Galata Gazete


29 Eylül 2024 Pazar

Naftalin kokan ideolojiler bugünü kucaklamaktan uzaktır…

Naftalin kokan ideolojiler bugünü kucaklamaktan uzaktır…

İsrail'in her vurduğuna sahip çıkan bir sol oluştu... Savaşı kınamak ayrı şeydir, sahip çıkmak ayrıdır.

Hizbullah, Hamas gibi örgütler şeriatçı, cihatçı örgütlerdir…

Şeriatçı örgütler, sonuçta kelle kesen, kurallarına uymayana ceza kesen, başkasının yaşamasına olanak tanımayan, tek doğru, tek tanrı, tek inanç gibi kavramlara inanan ve kendisi gibi olmayanlara karşı hoşgörülü olmayan cihatçı yapılardır. Hizbullah ve Hamas gibi örgütler buna örnektir. Bunları ortaklaştıran başka bir özellikte arkasında maddi ve manevi gücün İran olması...

Hizbullah, Lübnan birliğini hiçe saymış, Lübnan ordusundan daha fazla insanı istihdam ettiği ordusu ve silahlı güce sahiptir... Meclisinde veto hakkına sahiptir. İstemediği, işine gelmeyen her şeyi veto ederek demokrasi, eşit söz hakkını ortadan kaldırmıştır...

Hizbullah Lübnan'da yaşayan Şiilerin hakkını korumak adına adım atmış, daha sonra İran çıkarı ne gerektiriyorsa ona göre tavır belirleyen uydu bir örgüte dönüşmüştür... Kısaca Hizbullah aslında İran’ın tetik çeken sivil/askeri kuruluşudur...

Yemen'de İsrail’e füze fırlatan Husi güçleri de Hizbullah, Hamas ikilisi ile ortak hareket etmekte, aynı ideoloji ve bakış açısına sahiptir...

Arap dünyası neden bu örgütlere sahip çıkmadığını, arkasında gerçek anlamda durmadığını sanırım anlamışsınızdır, çünkü Şiilerin güçlenmesi ve politikaya yön verir hale gelmesi Sünni Arap dünyasında kabul edilecek şey değildir... Bunun açık yönünü Suriye iç savaşta tarafların arkasında ki güçlere bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz...

Cihatçı örgütlere maddi, askeri, lojistik destekler bu ayrımı çıplak olarak ortaya koyar...

Hem Şii hem de Sünni cihatçı örgütlere maddi yardım yapan küçük devletçiklerin prensleri de söz konusu olmuş olması onları bağımsız tercihleri değil, onları ona zorlayan İngiliz ve Amerikan (kısaca emperyalist devletler) çıkarını da görmek gerek…

İster Şii, ister Sünni tüm siyasi İslami hareketler insanlık için tehlikeli olarak algılıyorum, onların varlığı savaş, kelle kesmek, cihat anlamına gelmektedir...

İslam dini kendi içinde reform yapamadığı sürece, nefret söylemini besleyen, büyüten özelliğini ne yazık ki tüm dünyada korumaktadır...

Avrupa'da göçmen hareketi ve siyasi İslam'ın hedef gözeterek saldırıları Avrupa faşizmini büyüttü, şimdi iktidara en yakın partiler konumuna getirdi.

Faşizmin iktidara gelmesini ikinci dünya savaşında gördük...

Bugün Avrupa'da göçmenlere ayrım gözetmeden saldırılar küçük adımlar ile başlamış durumda, ne yazık ki bunu engelleyecek örnek gösterilecek herhangi bir İslami ülke yok...

Tüm İslami ülkelerde kargaşa, çatışma, ekonomik kriz ve buna bağlı siyasi kriz var...

Bu çatışmadan en iyi yararlanan ülke ne yazık ki İsrail devletidir...

Şimdi, İsrail devletinin saldırılarını kınayarak aslında esas sorulması gereken soruların üstü örtülüyor, bugün İsrail hesapsız hareket ediyorsa, gelişen faşizm ve onun yaratmış olduğu atmosferdir...

