Galata Gazete


21 Eylül 2020 Pazartesi

Durdurun!

 

Durdurun!

 

Her gün ölüm ilanları tek tek düşüyor medyaya, ölüm yanımızda, çevremizde...

 

Virüsten dolayı ölümsüz gün yok oldu sanki tek tek doktorların ölüm ve taziye ilanları yayınlanıyor, gün geçtikçe birden fazla doktorlar ölüyor…

 

Onlar boşuna ölmüyor...

 

Onlar virüs ile kavgada en ön safhada savaşan, ne yazık ki yeteri kadar koruyucu ekipman ve steril ortam olmadan savaşıyorlar... Bu kadar fazla doktor ölümü varsa orada yeterli teçhizat ve teknik başka sorunların varlığını gösterir...

 

Bakıyorum her birinin hayatına, hiç biri tecrübesiz yeni doktor değil, her biri uzman, her biri emeğini, yıllarını vermiş insan sağlığına ve ne yazık ki ölüyorlar...

 

Sanki birileri sağlık çalışanlarının soyunu kurutmak için gizli bir el ile onları yok ediyor...

 

Durdurun doktor ölümlerini!

 

Evet, durdurun; onların ölümü toplumun ölümü demektir...

 

Sağlık çalışanlarının hayatı çok önemlidir, onların sağlıklı olması yüzlerce, binlerce insanın kurtulması demektir...

 

Durdurun!

 

Gerçek ve korumalı kıyafetler, teknik malzemeler onlara verilmelidir...

 

Okuyoruz cumhurbaşkanlığına verilen ve medyaya sızan raporları... Üretilen maskelerin yüzde 95'ine* kadar hatalı üretildiği bildiriliyor...

 

Denetim şart!

 

Üretici, ürettiği yerde denetime tabi olmalıdır, para için insan sağlığı ile oynanmasını durdurun! Her bir ürün üzerine barkod olmalıdır, her hangi bir suistimalde kimin yaptığı belli olmalıdır ki, insan hayatına kasıt suçundan dava açılabilsin, çünkü insanların tüketimine sürülen her sağlık ürünü kontrolden geçmiş olmalıdır, sonucu insan hayatıdır…

 

Üreterek insan sağlığına hizmet eden serbest teşebbüs girişimciler, bırakın kasanız boş kalsın, vicdanınız çocuk saflığı kadar temiz olsun... Her şey para değildir, her şey yaşamdır, her şey mutlu olmak üzerinedir. Bu önemli bir üründe bir kaç kişi “kasası dolu” diye mutlu olacaktır, fakat doktorlar öldükten sonra onların mutluluğu nereye kadardır? Hepimiz sağlık çalışanlarına muhtacız, hepimiz bir gün (kasası dolu olsun olmasın) onların şefkatli ellerine mahkum olacağız... Tecrübeli, bilgi birikimi olan sağlık çalışanların hayata tutulmadır, onların hayatı önemlidir.

 

Para kazananlar, kaslarını dolduranlar elbette başka ülkelere gidip orada hiç arkalarına bakmadan yaşayabilirler ama onlar mutluluğu bir sağlıkçının, bir zavallı kadının, babanın, çocuğun son nefesi üzerine kurmasın!

 

Durdurun ölümleri...

 

Devletin birincil görevi halk sağlığı için denetim yapmak ve kontrol etmektir… Denetimini şirket kasası için değil, halkın sağlığı için yapmalıdır… Bugün sokak satıcılarına, maske takmadan dolaşanlara göz açtırmayan devlet, insan sağlığı için önemli ürün üretenlere, merdiven altı üretenlere sanki bir gözünü kapatmış gibi…

 

Devlet sağlık çalışanlarına karşı şiddeti durdurmak ile yükümlü olduğu kadar, onların kullandığı teçhizatın sağlıklı, işlevsel olup olmadığını da kontrol etmelidir… İlaç firmaların, maske üreten firmaların kar hırslarına sağlık teslim edilmemelidir…

 

İsmail Cem Özkan

 

* Marmara Üniversitesi Tekstil Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Erkan İşgören, pandeminin başında, hiçbir filtreleme özelliği olmayanlarının maske oranın yüzde 75 olduğunu, bugün ise bu oranın yüzde 95’e çıktığını söylemiş... Eylül 2020

3 Eylül 2020 Perşembe

İktidar mı, iktidarın ortağı mı?

 

İktidar mı, iktidarın ortağı mı?

 

Aşağıda okuyacağınız yazı sonuçta benim MHP üzerine tahlilimdir. Bugüne kadar MHP’ye hep karşı cepheden bakmış ve onun rolü üzerine, devlet parti ilişkisi üzerinden bakmadığımızı gördüm. Sonuçta karşı cephededir, o rolünü oynarken bizim anti faşist mücadelemiz devletin galibiyeti, bizim yenilgimiz ile sonuçlandı. Devletin kullandığı bir parti ya da kuruluş ilkesi olan “devlete sahip çıkan” bir partinin tarihi elbette çok önemlidir. Her ne kadar Alparslan Türkeş anılarında ve mahkeme savunmaları bir çok ip ucu vermiş olsa da elbette lider olarak kimse kendi açığını, hatalarını yazıya dökmez, o liderin eksik bıraktığı ama satır aralarında sürekli vurguladığı gerçeği başkaları bulmak ve değerlendirme yapması gereklidir.

 

Tarihten ders çıkarabilmek için tarihi olayları bilmek ve onları yorumlayacak ve gerçeğe en yakın olanı bulmak ile yükümlüyüz. Tarih ancak karşılaştırmalı olarak incelendiğinde yakına yakın bir söyleme ulaşabiliriz, çünkü bilgi ve veriler çok önemlidir, bizim gibi ülkelerde veriler ve bilgiler ya saklanmakta ya da siyasi iktidarın niyetine göre değiştirilmiş ya da yorumlanmış haldedir…

 

Olaylar yumağı içinde boğulmadan, daha anlaşılır ve daha kısa bir analiz için bir bilgi birikimi gerekmektedir. Faşizm ve bugün ki şekli ile “neu” hale gelmesi ilgim elbette bir öteki olarak, elbette bir yabancı/ göçmen olarak yaşamış olduğum Almanya’da başladı ve ülkemize geldiğimde ise geçmiş yaşantımdan empati kurarak bugün bizim ile birlikte yaşayan yabancı/göçmen gözü ile de ülkemiz gerçekliğine en altta ezilenin penceresinden de bakmayı kendime ödev olarak verdim ve bakıyorum.

 

MHP hep gözümüzün önünde, liderinin mizah yüklü bakış açısı mizahın konusu olabilir hatta mizahçıları devre dışı bırakan söylemleri de olabilir, fakat bu söylemlerin altında yatan gerçek nedir? Lider konumuna gelmiş, bir birikimi temsil edenlerin duruşları, söylemleri ve yaşamları ciddiye alınıp incelenmeye tabi olmalıdır, sonuçta günlük yaşantımızı belirleyen ortamın oluşmasında onların katkısı olduğunu unutmayalım…

 

Dünyada ırkçı, faşist partilerin hemen hemen hepsi nihai hedef olarak iktidar olmak yolunda önemli adımlar atmış, iktidar olanlar ise ülkede homojenlik yaratmak adına öteki kabul edilenlerin üzerine soykırıma kadar gidecek baskı araçları kurmuştur. Faşist partilerin birincil hedefi iktidar olmaktır. İktidar yolunda her türlü hile, yalan ve yöntem kullanılabilir. Faşist partilerin biri de savaşacak birimlerin olmasıdır, kara gömlekliler, SS gibi… Parti devletleşmiş dahi olsa özel güvenlik birimi her zaman varlığını korur…

 

Faşist partilerin tek lideri vardır ve liderin etrafında oluşan, sorgusuz, sualsiz ve tamamı ile varlığını liderin inisiyatifine bırakılmış kimliksiz, verilen emirleri yerine getiren bireylerden oluşur.

 

İdeal vatandaş, ideal liderin her zaman arkasındadır, lideri yenilmez, yanlış yapmaz, yalan söylemez, her aldığı karar özünde devletin ve partinin çıkarını koruyandır…  İktidara gelen her faşist parti devlet partisi olmak için her türlü yasal önlemi alır, kendisini devirecek seçimleri ya yok eder ya da sürekli kazanacağı bir seçim sistemi kurar.

 

Irkçı parti, ırk temeline dayalı homojen, sağlıklı bireylerin oluşturduğu üstün ırkın devletini yaratır ve geliştirir.

 

Ülkemiz darbeler ile günlük yaşantımız, tepkilerimiz, alışkanlıklarımız değişime uğradı ve önüne darbeyi destekleyen güçler tarafından yeni yol haritaları konuldu.

 

Darbeler ulus devleti mantığı içinde ırkçılığı desteklemiş, homojen toplum yaratmak için düzenlemeler yapmıştır. Faşizm, ulus devletinin yan üründür, emperyalizmin en üst aşamasıdır, çünkü sermaye birikimi yapan ulus devlet kendi savaş sanayisini geliştirip, başka ulusların sermayelerini yağmalamak ve kendisi için çalışan, üreten sömürge devletler yaratmaktır. Elbette bu düşünce yapısı ve hareket alanı devlet kurulduğu ilk günden beri var olan durumdur ve bu durum faşist ideolojisine bırakılmış mirastır.

 

Faşizm iktidara gelirken, kendi ırkına refah, daha rahat yaşamayı, başkalarının kölesi olmamayı, el kapılarında çalışan değil, elin kendi kapısında kölesi olması gerektiğini cümlelerin arasında vurgular.

 

Üstün ırk, kötü işlerde çalışmaz, üstün ırk; çalışkandır, zekidir. Diğerleri ise üstün olana hizmet etmek, kapı kulu olmak, onlar adına savaşmasıdır.

 

Ülkemizde 1960 darbesi NATO gözetiminde ve bilgisi dahilinde gerçekleşmiştir. NATO (18 Şubat 1952) üyesi olduktan sonra ülkemiz içinde NATO’ya özgü savunma araçları askeri anlamda yerleştirilmiş ve özel birimler kurulmuştur. Askeri birimlerin etkili olabilmesi için elbette siyasi ayağı da olmak zorundadır, askeri başarı siyasi yönden desteklenmediği sürece etkisi yok olur ve görünür dahi olmaz.

 

NATO ve Amerikan çıkarlarına uygun olmayan koşullar oluştuğunda “derin devlet” denetiminde özgür dünyanın toprak kaybetmemesi ve düşman blok olan demir perdenin öteki tarafında olan sisteme benzer bir işçi devleti oluşmaması için darbeler ulus devletin liberalleşme sürecinde meşru kılınmıştır. Bunlar devletin görünmeyen tarafını oluşturmaktadır. İktidarda kim olursa olsun bu derin örgütlenmeler finanse edilecek ve olası düşmana karşı cephe gerisinde gerilla yöntemleri kullanan son savunma birimdir. Gladio adı verilen bu organizasyon NATO üyesi ülkelerde vardır, elbette bizde de vardır… Bizde ki adı Kontrgerilla olarak adlandırılır.

 

Bu gizli yapının görünür ve bilinir olması öyle kolay olamamıştır. Abdi İpekçi cinayeti bu görünmeyenin görünür olmasını sağlamış ve kamuoyunda bu gizli örgütlenmenin tartışılır hale gelmesini sağlamıştır. Peki, bu görünmeyin görünür olmasını sağlayan döneme kadar NATO bilgisi dahilinde olan bu örgüt, yasal zeminde kendisini nasıl örgütledi?

 

1960 darbesi yapan kadronun içinde yer alan Alparslan Türkeş’in hayatı ve 12 Eylül Mahkemelerinde verdiği savunma bu konuda bir çok bilgiyi bize vermektedir. MHP devleti için mücadele eden, komünist tehlikeye karşı silahlı birlikleri kurandır. (silahlı eğitim kampları kurması geçmişin bir çok gazetesine haber olmuş, kendisini destekleyen işadamların fabrikaların bahçeleri gençlik örgütlenmesinin eğitim alanı olmuştur.) Devletin bekası için savaşan bir partinin uzaktan bakan biri için 12 Eylül mahkemelerinde yargılanması akıl karı değildir ama yargılanmıştır. Kendileri idam ipi gölgesinde savunmalarını yaparken, kendi düşünceleri iktidardadır…

 

MHP Avrupa’daki sağ partilerin gittiği yoldan gitmez, ülkemize özgü bir anlayışa sahiptir, partiyi devletleştirmek yerine devleti korumak üzerine kendisini biçimlendirmiştir. Kuruluşundan bu yana MHP doğrudan tek başına iktidar olmayı hiçbir zaman hedeflememiştir, aksine devletin bekası için bir anlamda “gönüllü” bekçilik görevi yapmıştır. 12 Eylül mahkemelerinde ki iddianameler ve idama giden üyeleri ile bu “gönüllülük ilişkisi” bir anlamda kadroları arasında ayrışmanın da sebebi olmuştur. “Kullanılabilir üyeleri” devleti için yurtdışında operasyonlar yaparken, liderlik kadrosu Mamak cezaevinde savunma yazmak ile uğraşıyordu. (Susurluk kazası ve davası bu konuda bir çok ip ucunu ortaya çıkarmış ama gerçek anlamda bu süreç ile yüzleşilemedi.)

 

Var olan hükümetlere koalisyon ortağı olarak dahil olmuşlardır ama açıktan iktidar koktuğuna oturmamıştır. Peki neden? Neden böyle bir görevi ya da misyonu kendisine seçmiştir?

 

1960 darbesinin bir üründür MHP. Darbenin radyolardan okunmasını ileride MHP genel başkanı olacak olan Türkeş’e verilmiştir. Türkeş ise NATO üyesi olduktan sonra NATO’nun değişik tesislerinde eğitime katılmış ve nişanlar, madalyalar ile onura edilmiştir. Ana dili dışında konuştuğu çok iyi derecede diller mevcuttur. Kısaca çok iyi eğitim almış, devletine ve NATO’ya son derece bağlı, verilen görevi en iyi şekilde yerine getirecek şekilde eğitilmiştir. İdeal bir insan olarak yeni Türkiye’nin örnek askeridir. Alman idealizmden etkilenmiş, İttihat ve Terakki partisinden gelen mirasa sahip çıkmıştır.

