Galata Gazete


25 Eylül 2022 Pazar

Kader...

Kader...

 

Tarihte olmuş olayların tek sorumlusu ve tek suçlusu olmaz, o yüzden tarihimizin en karanlık, en baskıcı süreci arka arkaya gelen iktidar değişiklikleri içinde olmuştur...

Abdülhamit tek başına çok uzun iktidarda kaldığı süre içinde yaptığı uygulamalar ve katliamlar yüzünden kendisine “kızıl sultan” denilmiştir, yani o kızıl kavramı Rus devrimi ve Fransız devrimi ile ilgisi yoktur, kandan gelen bir kızıllık... Ama tarihin tüm kanlı olayları onun sırtına mı yüklemek gereklidir?

Onu takip eden ve kendisini sürgüne gönderen İttihat Ve Terakki Partisi, Abdülhamit'ten daha kanlı olaylara imza atınca tek sorumlusu bu parti ve yönetici kadrosu mu oluyor?

Elbette tek sorumlu değiller ama sorumsuz da değiller...

Tarihte olaylar “öyle olması gerektiği için olmuş” diyebilirsiniz ama tarihi akışın önüne bir bent kurularak başka şekilde akması için olanak ve imkanlar olmasına rağmen elinin tersi ile itekleyip baskıcı rejim ile yol almayı seçenler oldu mu, kısaca tercih hakkı verildi mi, zorunlu olarak mı o çıkmaz sokakta debelenip durdular?

Bizim talihsizliğimiz krizi yönetemeyen liderlerin ve kadronun tarihin o kırılma anında orada olmalarıdır. Tarihin kırılma sürecinde onları oraya itekleyen siyasi atmosfer sömürgeci / emperyalist ülkelerin kışkırtması oluşması olasılığı ne kadardır ve onlar oraya tesadüfen mi çıktı, bilerek mi onlara iktidar gücü verildi?

Elbette, karmaşa (kriz koşulunda) içinde birilerin lider olması olayların iteklemesi ile tesadüfi olaylarında etkisi vardır diyebiliriz ama tarihte hiç bir şey tesadüfen olmaz. Onları oraya taşıyan ortam yaratılır ve o role en uygun olanlar o rolü oynamak için orada olurlar, çünkü tarih bilgisi yetersiz, krizi yönetmeyen liderlik vasfı olmayan ama lidermiş gibi davranılmış egosu ve korkuları yüksek olan bireylerin o statüde olması tarihin akışındaki rollerini oynamasına olanak verilmiştir...

 

Tarihi bireyler sadece içinde oldukları zaman içinde önemlidir, onun dışında sadece tecrübesi ve birikimini ileriye taşıyan olarak anılır. Onlardan beklenen tecrübelerini kendisinden sonra gelen kuşağa aktarmasıdır…

 

Tarih, tecrübelerin aktarılması ve birikimi ile oluşur.

Osmanlı devleti "hasta adam" olarak tanımlandıktan sonra elbette hasta adam ya iyileşecek ya da yıkılacaktı. Emperyalist güçler yıkmayı kendi çıkarlarına geldiği için kabul etmişler ve yıkılması için her türlü olasılığı planlamışlar ve uygulamışlardır, çünkü güçlü olan başka ulusların ve halkların kaderini belirler. Ülkenin sınırlarını belirleyenler sınır boyu içinde oluşacak çatışma olasılıklarını önceden planlar ve sınırları o hassasiyetler üzerine kurup ve planlarının içinde yerleştirip zamanı gelince söz dinlemeyen olursa eğer onu da eğitecek/ hizaya getirecek çatışmaları canlandırır ya da gizlerler...