İsrail saldırılarının durdurulması ancak cihatçı siyasi İslam’ın dağıtılmasından geçiyor, çünkü cihatçılar İsrail’in ekmeğine ekmek katmaktan başka bir şey yapmıyorlar, onlar için kanal açıp, oradan siyasi manevra alanı yaratıyorlar...

Solun duruşu bana göre sınıfsız toplumu savunan bir ideolojik duruş değildir, ulus devlet anlayışını aşamamış, geri kalmış, kendisi ile yüzleşmemiş, ideolojik duruşunu çağın ihtiyacına göre belirleyememiş muhafazakar soldur...

Sol; dinamiktir, zamanın, çağının sorunlarını belirler ve ona göre duruşunu belirler ve saldırı ve savunma aracını geliştirir...

Naftalin kokan ideoloji ile bugün ne anlaşılır ne de ona uygun politika geliştirilir, gelinen noktada siyasi İslam ile ortak hareket eden bir sol yaratılır...

İsmail Cem Özkan

28 Eylül 2024 Cumartesi

Duvarların arkasında da direnenler var…

Duvarların arkasında da direnenler var…

Bugüne kadar tiyatro eserlerini sahnede sergilenir hali ile gördüm, eleştiri yazısını yazdım, fakat bu sefer sahneye çıkmadan kitap olarak önüme çıktı…

Adil Okay yıllardır cezaevleri ile ilgili sergiler, yayınlar yapmakta, cezaevlerinde yatanlar ile dışarıdan bir dost, arkadaş, dert ortaklığı yaparken bunu “görülmüştür” grubunu kurarak bir anlamda ilişkileri bir kurumsal yapıya dönüştürdü. Her yıl yapılmakta olan sergileri organize etmekte, onları il il, ülke ülke taşımaktadır. Bir anlamda sergilerin gönüllü hamalıdır…

Adil Okay diğer bir özelliği de nerede başı dertte olan biri varsa gücü yettiği kadar ona ulaşır, onun sorununa çare olmak için var olan tüm ilişkilerini seferber eder, bir anlamda dayanışmanın anlamını gerçek anlamda ortaya koyar… Bana dayanışma nedir diye sorarsanız iki isimi direkt söylüyorum, biri Özcan Yaman, diğer Adil Okay.

Bugüne kadar yaptıklarını göz önüne alın, işte dayanışma budur, somut, elle tutulan bir tanımdır…

Adil Okay ve Özcan Yaman son çalışmasını Karşı Sanat Çalışmaları galerisinde izleyicilerine, takip edenlerine sundu. Bu sergide cezaevlerinde yatan yazarların kitaplarını ve mektupları, resimleri, karikatürlerini derlemişler, modern bir sunum ile “Sınırsız Kütüphane” adında sunmuştur.

Bu sergide var olanları sahnede görmek isterseniz eğer, işte bize bu son tiyatro eseri sunuyor.

Sergiyi gezerken, öyküleri dinlerken bir anlamda sizi sahneye taşımaktadır.

Uzaklara Bakamamak kitabı bir hücrede yaşananları seyircisine sunar. Sahnede görecekleriniz bir öykünme, dert yanma filan değildir, tersi var olan sorunları, yaşanmışlıkları, yaşanacakları somut olarak ortaya koymasıdır. Durum tespiti yapmıyor, durumu ortaya koymaktadır…

Tiyatro eserlerini okurken elbette insanın gözünde sahneler canlanıyor, her okuyan kendisine göre gözünde canlandıracaktır ama “Görülmüştür” ekibinin yaptığı sergileri gezerseniz zaten oyunun görsellerini, belgelerini orada somut olarak görebilirsiniz...

Kitabın içinde gerçekliğin içinden seçilmiş ve bir sahneye taşınmış tarihin cezaevinden yansıyan dipnotlarını görürsünüz.

Ezilenlerin tarihi sahnelerde, sergi salonlarında, roman ve öykülerde…

Tarih yazılırken kişinin durduğu noktaya göre yazılır ama genelde okunan ve bilinen ise güçlü olanların yazdığı tarihtir. Fakat tarih tek boyutlu değildir, o tek boyutlu olmadığını romanlar, tiyatro eserleri bize çıplak olarak gösterir ama biz onları sanki bir fantezi gibi okur ve geçeriz, fakat o geçtiğimiz şeyin altında yatandır gerçek tarih.