 

Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi 1969 kongresinde Türkçü - Turancı Nihal Atsız ekibi ile karşı karşıya gelmiştir. Ermeni yazar Levon Panos Dabağyan bir röportajında o kongreyi anlatırken “Partinin ambleminin ne olacağı gündeme gelince, Atsızcı kanat 'kurt'un amblem olarak seçilmesini önerdi, fakat ben 'Biz Osmanlıyız! Bize üç hilal yakışır!' diyerek bağırdım. Bu çağrım alkışlarla desteklendi ve partinin amblemi olarak üç hilal seçildi. Böylece üç hilal MHP, kurt ise Ülkü Ocakları amblemi oldu." demiştir. Osmanlı mirası sahiplenmek demek Türkçü Turancı çizginin içine bir anlamda İslamcı düşüncenin de dahil olmasıdır. MHP, Türkeş ve ekibinin elinde yeniden biçimlenecek, bir anlamda yeniden yaratılacaktır. Türkeş kadrosunu kurarken devletin çıkarları önceliklidir… Irkçı vurgu biraz geriye iteklenmiş olsa da anti komünizm vurgusu içinde yani işçilerin birliğine karşı ırk birliğini savunmuştur. Ülkü ocakları yani ideal düşünce ocakları turandan çıkışın sembolü kurt olması tesadüfi değildir… Ergenekon Destanı aynı zamanda Alman Nazi hareketinin kurt destanı ile paralel hatta bir birinin aynı söylemi gibidir. Bu söylemin bir benzeri de İtalyan Faşist Partinin Roma şehri kuruluşu ile ilgili öyküsüne de çağrışım yapar, hatta çağrışımında ötesinde benzer mantık çizgisi mevcuttur.

 

Bu açıdan bakılınca MHP kuruluşu ve örgütlenme modeli ile Faşist Partilerin çizgisindendir, iktidara seçim ile gelip, ideal ülkeyi kurmak. Fakat, MHP pratik olarak bu ideal durumu siyasi hayatımızda pek uygulamamıştır.

 

MHP iktidara gelmekten daha çok devleti koruma ve kollama görevini (NATO örgütlenmesi olan Gladio’nun görev alanı) bir anlamda sivil ayağı olmayı tercih etmiştir.

 

MHP, oluşan kriz koşullarında darbelere ortam hazırlayan atmosferin oluşumuna katkı yapmıştır. Sanki görünmeyen bir el MHP’ye sözde komünizm ile mücadele adı altında iç savaş koşullarını yaratan katliamlara imzasını atmasına olanak tanımıştır. MHP saldırganlığına tipik örnek Maraş Katliamı bunun en açık görünenidir, aynı şekilde bir çok cinayetin tetikçisi MHP çatısı içinde bulunmuştur, hatta bir çok mahkum olmuş tetikçi isim isim olayları ve rollerini medyaya konu olacak şekilde anlatmıştır. 

 

12 Eylül öncesinde devlet adına Süleyman Demirel “bana kimse sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyerek MHP’nin arkasında durmuş ve bu sayede koltuğunu darbelere kadar korumuştur. 12 Mart darbesi sürecinde mecliste Deniz Gezmişlerin idamı için can-ı gönülden ellerini kaldırmışlar, kısa süreli zafer kazanmanın sarhoşluğu içinde dahi olmuşlardır. Onların beklemediği bir süreç 12 Eylül’e giden yıllarda ortaya çıkacaktır. O süreçte MHP üzerine düşen görevi devleti için yapacaktır, fakat beklemediği bir sonuç ile karşılaşacaktır. Sağcısını solcusunu "karıştır kaynaştır"  denilerek zindanda çatışan taraflar karanlık süreçte, aynı kaderi paylaşacaktır. Devlet kendisi için çalışanı da, kendisi için çalışan ile çatışanı da aynı hücreye atacaktır. Sol, devlet ile çatışmamış, anti faşist bir mücadele vermiştir. Darbe yapanlar bunun bilincinde davranmış ve darbe halk tarafından desteklenmesi için MHP ile devrimci yapıların üyelerini kaynaştırmayı zindanda uygun görmüştür.

 

MHP İslami söylemleri yüzünden dönemin Milli Selamet Partisi ile silahlı çatışmayı göze almış ve kendi seçmeni olarak gördüğü İslami kesim ile ilişki kurmayı önemsemiştir. MHP bir anlamda hem ırkçı hem de ümmetçidir. Ümmetçi tarafı ile ırkçılığının üstünü yerine göre örtmüş, yeri gelmiş Turancı söylemlerini artırmıştır. MHP’nin klasik Faşist partilerden farklı yönü vardır, onlar gibi iktidar koltuğuna oturmak değil, devletini korumak ve var olanı yaşatmak misyonu ile hareket etmiştir. Kürt seçmenine ise daha ağırlıkla ümmetçi çizgi ile yaklaşmış, onların dini duygularını aşiretler arası çelişkilerden yararlanarak devletin olanaklarından olabildiğince faydalanmalarını sağlamıştır. Kısaca NATO yer altı örgütlenmesi olan Gladio’nun amacına uygun bir politik çizgi izlemiştir. Kendisi direkt olarak Gladionun yan örgütlenmesi olmasa da (Bu konuda ne mahkeme açılmıştır, ne de sorgudan geçilmiştir. Elde delil olmadan itham etmek istemedim, bir çok imalelerin olması direkt organik bağın olduğu anlamına gelmez)  Muhsin Yazıcıoğlu ayrılığında yapılan vurgu gibi “bugün samimi insanların yanı sıra, istismarcılar ve karanlık ilişkilerine ülkücü sıfatını malzeme edenler türedi. Bu durumun en önemli sebebi, harekete dahil olacak kişileri süzecek, ya da mensupları, ülkücü hareketin idealleri doğrultusunda test edecek sağlıklı bir fikri mekanizmanın olmayışıdır. “

 

MHP, bütün tarihi boyunca merkezi devletin disiplini içerisinde hareket etmiş ve bir an olsun bağımsız davranmamış, her daim devletin hizmetinde olmuş, devlet ne görev vermişse onu yapmıştır.

 

Devlet Bahçeli bugün AKP’nin hükümeti içindedir ama aynı zamanda dışında gibi durmaya özen göstermektedir. Karadeniz bölgesinde gezdiğim süreç içinde yaptığım gözlemim, AKP’nin İslamcı vurgusunun yerine ülke birliğini savunan, ırkçı söylemden özellikle uzak kaçıp ama genel bir Türk tanımı vurgusunu yapan bir söylem ile AKP’den ayrılanların ya da AKP politikasından rahatsız olanları kendi etrafında çıkar ilişkisi içinde almış gibi gözükmektedir… Henüz AKP’den çıkmış siyasi partiler Karadeniz bölgesinde varlıkları hissedilmiyor, MHP daha görünür halde her yerde ve alanda örgütlenmeye gitmiş… Devlet Bahçeli politikası yeni sisteme sahip çıkmak, başkanlık sistemi içinde seçilmiş başkan Erdoğan’a destek verirken aslında devlete sahip çıktığı vurgusunu kendi tabanına fısıldamaktadır. Yukarıda uzun uzun yazdığım gibi genel MHP politikası, 12 Eylül’den ders çıkarılmış şekilde devam etmektedir. Bahçeli genç taraflarını sokaklardan uzak tutarken, devletin olanaklarından yararlanan bir yeni küçük işletmeci ve iş adamı çevresi de oluşturmaktadır. 

 

Paradigma ideolojinin yerini almış gibi duruyor…

 

Bugün MHP yönetimine verilen yeni sistemi savunmak fikri, her türlü duruşu ve söylemlerin tersi olan söylemleri de içine alan, paradigmaya uygun söylemler geliştiren Bahçeli ve ekibi halen partinin başında tartışılmaz liderdir. MHP kadrosu da başkanlarına eskisi gibi gözü kapalı değil ama eleştirel ama çıkar birliğinden kaynaklanan bir anlayış ile bağlıdır… Partiden ihraç edilenlerin ideolojik olarak partiden kopmadıkları gerçeği göz ardı edilmemesi gereklidir, onlar partiden politikaları yüzünden değil, ittifak ilişkisine zarar verdikleri için partiden uzaklaştırılmışlardır…

 

Son söz olarak bugün faşizm denilince ilk önce akla MHP gelmiyor, var olan siyasi partinin İslamcı faşizm diye adlandırılarak MHP ile arasında ki fark ortaya konuyor, fakat AKP bugün ki somut durumu, ikinci dünya savaşı sonrası oluşan faşist partilerin tarihi ile görüntüsel olarak paralellik arz etmektedir. Parti başkanı her şeyi belirleyen, yakınında olanları birer sekreter konuna dönüştürmüştür. Her cümle “cumhurbaşkanın bilgisi dahilide” diye başlayan açıklamalar, devletin tüm bilgileri tek bir elde toparlanması, muhalefet ve parti içinde olanlara bilgilerin paylaşılmaması, partinin ve liderinin izin verdiği kadar bilginin sızdırıldığı ya da açıklandığı gerçeği ile karşı karşıyayız. AKP, bugün MHP kadar tahlil edilmesi gereken bir partidir. Fakat AKP, MHP’den farklı olarak önce devlet değil, önce hedefi olan İslam birliği ve İslam devleti anlayışlına uygun olarak siyasi tercihlerini zamanı geldiğinde adım atmasıdır… MHP, önce devlet derken, AKP önce parti ve başkan demekte ve başkanın oportünist bir tutumda, paradigmasına uygun değişen ve bir tutarlılığı olmayacak şekilde politik gündem yaratarak amacına uygun ortam yaratmak ve yaratılan gündemin içinde adım atacağı ortamlar oluşturmasıdır.

 

AKP – MHP birlikteliği bugün tezatmış gibi gelebilir, fakat MHP’nin kuruluşundan bu yana devlet öncelikli tutumu, daha önce iktidar ortağı olduğu süreçte Ecevit hükümetini seçime götüren Bahçeli’nin tavrı arasında büyük bir uçurum yoktur. Değişim Ecevit’in yenilgisi ile birlikte AKP’nin doğuşuna imkan tanıyan ortamın yaratılması MHP’nin oynadığı rol tarihin dehlizlerinde yerini korumaktadır… MHP meclis dışında kalmayı göze alarak seçime gitmiş ve iktidarda ki tüm partiler meclis dışında kalması ile DSP ve ANAP siyaset sahnesinde küçük bir figür olarak kalması ile sonuçlandı…

 

Bugün, Bahçeli 57. hükümetteki gibi bir tavır alıp erken seçime gitme olasılığı var mıdır? Meclis dışında kalmayı göze alabilir mi?

 

Gelecekte MHP devleti korumak için iktidar olmayı değil, iktidar ortağı olmayı sürdürecek mi? Devletin değişmesi MHP için büyük sorun teşkil etmiyor, önemli olan var olan devletin korunmasıdır.

 

İsmail Cem Özkan

 

30 Ağustos 2020 Pazar

Zaferi yaşadık ya bağımsızlık?

Zaferi yaşadık ya bağımsızlık?

 

Her ulus devletin bir zafer bayramı vardır, çünkü zafer olmadan ulus devlet kurulamaz. Eğer zafer bayramı yoksa o devlet birileri tarafından masa başında kurdurulmuş ve kurucu babaları (anaları genelde olmaz) atanmıştır... Seçilen liderler devletlerin başına kral, başbakan, çar, şah gibi unvanlar ile atanır. Onlardan beklenen kendilerini atayanlara karşı saygılı olmak ve oların çıkarlarını korumak ve kollamaktır... (İran, Afganistan, Arap ülkeleri geneli, Afrika ülkeleri… masa başında kurulduğu için onlara ulus devleti denilemez, çünkü baskın ulus yerine üst kimlik ile kurulmuş bir devlet yapısı söz konusudur.. )

 

Birinci dünya savaşı başlamadan dünyada ülke sayısı 30 gibi rakam ile ifade edilirken savaş sonrası bu rakamın yüzler ile değiştiğini yeni bir emperyalist politikanın uygulamaya konduğunu anlayabiliriz… Birinci emperyalist bölüşüm savaşının devamı ikinci bölüşüm savaşı kaçınılmazdır, çünkü savaş tüm sorunları çözememiş, sorunlar yumağı daha da karmaşıklaşmıştır… Küresel dünyamızda yeni bir devlet yapısı doğmuştur. İşçi sınıfının iktidarda olduğu iddia edilen yeni devlet yapısı kapitalist sistem için tehdit olduğu ve bu tehditte karşı ulus devleti mantığı içinde mücadele birimleri kurulmuştur. Faşizmin iktidara geldiği süreç birinci dünya savaşı süreci sonrası yenik devletler içinde gelişmesi tesadüfi değildir… Zafer bayramını kutlayan ulus devletler, yenilmiş sanayi devletlerin sanayisini ortadan kaldıramamış, kendisine bağımlı yapamamıştır. Bu durum yenik devletler içinde ki sanayi sahibi kapitalistler yeni devleti diktatörlük ile kısa zamanda toparlanmış ve yeni bir bölüşüm savaşına hazırlanmıştır… 

 

Her devletin bir de bağımsızlık bayramı olmalıdır, çünkü bağımsızlık öyle sıradan bir kelime değildir, hiçbir boyunduruğu kabul etmeyen, geçmişten gelen tüm insani suçlar ile yüzleşmiş kendi içinde oluşabilecek her türlü sorunu baştan bertaraf edecek kadar açık bir örgütlenme modeli çıkarmış olması gereklidir…

 

Günümüzde bağımsız devletler kavramından pek söz edemiyoruz, çünkü sömürende, sömürülende bir birine bağımlıdır, bağımsız olamazlar… Küba burada istisnai bir ülke olarak öne çıkmaktadır, fakat önemli olan zaferler yanında bağımsız olabilmesidir ülkenin.

 

Somut durumun somut tahlilini yapan ve yukarında kısaca açıkladığım bu gerçeği gören Mahir Çayan, Deniz Gezmiş liderliğinde ki 68 öğrenci hareketi siyasallaştıkça “Bağımsız Türkiye!” sloganını meydanlarda seslendirmeye başladılar. Bundan rahatsız olan, zafer bayramı olan ama bağımsızlık bayramı o tarihlerde olmayan yarı bağımlı ülkenin liderleri o yarı yeni tip emperyalist ilişkiler içinde ülkenin çıkarından daha çok NATO’nun ve onun lider ülkesi olan Amerikan çıkarlarını gözeten siyasi yapısının tepkisini alması kaçınılmazdı…

 

 “Bağımsız Türkiye!”

 

Dolmabahçe sarayı önüne gelen Amerikan askerlerini protesto etmek işte bu bakış açısının meydanlarda açıkça çatışmasıdır… Kimler nereyi kıble olarak gördükleri o gün yere seccadeyi serip namaz kılanlar tarihin sayfasında yer alır. Tan Gazetesi’ni basıp yağmalayanlar tarihin sayfalarında yerlerini alırken, o olaylarda yer alanlar ülkenin liderleri, ana muhalefet liderleri olacağını kimse o zamanlardan bilemezdi, ama bugün biliyoruz.

