Galata Gazete


30 Kasım 2022 Çarşamba

Cadı Kazanı…

Cadı Kazanı…


Perde henüz kapalı, seyirciler salonda yerlerini almış, cep telefonlarını kapatırken ya da sessize alırken sahneden salona doğru perde arkasından kadın sesleri gelmektedir… 

 

Ve perde! 

 

Alacakaranlık bir sahne bizi kucaklıyor. Seyirci üzerine düşen  rolünü oynamaktadır, sessizce ışığın geldiği yöne bakmakta, fakat bazı seyirciler cep telefonlarının ışığından anladığım kadarı ile hala sosyal medyadan kopamamış, sahne ile irtibatını gelecek sese bırakmış gibi. 

 

Ağır ağır perde açılır, bir grup kadın sahnenin ortasında oluşturulmuş platformda dini bir ritüeli gerçekleştirmektedir… sahnenin arkasından gelen bir yatak ve üzerine bir kız çocuğu ile seyirciyi oyuna davet eder. 

 

Seyirci sessizce alacakaranlık içinde ışığı ve sesi takip etmektedir…

Hasta bir kız çocuğu ve çevresinde olanları zaman içinde tanıyacağız, fakat konu bildiktir…

 

Endişe, korku, olacakların habercisidir... 

 

Şeytan kızı teslim almıştır, ondan şeytanı çıkarmak için o konuda uzmanlar çağrılacaktır, özellikle köyün zengini bu şeytan fikrini kabul olması için baskı yapmaktadır. Papaz Parris bu duruma başta direnmektedir, fakat kısa zamanda fikri değişecektir, bir fırsattır belki, köyde kendisini dinlemeyenleri cezalandıracak bir olanak vardır…

 

Oyunun kurgusu kısa sürede seyirciyi saracaktır, fakat alacakaranlıkta oyuncular o kadar gölgede kalıyor ki, sesleri mimikleri oluyor, yüksek ses ile yapılan diyaloglarda sesler birbirine karışıyor ve anlaşılmaz oluyor… Her bağırma sonrası acaba ne diye konuştular diye tahmin etmek seyirciye verilmiş bir görevdir...

Alacakaranlık, mimikler ve ses iç içe geçmiştir…

 

İlk bölümde oda vardır ama duvarı yoktur, çünkü o duvar kafamızın içinde oluşmasını sağlamak için yönetmen o platform ile seyirci arasında zaman zaman oyuncuları geçirerek bir anlamda duvarı kafamızın içinde örmektedir… Odanın içi ve dışı seyircinin kafasında canlandırılmasını başarılı buldum, bu sayede sahnede perspektif yaratılırken aynı zamanda olmayan duvarda örülüyor…

Abigail Williams başta kenarda duran bir karakter olmasına rağmen kısa zamanda onun intikam duygusu onu oyunun merkezine taşıyacaktır… İntikam duygusu, köylülerin toprağını ucuza kapatmak isteyen tüccar ve papazın kendisini dinlemeyenlere ders verme arzusu bir cadı kazanı kaynatır…

 

Kazanın altına ateş verilmiştir, o ateş istenilenin üstünde olaylara gebedir…

Papaz Parris kızını iyileştirmesi için şeytan kovma uzmanı Papaz Hale’i haber çağırır. Böylece “cadı avı” başlar. Genç kızlar suçlamalardan kurtulabilmek için cadılık suçlamalarını başkalarının üzerine atmaya başlarlar.

 

Köyde ne kadar kadın varsa potansiyel suçludur!

Soruşturmalar, sorgular derken iş mahkemeye kadar varır… Kızların suçlamaları yüzünden çok sayıda kişi tutuklanır. İlgisi olsun olmasın köyde yaşayan her kadın cadı kuşkusu ile gözaltına alınır ve cadı avında delil ve şahide gerek olmadan kararlar verilir, küçük bir kuşku ölüm kararının verilmesi demektir, çünkü yasaları yazan Allahtır ve tanrı buyruğu bu konuda nettir, ya ölüm ya da yaşam… Ya suç ya da suçsuz… Ya masum ya da suçlu… Siyah beyaz kadar nettir, ara yoktur…

Sorguda her insan bir anlamda “cennet ve cehennemi sırtında taşıyor”…

 

Ortaçağ karanlığının getirmiş olduğu düşünce yöntemi ve sorgu o kadar masumu ateşe atmaktadır ki, delile ve akıl yürütmeye gerek bile duymaz, verilen kararlara karşı kuşku ve itiraz hakkı da yoktur. Günümüz deyimi ile “şeriatın kestiği parmak acımaz!” ama ortada kadınların idam sehpası kurulmuştur, kurulan sehpa görevini yerine getirecektir…