Uzaklara Bakamamak eserini en kısa zamanda sahnelerde ve değişik dillere tercime edilmiş halini görme umudunu taşıyorum. Bu kitabı tiyatro ile ilgilenen, sahneye oyun taşımayı düşünenlerin ilk başvuracağı bir eser olarak görmekteyim…

Umarım taşınır ve seyirci koltuğundan bu sefer tiyatro oyunu eleştirisini yazarım…

İsmail Cem Özkan

 

Uzaklara bakamamak

Adil Okay

Ağustos 2024, Ankara

ISBN: 978-625-415-808-7


26 Eylül 2024 Perşembe

Güzel insanların ardından kurulan her cümle yetersizdir…

Güzel insanların ardından kurulan her cümle yetersizdir…

Şimdi anıları olanlar hemen anılarını paylaşmayacak, zamanı gelince yazarlar ya da anı kitabı yapılacaksa oraya bir kaç kelime bırakacaklardır ama popüler olanı yapacaklar yani varsa birlikte çektikleri/ çekildikleri fotoğraflarını paylaşacaklar...

Turan Eser benim geçmişi (artık geçmiş oldu, zamanda üzerine eklenince) uzun bir sancılı dönemin dostluğuna dayanıyor...

Benim hayatta duruşum nettir, sınıf temelli bakarım olaya, Marksist’im... Marksist olunca elbette sınıf dışı olan her şeye karşı mesafeliyimdir, cinsiyetçi bakışım olmaz, cinsiyet ayrımı yapana da kızarım, “kardeşim, cinsiyet tercihi yapan varsa onun tercihidir, seni hiç ilgilendirmez, seni neden rahatsız ediyor, onun tercihi” der ve susarım. Çünkü cinsiyet ayrımı sınıfın birliğine zarar verdiğine inanırım, özgürce kişiler istediği gibi yaşasın, zaten sonuçta tam özgürlüğü savunmuyor muyuz, özgür bir gelecek, sansürün ortadan kalktığı, tercihlerin özgürce ifade edildiği bir yeni bir dünya...

Cinsiyetçi bakış açısına nasıl bakıyorsam aynı şekilde dinlere ve mezheplere de bakıyorum, kişi neye inanıyorsa inandığı ile kendisi arasında bir tercihtir, o tercihine göre yaşam biçimini seçer ve ona göre yaşar, beni ne ilgilendirir. Eğer, o tercihi ile beni baskı altına alıp, esaret ve karanlığa sürüklüyorsa ona karşı direnirim, direnmekle kalmam mücadele de ederim, çünkü benim tercihim onu karanlığa sürüklemiyor, eşit, özgür, sınıfsız bir toplum, onun da kendisini rahat ifade etmesini ve özgürce yaşaması için ortam yaratacaktır...

Turan Eser işte burada “Alevilerin baskı altına kaldığı, onun da sünniler gibi hakları olması gerektiği, Diyanet İşleri Başkanlığına verilen her kuruşun, Alevilere karşı mecazi anlamda “kurşun” olarak, yani kurşun dediğime bakmayın asimilasyon baskı aracı olarak döndüğünü dillendirir, ona karşı mücadele ederdi... Alevi inancının yok olmaması için eğitimine önem verir, Alevi öğretisinin insanlık için önemli bir kapı olduğuna inanırdı… Nerede bir Alevi çocuğu görse, gözleri güler onların Aleviliği öğrenmesi için elinden geleni yapardı. O Alevi öğretisinin kuşaktan kuşağa doğru bir şekilde aktarılması için düşünür, yol arar, bulduğu yoldan da yürürdü...

Dinler ve mezhepler arasında eşitlik olmazsa olmazdır demokrasi ve eşit vatandaşlık için...