 

Bugün ülkemizin “Bağımsızlık Günü/ Bayramı” yok, bir çok ülkeye göre de “Zafer Bayramı” var…

 

Zafer Bayramını kutlayanlar elbette biliyor, koskocaman üç kıtaya yayılmış coğrafyadan bugün ki sınırlara küçüldüğünü…

 

Zafer bayramını kutlayanlar elbette biliyor, Çanakkale savaşının Osmanlı dönemi savaşı olduğunu ve o savaşta gönüllü ya da zorunlu olarak askerliğe giden Ermenilerin çöllere sürüldüğünü… Savaşmaya gitmiş, tam cephede düşmana kurşun sıkarken “sen bu ülke için silah sıkamazsın” denilerek askerden alınıp toplama kampından çöl yollarında telef edildiğini biliyor…

 

Elbette biliyor zafer savaşından sonra Ankara’da hükümet kurulduğunu ve ilk meclisinde azınlıklar ve değişik inançtan olanların vekillerinin olduğunu. Elbette biliyor Alevileri temsil eden bir dedenin vekil olduğunu, Lazları, Kürtleri temsil eden vekillerin olduğunu… inanmayan gitsin Beşiktaş’ta ki Dolmabahçe Sarayına doğru giden duvara baksın hepsinin fotoğrafı siyah beyaz olarak asılı…

 

Elbette bu ülkenin insanı biliyor, Çanakkale’de başlayan ve daha sonra Trakya, Edirne’de devam eden Yahudilerin Müslüman toplumdan koparılıp, topraklarından sürülmesini…

 

Elbette biliyor “Mübadele” denilerek ülkede yaşayan tüm (İstanbul hariç) Rum ve Rum alfabesi kullanan Türklerin Yunanistan’a bir tahta bavul ile gönderilip karşılığında Yunanistan’da yaşayan Türklerin/ Müslümanların gönderilmesini…

 

Elbette biliyor balkanlardan Türklerin Ermenilerin çöle sürülmesi gibi Anadolu’ya sürülmelerini…

 

Zafer Savaşı yaşadı bu ülke, ne yazık ki “bağımsızlık bayramı” kutlamaktan kaldırdı...

 

Evet, evet, ülkemizde bağımsızlık bayramı kutlandı! Gerek kalmadığı için kutlamaktan kaldırdık, ülkemizin “Bağımsızlık Bayramı” İkinci Meşrutiyetin (23 Temmuz 1908) ilan edildiği güne geliyordu. İstibdadın sonlanması, meclisin açılması, tek adam rejimin yok edilmesi…

 

Bugün zafer bayramı kutlanıyor, ulus devletin kurucularının torunları tarafından.

 

Almanlar batıda kilitlenen garp cephesini açmak için Osmanlı’yı yanlarında savaşa sokarken İngiltere önderliğinde ki  İtilaf Devletleri, Kral Konstantin’i tahtından indirerek yerine Venizelos, getirilerek Yunanistan I. Dünya Savaşı’na şark cephesinde dahil edilmiştir. Bizim zafer savaşımıza giden yol bu şekilde açılmış oldu.

 

Zafer bayramı öyle kolay kazınılmadı, çünkü yoksulluğun içinde bir halk karşısında donanımlı zengin emperyalist devletlere karşı. Kuzeyimizde Sovyet Rusya devleti kurulmamış olsaydı bu zaferden söz edebilir miydik?

 

İngiltere’nin çıkarı Yunan kralı ile yeni siyasi duruma göre çatışmalı olmasaydı ilan edebilir miydik? Yeni bir dünya düzeni kuruluyordu ve yeni sınırlar çatışmalı olmaması gerekliydi, çünkü direkt çatışmanın sonucu çok ağır olmuştu devletler için. Sömürge devletlerden emperyalist devletler konumuna geçiş milyonlarca insanın kanın toprağa düşmesi ile sonuçlanmış ve bölüşüm savaşından emperyalist devletler kendilerine göre sonuç çıkarmıştır… Yeni devletler iki ayrı duruşu olan devletlerin etrafında geçiş devleti olarak oluşmuştur… çıkarlar masa başında çizilen haritaların çizgilerini belirlemiştir.

 

Tarih bir tek zafer kelimesi ile açıklanamaz, her zaferin karmaşık ilişkileri vardır. Bir meydan muharebesi gibi gözüken aslında yaşananların çözülmesidir… Yüzlerce yıldır biriken sorunların çözümü, kör düğüm olmuş olan sorun yumağının üzerine kılıç darbesi indirilmesidir.

 

Askerlerin meydanda zafer kazanması yeterli değildir, onu kalıcı kılan siyasi adımlardır…

 

Çözüme giden yol ve çözüm büyük bir siyaset bilgisi gerektirir, devlet geleneği ve bikrimi olmayanlar pazarlık masalarında yanlış bir yerde durmaları onları tarih önünde görünür olmaları ya da uzun süreli sorunu yokmuş gibi gözükmesine sebep olabilir... Birinci dünya savaşı bölüşüm savaşının çözüm süreci işte bu görünür olanlar ile görünür olmayanların iç içe geçen sürecidir.

 

Bizde ulus devletleşme süreci uzun süredir ülkemizde devam etmekteydi, iktidarda olan ve yenilmiş bir siyasi partinin elbette devamı olan hareketler ortaya çıkacaktı, çıktı da. Uluslaşma süreci tarihin yeniden yorumlanması ve ulus devletinin ihtiyacına uygun olarak yeninde yazıldığı süreçtir. Tarihte her ulus devlet kendisine uygun bir alan bulur ve onun üzerinden kendi geleceğini oluşturur.

 

Bizim ülkemizin öznel bir durumu söz konusudur, çünkü imparatorluktan uluslaşmaya doğru geçişimiz çok kısa zamanda olmaktadır… Padişahın yetkileri elinden alınmış ama öldürülmemiş, sürgüne gönderilmiş bir sürecin içinde yeni devletin oluşması batıdan gelen uluslaşma rüzgarının yeterli anlaşılamamış ve yeterli donanımlı olamayan liderlerin el yordamı ile şablonları imparatorluk ülkesine uygulaması devirdikleri padişah dönemi gibi çok kanlı olmuş, istibdat dönemi başka bir biçimde yaşanmıştır. Bu sefer kapılara kırmızı çapraz işareti konulmamış, bizzat nüfus sayımından elde edilen bilgiler ile yerleşim yerlerine gidilmiş güya cephe gerisi boşaltılması adı altında bir halk üzerine tehcir uygulanmıştır… elbette ülkemiz zafer savaşını yaşarken bütün bunlar biliniyordu. Ankara hükümeti siyasi birikimini ve tecrübesini 1. Meşrutiyetten o güne kadar yaşanmışlıklardan almaktaydı…

 

Ulus devleti mantığı bize tam olarak uymamasına rağmen ne yazık ki ülkenin çok kültürlülüğünde tek bayrak, tek dil, tek vatan söylemine doğru eğilmiş ülkenin kalan zenginliği de yok edilmek istenmiş ve asimilasyon yanında açık olarak öteki olana karşı savaş ilan edilmiştir. Bu strateji ne yazık ki bugün de devam etmektedir… bugün yaşadığımız sorunlar geçmişten bugüne kalan miraslarımızıdır, o mirasın tortuları akıl ve bilim eşliği yerine duygusal çıkışılar ve anlık tepkiler ile devlet sırı kavramı içinde sıkıştırılarak sorunu zor ile çözme yoluna gidilmiştir. Birçok alanda başarı da kazanılmış olsa ülkenin çok kültürlü yapısı hala kendisini korumaktadır…

 

Zafer kutlamaları eğer geçmiş ile yüzleşme gerçekleştirilmiş olsaydı daha başka anlamlar ile kutlanır ve yaşanırdı, bugün zafer kavramı destanlar ve abartılı söylemler ve marşlar ile sunulurken, tarihin yok saymadığı ama siyasilerin yok saydığı sorunlar ile “yurtta sulh, cihanda sulh” kavramından uzakta kutlanmaktadır…

 

İsmail Cem Özkan


19 Ağustos 2020 Çarşamba

Muhalefetin politikası yol ayrımında mı?

Muhalefetin politikası yol ayrımında mı?

 

Karadeniz'de doğal gaz bulundu, Türkiye için çok güzel bir haber. Elbette Türkiye kadar iktidar içinde çok önemli bir haber, çünkü iktidarları süresi içinde yaşanmış olan ve yaşanan ekonomik ve siyasi krizden çıkış içinde bir kapı olma özelliğini taşıyor… Ekonomisi güçlü olanlar krizi yönetme ve yönlendirmek için ellerinde daha fazla imkan vardır, fakir olan ülkenin iktidarları yanında… Türkiye yaşanan krizden çıkış için bu fırsatı değerlendirecektir, çünkü başka bir şekilde oluşmuş olan girdaptan çıkmak için başka şansı yoktur.

 

Doğalgazın Karadeniz’de bulunmasını elbette Erdoğan bunu yılarlın birikimi ile en iyi şekilde kullanmak için denetiminde tuttuğu medya araçlarını en işlevsel olarak kullanacaktır. Sorunlar hemen ortadan kalmayacaktır ama yaratılacak olan iyimser hava, sanki sorunların ortadan kaldırılacağı ve o sorunu da ancak var olan liderin eli ile olacağı imajı işlenecektir. Kısaca aylardır ülke gündeminde olan baskın erken seçim söylemi vücut bulacak gibi...

 

Erken seçim, baskın seçim olma ihtimali gün geçtikçe artmaktadır, çünkü var olan yasal düzenlemeler yürürlükte olduğu sürece seçimden kaçınılmaz, iktidar kendisi için oluşan her türlü olumlu havayı sandıkta koltuğu korumaya dönüştürecek hesaplar yapmak ile yükümlüdür, çünkü somut durum bunu gerektirmektedir. İktidar hayal satar, hayalleri gerçekleştirme yeri değildir, yandaşın hayali gerçekleşir o ayrı bir konudur!

 

Erken seçim konusunda en kötüsü muhalefetin de söyleyecek fazla bir şeyinin olmaması, çünkü var olan görüntüye göre AKP’den dışlanmış veya ayrılmışlardan ana muhalefet medet ummaya devam ediyor... Keşke muhalefet olmanın iktidarı taklit etmek ve onun açtığı yoldan yürümemek olmayı anımsamış olsalardı...

 

Muhalefet kendilerine yeni bir yol açarak ancak iktidar olur ama yeni yol açmak yerine iktidarın açtığı yolda onu taklit edilerek geçen koskoca 15 yıl var hayatımızda...

 

Sağın alternatifi sağ olamaz...

 

CHP eleştirilerimin temel düşüncesi burada yatmış olmasına rağmen, bugüne kadar CHP belediyeleri (Ankara hariç) AKP belediyelerden farklı hiç bir yapmadıkları gibi, cemaatlere daha şirin gözükme yarışına girmiş gözüküyor...

 

İzmir, CHP'nin en çok güvendiği il olmasına rağmen, CHP’li belediye başkanı İzmir halkının en tabanına seslenmek yerine, sahil şeridinde oturan, parası olanları seçmen olarak kendisine hedefine almış ve onlara seslenen politikaları hayata koyuyor. İzmir, İstanbul Şişli ilçesi gibi gökdelenler şehri olma yönünde büyük adımlar atarken, gecekondu ve varoşlar ve de kooperatiflerin yapmış olduğu Sovyet inşaat biçiminin çok kötü taklidi olan ne ad vereceğimi bilemediğim toplu yaşam alanları ile oy vermek zorunda olan çaresizlerin oturduğu yer olarak görmeye devam ediyor... Çünkü belirleyici olan parası olan ve AKP iktidarından korkan ama AKP iktidarı ile ekonomik çıkarı gereği flört eden, iktidarın açtığı yoldan para kazananların dışında; AKP'nin en önemli finans/ stratejik / lojistik kaynağı olan Sancak ailesinin yatırımları ile İzmir büyükşehre yön vermekte ve İzmir şehrinin yeni siluetini oluşturmaya devam etmektedir...

 

Elbette, CHP ve AKP kendi seçmenini kendisi için tehlikeli olmayan karşı cepheye göre politikasını biçimlendirmektedir. Gerçek anlamda karşı tarafta değildir, zor anında yanında yer alan, her türlü çıkılmaz yol olan krizlerde çıkış kapısı olması gereken ortam hazırlayan bir muhalefet iktidar ilişkisi söz konusudur. Her seçim döneminde her iki tarafta yandaşlarını, potansiyel seçmenini korku ile saflarını sıkıştırıp, beklenen oyları büyük oranda açık vermeden almıştır.

 

Korku, en iyi iktidarda veya muhalefette kalma yoludur...

 

CHP ve AKP, anayasa hazırlayanların beklentilerine uygun olarak ikili parti sistemine uygun davranışlar içindeler. Her ne kadar ana muhalefet partisi diğer sağ partileri ittifak içinde kendi adayıymış gibi sunmuş olsa da, meclis içinde ikili parti görünümü aşmış bir durum söz konusu değildir. İktidarın küçük ortağı her konuda meclise getiren her türlü önergeye iktidarın refleksine uygun olarak elini kaldırmıştır… ittifaklar bir parti görünümde, ayrı parti flamları altında kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar…

 

Sol ve muhalefet olanlar bu Karagöz- Hacivat oyununu bozmadığı sürece “böyle gelmiş böyle gider” anlayışının sürmesine katkı yapmaktan başka işlevi olmaz... Öncelikle her iki partinin (iktidar ve ana muhalefet) açtığı yoldan gitmemek önemli bir tercih olmalı diye düşünüyorum. Muhalefet olanlar kendilerine özgü bir yol açmadıkları sürece Kılıçdaroğlu ve Erdoğan’ın seçtiği adaylara oy verir konumunu korumaya devam eder...

