfi olaylarında etkisi vardır diyebiliriz ama tarihte hiç
bir şey tesadüfen olmaz. Onları oraya taşıyan ortam yaratılır ve o role en
uygun olanlar o rolü oynamak için orada olurlar, çünkü tarih bilgisi yetersiz,
krizi yönetmeyen liderlik vasfı olmayan ama lidermiş gibi davranılmış egosu ve
korkuları yüksek olan bireylerin o statüde olması tarihin akışındaki rollerini
oynamasına olanak verilmiştir...
Tarihi bireyler sadece içinde oldukları zaman içinde önemlidir, onun dışında sadece tecrübesi ve birikimini ileriye taşıyan olarak anılır. Onlardan beklenen tecrübelerini kendisinden sonra gelen kuşağa aktarmasıdır…
Tarih, tecrübelerin
aktarılması ve birikimi ile oluşur.
Osmanlı devleti "hasta adam" olarak tanımlandıktan sonra elbette
hasta adam ya iyileşecek ya da yıkılacaktı. Emperyalist güçler yıkmayı kendi
çıkarlarına geldiği için kabul etmişler ve yıkılması için her türlü olasılığı
planlamışlar ve uygulamışlardır, çünkü güçlü olan başka ulusların ve halkların
kaderini belirler. Ülkenin sınırlarını belirleyenler sınır boyu içinde oluşacak
çatışma olasılıklarını önceden planlar ve sınırları o hassasiyetler üzerine
kurup ve planlarının içinde yerleştirip zamanı gelince söz dinlemeyen olursa
eğer onu da eğitecek/ hizaya getirecek çatışmaları canlandırır ya da
gizlerler...
Osmanlı devletinin mevcudiyetinin tamamı ile ortadan kalkmasına karar verilmiş
olsaydı Balkanlardan başlayan ve Anadolu ve Mezopotamya’ya sürülen Müslümanlar
için ayrı bir devlet düşünülemez, onları orada soykırıma kadar götürülecek
çatışmalar ortaya çıkarılır ve Balkanlarda yaşayan öteki konumuna
getirilenlerin kökü mülteci tanımı oluşturmadan yok edebilirlerdi... Balkandan
ve Kafkasya’dan Anadolu’ya sürgün gelenler olmasaydı, bugün yaşadığımız ülke ve
ismi belki hiç olmayacaktı… Sürgün gelenler yeni bir devletin oluşumunun
temelini oluşturacak birikimleri ile geldiler.
Emperyalist devletler için Balkanlardan sürülen Müslüman ahali için Anadolu’da
bir devlet kabul görmüş ki, tam Ortadoğu ve Asya geçişi üzerinde kontrol
edilebilen geçiş ülkesi yani tampon bir ülke oluşması çok önceden karar
verilmiştir... Rus devrimi ile tampon ülke kararının ne kadar “doğru bir karar”
olduğunu zaman göstermiştir...
Osmanlı ve onu takip eden cumhuriyet sürecinde ülkemiz güçler dengesi içinde Rus ve emperyalist İngiltere ve daha sonra Amerika’da katılacağı bir denge üzerinde şekillenmiştir. Rusya'nın Sovyetler Birliği adını alması Rus geleneksel dış politikada etkisinin azaldığı anlamına gelmez…
Ekonomik olarak çökmüş, “hasta adam” konumunda hiçbir zaman çıkamamış, siyasi ve tarih birikimini ülke çıkarı için kullanmak yerine iktidarda kim varsa iktidardan gelen gücü kendi ve çevresini güçlenmesi olarak kullanan ne yazık ki bir siyasi anlayışa sahibiz…
Tarihte rol almış kişiler hakkında nefret söylemi geliştirmek ve tarihi sadece nefret söylemi geliştirmek için kullanıldığında paranın iki yüzü gibi nefret edilmesi istenilen kişinin sorgusuz, sualsiz savunucusunu da yaratılır. Nefret, karşısını doğurur ve kaçınılmaz olarak toplumda bir arada yaşama kültürünü ortadan kaldırıp, ileride çatışmayı geliştirecek ortamı yaratır.
“Tarih ile yüzleşmek” demek, ezilmiş, ötekileştirilmiş olanların haklarının iadesi ve onları yok sayma döneminde onların elinden alınanı onlara vermek ve pozitif ayrım yapılması demektir.
Tarih ile barışmayan haklar, iç ve düşman olarak gördüğü komşuları ile çatışmadan duramaz, çünkü tarihten ders çıkarmak yerine nefret söylemini besleyen sonuçlar çıkarır…
Bugün ülkemizde hem ülkemizin kurucularına karşı geliştirilen nefret söylemi, onun karşılığı bugünkü iktidara karşı geliştirilen bir nefret söyleminin çatıştığına şahitlik etmekteyiz. Her iki tarafın medyasında günlük olarak gördüğümüz haber seçimleri ve kullanılan dil, aslında “ben senin ile bir arada yaşayamam, gücümü daha da geliştirip seni yok edeceğim” anlayışı söz konusudur… Otokrasi ile otokrat olmak isteyenlerin mücadelesi 100 yıllık cumhuriyet tarihimizde hep olmuştur, ülkemiz bir türlü demokrasi ve ötekileştirilmiş ile bir arada olduğu gerçeğini reddetmesi üzerine siyasetini belirlemiştir…
Nefret söylemi hep var olmuş, sadece nefret söyleminin derecesi zaman içinde ya çok çıkmış ya da mırıldanma şeklinde devam etmiştir.
Ülkemizin “kader”ini belirleyen nefret söylemi ve nefret söylemine temel olacak tarihten kaynak bulmaktadır…
Tarihe bakışımızı değiştirmediğimiz sürece ne yazık ki bizler ne bağımsız bir ülke olabiliriz, ne de özgün bir özgür bir ülke olabiliriz, taklit ve hep dışarıdan gelen direktifler ile iç siyaseti belirleyenlerin ülkesi olmaya devam edeceğiz…
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.