Bir inancı, mezhebi yok sayarsan o ülkede eşit vatandaşlık hakkı olmaz, eşit vatandaşlık sözdedir, özde asimilasyon politikası, baskı, işkence, ötekileştirme, nefret söyleminin varlığı ve linç, katliam onlara layık görülür ve uygulanır... Ülkemizin 100 yıllık tarihi bunlara birçok örnek sunar, çünkü bu yeni kurulan ülkede eşit vatandaşlık, eşit olarak inançlara uzaklık yoktur, açık ve net olarak asimilasyon vardır ve onu da kurumsal olarak uygular... Bu kuruluşundan bugüne kadar hiç aksamadan ve sistematik olarak uygulandı ve Alevi nüfusu toplum içinde sürekli olarak düşürüldü...

Turan Eser işte buna karşı mücadele ediyordu...

Alevi nüfusunu ve öğretisini korumak için mücadele ediyordu, çünkü komünistlerin gelip bu toplumu dönüştürecek gücünün olmadığını biliyordu, bu sistem içinde de Aleviler için mücadele edileceğini düşünüyor ve onu hayata geçirmek için her türlü örgütlü Alevi çalışmasına katıldı. Sınır tanımadan, ülkeden ülkeye, coğrafyadan coğrafyaya gitti, emek sarf etti...

İşte, aramızdan ayrılan Turan Eser böyle biriydi…

O birlikte, yan yana gelip bir şey üretmediğim ama her daim dayanışma içinde olduğum güzel bir dostumdu... “Gazetede köşe yazarı olmak istiyorum” dedi, kim ile nasıl görüşeceği yolunu gösterdim, o da gidip o gazetede köşe yazarı oldu, iyi de oldu, çünkü gözlemlerini birikimlerini aktardı, o bir anlamda o birikimlerini popüler partilerde vekil olmak için kullanmadı, inançlıydı, inandığı gibi yaşadı ve mücadele etti.

Turan Eser, Alevileri ancak Alevi örgütleri aracılığı ile koruyacağını, savunacağını, geliştirileceğini düşündü ve Alevi örgütlerinde üst görevlerde yerini aldı... Gerektiğinde öğretmen, gerektiğinde mürit oldu...

Anıları olanlar uzun yaşasın, çünkü onu aramızda tutacak olan anıları olanlardır, güzel anılarda yaşasın...

Bu arada benim öznel duruşumu kısaca yazayım, Alevi örgütlerini Alevi inancını savunan, yaşayan bireylerin örgütlenmesini savundum. Ona dışarıdan Solcu/sağcı dokunuşların ya da siyasi çıkarlar ile dokunuşların Alevi inancına ve Alevi örgütüne zarar verdiğini düşündüm. Elbette her Alevi bireyin siyasi tercihi olacaktır, o tercihlerini Cemevlerinde baskın olarak kullanmak yerine, siyasi kimliğini kapıda bırakıp, bir Alevi “can” olarak o Cemevinde yer almasını uygun gördüm… İnananlar, inandıkları yerde kendilerini ifade etmesini hep savundum…

Ben laiklik tanımında olan laiklik kavramına inanıyorum, dini siyasete karıştırınca, siyasetin seviyesi çok aşağılara düşüyor, sınıfsız toplum mücadelesine de zarar verdiğine inanıyorum... Camide siyaset yapan ile Cemevinde siyaset yapan bana göre aynı makamda bir birine benzeyen ama farklı olduklarını iddia eden insanlardır... Bundan dolayı camide yapılana ne kadar karşıysam, Cemevinde yapılan siyasete de o kadar karşıyım.

Ezilenler her zaman bir arada kendi kimlikleri ile olsun, ezene karşı mücadele etsin, fakat o ezilenleri kendisine benzetmek için uğraşmak bana göre devletin işlediği suçu kendilerine siyasi kimlik takanların da işlediğini düşünmemedir...

Aleviler bana ihtiyaç duyarlarsa, gider onlara yardım ederim, çalışırım. İhtiyaçları geçene kadar yanlarında olurum ama siyasetlerine, duruşlarına asla ne yön veririm ne de onlara akıl veririm, tercih onlarındır, mazlumdurlar ve mazlumlar kendi kaderlerini belirleyecek kadar birikime sahiptirler, tek eksik yönleri zayıf olmalarıdır ve o zayıf yanlarını güçlendirebilmek için benim küçük bir emeğim/ katkım varsa ne mutlu bana...

“Birbirimizi anlamamız için, aynı dili konuşmamıza gerek yok, ezildikten sonra hepimiz aynı şarabız...” Kazım Koyuncu.