 

Muhalefet, solun kaderi değildir, eğer kaderi olarak görülürse sol sağcılaşma sürecinde yol almaya devam eder ve İran örneğinde olduğu gibi meşru ve kitlesel muhalefet iktidarın muhalefet olarak kabul ettiği ılımlı imamlardan oluşur… ılımlılar ile radikallerin mücadelesi olarak dünya kamuoyuna yansıya devam eder, rejim kendisini koruduğu ve geliştirdiği sürece…

 

İsmail Cem Özkan

25 Haziran 2020 Perşembe

Ara rejim…


Ara rejim…

Her darbe sonrası döneme ara rejim denir. Sözde demokrasiye geçileceği vaat edilir ama demokrasi yerine ülkeye her daim bir beden daha küçülmüş bir elbise giydirmeye çalışırlar… Dar elbise içinde insan ne kadar rahat hareket ederse, ülkede o elbise içinde rahat hareket etmeye çalışılır ama ara rejimin bir ürünü olan anayasa kısa zamanda bizzat yapanlar tarafından çiğnenmeye/delinmeye başlanır. Sağından solundan çekiştirilerek yapılan düzenlemeler anayasaya uymadığında anayasanın ilgili maddesi de değiştirilir, çünkü ara rejim kendisinden sonra gelen iktidara her zaman öyle bir gücü miras olarak bırakır…

Ara rejimler her zaman darbelerden sonra gelmez, bazen demokrasi tıkırında işlerken, demokrasi tekerleği bir çukura düşer, o çukur içindeyken baş gösteren krizler ve onu yönetemeyen siyasi iktidarın tek çıkış kapısı kalır, ara rejim! Beka söylemleri ile başlayan bu ara rejim güya demokrasi için elzemdir, işler iyi gitmiyordur, iyi gitmesi için güç iktidara verilmelidir ve iktidar elde ettiği güç ile çukurdan demokrasinin tekerleğini çıkaracaktır…

Güçlü ülke söylemleri ile demokrasiyi kendisine göre yorumlayan ve “halkın iyiliğini” düşünen siyasi iktidarlar mutluluk endeksini sürekli geriye çekerken, devletin güçlü olduğu yani iktidarın güç alanını sorumsuzca kullanabildiği alanın yaratılmasından başka bir anlamı olmayan kararlar alınmaya devam edilir…

“Her şey devlet içinde yaşayan halk için” derler ama “halk” kavramının ne anlamına geldiğini bir türlü söylemezler… Siyasi partilerin pratiklerine bakarsanız “halk”; parti üyesi ve yalakalarından oluşur, diğer kalanlar ise ötekidir ve yok edilmesi düşmandır…

Birinci dünya savaşı sonrası iktidara seçim ile gelen Hitler ne düşünüyorsa ondan sonra gelen tüm diktatörler aynı şeyi düşünmüştür, tek fark Hitler yasalara uygun şekilde toplama kamplarında halkının gözlerinin uzağı da işlediği cinayetleri oturma odalarına insan derisinden yapılmış abajur olarak soktu…

Ara rejimler hayatımızda sürekli olmuştur, sürekli olarak kapitalist sistemin içinde krizleri takip eden günler ve yıllar içinde ara rejimlere uygun cinayetler ve katliamlar olmuştur. Her ara rejim; katliam ve faili meçhul cinayet demektir. Ara rejimlerde örtülü ödenekler artar, devlet adına işlenen cinayetlerin üstü bir şekilde kapatılır…

Kapitalizm yeniden biçimleniyor, birinci dünya savaşı, ikincisi onu devam eden liberalizm çılgınlığı, enerji sorunu çözmek adına körfez ülkesine yapılan işgaller ve “Arap Baharı” adı verilen Ortadoğu’da halkları birbirine kırdırma süreci.

Sermaye için var edilen / kurgulanan devlet ve sermayenin küreselleşmesi adına yok edilen devlet aynı ama küreselleşmenin bu aşamasında ortaya çıkan bu ara rejimde devlette ihtiyaç duyulduğu için klasik devlet algısı varlığını korurken, ulusal devletlerin yok edilmek istendiği süreçte yaşıyoruz…

Tarih yeniden biçimlenmesi için kırılıyor, yeniden yorumlanıyor ya da yaratılıyor.

Sömürge kralların heykelleri yıkılıyor.

Efendilerin heykelleri kırmızı renge boyanırken, köle olanlar ilk defa renk ayrımcılığından pozitif ayrım görmüş beyazlar ile birlikte meydanları doldurmuş olması göreceli bir umut yaratıyor. Aslında efendiler ve ezilenlerin rollerinde bir değişim olmadığını hepimiz biliyor ya da hissediyoruz. Sermayenin renginin olmadığı bir düzende küreselleşme ve onun ürünü olan göçmenlerin yaratmış olduğu ucuz emek gücü ve bir arada olması gerekenler, bir dilim ekmek için birbirini boğazladığı/ boğazlatıldığı bir sürecin içindeyiz…

Tarih kırılıyor ve sesi hepimizin kulaklarını tırmalıyor. Elbette yer altından yer üstünden gelen sesler değil bunlar; ölümün, boğazlanan, boğazı kesilenlerin normal görüldüğü “hibrit” savaşların bize yansımasının altındayız. Kaç canlı bomba içimizi parçalamadı ki bu zaman dilimi içinde, kaç katliamın kanı bizi boğmadı ki, hepimizin oturma odasına yaşadığımız katliamlar, cinayetler, soykırımlar romantik bir görüntü gibi sunuldu.  

Değişimin olduğu anda az ya da çok kırılma/ ayrışma sesi geliyor ve biz buna ara rejim diyoruz... Bizler ara rejimin tam ortasında bütün değerlerin küçük çıkarlar lehine yok sayıldığı sürecin içindeyiz... Bu süreçten insan kalarak çıkmak bütün mesele, kaçımız insan kalacağımız sanırım belli gibi oldu ama insan gibi görünenler ama kariyeri olanlar?

Ülkemiz açısından daha önce benzeri hiç yaşanmamış bir ara rejimin içindeyiz. Ara rejim bizi hangi kapıya bırakacağı henüz muğlak... Ilımlı İslam söylemleri ile başlayan süreç, 12 Eylül süreci henüz bitmeden kendimizi başka ara rejimin içinde bulduk.

12 Eylül sonrası oluşturulan ara rejimde, liberal ekonomi ve politikanın sonucu olarak ulus devleti büyük oranda yıkılmış, devletin elinde ne var ne yok “özelleştirme” adı altında yağmalanmış, üretimden tüketime geçiş yapmıştık. Şimdi kendimizi tüketme süreci içindeyiz…

Ara rejimlerde hukuk dudak arasında kalan bir söze dönüşür... Bu sözün olduğu yerde yazılı olana değil, korkunun ortaya çıkardığı “kraldan çok kralcıların” ortalıkta kendisine ortam oluşturması ve alan açarak kendi çıkarları doğrultusunda bir biri ile çelişen kararlar alınmasından başka şey değildir...

Haziran ayı içinde Ankara’ya doğru yürüyen ve Ankara girişinde yağmur, soğuk altında bir gün bekletilen baro başkanlarına görülen eziyet ne yazık ki tüm topluma layık görülebilir... Eğer bu ara rejime uygun direniş noktaları ve ittifaklar oluşmazsa, karanlık içinde baro başkanlarının yaşadığını hepimizin yaşama olasılığı var.

Ara rejimler her zaman kısa sürer beklentisi içinde olunur ama ara rejimler 12 Eylül darbesinden sonra hiç da kısa sürede ortadan kalmadığını kanıtladı.

Yaşadığımız zaman ne yazık ki yeni bir ara rejimdir, geçmişte ki ara rejimlere benzemeyen uygulamalar içinde…

İsmail Cem Özkan

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Piyasa hayatı belirledi!


Piyasa hayatı belirledi!

11 Eylül gecesi bomba ve silah sesleri arasında uykuya dalıp ertesi gün marşlar ile uyanmıştık. “Devrim oldu” dedi biri, olan devrim “bizim” sandım, meğer “darbe” olmuştu...

O kadar hazırlık yapmıştım ki, “devrim sonrası” ülkemin havasında “özgürlük” esecekti, darbe sabahında “korku” havada esmeye başlamıştı bile... Özgürlüğün yerini karanlık, zindandan gelen işkence sesleri, Ankara DAL grubunun sonsuz mesaisi başlıyormuş...

İşkence ile alınan ifadeler, bir çuvalın içine sığan cesetler, suçlu suçsuz kim varsa biraz göz kırptı diyen de içeride, işlenmiş bir suçu üzerine alınması için yapılan işkenceler.

İşkencede bir şey ortaya çıkmaz, var olan cinayet ve suçu birisi üzerine alsın diye baskı yapılır, o yapılan baskılardan konuşanlar olması kadar doğal ne olabilir ki, konuşur, her kişi İbrahim Kaypakkaya değildi...

Konuşan olacaktır, olmaması gereken itirafçı.

İtirafçı ne kadar tanıdığı veya uzaktan gördüğü varsa tüm suçları onların üzerine atmasıdır... İtirafçının kanıtı yoktur ama çamur atmayı bilir, çözülmesi istenilen suçlara fail bulunmasıdır.

Suçların failleri varsa, ortada çözülmesi gereken suçta yoktur. Bu sayede 12 Eylül’e kadar gelen ve çözülmemiş ne kadar dosya varsa dosyalar sıkıyönetim mahkemelerinde usulüne uygun şekilde açılan davalar ile bir bir çözülmüştür…

12 Eylül öncesi üzerine bir sünger çekilmiş ve gerçek anlamda yüzleşmenin de önüne geçilmiş oldu. Siyasi örgütlerin ana davaları bir yüzleşme yerini savunmanın aldığı bir usulüne uygun cümlelerin oluşturduğu uzun bir metne dönüştü.

Erdal Eren siyasi savunmanın nasıl olması gerektiğini o kısa ömründe elde ettiği bilgiler ile dik durarak herkese göstermiştir. O Denizlerin, Mahirlerin mirasını taşıyan, geçmiş ile arasında kopukluk koyamayan genç bir delikanlıydı, devleşmişti mahkeme salonlarında, o yüzden onun kemik yaşına bakmadan astılar, çünkü o “devrimcilerin sesi” olmuştu, o geçmişten gelen üç fidanın devamcısıydı, o Kızıldere’nin bitmeyen sesiydi. Onu asmak demek devrimcilerin üzerinden panzer geçmesi demekti, astılar ve devrimcilerin üzerinden panzer, elektrik, tazyikli su geçti, geçmeyen ne kaldı ki, bilinen işkence yöntemlerin en ağırları geçti. En ağırı da açık görüşte ana dilinde anasına sarılamamak, sadece Türkçe bilmeyen anaya gözeri ile mimikleri ile sevgi sözcüklerini göndermek… Açık görüşe gelen ananın ıstırabı bire bin katıldı, oğlunu, kızını askerlerin arasında mahkum olarak görmüştü ya, en azından yaşıyordu ya, onlara bir ömre değerdi… Oğlunu kızını göremeyenler, onların akıbeti sorup da yanıt alamayanlar… Onların acısı karşısında kelimeler soyunur, en yalın haline gelir ve sessizlik içinde kendisini toprağa gömer… Acının sesi yoktur…

İtirafçılar devrimin en zayıf halkasıdır, çünkü devrim fikri, itirafçıların ifadeleri ile geçmiş ile bağını açılan toplu davalar ile koparttı. 12 Eylül öncesi ile sonrası olan kopukluk bir alamda bu itirafçılar sayesinde oldu, tarihsel çizgi içinde devamlılık sağlanamadı... İtirafçılık aynı zamanda “şüphe” oluşması demektir, var olan güvenin sıfırlanması yanda bir başkasına duyulması güvenin ortadan kalkması anlamına geliyordu, çünkü en yakınında ki “düşmanın” olabilir, sonunu hazırlayabilirdi. Direnişçiler arasında “şüphe” girdi mi, itirafçı diyerek konuşanı da düşman görür ve cezaevinde kendi mahkemesini kurur ve öldürür, çünkü “çürüme” “şüphe” ile başlardı, zindanda başlamıştı bile çürüme. En yakında omuz omuza mücadele ettiği arkadaşını, “yoldaşım” dediğinin katili olmuştu. Mücadele yöntemlerinin bir çoğu “içine düşülen şüphenin” turnusol kağıdı olarak sunuldu, yetişmiş kadroların cezaevinde gerçekleştirilen direnişler ile “tasfiye edilmesi” olarak algılandı… Bir itirafçının yaratmış olduğu şüphe geçmiş ile bağında koparılması anlamına geliyordu, koptu da!

Geçmişin devrimci mücadelesinde yer alan yapıların mirasa sahip çıktığını belirten bir çok örgütçük oluştu gerçi yıllar sonra ama isim benzerliği dışında hiç bir bağlantıları yoktu 12 Eylül öncesi ile.

Zaman içinde destanlar uyduruldu, anı kitapları diye yazılanların büyük bölümü yaratılan gerçeklik üzerine kuruldu...

Olmayan kahramanlar, olan eylemleri başkasının üzerine kayıt etmek ile başladı. İtirafçılığın başka boyutu anı kitapları gibi ortaya serildi. Sıradan insan oldu kahraman, bu arada olayların içinde ortaya çıkan kahramanlarımız unutuldu gitti. Yeni destanlar, yeni masallar uyduruldu.

12 Eylül öncesi ve sonrası ile arasında ki bağ ince iplikten öte bir anlam ifade etmez oldu, çünkü ikisi arasında uçurum yılların araya girmesi ile daha da fazlalaştı...

Devrim derken ihtilalın marşları arasında kalmıştık...

Türk gençliğine hitabet, “Türkiyem” türküsü şarkısı mı anlam veremediğim bir popüler şarkı, İstiklal Marşı darbenin yükselen sesi gibi gözüktü, aslında olan piyasa ekonomisinin devlet ekonomisinin, planın yerini plansızlık, günü kurtarma işlerinin hakim olmasından başka bir şey olmadığını öğrendim... Olan devrimci gençlere ve onların “satmadıkları hayallere” olmuştu.

Piyasa yeni düzeni içinde savurganlık ile birlikte tüketime doğru yöneldik. “Birlikte” başarma yerini “bireysel” başarıların aldığı süreç işte bir gecede devrim şarkıların yerini marşların alması ile başladı...

Doğa yaşanan olaylardan haberi yoktu ama sonucundan haberi oldu, çünkü bireysel başarı adı altında çılgın tüketim ve ona dayalı üretim doğanın dengesini hızla bozdu, yazlar çöl sıcaklığına dönüşürken, çekirge sürüleri çöllerden kalkıp binlerce kilometre ötelere hiçbir siyasi sınır tanımadan ekili tarlaları yağmalamaya başladı. Onun gibi aç kalanlarda “mülteci” adını alarak gelişmiş ülkelerin sınırlarına ölümü göze alarak akım etti…  Piyasa dedikleri “kontrolsüz kontrol” adını verdikleri piyasanın kendi kendisini kontrol edeceğini söyleyenler, kendi güçleri ile zayıf halkayı yutarak devleşen firmaların devletleşme sürecine “küreselleşme” adını vererek, var olan tüm güzellikleri yok edip “standart” doğrularını dayatmasıdır… Darbe yapanlar işte bu güçlere hizmet ettiler, ülkemizin tüm güzellikleri “küreselleşmeye uyum sağlayacağız” diye yok ettiler, alın terleri ile oluşturulmuş kamu malları, zenginlikleri bir bir “özelleştirme” adı altında onlara peşkeş çekildi, aracı olanlar ‘offshore’ hesaplarda rakamları büyüttüler…

Darbe günü çalan marşlar aslında birilerin taşeronluğunu yapanların gücü ele geçirmesinden başka şey olmadığını ve onlara karşı geleceklerin ezilmesinden başka bir şey ifade etmediğini yıllar içinde öğrendim…

İtirafçıların oluşturmuş olduğu davalar meğer geçmişin üzerine sünger çekip temiz bir “yeni dünya düzenine” başlamak içinmiş. Ne geçmiş ile hesaplaşıldı ne de yarınlar ile… Sadece zamana uyum sağladık, zamanın ruhu ülkemizi teslim almıştı…

Bizlere düşen görev ise hayallerimizi satmadan hayallerimizin arkasından yürümek, kuşaklar arasında hayallerimizin kopmasında izin vermeden…

İsmail Cem Özkan

2 Mayıs 2020 Cumartesi

Yalnız değilim!


Yalnız değilim!