Osmanlı devletinin mevcudiyetinin tamamı ile ortadan kalkmasına karar verilmiş olsaydı Balkanlardan başlayan ve Anadolu ve Mezopotamya’ya sürülen Müslümanlar için ayrı bir devlet düşünülemez, onları orada soykırıma kadar götürülecek çatışmalar ortaya çıkarılır ve Balkanlarda yaşayan öteki konumuna getirilenlerin kökü mülteci tanımı oluşturmadan yok edebilirlerdi... Balkandan ve Kafkasya’dan Anadolu’ya sürgün gelenler olmasaydı, bugün yaşadığımız ülke ve ismi belki hiç olmayacaktı… Sürgün gelenler yeni bir devletin oluşumunun temelini oluşturacak birikimleri ile geldiler.


Emperyalist devletler için Balkanlardan sürülen Müslüman ahali için Anadolu’da bir devlet kabul görmüş ki, tam Ortadoğu ve Asya geçişi üzerinde kontrol edilebilen geçiş ülkesi yani tampon bir ülke oluşması çok önceden karar verilmiştir... Rus devrimi ile tampon ülke kararının ne kadar “doğru bir karar” olduğunu zaman göstermiştir...

 

Osmanlı ve onu takip eden cumhuriyet sürecinde ülkemiz güçler dengesi içinde Rus ve emperyalist İngiltere ve daha sonra Amerika’da katılacağı bir denge üzerinde şekillenmiştir. Rusya'nın Sovyetler Birliği adını alması Rus geleneksel dış politikada etkisinin azaldığı anlamına gelmez…

 

Ekonomik olarak çökmüş, “hasta adam” konumunda hiçbir zaman çıkamamış, siyasi ve tarih birikimini ülke çıkarı için kullanmak yerine iktidarda kim varsa iktidardan gelen gücü kendi ve çevresini güçlenmesi olarak kullanan ne yazık ki bir siyasi anlayışa sahibiz…

 

Tarihte rol almış kişiler hakkında nefret söylemi geliştirmek ve tarihi sadece nefret söylemi geliştirmek için kullanıldığında paranın iki yüzü gibi nefret edilmesi istenilen kişinin sorgusuz, sualsiz savunucusunu da yaratılır. Nefret, karşısını doğurur ve kaçınılmaz olarak toplumda bir arada yaşama kültürünü ortadan kaldırıp, ileride çatışmayı geliştirecek ortamı yaratır.

 

“Tarih ile yüzleşmek” demek, ezilmiş, ötekileştirilmiş olanların haklarının iadesi ve onları yok sayma döneminde onların elinden alınanı onlara vermek ve pozitif ayrım yapılması demektir.

 

Tarih ile barışmayan haklar, iç ve düşman olarak gördüğü komşuları ile çatışmadan duramaz, çünkü tarihten ders çıkarmak yerine nefret söylemini besleyen sonuçlar çıkarır…  

 

Bugün ülkemizde hem ülkemizin kurucularına karşı geliştirilen nefret söylemi, onun karşılığı bugünkü iktidara karşı geliştirilen bir nefret söyleminin çatıştığına şahitlik etmekteyiz. Her iki tarafın medyasında günlük olarak gördüğümüz haber seçimleri ve kullanılan dil, aslında “ben senin ile bir arada yaşayamam, gücümü daha da geliştirip seni yok edeceğim” anlayışı söz konusudur… Otokrasi ile otokrat olmak isteyenlerin mücadelesi 100 yıllık cumhuriyet tarihimizde hep olmuştur, ülkemiz bir türlü demokrasi ve ötekileştirilmiş ile bir arada olduğu gerçeğini reddetmesi üzerine siyasetini belirlemiştir…

 

Nefret söylemi hep var olmuş, sadece nefret söyleminin derecesi zaman içinde ya çok çıkmış ya da mırıldanma şeklinde devam etmiştir.

 

Ülkemizin “kader”ini belirleyen nefret söylemi ve nefret söylemine temel olacak tarihten kaynak bulmaktadır…

 

Tarihe bakışımızı değiştirmediğimiz sürece ne yazık ki bizler ne bağımsız bir ülke olabiliriz, ne de özgün bir özgür bir ülke olabiliriz, taklit ve hep dışarıdan gelen direktifler ile iç siyaseti belirleyenlerin ülkesi olmaya devam edeceğiz…

 

İsmail Cem Özkan

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.