Sivas'ta yakılan hepimizdir, yakanlar Alevi, aydın ayrımı yapmadı, direnenlerde hepimiz olmak zorundayız, ezenlere, yakanlara karşı ortak cepheden direnmek meşrudur ve zorunludur...

Turan Eser tarihin kırılma noktasında ve devam eden süreçte tanıdığım güzel insanlardan biridir, iyi ki tanıdım...

Elbette tarih yeniden yazılacak bir gün, o gün belki ezilenlerin de tarihi ezenlerin tarihinin yalanlarını bir bir ortaya çıkaracaktır. Tarihsel yüzleşme olmadan bu ülkede aydınlık bir gelecek olmayacaktır... Turan Eser yüzleşmenin Alevi yönünün aydın yüzüydü, Aleviler için büyük kayıptır…

İsmail Cem Özkan

 

20 Eylül 2024 Cuma

Mübadele üzerine düşünürken…

Mübadele üzerine düşünürken…

Mübadele yapılalı 100 yıl olmuş. Benim dünya görüşüme göre bir insanlık suçudur, ona izin veren, ortam yaratanlar suç işlemiştir... Binlerce yıl bir toprak üzerinde kök salmış, kültür yaratmış, medeniyetini orada oluşturmuş bir halkı alıp başka topraklara taşınmaya zorlamak, orada yeniden hayat vermesini sağlamak bir suçtur...

Balkanlardan Anadolu'ya taşınan Osmanlı Devleti, isim değiştirmiş, yeni ismi ve yeni başkenti ile devlette devamlılık esas kurallarına uygun bir şekilde yeni bir elbise giydirilmiştir... Balkanlardan taşınanların oluşturduğu devlet ulus devlet olacağı mutlaktı, çünkü eskisi gibi çok kültürlü bir imparatorluk yerine daha homojen, siyasi sınırları kültürel sınırları belli olacak, sermaye birikimi yapacağı bir ulus devlet inşa edilecekti. Zaten birinci meşrutiyetten itibaren oluşturulan devlet anlayışı bu yeni devlet ile hayat bulacaktı... İstenilen ve başarılamayan reform bu yeni başkentte balkanlardan gelen siyasi kadroların emeği üzerine oluşturulacaktı...

Homojen devlet anlayışının temeli homojen toplum yaratmaktır...

Homojen toplum ise var olan çeşitliliği ortadan kaldırıp, hakim ulusun üzerine oturtmaktadır...

Siyasi tercihler, oluşturulan atmosfer bunu kısa zamanda ortaya çıkaracaktır, Türk ırkı üzerine Türk ulusu yaratılacaktır... Bu da diğer olanları ötekileştirilmesi anlamına gelirdi... Ötekiler Lozan anlaşmasında kayıta girenler ve girmeyenler şeklinde ortaya çıkacaktı, kayda girenlere “azınlık”, girmeyenlere “Türk olmayan” olarak tanımlanacaktır... Hangi dilde konuştukları belli olmayanlar ve neye inandıkları belli olmayanlar şekilde bir ötekileştirme ortaya kısa sürede çıktı...

Devletin dili, dini, mezhebi bellidir, tartışılmaz şeklindedir...

Devletin ideolojisi tanımlanırken, "tek bayrak, tek dil, tek ulus, tek lider, tek parti, tek gelecek, tek geçmiş..." kısaca tek olarak ifade edilen şekilde olacaktır...

Devlet ideolojisine uymayan ama ulus devletin oluşumu için iki devlette ki iç tehdit oluşturmayacak kadar bir rakama indirilecek nüfus düzenlemesi yapılacaktı... Bu iki coğrafyada yapılacak "tehdit" oluşturmayacak olanları ulus temelli değil, din temelli şekilde homojenleşmeye gidildi... Çünkü yeni ulus devletinde tek din vurgusu önemlidir, biri halifenin ülkesi, diğeri patrikhanenin ülkesi şekilde kendisini ifade etmektedir...

Karşılıklı olarak nüfusun yer değiştirmesi ile tek dinin hakim olduğu yeni bir devletin altyapısı oluşturuldu...