Balkondan 1 Mayıs marşı okumak göstermiştir ki, ne kadar çok azız ve biz bize yaptığımız propaganda çevremizde bizim gibi düşünenleri yaratmadığı...

Evet, 1 Mayıs mitinglerinde coşkulu katıldık, orada on binleri görünce “İstanbul burada” diye düşünenler de olmuştur. En son CHP cumhurbaşkanı seçiminin son mitingi (23 Haziran 2018) İstanbul Maltepe’de olmuştu, milyonlar vardı orada ve “seçimi kazandık” diye sevinenlerin erken açıklanan sonuç karşısında çaresiz kabullenişlerini de gördük...

1 Mayıs marşını okudum, en fazla gaz yenilen eylemlere de katıldım, solcu olduğumu hiç saklamadım, devrimciyim, sosyalistim, kapitalist sistemin mutluluk getirmediğini sürekli krizler ile bizi sürekli fakirleştirdiğini ve kazanılmış hak kavramının olmadığını da gördüm...

Kapitalizm yapısının ne olduğunu biliyorum, paranın üzerinde namaz kılanlar, minareden sela okuyanların da kim hizmet ettiğini bildiğim için onların getirmiş olduğu tüm önerilere gözüm kapalı hayır dedim, çünkü onların hayırlı işleri olmaz. Her çapan altında oyunları ve bizim başımıza çorap ördüklerini bilirim. Onlara güvenmem, inanmam… Onların her sözünün yalan olduğunu da saklamam, söylerim, çünkü İslam’da hülle denen kavram var, tanrıyı kandıralar güya, bir hafta biri ile evli kal, boşan ertesi hafta başka kadın ile evlen… Bu hülleden herkesin haberi vardır ama kural böyle diye öyle yaparlar ve bunu da saklamazlar.

Balkondan 1 Mayıs marşı okuyanların kendine güven, o saf, temiz duygularını da bilirim, çünkü onlar da benim gibidir...

Yaşasın hayallerini satmayanlar, yaşasın hayalleri uğruna her türlü riski göze alanlar…

Yaşasın demek yeterli değildir, dayanışmayı partiye dayanışma değil, partinin bireylere dayanışması olarak algılıyorum...

Para isteyen, yok yıllık yemek diyerek para toplayanların bugüne kadar ne yaptıkları ortada, yemek parası ile aidatlar ile bu işlerin yürümediği ortada, aidat denilen kavram bağlı bulunduğun yapıya bağlılığını gösteren sembolik bir şeydir, aidatlar ila ayakta kalan ve siyaset yapan parti, parti değildir... Onlar kirayı ödemeyi düşünmekten siyaset yapamazlar, sadece var olan gündemin peşinde koşarlar...

Siyaset para demektir, para olmayınca siyaset olmaz...

Parasız olanlar siyaset yapmaz, devrim yapar...

Birisi gelip size yardım edin, sizin adınıza konuşacağız dediklerinde paran yoksa benim adıma da konuşamazsın, çünkü benim parama muhtaçsan kusura bakma ama sen uzun boyutlu bir adım atacak ne gücün, ne de gerçekliğin var...

Somut durumun somut tahlilinde parası olmayan, lojistik başaramayanlar, istihbaratı olmayanların siyaset sahnesinde yer almaları sadece gelmekte olanın önünde engel olmaktan başka işlevi yok...

Siyaset karşı tarafın ne düşündüğünü, ne yapabileceği hakkında elde veri toplaması demektir... Veri yoksa elinde ki veriyi saklayanlar illüzyon yaratır, kendisini var olandan büyük göstererek kitleleri arkasından koşturur… Bunu en iyi gören ve dillendiren Oğuzhan Müftüoğlu’dur. Yakalandığında “illüzyon bitti” demiştir…

Siyaset bu gerçekliği görüp ona göre adım atmaktır, yoksa çevrene çok acılar yaşatmaktan başka ifadesi yoktur… Gönüllü, inanarak ve yarını kucaklamak isteyenlerin hayalleri ne satılıktır ne de harcanacak kadar ucuz…

Dün balkondan bir Mayıs marşını okudum, çevremde onlarca aile vardı ve bir balkondan bana küçük bir destek geldi, o küçük desteğin ne kadar değerli olduğunu biliyorum, çünkü yalnız değilim!

İsmail Cem Özkan
2 Mayıs 2020 – İstanbul/Şişli


23 Nisan 2020 Perşembe

Tam yüzyıl olmuş son Osmanlı meclisinin Ankara’ya taşınması…


Tam yüzyıl olmuş son Osmanlı meclisinin Ankara’ya taşınması…

Elbette sembolik bir kavram değildir, son meclis almış olduğu karar ile yeni sınırların ve ülke yönetiminin ne olmasının ipuçlarını da taşıyordu içinde. Son meclis, içinde Ermenilerin olmadığı meclis…

Son meclis aynı zamanda geriye kalmış ülkenin son resmidir.

Son meclis Dolmabahçe sarayının hizasından Ankara’ya doğru taşınmasıdır. Kısaca meclisin Ankara’ya taşınması yeni cephenin neresi olduğu ve bu sefer İstanbul fethinin batıdan değil, unutulmuş Anadolu’dan yapılacağını haykırmasıdır…

İttihat Ve Terakki Partisinin içinde başlayan koltuk mücadelesinin başka coğrafyada devam etmesi ve saraya damat olarak girenlerin hakimiyetinden damat olmayı isteyip de giremeyenlerin hakimiyete geçmesi de demektir.

Son meclis yeniden yeni binasında açıldı. Bu açılmanın başka bir sembolik boyutu vardır, yenilmiş bir devletin, yeniden devlet olma isteğinin haykırışından başka bir şey değildir.

Devlette önemli olan devamlılıktır, devamlılığın sembolüdür meclis. Alınan kararlar, söylenen sözler devamlılık gösterir. Uzun bir yolculuktur meclisin yeniden açılması, bir adamın bir yaya çizerek geldiği son noktadır. O son noktada devrim sembolü olan yıldızın yeni hal (biçim) almasından başka şey değildir…

Son meclisin yeniden kapısının açmasının yüzüncü yılındayız… Bu sembolik kapı açmanın ülkemizde karşılığı çocuk bayramıdır.

Ulusal çocuk bayramı.

Ulusal olması önemlidir, çünkü ulus devlet olmanın şartlarını yerine getireceğimiz ve içimizde yeni bir sermayenin kurulması için gümrük duvarları ile sanayicimizi koruyacağımızı ilan ettiğimizi anlatır. Sanayisi olmayan ülkenin yenilgi yaşaması doğaldır, o yüzden sanayisi olan ülkeye dönüşmek gayretleri ile kararlar alınacak ve uygulanacaktır.

Son meclis Ankara’da açılması demek, İstanbul’da mevcut hükümetin düştüğü ve temsiliyet hakkının olmadığı anlamını taşır.

Ankara’da yüz yıl önce açılan meclis ile İstanbul üzerine bir hükümsüzlük bezi atılmış, yeni bir devletin yürütme bölümünün oluşturulduğunun ilanıdır.

İstanbul teslim olmuştur, İngiliz askerleri karakollar kurmuş, izin belgeleri doldururken, İstanbul’a yüzyıllardır hükmetmiş olan Osmanlı hanedanı ve ailesini küçük bir alanda yaşamaya mahkum etmiştir. Almanların isteği ile “cihad” ilan eden son  halife’nin son olacağının da ilanıdır. Çünkü İngilizler kutsal topraklarda yeni devletler ve krallıklar ile uğraşmaktadır…

Birinci dünya savaşı teknolojinin muhteşem hızlı gelişimin motoru olmuş gibidir, Almanların geliştirdiği teknolojinin gelişmiş ülkeler tarafından yağmalanması ile karşılaşırız. İlk büyük kriz sermayenin hangi taraftan küresel boyutta gelişeceği ve emperyalist anlayışın sömürge anlayışından farklılaşmasını da taşır. Sömürge devlet dünyanın hakimi İngilizlerin bu savaş ile birlikte yeni emperyalist güç olduğunu ilan ederken öte yandan büyük bir yara aldığının da sembolize eder. Çünkü küresel güç küresel yeni dünyaya hakim olamayacak ve ikinci büyük savaşta artık emperyalist liderliğini yakın zamanda Amerika’ya kaptıracaktır. Okyanus ötesinde kurulan Amerika’nın güç olarak tarih sahnesine çıkması anlamını taşır…

Birinci dünya savaşından önce dünya 30 devletten oluşurken şimdiden yüzü aşmış devlettin ortaya çıkması anlamındadır…

Ankara’ya taşınan meclisin yüzüncü yılını yaşıyoruz, daha doğrusu Ankara’da kapısının açmasının yüzüncü yılı. Meclis çatısını onarmayla başlayan ailenin büyük sanayici olarak ülkemize doğmasının da yüzüncü yılıdır… Ulusal sermaye ve ulusal sermaye oluşturmak için atılan adımın da yüzüncü yıldır…

Alman emperyal devleti tarafından yapılmaya başlanmış ve artık bir anlamda hedeflerin çöktüğü demiryolların ülkemizin sınırlarını belirleyeceğini kimse bilemezdi meclis kapsının açıldığı gün, fakat biz son meclis ile aldığımız kararlara uyuyordu o demiryolu hattının sınırlar olacağı konusu. Güneyde demiryolları, kuzey ve batıda deniz, doğu’da Ağrı Dağı ve Kars sorunu olarak kalacak bir yer arasında, kısaca sıkışmış alanda yeni bir devlet yaratıldı. Siyasi mücadelenin saha mücadelesinin önünde olacak bir kavganın esas karargahıdır meclis.

Askeri kavga (mücadele) sadece masa başında elini güçlendirmek için kullanılan araçtır, esas olan siyasettir. O siyasetin kurallarını belirleyen istediğini alacaktır.

Dünya yeni bir düzene doğru çatladığı an, kırılma noktasında oluşan bir devleti belirleyen kuzeyinde yaşanan büyük bir devlerimin rüzgarı ile oluşacaktır…

Yeni bir dünya kurulmaktadır.

Ulus devleti içinden işçi devleti erken doğmuştur ve bu beklenmeyen devlet birinci dünya savaşının beklenmeyen sonucudur... Bu işçi devletin çıkarları ile emperyalist devletlerin çıkarları arasında oluşan bu boşluk alanda belirleyici olan diplomasi ve siyasettir. Ankara’da meclisin açılmasının en büyük belirleyicisi de bu boş olanın doldurulmasında siyasi öngörüsü olan eski İttihat ve Terakki partisinin dışlanmış muhalefetinin parti içinde iktidar kavgasını siyasi cephede kazanmasını da sembolize eder.

Bugün yüz yıl önce açılan meclisin kapısı bugün yaşadığımız sorunların ve üstü örtülerek yok sayılan sorunların tortularının sebebidir de aynı zamanda…

İktidar güçtür, gücü olan her şeyi görür ya da yok sayar. Bizde yok sayılan o kadar çok sorun var ki, sadece bir bölümüne neşter vurulmuş ve çözüm yolu bulunmuş ama hasır altına atılmış sorunlar yumağı içinde değişen dünya koşulları altında yok sayılanlar öne çıkmış ve “yüzleşme”, hesaplaşma” tarihi yeniden yorumlama” adları altında iktidara gelen liberalizmin açmış olduğu yoldan otokrasi, ılımlı İslam modelinin ülkemizin üzerine giydirilmiş yeni kıyafeti ile karşı karşıyayız…

Dünya değişim içindedir, ulus devletin yerini küresel devletin aldığı bu süreçte, krizin ve kırılmanın tam ortasında kalmış durumdayız. Bizim nereye doğru evirileceğimize kuruluş anında etki eden güçlerin ama liderlik konumları ve biçimleri değişmiş olarak onların çıkarları belirleyecektir. Bu yeni devletin oluşumunda olduğu gibi siyasi manevralar bu biçimlendirmeye etki edecektir.

Siyasi olarak güçlü olan istediği yeni elbisenin içinde kendisine yer bulabilecektir, aksi halde daha dar alanda yeniden kendimize ifade hakkı tanınabilir… Kısaca yüzyıl önce açılan bir kapı ve sonuçları bugünü anlatır. Bugün yaşadığımız kriz ve sorunlar geçmişi anlatmaz, sadece sorunların başlangıcını gösterir. Ölülerden medet umarak yola çıkanlar, ancak şerbet ve helva içinde kendisini dua ederken bulur, elbette gitmiş olan rahmetlinin arkasından…

Bugün ulusal çocuk bayramı olarak kutlanmaktadır. Çocuklar ancak balkona ve camlara çıkarak bayramlarını kutlayacaklardır. Onların ulusun birer askeri olarak yetiştiren ulusal devlet politikası darmadağınıktır. Onun yerini doldurmaya çalışan ve bilimden uzak dini hurafeler ile dolu olan eğitimden geçen bu kuşak hem var olanı ret etmiş ve hem de geçmişi ret etmiş olduğunun farkında olmadan kendilerine özgü bir yaşam yaratmış ve onun içinde yaşamaktadır… Hem geçmişin sembollerini ellerinde taşırken, emperyalist ülkelerde çocuklar gibi hazır kıyafetler içinde, onların belirlediği saç modelleri ve ellerinde Çin’de üretilmiş oyuncaklar ile yeni güne merhaba diyorlar. Bir çok çocuk ekrandan başını kaldırıp gerçekten çevresine baksa, yabancı bir yerde yaşadığını düşünebilir, çünkü onun iyiliğini düşünen ailesine bile yabancıdır… Onlar sadece ihtiyacını karşılayan büyüklerdir, onlar yeni dünyalarını ekranlar arasında sanal alanda oluşturmakta ve o alanda yaşadıklarını gerçek sanmaktadır…

Yeni bir devlet doğuyor, doğmadan önce kontrol mekanizması altında her şeyimiz kodlanarak bir merkezde depolanıyor. Bizim ne düşüneceğimize, nasıl yaşayacağımıza bizim adımıza bizim hiç görmediğimiz bir noktadan dikte ediliyor, karar veriyorlar…

Yeni bir dünya kuruluyor, bizler bu kırılmanın en can alıcı fay hattı üzerinde olduğumuzu bile bilmeden gece uykusundan kalmış ve sesler ile duvarları yıkılan bir evin içinden balkonlara bayrak asma telaşı içindeyiz…

Dünü anlamayan, bugünü hiç anlamamış bir kuşağın gelecek perspektifinden yoksun olarak yaşadığı bugünlerde yüzyıl önce açılan meclisin kapsının ne anlattığını gerçek anlamda anlamayan bir iktidar gücün koltuk savaşı içindeyiz…

Balkonlara çıkıp marşlar okuyacağız, “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan” diyerek ve bizler hala o on yılda kalmış geri bıraktırılmış bir ülkenin evlatlarıyız!...