“Çok garip ve kötü zamandan geçiyoruz, karanlığın içinde kendimize yol arıyoruz.” diye fikrini ve itirazını ortaya koyan çiftçi Protoctor ve ailesi bu yaratılan cadı avının ortasına düşmüştür… Tanrının buyruğundan biri olan zina suçu işlemiştir. Bu suçun tarafı olan Abigail intikamını alacaktır… Abigail için uydurduğu hikayeye ortaçağ mantığı ile bakanları inandırmak zor bir şey değildir, içine şeytan (intikam duygusu) girmiştir, şeytan her yerdedir… Çocuk oyuncağını bir büyü aracı olarak ortaya sunar ve o oyuncağın hiçbir şeyden haberi olmayan Protoctor’un karısı Elisabeth’in sonunu hazırlar…

Mahkeme, kızlar sorguda kimin ismi geçirmişse soruşturmaya alır…

Her mahkemeye düşen kendisini umutsuzca kurtarma mücadelesindedir ama kuşku o olanağı ortadan kaldırır, çünkü kuşku varsa suç vardır ve idam kaçınılmazdır…

İki bölümden oluşan bu oyunda sahne genelde hep alacakaranlık içindedir... Oyuncuların mimikleri seslerinde gizlidir… Sahnede ışık oyunculardan daha çok olayın örgüsünü yeniden yorumlayan yönetmenin istemleri yönündedir, ses zaten nereye odaklanmamız gerektiğini belirtmektedir… Işık bizim alışık olduğumuz oyun içinde hareketi izlemez, bir iki sahne hariç. Kadınların haykırışı ve son sahne Elisabeth üzerinde odaklanır… Müzik zaman zaman o kadar çok yükselir ki, ses müzik içinde yok olur ve bölümler arası geçiş sağlanır… Oyuncular verilen görevi yapmıştır, karanlıkta oldukları için genelde mimiklerini görme şansına erişemedim ama sesleri ile görevlerini yaptıklarını hep düşündüm…

Oyundan seyirciye ne kaldı diye kendi kendime sorduğumda; keşke o kadar çok ses ve ışığın alacakaranlığında kalmadan oyunun konusuna uygun ve ritmin yükseldiği anlarda seyirciyi yani bizi biraz daha kucaklamasını isterdim… Oyunun içine girip izlemek yerine, seyirciyi hep dışarında bırakan, seyircinin kafasında soru oluşturmadan verilen ile öykünün kurgusunu izlememizi arzu edilmiş gibi geldi bana…

Arthur Miller yaşadığı zamanda yaşadığı cadı avını bu oyun ile sansüre inat dillendirilmiş, sessizlerin sesi olmuştur… Oyun hem beyazperdeye hem de operaya uyarlanmış ve dünya sahnelerinin unutulmaz ve fırsatı olduğunda tekrar tekrar sergilenmesi gereken oyunlardan biridir…

Ülkemizde de zaman zaman sahnelenmiş ve bu dönemde bir kere daha sahnelenmesi çok anlamlıdır… Keşke alacakaranlık içinde değil de daha aydınlık bir sahnede öyküyü içselleştirerek seyretmiş olsaydık… Kuşkusuz yaşadığımızı zaman belirsizlikler ve cadı avları ile doludur, fakat biz sırtımızda ne cenneti ne de cehennemi taşıyoruz, insanlık tarihinden öğrendiğimiz bir şey vardır, girilen girdaptan “başka bir hayat” ile çıkışın mümkün olduğunu biliyoruz…

“Umut her zaman vardır ve o umut her zaman okuyana ve izleyene de verilmelidir” düşünceleri içinde salondan ayrıldım.


İsmail Cem Özkan


Cadı Kazanı

Yazan: Arthur Miller
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu - Vedat Günyol
Yöneten: Yiğit Sertdemir
Dekor Tasarımı: Metin Deniz
Kostüm Tasarımı: Nihal Kaplangı
Müzik: Emrah Can Yaylı
Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
Efekt Tasarımı: Hanefi Topraktepe
Hareket Düzeni: Senem Oluz
Dekor Uygulama: Murat Gökden - Duygu Ateş
Kostüm Uygulama: Hacer Duran - Sibel Usanmaz
Yardımcı Yönetmen: Eraslan Sağlam
Reji Asistanları: Onur Demircan - Salih Şimşek - Özge Kırdı

Oyuncular: Berfu Aydoğan, Berna Adıgüzel, Burak Davutoğlu, Canan Kübra Birinci, Ceren Kaçar, Emre Çağrı Akbaba, Eraslan Sağlam, Ersin Sanver, Ezgim Kılınç, Fatma İnan, İbrahim Can, Mehmet Bulduk, Nilay Yazıcıoğlu, Onur Demircan, Ozan Gözel, Rozet Hubeş, Selçuk Yüksel, Selen Nur Sarıyar, Zeki Yıldırım

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.