Uluslaşmak için en önemli adımlardan biridir, ülke içinde çatışmayı ortadan kaldırıp, tehdit konumdan çıkarılıp ama aynı zamanda rehin kalacak kadar bir nüfusun karşılıklı topraklarda kalacak şekilde formüle edildi...

Ülke sathında homojen nüfus değişimi yerine, belirli topraklarda nüfusun kalması ile karşılıklı iç işlerde bir denge politikası tercih edilmiştir, bir anlamda iki farklı ülkede kalan din mensupları bir anlamda rehindir...

Herhangi bir sıcak çatışmada hedeftir...

İki ülkenin karşılıklı olarak imza ettiği mübadele işte bu tercih üzerine oturmuştur ve ülkenin en güzel renklerinin, medeniyetin o topraklardan ve bir arada yaşayanların artık özlem ile anacağı notlarda kalan ezgiler olacaktır...

Mübadele ulus devletinin ortaya çıkardığı suçlardan sadece biridir...

İsmail Cem Özkan 

12 Eylül 2024 Perşembe

Travmadan çıkmak yerine travma içinde yaşamaya alıştırıldık…

Travmadan çıkmak yerine travma içinde yaşamaya alıştırıldık…

 

12 Eylül geçeli kaç yıl oldu, fakat hala etkisi arzuladığı ılımlı İslam iktidarı gerçek olmuş, on iki eylül tüm hedeflerine ulaşmış, sol bir daha asla eskisi gibi ne gücü, ne illüzyonu ne de ütopyası kalmış, Kürt ve CHP içinde eriyen bir konumda, başkasının şemsiyesi altında meclise girip, güya sol muhalefet yapıyormuş gibi yapan konuma bürünmüş... Bugün hala ortada ele avuca sığacak kadar bir sol muhalefet oluşmuyorsa, oluşturulamıyorsa tüm suçu 12 Eylül askerlerine atmaya gerek yok, suçun büyüğü bizde olduğu gerçeği ile yüzleşmek gerek… Neden ve nasıl oldu da 11 Eylül günü muhatap alınan sol, bir gün sonra ciddiye alınmayacak kadar halktan kopuk hale geldiği, 11 Eylül 1980 yılında konuşamadıklarını birkaç sene sonra örgütsel yapısını sistem içine taşıyan, liberal politikaları açıkça savunur hale geldi? 

Ekonomik krizin bu kadar geniş tabanı ezdiği dönemde solun başkasının şemsiyesi altında söz söylemesi doğal mı, olağan mı? 

Bağımsız, özgür bir gelecek rüyasından kopuk, güya "yeniden" kuracakları cumhuriyeti, güya eşit vatandaşlık ülküsünü sağlayan cumhuriyeti "yeniden" yaratacaklarını iddia eden tarihten kopuk resmi tarihi aşamamış siyasi yapıların sol olarak tanımlandığı günümüzde geleceğe hoşgörü ve umut ile bakmamız ne kadar mümkündür?

Bağımsız, işçi sınıfına dayanan, özgür bir dünya hayali edenlerin resmi tarih ve resmi söylemlerden uzak olması gerekirken, daha fazla AKP düşmanlığı, Erdoğan kişiliği üzerinde tepinenlerin geleceği kuracaklarına dair inanç toplumda var mı? Elbette yok, büro kirasını ödeyemediği için sürekli büro kapatanların geleceği kuracakları hayali gerçekçi değildir... 

Bugün işçi sınıfı greve giderken elinde Türk bayrağı ile halay çekmesi, onu devlet ile çelişkisini ortadan kaldırmıyor. Bugün devlet, işçinin değil sermayenin hakkını savunuyor. İşçi grevde salladığı bayrak, sınıfı değil elbette sermayeyi temsil eder ve o yüzden her sermaye grubunun önündeki direklerde Türk bayrağı yanında kendi şirketinin logosunu taşıyan flama asılıdır... Kısaca greve giden işçi elinde taşıdığı Türk bayrağı ile güvenlik güçlerine ve devlete verdiği mesaj "ben sizdenim, bana saldırma, bizim kavgamız siyasi değil, ekmek kavgasıdır" imajını kimse ciddiye almıyor, işverenin çıkarına dokunduğu an o grev ya zorla ya da yasal gerekçeler ile ortadan kaldırılır...