Marshall yardımı ile süt tozu içmiş bir ulusun çocuklarıyız. O gün zehirlenen midemiz, zehirlenen beynimiz ile bugünü anlamaya ve kavramaya çalışıyoruz. Yeni küresel güçte olan ve söz sahibi olanlar bizden daha fazla söz hakkına ve yönlendirme hakkına sahip bu ülkede. Onların belirlediği politikaları, stratejileri ve onlara uygun adayları onaylayan konumunda kaldık… iç kavgamız; değişen gündemler içinde liderlik üzerinde yaparken bir birimize düşman, ne istediğini bilemeyen anlık çıkarlara göre karar veren bir “ulusun” evlatlarıyız…

Bundan yüzyıl önce son meclis yeni taşındığı Ankara’da kapılarını ilk defa açtı, nerde kalmıştık dedi… Yeni meclis başkanını seçti, yeni gündemi ile kürsüye vurulan bir tokmak ile yeni yol haritasını çizdi… Yeni meclisin öteki mebusları zaman içinde ulus devletin homojen parçası olanlar maaşlarını almaya devam etti, olmayanlar ise istiklal mahremlerinde ipin ucunda son nefeslerini verdiler… Ulus devlet demek homojen olmak, homojenlik adına bu ülkede o kadar çok katliamlar yapıldı ki, hala da yapılıyor. Hendek altında kalan son nefesler, açlık grevlerinde bırakılan son nefesler hepsi ulus olmanın koşulu olarak sunuldu bize…

Yeni dünya kuruluyor, “bir arada yaşamak” fikri bile bu yeni kurulan küresel dünyada henüz yerini almış değil, çıkarlar ulus, milletler üzerinden değil, en ucuz emek ve onun sömürüsü üzerinden kuruluyor… “Bir arada en ucuza çalışan” fikri üzerinde yeni küresel dünyalar kurulmaktadır… Devletler “en ucuz emek gücü” yaratmak için her türlü koşulu oluşturmak için var olmaya devam edecektir…

İsmail Cem Özkan

6 Nisan 2020 Pazartesi

Savaşıyoruz kendimize karşı...


Savaşıyoruz kendimize karşı...

(Dünyada popülaritesi hiç bitmeyen alan sağlıktır. devamı)

3. Dünya savaşının adına “corona” demişler, tüm ülkelerin görünmeyen düşmanı bu sefer içimizde, savaşıyoruz kendimize karşı...

Ulus devletinin yıkıntısı arasında oluşturulmaya çalışılan ama bir türlü oluşturulamayan liberal düzen. Liberalizm tarihinde olmadığı kadar iktidarda kaldı, üstelik liberalizme karşı olan muhafazakar kimliği altında iktidarda kaldılar. Ulus devletin birikimleri, iki büyük savaşı ortaya çıkarmıştı, şirketler doğdukları kalıba sığamıyorlardı ve küresel bir büyümenin sonucu, ulus şirketin yerini çok uluslu şirketlerin ortaya çıkması ve ulusu ret eden şirketlere dönüşmesi seksenli yıllarda gerçekleşti… Şirketler dönüşüm yaşadı ama devletler aynı esneklikte dönüşemedi, çünkü ulus devleti var eden koruma sistemi vardı ve şirketlerin çıkarı ile mücadele içindeydi. Her kurum kendi varlığını korumak için kavgaya girecektir, kaçınılmaz olan oldu ve liberalizm yeni tarih yorumu ile sahneye çıktı, yıktı özelleştirme adı altında ama yerine yeni bir şey koyamadı. Çünkü düzen ancak hukuk kuralları ile oluşturulacaktı, hukuku olmayan ama işleyen yeni dünya düzeni ortaya çıktı.

Hukuku olmayan her işleyen şey düzen değildir.

Yeni bir düzen ve sistem olmadığını da Trump iktidara geliş süreci kanıtladı. Küreselleşme taraftarları ile ulus devlet artıklarından ulus devleti yeniden kurma mücadelesi alanı Amerika olması tesadüfi değildir.

Amerika kapitalist sistemin sembolüdür, örnek gösterilmektedir,  Sovyet modeli yıkılmış, Amerika modeli hala ayakta ve işlevini yerine getirmektedir. O model üzerinde seçimler yeni cepheleşme alanı olması şaşırtıcı olmamıştır, Trump’ı iktidara taşıyan süreç ve onu izleyen dünya ölçeğinde yapılan protestolar bu çatışmanın görünen yüzü olacaktır. Trump seçilmiş bir başkandır, öyle tesadüfen iktidara taşınmış bir tip değildir, çünkü Ortadoğu’da uygulanan modele uygun bir lider profili çizmektedir.

Ortadoğu’da ki liderlik modeli; başkanlık/ yarı başkanlık sisteminin suiistimal edilmesi (parlamentonun devre dışı bırakılması). Genel olarak; otokrasi heveslisi kişi kendi iktidarını uzun vadeli yapabilmesi için devlet kurumlarını kendi duymak istediği duymak istediğini papağan gibi tekrarlayan sadık kişilerle doldurmasıyla başlamış. Sonrasında yaşadığımız süreç politika hatalarını getirmiş ve doğal olarak; üst düzey bürokratlar ve yargıçlar "hatalarını" lidere şirin gözükmek için ya da elde ettikleri koltuklarını kaybetmemek adına liderine biat ile sonuçlanmış. Liderlik kurumuna ve alınan kararlara karşı ses yükselten herkesi saf dışı bırakır bu anlayışın hakim olduğu yerlerde.

Kağıt üzerinde devlet ama…

Halkın devlet kurumlarına olan güveninin azalması ve kamu görevlilerinin halk karşısında hesap verilebilirlik algısını kaybetmesiyle kağıttan devlete dönüşüm çabuk gerçekleştirilmiş... Ortada devlet var ama işlevi yok, liderin ihtiyaçları, öngörüleri emir olarak kabul edilip, sorgusuz, soranı cezalandıran bir yeni devlet anlayışı hakim kılınmış, ulus çıkarından daha öncelikli lider ve çevresinin çıkarı kabul edilmiş. Trump ulus devletini temsil ediyormuş gibi söylemler ile iktidara geldi ama ulus devletinin olmazsa olmazlarını göz ardı ederek kendi iktidarını oluşturdu. Damadını kabinede yer vermesi sadece sembolik bir anlam ifade etmektedir, çünkü ortada küreselleşme politikası ve ona doru atılan adımlar var ve ona direnen bir sermaye gurubu… Önce Amerika sloganı ile vücut bulan görüşte Amerikan halkının çıkarı değil, dünyaya hükmeden bir Amerikan şirketler birliğinden söz edebiliriz. Dünyaya hükmedilecekse onu ancak bizim şirketlerimiz ve anlayışımız yapabilirin kavgasıdır.

Bencilleşme yeni dünya düzenin ilk vücut bulmuş halidir.

Bireysel kurtuluş ve bireysel başarı popüler yaşam içinde öne çıkarıldı ve virüs salgını ile birlikte bir mahalle baskısına dönüştürüldü. Bireysel kurtuluşun için belirli yaş gurubunu eve kapa, izole et kampanyasına katıl ve sende çevrene yap… Yapıldı da, gençler ülkemiz gibi kültürel seviyesi ortada olan ülkelerde yaşlılara her türlü hakaretler edildi, yollarda çevrilip polis asayiş görevlisi gibi davranan gençleri gördük… Yukarıda filler kavga ederken, çimler arasında yeni iktidar kavgaları ortaya çıkmıştı, fil ayağının çıkarmış olduğu rüzgar ile eğilen çimler bir biri ile kavga ediyor ve üstünlük egolarını tatmin ediyorlardı.

Ulus devlet görünümlü devletlerin virüsü kontrol altına mı alacak yoksa küresel dayanışma ile mi yok edecek?

Avrupa birliği sınırını içinde olan ulus devletler şeklinde çizdi, en büyük hatayı yaptı, Almanya kendi sınırını korumaya aldı, Fransa öyle... Bu tepkinin elbette siyasi sonucu olacak... Eğer Avrupa kendini bir olarak görüp mücadeleyi ortak yapabilmiş olsaydı, AB bir illüzyon olmaktan çıkıp küresel figür olabilirdi. Şimdi virüse karşı yapılan ulusal sınırlar içinde ki mücadele yöntemleri sorgulanacaktır, çünkü insanları uzun süre eve hapsedemezsiniz, etmiş olsanız da sermaye ve ekonomi bunu kaldıramaz... Sonuç, küreselleşme fikri kendisini birey üzerinde daha fazla hissettirecek, soru sormaya devam edecek...

Yeni dünya kuruluyor, yıkılmış olanın üzerine...

Ulus devlet yok oldu ama kırpıntısı hala devlet görünümünde devam ediyor... Elbette cevabı belli olan sorun ortaya çıkarıldı ve insanlardan oluşan sorun karşısında küresel bir mücadelenin varlığı beyinlere işlendi... Ulus devletin başarısızlığı bugün yaşananlar ile daha çıplak nasıl gösterilebilinirdi?

Sonunda bakla ağızdan çıktı!

"Coronavirüsle başa çıkabilecek global bir lider yok"

Mevzu bahis küreselleşeme ve ona liderlik edecek bir yapının meşrutiyetinin kazanması, gerisi teferruattır! Sürecini yaşıyoruz...

İnsan haklarından geriye ne kaldı?

İsmail Cem Özkan

2 Nisan 2020 Perşembe

Dünyada popülaritesi hiç bitmeyen alan sağlıktır.


Dünyada popülaritesi hiç bitmeyen alan sağlıktır. 

(Coronavirüs karşısında çaresizlik mi? devamı…)


Özelleştirme, bugün yaşanan ölümlerin temelinde yatan sorunun kaynağı olduğu daha fazla hissettiriyor…  Kamu hastanelerin çürütülmesi, bakımsız bırakılması ve teknolojik gerilik, gelişmekte olan sorunlar karşısında yetersiz kalması özelleştirmenin mantığı içinde vardı, çünkü özelleştirilen yani sektör haline getirilen yeni sektörel sağlık alanına halkı teşvik etmek gerekliydi, edildi de. Sigortalar aracılığı ile, medyada ki halka ilişkiler uzmanların eli ile, kısa ve kestirmeden elde edilen popülist sağlık yöntemleri ile ve de marka olmuş doktorların elleri ile sektör yeni dünya düzenine uyum sağladı. Her şey pırıl pırıl, camekanlarda asılı olan afişler, temiz gibi görünen ve sağlıklı olduğu teşvik edilen, göze hitap eden hastaneler… Devlet hastaneleri dökülüyor, hasta sıraları daha da uzamış, “bugün git yarin gel” söylemleri her zaman ki yerinde duruyor, fakirin gittiği yerlerde elbette hijyen sözde kalacaktı, kaldı da…

Biraz cebinde parası olan özel hastaneye, cebinde parası olmayan devlete...

Zaman içinde bu oranlarda da değişimler olmaya başladı, özel tetkikler için devlete, sonucu göstermek için özel hastaneye… Halkımızın çözümü basitti, nerede iyi doktor (iyi kötü, vasat ayrımı ortaya çıkarıldı) varsa ondan fikir almak önemliydi, onun dediğini doğru kabul etti ve sağlık alanında kırılmalarda bu şekilde toplum içinde oluşmaya başladı, çünkü sektör kendisini var edebilmesi için popülist hastalıklar üretmesi gerekliydi. İlaç firmaları zaten bu işten aslan payını alırken, bu aslan payı işin içine özel hastanelerde girmiş oldu.

Dünyada popülaritesi hiç bitmeyen alan; sağlıktır.

İnsanların cebinde ki son kuruşu da sağlık konusunda endişe ve korku yaratırsan alabilirsin, çünkü yaşamak güzeldir ve kimse tedavisi varken ölümü tercih etmeyecektir… Yaşarken elde ettiği tüm birikimlerini korsanlara değil ama sağlık sektörüne kaptıran insan sayısı çok fazla olduğunu düşünüyorum.

Yılda bir genel bakım her sigortalının hakkıdır!

Sağlık alanı öyle can alıcıdır ki, hem canı alır hem de cana can katar… Uzayan yaşam, yaşamın uzamasından kaynaklanan hastalıklar, üretile hastalıklar, üretilen tedavi yöntemleri ve hiçbir şeye yararı olmayan ilaçlar ve onların yan etkileri. Hastaya dayatılan ilaçlar ve oluşan hastalıklar ile de mücadele ederken, daha başka alanlarda üretime için enerjimizi harcamak gerekirken hastalıklar ve tedavileri için araştırma içinde bulduk kendimizi… Hem zamanımızı çaldılar hem de sağlığımızı… Sektörün hedefi paradır, para getiren müşteriyi neden ayağını kesesiniz ki hastaneden, onun ayağını sürtmek ve devamlı hastaneye gelmesini sağlamak gerekliydi… Getirdiler de…

Devlet, şirket ve onun çıkarı için vardır ve o çıkara uygun örgütlenmiştir.

Coronavirüs salgını sonrası alınan kararlar ve uygulamalar hepimizin gözleri önünde oldu. O kadar çok bilgi ve veri paylaşıyor gibi gözüküyor ki, sonunda bizlerde “ne şeffaf, bu işi iyi yürütüyorlar” diye algıladık, fakat işin gerek boyutu yani gerçekler hiçbir zaman beklide açıklanmayacak! Çünkü her katliamda ölü sayısı nasıl ki net olmazsa, bu salgının gerçek boyutu bizim için net olmayacak, eğer tam veriler açıklanmış olsa o güne kadar gözümüzde büyüttüğümüz ‘devlet’ denen kurum tartışır hale gelir, devletin yürütmesi olan iktidarlar sadece işin formalitesinde yer aldıkları daha çıplak gözükür olurdu.

Özel hastaneleri teşvik ettiler, halkın çoğunluğu korumasız kaldı...

İtalya'da hastanelerde yeteri kadar “solunum aletinin” olmaması yüzünden ölümler fazla olmuş... Bize sunulan ilk veri buydu, fakat solunum aleti takılmadan da ölümlerin önüne geçecek yöntemlerin de olduğu ortaya çıktı, sorunun kendisi hastanelere olan başvurunun fazla olması ve yeteri kadar gelen hasta ile ilgilenilmemesi, kısaca hasta ayrımı yapılarak birilerin ölümüne sebep olurken birilerin yaşamasına da sebep olan bir karmaşa söz konusuydu… Bunun nedeni özelleştirmenin tartışılmayan sonuçlarında yatıyordu.

Kaos göstermiştir ki, yeteri kadar örgütsüz ve lojistik alanın boş kalırsa, o kadar çaresiz kalırsın.

Elbette özelleştirme adı altında devlet hastanelerini bakımsız ve teknik anlamda yetersiz, yetişmiş sağlık personelinin olmaması bu salgın hastalık karşısında çaresiz kaldığını dünyaya ilan etmiş oldular...

Dünyaya sadece liberal ekonomi ve onun uygulamaları teşhir edilirken, sorunun kaynağına yani örgütlenme modeli üzerine kimse henüz dokunmuş değil. Avrupa birliği üyesi olan İtalya bu salgında tek başına bırakılmış, Avrupa birliği bütünlüklü hareket etme yerine “başının çaresine bak, aynı sorunu bizde yaşıyoruz” demişlerdir…

İnsanlar değil, kapitalizm ölsün!

Ölümler geometrik olarak artarken, işini kaybedenler açlık ile yüz yüze gelmeye başlamıştır. Toplumun içinde kaygı, belirsizlik, panik havası biyolojik savaşın istenilen sonucu olması nedeni ile kafalarda bir çok soruyu da ortaya çıkarmıştır, çünkü biyolojik silahın nerede ve kimler tarafından uygulandığı kesinlikle tespit edilemez. Savaşın taraflarının en azından saldıran tarafı net gözükmüyor ama kurbanlar ortada, her gün çaresiz olanları toprağa taşıyan törensiz cenazeler şehrin kutuluklarında yer almaya başladı. Yeniz mezarlıklar oluşturuluyor, ileride yakınları onları arayıp bulsun diye…


İsmail Cem Özkan



26 Mart 2020 Perşembe

Coronavirüs karşısında çaresizlik mi?


Coronavirüs karşısında çaresizlik mi?

(Çaresizliğe gülerken devamı… )

Coronavirüs Çin’den tüm dünyaya kısa sürede yayıldı. Bize uğramaz özgüveni içinde gelmekte olanı sadece izlemek ile yetindik, çünkü biz Çin’den binlerce kilometre uzaktaydık, fakat bizi aşıp batı ülkelerine ulaştığında virüsün yayılma hızının ve yönünün bir doğru üzerinde ve zamana bağlı olarak olmadığını öğrendik. Önlem alınmalıydı ama her şeyi bilen ve kadir olan ülkelerde öyle önlem dediğinizde askere emir verir gibi olmuyordu… İktidarlarını sürekli gündem değişimi ve yalanlar üzerine kuranlar halkla ilişkilerin yöntemlerini kullanarak olanı yok, yok olanı var etme becerisi ile virüsün gerçek boyutu halkın gözünden kaçırılacağına inanıldı, çünkü o güne kadar başarılı olan yöntem elbette başarılı olmaya devam edecekti…

Coronavirüs öyle bir şey yaptı ki, çok iyi çalışıyor diye sanılanların aksine hiç de çalışmadıkları, oyaladıkları ve çalışıyor gibi gösterdikleri ortaya çıkarttı... Sözler ile peynir gemisi yürümüyor, yaşananlar her ne kadar yasakların altına atılıyor olsa da gerçekler bir yerde sırıtmaya devam ediyordu... Halka ilişkiler ile profesyonel ilgilenenler tüm medyayı kullanarak kampanyalar yapaya ve hedef göstermeye başlamıştı, çünkü virüsü birisi yayıyor olması gerekliydi, en masum, en zayıf halka seçilip onların üzerine gidildi. O en zayıf halka ise yaşlılar seçilmişti. Yaşlılara virüs bulaşırsa toplumun hepsine virüs bulaşır kampanyası yapılırken umrenden dönenler karantina şartları uygulanmadan ülke sathına yayılmasına izin bile verilmiştir. Hedef gösterilenlerin yanında gözden kaçırılanlar vardı…

Baharı karşılayalım derken…

Baharın gelişi ile ilgili haber bültenlerinde magazin haberler yapılıyor, cemreyi görmeye çalışanlar ekran önünde cemre nasıl düştüğüne seyretmeye çağrılırken, cemre ha düştü düşecek derken cemre belki düştü ama cemre de virüs taşıyor korkusu saldı etrafı, çünkü düşen cemre değil virüs oldu gündemimize... Baharı bile bir arada karşılayamaz olduk...

Ekranlar önünde yapılan her tartışma programı, yapılan her basın açıklaması işin magazin boyutundadır, beklentilere uygun gerçekler değil, olması gereken açıklanır. Ekranların önünde halkımız virüs gerçekliğinin magazin boyutu ile karşılaşıyordu, çünkü virüsün yıkıcı etkisi henüz ailelere ulaşmamıştı, kontrol altındaydı her şey, virüs taşıyıcıları vardı ama ölen yoktu başlangıçta… 

Ülkemizde beklenen ölüm ne yazık ki evine ekmek götürmeye zorlanan emekçilerden olacaktı, zengine bir şey olmayacaktı... Hani diyorlar ya “virüs zengin fakir ayrımı göstermeden”, evet virüs zengin fakir ayrım göstermeden bulaşacak ama tedavisi farklı olacaktı...

Ölenler yaşlı diye reklam yapıldı, PR çalışması sonucu yaşlılar evlere hapsedildi, çünkü en riskli gurup onlar gösterildi, vücut dirençleri düşük olduğu için. Fakat ülkemizde vücut direnci düşük o kadar çok insan var ki, işte esas ölüm onları kollarını açmış beklemekteydi...

İktidar bu süreç içinde ekonomik krizin belirtisi olan borçların yeniden yapılandırılması için kafa yoruyordu ve yeni borçlar yaratılması için olanaklar yaratıyor, online olarak nasıl borç ödeneceğini, verilerin nasıl ödeneceğini gösteren videolar ve görseller yayınlıyordu, fakat işsiz bırakılmış, yeteri kadar evine para girmediği için yeterli beslenemeyen insanların birincil derdi yaşam hakkı olduğunu göz ardı ediyordu. Elinde para olsa elbette ödeyecektir, işsizin elinde sadece umut ve hayal kırıklıkları vardır, cebinde bir de kalmışsa çay içecek kadar parası, şehir için yol ücreti bile zenginler için küçük görülürken fakir insanın gözünde 3,5 lira bile çok büyük para olur... Belediye başkanları şehir içi ulaşıma ‘fiyat ayarlaması’ yaparken gelirli yüksek olanlara göre zam yapıyorlardı, fakiri düşündükleri yok, çünkü onların hayallerinde fakirler şehirlerinde yaşamıyor, onların hayallerinde tahtadan derme evlerde yaşayanlar yoktu...

Asgari ücret ile iş bulanların bir yerden bir yere otobüs ile gitmesi büyük sorun olurken, orta gelirli memur için belki sorun bile olmayacaktır... Bugün ülkemizde ölüm kucaklarını açmış asgari gelirli olanları bekliyor ve çoğu ölümün kayıdında virüs yazmayacak bile, zatürreden öldü kayıdı yer alacaktır muhtemel…

Herhangi bir krizden sermaye sahipleri ve onların sesi iktidarlar fırsatçılık yapar, halk her durumda daha fazla ezilir... Krizi fırsata dönderip binlerce insanı açlığa ve tek başına kriz ile mücadele etmeye bıraktılar...

Devam edecek…

İsmail Cem Özkan

24 Mart 2020 Salı

Çaresizliğe gülerken…


Çaresizliğe gülerken…

Dünyayı bir sürpriz bekliyordu, kimse hazırlıklı değildi. 1980’li yılların başından bugüne kadar hakim olan anlayış liberalizm, uzun süredir yaşanan krizin içinde eski abartılı dönemini kaybetmiş, yıkmış olduğu ulus devlet anlayışı yerine koskocaman bir boşluk bırakmıştı. Yıkıntılar içinde iktidar mücadelesi içinde Ortadoğu tipik liderlerinin hakim olduğu yeni bir şirket devleti anlayışı içinde, birikimini sadece para hırsından almaktaydı. Elde ettikleri güç ile en doğruyu yaptıklarına, ideolojik yaklaşım diye sundukları ise içi boş hayalin gerçekleştirmek için yola çıkmış bir halk kahramanı olarak gördükleri süreci yaşıyorduk. Başkalarının topraklarında güç ve egemenlik savaşı içinde birbiri ile savaşmak yerine birbiri ile kendilerine adına birilerini para karşılığında savaştırıyorlardı. Savaş olan topraklar geçmişin tüm birikimlerini yok etmiş, hırs ve küçük iktidar hedefi içinde küresel bir savaşın taraftarlarıydı. Ölüm makineleri yeni olan icatlarını denendiği alan olmuş ve orada elde edilen tecrübeler ile yeni silahlar üretiliyordu. Gelişmiş olan ülkelerin ihtiyacı olan her türlü ihtiyacı bu savaşta ölenlerin ve emeklerinin üzerinden elde ediliyordu. Var olan savaşlar küresel olan hiçbir şeyi etkilemiyordu, sadece yıkıntı ve krizler içinde boğuşan ülkenin liderlerinin ihtiyacına uygun korku yaratmada araç olarak kullanırken, kendi toplum içinde cepheler açılarak kendi iktidarı mutlak hale getiriyordu.

Çaresizliğe gülmek dünyanın mizah anlayışı oldu...

2020 yılının başında Çin’de yaşanan bir sağlık krizi ve ortaya çıkan bir virüse karşı verilen mücadele yeni bir sürecin başlangıcı olacağını ve küresel bir histeriye dönüşeceğini kimse tahmin edemezdi. Çünkü gözle görünmeyen, henüz ne olduğu belli olmayan bir biyolojik silahın insanları öldürdüğü, Çin yılbaşı eğlencesini bir karabasan dönüştürdüğünü uzaktan izliyorduk. Sokaklar boşaltılıyor, ulaşım hakkı elinden alınıyordu uzak bir ülkede. Hepimiz uzaktan savaşa bakmaya alıştırılmış bir kuşaktık ve savaş orada romantik görüntüler ortaya çıkarıyordu. Uzaktan gelen davulun sesi rahatsız etmiyordu. Çin dünyanın merdiven altı ve üstünde üretim yapan, her türlü ürünün imal edilip çoğaltıldığı yer. Elbette marka sahibi olan firmalar ellerinde olan malların depodaki sayısına bakıp telaşlanmadılar, çünkü birkaç haftada virüs yok olur ya da denetim altına alınır, işler kaldığı yerden deva edecekti…

Çin yeni dünyanın üretim merkezi, batının kirli olarak gördüğü her şeyin taşındığı alan olmuştu. Ucuz işçilik, disiplinli çalışma ile harikalar çıkarıyordu Çin! Tokmak başkasının elinde Çin davulun üzerine gerilmiş deri işlevi görüyordu. Batıda olmayan hiçbir şey dünyanın gündeminde olmaz, ebola salgını bile Afrika’yı kasıp kavururken kapitalist sistem etkilenmemiş, borsalar olağan günlerinde işlemlerine devam etmişti. Dünya sağlık örgütü kapitalist sisteme zarar verecek olan tüm salgınlara karşı önlem almak ile yükümlü kılınmış bir kurumdu ve işlevini yerine getiriyordu. Ölenler hep fakir ülkenin insanları ve fakir olanlar oluyordu, çünkü salgın yeteriz beslenmemiş, vücut direnci insanları vurur, en çok da çocukları, ve sefalet içinde çocuk fotoğrafları batıda yaşayanların vicdanını kanatır ve yardım kuruluşlarını seferber ederler. Ölen kadın, erkek olduğunda vicdanlar pek kanamaz, çünkü onlar gözden çıkmış ve istedikleri askeri ve tüketici hizmetine dahil olmamış verimsiz insanlar olarak görünürdü.

Çocukların ölümü vicdanı kanatır!

Çin trajediyi yaşıyordu, virüsün içeriği ve çıkışı tartışma konusuydu. Bir balıkçı halinden çıktığı ve Çinlilerin yeme kültürünü küçümseyen açıklamalar ile batıya bu trajedi dram olarak sürülürken bile Çinlilere karşı bir öfke ve nefret suçunu yayılan cümlelerin içinde vardı. Virüsün batıya ilk yansıması Çinlilere karşı geliştirilen nefret söylemi olmuştur. Elbette bizim sahilimize de vurdu bu söylem, ülkemizde yaşayan Çinlilere karşı vebalı gibi davranış yanında kaba güç kullanıma kadar geliştirildi. Neyse ki çok uzun süre bu gündemde kalmadı, çünkü orada yaşanan trajedinin boyutu hakkında bilgi geldikçe Çinli düşmanlığı körüklenenin yerini korku lamaya başlamıştı, çünkü dünyamızın iletişim alanı küçüldükçe virüsün yayılma hızı geçmiş senelere göre daha hızlı olmaya başlamıştı…

Devam edecek…

İsmail Cem Özkan

21 Şubat 2020 Cuma

Kalas mı, klas mı?


Kalas mı, klas mı?

AKP belediyelerin mantığı kar elde etmek, elde edilen paranın artı değerini yandaşlar arasında paylaşımı üzerine kuruludur. AKP belediyeciliğinde hizmet ediliyorsa eğer, oradan ya oy ya da para elde edildiği içindir. Bu mantık elbette sadece AKP belediyelerin yarattığı ve yürüttüğü şey değildir, liberalizmin ülkemize yerleşmesinden itibaren belediyeler birileri için arpalık, diğeri ise ciğere bakan kedi muamelesi görmüştür…

Liberalizm ülkemizde cepheleşmeyi ortaya daha çıplak olarak serdi, çünkü baskı altında kalmış olduğuna inandırılan dini siyaset en özgür dönemini, kendisine yapıldığına inandığını, karşı olarak gördüklerine layık gördüğü bir süreci anlatıyor…

Batı dünyası için seyreden tarih çizgi, ülkemiz için benzer rotada ve beklenti içinde ilerlemedi, kendisine özgü, kendisine dair ayrıntıların olduğu bir çizgiden söz edebiliriz, çünkü biz üretim ilişkisi içinde ilişkilerimizi ortaya çıkarmadık, daha çok yağma, devşirme kültürünün egemen olduğu bir toplumsal duruş ve bakış açımız söz konusudur. Devşirdikçe, devşirdiklerimizden aldığımız öfke, intikam duygusu ile güç elde edenin elinde birikim tam bir baskı aracına dönüşmüştür.

Batıda gelişen her teknoloji bizde amacının dışında baskı aracına ve öfkenin, nefretin yayılma aracına dönüşmüştür. Örneğin batıda askeri olarak geliştirilen telgraf, bizde bir ulusun soyunu yok etmek için kullanılan en önemli araç olabiliyor. Telgraftan anlayan bir devlet memuru, eğer devlet içinde önemli ve yetkili olarak konuma gelmişse onun elinde acımasız bir silaha dönüşebiliyor. O silah ile yaptıkları bile bugün hala bir çok açıdan karanlık noktaları aydınlatılmayı bekliyor.

Bugün ki elimizde olan bilgilere bakarak elbette onun öncesi süreç o sürecin nasıl ince ince hazırlandığına tanıklık edebiliriz, çünkü en karanlık nokta sadece sonuçtur, hazırlık aşaması ancak devlet eli ile yaratılan birikim söz konusudur. İşin en ilginç tarafı ise karanlık sürece muhatap / mağdur/ kurban olanların eli ile devletin onlar hakkında bilgileri toplamış olmalarıdır. Daha rahat, daha düzenli, daha istikrarlı bir yaşamı özleyen ama o güne kadar adam yerine dahi konmayan azınlıklar, batı ülkelerin baskısı ile elde edilen haklar ile cemaatin dini otoritesi kendisi için ‘kazanç’ olarak gördüğü bir çok ayrıcalık ile - aslında ileride kendisini yok edecek- bilginin devletin eline verilmesi şeklinde olmuştur.