İşçi sınıfının elinde tek alın teri kalır, tüm flamalar gaz bombası altında yok olur gider... 

Tüm ezilenler evlerinde, işyerlerinde, araçlarında Türk bayrağı asmaktadır, çünkü o bayrak ile "bana saldırmayın" demektedir, tüm toplumun belleğinde ve her sene tazelenen acılar insanların DNA'sına kadar işlemiştir...

Bayrak bir anlamda kurtarıcı gibi gözükür ama güçlü olan ötekileştirdiğini istediği gibi ezme ve asimilasyon etme özgürlüğüne sahiptir, diğeri ise direnme hakkı yasal olarak elinden alınmıştır... 

12 Eylül ulus devletin resmen ortadan kaldırılması liberal ekonomi politikalar ile küreselleşme ve onun ihtiyacı olan ılımlı İslam iktidarların kurulmasıdır... (elbette bu ülkemiz için ve yeşil kuşak içinde yer alan ülkeler için geçerlidir) 

Yukarıdaki öngörüye ve arzulanan hedeflere ulaşmıştır, bir anlamda darbeciler başarmıştır... Başaramayanlar ise bugün dahi örgütsüz olan, partileşemediği, örgüt olamadığı için yok olan yapılar ve bireylerdir... 

12 Eylül’den bugüne kadar tüm algılar, kelimeler, söylem biçimleri değişmiştir. Kavramlara yeni anlamlar yüklenmiş ve tarih devletin resmi anlayışına uygun bireylere dikte edilmiş ve sürekli Hacivat Karagöz kavgasında olduğu gibi cepheleştirmiştir… Gölge oyunu siyasi bir strateji olarak uygulanmış ve toplum cepheleştiği için ülkenin ortak ruhu ortadan kalkmıştır… Parçalanmış ülkede tüm seçimleri iktidarın kazanımı ile sonuçlanmıştır, iktidar belediye seçimleri kaybederken yine de iktidar koltuğunda oturmaya devam etmiş ve meclisi etkisizleştirerek seçilenlerin değil atananların hakim olduğu bir düzene dönüştürülmüştür… Kısaca seçim artık göstermeliktir, belirleyici olan para ve onun gücü ile her kaybediş aslında kazanç olmuştur…

12 Eylül tarihi yine geldi kapımızı çaldı, her yıl dönümünde farklı duygular ile o geçmiş günleri yeniden anlamaya çalışan bizleriz ama genç kuşaklar, AKP iktidarı süresi içinde doğup büyümüş olanlar için 12 Eylül hiçbir şey ifade etmiyor, onlara anlattığımı her hikaye onlara komik gelmekte ve acılara gülebilmekteler, tıpkı Almanya’da Nazi dönemini anlatılan her olaya hadi oradan diyerek alinin tersi iten gençlik gibi, orada faşizm yeniden büyümekte, sadece Almanya değil, tüm dünyada, çünkü yeni kuşaklar acıları ve yaşananları bilmiyor ve öğrenmekte istemiyor... İnsanlık yeniden yeniden acılı günlere doğru eğiliyor, tarih kırılıyor ama bu sefer tarih benliksiz kırılmakta…

Resmi tarihlerin hepsi hikayedir, buna resmi sol tarihte dahildir. Resmi tarih yerine daha gerçeğe yakın tarih neden reddedilir, sorgulamadan resmi olana inanılır… Olmayan şeyleri var gibi anlatmak sadece rakı masasında olmuyor, üniversite kürsülerinde ve doktora çalışanlarında da aynı yalan devam etmektedir… Bir şey gerçekler üzerine oturmayınca elbette sonuç hep istenilmeyene ulaşmak anlamına gelir ve emperyalist devletlerin elinde birer piyon oyuncusuna, ihtiyaç duyulduğunda savaşacak bireylere dönüşüyor…

Bir daha asla diyoruz ama hep asla dediklerimiz tekrar tekrar yaşıyoruz ve onu engellemek içinde hiçbir şey yapmıyoruz…

İsmail Cem Özkan