“Meşrutiyet”, “ıslahat” gibi kavramlar içinde elde edilen düzenlemeler ile o güne kadar yaşayıp yaşamadıkları kanıtlanamayan azınlıkların yaşadıkları yerlerde nüfusları (Fransız devriminin ülkemize ulaşan etkileri ile) görünür olduktan sonra, coğrafya içinde kültürel değişimler devletin zoru ve teşviki ile değişimden söz edebiliyoruz. Kapılara bırakılan çarpı işaretler, katliamlar şehirlerin demografik yapısı iktidarda olan anlayış lehine bozuldu…

Şehirlerin yapısı bozulurken, şehirlere yapılan hizmetlerin de amacı değişmiştir. Devlet kendisi istediği ve kontrol edebileceği şehirleşme yönünde adımlar atamaya başladı, şehirler yeni oluşmakta olan sanayi devrimi ve kapitalist kültürün en önemli olmazsa olmazı olarak ortaya çıkmış ve yaygınlaşmaya başlamıştır. Şehirleşme iktidardakilerin hem kontrol hem de korkulu alanları olmuştur. Geniş caddelerin oluşması bu korkunun şehre yansımasından başka şey değildir.

Osmanlı’dan bugüne şehirlerimizin çarpıklık ortadadır, çünkü çarpıklıktan, yağmadan beslenen bir kültürün elbette kalıcı ve uzun soluklu sağlıklı bir şehirleşme içinde olması beklenemezdi… Olmadı da, çarpıklık ihtiyaca göre değişimler ile devam etmiştir. Gerek görüldüğünde deniz doldurulmuş üzerine saray yapılmıştır. Temeli o kadar zayıf devlet yapısı kendisini yapıları ile de gösteriyordu. Üstte ihtişam, altta denizin üzerine atılmış taşlar… Dolma saraya gidecek yollarda dolma alanların üzerinden geçerken zaman içinde darlaşmıştır, çünkü sarayın çevresinde yer alanlar geleneklere göre sarayın nimetlerinden nemalanacaktır. Kimse emek harcamadan orta çıkan artı değeri kaybetmek istememektedir…

Cumhuriyet dönemi şehirleşme açısından aslında başkentin değişiminden başka anlam ifade etmiyor, çünkü Ankara planlanırken ne yazık ki siyasi beklentiler ile planların uygulanmaması ile kendisini ortaya sermiştir. Zenginler ve bürokratların oturduğu semtler planı yapılırken, onların hizmetlerini yerine getirecek hizmet sektörünün kaynağı olan köyden kente doğru göç alanları gecekondu olarak kendisini eski şehri kuşatarak oluşturmuştur. Onların konaklama haklarını bile yok sayılmıştır, çadırda yaşayanlar hizmeti binada yaşayanlara vermek ile yükümlüdür, her ne kadar kölelik kalkmış olsa da anlayış olarak varlığını koruyacaktır bir süre daha… Köyden kente göç edenlerin ıslah edilmesi öncelikle cezaevleri olmuş, cezaevleri gecekondu semtleri içinde kalifiye eleman yetiştirme ve ayı zamanda devlete karşı gelenlerin nasıl cezalandırıldıkları yer olarak gözdağı olarak öteki olarak kabul edilen semtlerin içine konumlandırılmıştır.

Ulus devleti mantığı içinde homojen toplum yaratma projesidir Ankara. Öteki olanların öğütüldüğü ve Türkleştirildiği yerdir gecekondular, varoşlar. Devletin dili planlı yerlerde şatafatı yaşarken, gecekondularda o şatafatın hizmet sektörü elemanın yaşam alanıdır. Dil zorunludur, çünkü dili iyi kullanamayan sadece kas gücü ile o şatafatın içinde yer alamayacaktır…

Ulus devleti ötekilerin üzerine her türlü baskıyı hoş görmüş ve olması gereken olarak kabul etmiştir, güvenlik ancak polisiye ile olmayacağını, eğitimin milli olması şarttır ve o şart her şekilde kendisini yaşam içinde kanıtlayacaktır.

Şehirlerin belediye hizmeti de işte bu yağma, talan kültürünün etkisi ile oluşmuştur, hizmet ulus devletin çıkarına uygun şekilde gerçekleşirken, hizmet alması gereken büyük kesim çamur ve ulaşımdan yoksun şekilde yaşamıştır. İlk dolmuş seferlerinin gecekondu semtlerinden merkeze doğru hatlardan olması tesadüfi değildir. Siyasi iktidarda olan partilerin liderleri (tek parti rejiminin sonlanması sonrası) oy için gecekonduları gelişigüzel aflar ile meşrulaştırmış, devlet arazisi üzerinde olan gecekondu ve düzensiz şehirleşme teşvik edilmiştir…

Ankara, İstanbul ve İzmir gibi şehirler siyasi iktidarların oy potansiyeline uygun olarak yağma bir şehirleşmeye gitmiştir. Hizmet olarak dolmuş seferlerin yasal hale getirilmesi, gecekondulara su, elektrik bağlanıp arazi tapuların dağıtılması olarak algılanmış… Otobüs seferi konan uydurulan semtler artık şehrin parçası olarak kabul edilmiş, oraya okul yapılmış, karakol binaları okuldan önce açılmıştır.

Ulus devleti mantığı içinde belediyecilik anlayışı bu koşullar altında oluşmuştur. Bugünden bakarsak AKP mantığına yakın ama ondan farkı olarak kurallara uygun önce devletin çıkarı göz önüne alınarak hizmetler planlanmış ve uygulanmıştır. (Beş yıllık kalkınma planları ve şehirlerin durumu)

24 Ocak kararları sonrası yerel yönetimlerde işler ulus devletin istediği gibi gitmemiş ve yeni bir anlayış ortaya çıkmıştır. “Belediye başkanlarım, memurlarım işini bilir!” bakış açısı içinde yandaş sermayenin oluşturulması ve elde edilen paranın paylaşımı söz konusudur. Bu elbette ulus devleti ile bize özgü liberalizmin çatışmasını ortaya çıkarmıştır. Kısa zamanda ulusal bakış içinde olanlarda muhalefet yapıyor gibi gözükerek liberalimiz (bize özgü olanı) taklit etmeye ve kısa sürede mütahitler aracılığı ile yasaların boşluğundan yararlanmayı öğrenecektir… Ankara öznelinde geçmişin en büyük sol örgütlerin liderleri belediye başkanların danışmanlığı yapılarak potansiyel sol muhalefet onlar eli ile başlamadan yok edilmiştir. (Toplum direniş yapacak uçarı bu sayede henüz filizlenmeden ezilip rant uğruna suç topluma yayılmıştır.) geçmişin gecekondu mahalleleri solun oy potansiyeli olarak kabul edilirken, gecekondudan varoşlara yani apartmanlara dönüşürken solun yerini dini cemaatler ve onların oy deposu olmaya dönüşmüştür. Bu dönüşümün sonunda varoşlar şehri kuşatmış ve yönetimi almıştır.

Liberal ekonominin uygulandığı yıllarda solsuz belediyecilik dönemi başlamıştır… Gerçi sol ulus devleti mantığı içinde hayata baktığında bize özgü sol olmuş oluyor… Hizmetin halka ve yaşam kalitesini yükseltme yerine var olan işgali meşru yapma girişiminden başka işlevi olmamıştır. Sol kültür gecekondularda yerleşmeden bir darbe ile yerini varoşlara bırakması ve solun o bölgelerden silinmesi ile sonlanacaktır, hala geçmişin sol oyları bugün dahi bazı gecekondu semtlerden geliyor olması orada Alevilerin bu iktidar tarafından öteki olarak tamamı ile devletten dışlanmasından başka bir şey değildir. AKP iktidarı Alevi ve Kürtleri cephenin öteki tarafında düşman olarak gördüğü için zaten uzun soluklu iktidarını koruyabilmiştir, çünkü kendi yandaşı içinde Alevi ve “ayrılıkçı” Kürt öğelerini kullanarak kendi içinde saflarını sıkılaşmıştır…

Ülkemiz AKP ile yeni bir sürece girmiştir, politik stratejisi cepheleşme üzerine kurmuştur.

Bizler ve onlar…

Bizlere yapılan kayırmalar hepsi geçmişten alacakların tahsildir, onlar ise kaybetmeye mecburdur… Bu mantık içinde yeni belediyecilik anlayışı ortaya çıkmıştır. Dik mimari ile mütahitler varoşlarda yer alan gecekonduları apartmanlara döndürmüş, çöplük araziler üzerine bile siteler inşaat yapmaktan çekinmemişlerdir.

Mimarlar odası artık işlevsizdir, şehre karşı suç işleniyor ve belediyeler meclisleri eli ile sağı solu bir arada rantın peşindedir. İşlenen suçlara bakarsanız kimlerin el kaldırdığını görürsünüz, çünkü ideolojiler ölmüştür, yaşasın rant birliği!

Ülkemiz AKP döneminde daha keskin çizgiler ile cepheleşmiştir ama hizmet açısından bakarsanız iç içe geçmiş bir ilişkiden de söz edebiliriz. İstanbul öznelinden bakarsanız daha çıplak görürsünüz, CHP seçmenin AKP korkusu ile iktidarda tuttuğu bir çok ilçe söz konusudur, seçilen CHP başkanlarının şehre işledikleri suçlara bakarsanız AKP büyükşehir ile ortaklaştığını görürsünüz. Şişli, Kadıköy, Beşiktaş… Elbette suçlar ortaya serpilmez, çıkar birliği bir çok dosyanın saman altına iteklenmesi demektir ama şehri bir dolaşmaya başlarsanız suçu gözleriniz ile görürsünüz, çünkü çuvala sığmayan binalar göğe doğru çıkmıştır. Olmaz burada bu kadar büyük bina denilen yere gökdelen dikilmiş ve o binalar içinde entelektüel “beyaz yakalı Türkler” için sanat günleri bile yapılmaktadır…

Her seçimde bir birine benzeyen sonuç alan ilçeler/iller oluşmuştur… İzmir AKP iktidarı ile birlikte CHP kalesi olmuştur, Kadıköy, Şişli, Beşiktaş… Şimdi CHP kalesi varda AKP kalesi olmayan iller/ilçeler olmaz mı? Elbette onlar içinde söz konusu, Bursa, Konya, Sultanbeyli…

O iller ve ilçelerde her iki parti kimi aday gösterse seçiliyor… Adayın niteliği, yapacağı projeleri filan hiç önemi yoktur… Parti başkanı kimi aday adamışsa seçilecektir, çünkü her iki tarafta “korkuyu” kendi lehine kullanmaktadır… Geçmiş dönemlerin bir başbakanı sözü ile dersek “seçimlerde aday olarak kütük koysak seçtiririm”…

Sürekli değişen belediye başkan isimleri mevcut ama şehirlere yapılan hizmetlerde devamlılık söz konusu, peki eski belediye başkanı neden alındığı, neden yerine yeni bir isim yazıldığını kimse sorgulamıyor bile, seçim dönemi oluşturulan hava ve atmosfer ile o partinin adayı mutlaka seçilecektir…

Peki, giden başkan yerine yeni gelen ne yapıyor, yaşam alanlarına ve yaşam kalitesine yeni bir ekleme yapıyor mu? Sorusu ortada duruyor…

Giden ve gelen başkanlara genelde hepsi belirli cadde ve sahil şeridi düzenleme dışında şehre kattıkları fazla bir şey yok, bir de gökdelen şeklinde çıkan residence bina diye sunulan akıllı olduğu söylenen bina siteler… (istisna olan elbette yerleşim yerleri var ama çoğunluk söz konusu olduğunda o küçük başarıların önemli olmadığını parti başkanlarının adaylık listesine bakarak söyleyebiliriz) Site adı altında etrafı duvarlarla örülmüş kurtarılmış alanların dışında yeni binalar ile çevre düzenlemesi yapılıyor güya ama gecekondu mahallesine yapılan bu binalar çıplak olarak farkı ortaya koymaktadır… O binalarda iş yapan ve yaşayanlar ile hemen yanı başlarında asgari ücretle geçinmeye çalışan sakinlerin oluşturduğu yeni şehir modeli… Şehir reklam panolarına bakın dünyanın en refah ülkesinde, turistlerin gözbebeği yerlerde yaşadığımızı sanırsınız… her şey PR çalışması ve reklam üzerine kurgulanmış yeni gerçekler yaratılmıştır. farkındalık, fark gibi kelimeler şehir isimlerin önünde ya da sonunda bol bol görüyoruz.

Kalas mı, klas mı?

Yazıyı yazarken eski başbakanın ve parti başkanın sözü hep aklımda bir yerde beni kemirmektedir, kalas mı aday seçtik, yoksa klas mı? Bu ayrımı ancak söze değil yaptıklarına bakarak yanıt verebileceğimi düşünüyorum.   Seçilmiş belediye başkanlarının önünde iki seçenek var; ya kendilerini kanıtlayacak klas olacaklar ya da var olan anlayışına göre iş yapıp belediye araçlarının üzerinde resmi ve adı olan sonra unutulamaya mahkum “kalas” olarak- belki birileri belediye başkanları tarihini yazarken ismi çıkacak biri- anılacaklar…

Belediye başkanlarına bakıyorum, belediye ait şirketlerin hangisinde yönetici olarak kendisini, arkadaşını atadığını bakarak o kişinin kalas mı, klas mı olduğu konusunda ön fikir sahibi olabilirsiniz…

Belediye hizmetleri kar amaçla yapılmaz, şehirde yaşayanların yaşam kalitesini yükselten, ulaşım, su, elektrik kullanımın bir hak olduğunu kabul edip, en ucuz şekilde onlara nasıl ulaştıracağı yönünde proje yapanlardır… Bugün AKP ve CHP belediyelerine bakın genelde hepsi kar amaçlı işler yapıyor, doğalgaz, su, elektrik, ulaşım, sağlık gibi temel hizmetler bile kar amaçlı şirket mantığı ile işletilmektedir… Ulaşım zamlarına bir bakın neden çok pahalı, asgari ücretli düşünülerek mi yapmış fiyat ayarlamaları diye kafanızda bir soru oluşturun ve yanıtını verin, sonra sosyal belediyecilik kavramını düşünün. Ne yazık ki ülkemizde sosyal belediyecilik yok, oluşması içinde çaba da göremiyorum…

Bugün yaşadıklarıma bakıyorum ha AKP ha CHP başkan olmuş, hiçbir fark yok, tek fark kültürel faaliyetlerde ortaya çıkıyor, birinde A sanatçısı yandaş çıkıyorsa, ötekin de B yandaş sanatçı pay alıyor demektir… Her parti kendi yandaşını besliyor, büyütüyor, kaybeden halk oluyor elbette…

İsmail Cem Özkan