Galata Gazete


8 Kasım 2024 Cuma

“Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz.”

“Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz.” 

Doktor eğitimini yaptıktan sonra kendi memleketinden uzakta yaşamış olan ve idealist olan Dr. Tomas Stockmann, yıllar sonra doğduğu ve büyüdüğü memleketine dönmüştür. Orada yaşanmışlıklarından elde ettikleri tecrübelerini kendi hemşerilerine aktarmak istemiştir. Geri kalmış ilçelerini açılacak olan kaplıcaların şehir yaşamını değiştireceğini, turistlerin geleceği ve şehri dönüştürme fikrini ortaya atmıştır. Bu fikir kısa zamanda yankı bulacak ve kentin idaresinde ağabeyi ve de aynı zamanda Belediye Başkanı olan Peter'dir. Ağabeyisinin siyasi desteği ile kısa zamanda kaplıcalar için alt yapı oluşturulmuş ve hayata geçirilmiştir. Kaplıcalar zaman içinde duyulmuş ve beklenildiği gibi turistler şehre gelmeye başlamışlardır… şehrin makul tarihi değişmiştir, gözden uzak olan bir yer artık görünür olmuş, ismi duyulmaya başlamıştır.

Bu arada Dr. Tomas Stockmann kaplıca projesi oluştuktan sonra şehre bağlı olarak kurulan kaplıcaların sağlık işlerine bakan bölümde doktor olarak çalışmaya başlanmıştır…

Günlerden bir gün kaplıcalardan yaralanan misafirlerde görülen cilt hastalıkları dikkatini çekmiş ve bu hastalıkların kaynağının kaplıca suyu olabileceği şüphesi içine düşmüştür, almış olduğu numuneleri bu konuda uzman olan birime göndermiştir…  Gelecek rapor onun bu konuda duruşunu belirleyecektir, çünkü doktor öncelikle halkına ve hastalarına sorumludur, işletme ve şehir bu oluşacak aksiliği gidermek ile sorumlu olduğu fikrini taşımaktadır. Doktorlar eğitimlerinden kaynaklı yalan söyleyemezler ve etik kurallarına bağımlı insanlardır. Siyasiler gibi ne düşünebilir ne de tavır alabilir. Sorun varsa onun hasıraltı etmek yerine kamuoyuna duyurup, o sorunun giderilmesi için bir halk sağlığı uzmanı gibi uğraşır… 

Gelen rapor beklediği gibidir, analiz sonucuna göre şehrin pis suyunu kapılıca suyuna karıştığını tespit edilmiştir. Sorunun çözümü bellidir ve acilen bu konu gündeme alınmak zorundadır. Kaynağından gelirken oluşan bu kanalizasyon ve su borularının ayrıştırılması ve yeniden düzenlemesi kaçınılmazdır, önce insan sağlığı doktor için önceliklidir, fakat şehir idaresi için bu öncelikli olacak mı?

“Hem evde hem de okulda o kadar çok yalan var ki. Evde konuşmamalıyız, okulda ise ayakta durup çocuklara yalan söylemek zorundayız.” Petra

İşin bir de siyasi boyutu vardır, her ne kadar etik işin hemen düzeltilmesini emretmesine rağmen siyasi tarafı çıkarları bu işin öyle basit bir şey olmadığı gerçeğini ortaya çıkaracaktır…

Siyaset ile bilim insanın bir olguya bakışı çatışmayı ortaya çıkaracaktır…

Henüz yeni para kazanmaya başlayanların çıkarı, kaplıcadan sağlık için faydalanan insanların sağlığından daha önemlidir, çünkü istenilen değişim, düzenleme iki yıl gibi bir zaman alacak ve kentte yaşayanların bütçesinden harcama yapılacaktır. İki yıl turistlerin kaçması anlamına gelir, daha da fena olarak gözüken küçük esnafın gelirinin azalması ve vergilerinin bu iş için harcanmasıdır, büyük sermaye oluşan bu durumda ödemeye razı değildir.

Başta Dr. Stockmann yanında yer aldığını söyleyen yerel basın ve küçük esnaf temsilcisi siyasi baskı sonucunda ve kaybedecekleri gelirler göz önüne alındığında, gerçek sorunun hasıraltı edilmesi, var olan sorunun zaman içinde çözülmesi konusunda şehir idaresi ile bir uzlaşmaya varmıştır. Başlangıçta büyük sermayeye ve şehir idaresini sıkıştırma stratejileri kısa sürede çöpe gitmiştir. Çıkarlar ideal olanı ortadan kaldırır ve siyasi “esneklik” esen rüzgara göre eğilmeyi ortaya çıkarır.

“Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz. Asla, diyorum! Bu, bağımsız, akıllı bir adamın savaş vermesi gereken sosyal yalanlardan biridir. Bir ülkede nüfusun çoğunluğunu kim oluşturur? Zeki insanlar mı, yoksa aptallar mı? Şu anda aptal insanların tüm dünyada ezici bir çoğunlukta olduğu gerçeğine itiraz edeceğinizi sanmıyorum… Gerçeğin tekelinin çoğunluğun elinde olduğu yalanına karşı bir devrim yapmayı öneriyorum. ” Dr. Stockmann

Dr. Stockmann, önerisi boşa düşmüştür, toplum içinde bir dalgaya neden olmuş ama kısa zamanda çıkarlar o oluşan dalgayı ortadan kaldırmıştır, devrim çağrısı artık arkasız ve temelinden yoksundur.

Küçük burjuvazi çıkarı omurgasını ve duruşunu değiştirmesi şaşırtıcı değildir ama Dr. Stockmann bu ikiyüzlülük karşısında yalnız ve çaresiz kalmıştır, hatta toplanan halk meclisinde onu “halk düşmanı” ilan edilip taşlanmasına, çocuklarının okuldan atılıp, kendisini destekleyen arkadaşının işsiz kalmasına varan olaylar zincirini tetikler. Bu arada kaplıcayı işleten şirketlerin borsada değeri düşer, elinde tahvilleri olanlar elinden çıkarır ama bu çıkarılan hisseleri Dr. Stockmann’ın kayınbabası toplar… Kayınbaba elindeki hisseleri Dr. Stockmann eşinin ve çocuğu için ayrılmış olan miras parası ile yapmıştır. Kısaca bu iki derede bir arada bırakılan Dr. Stockmann yeni bir karar vermek zorundadır. O, gönüllü gitmeyi düşündüğü sürgüne artık gidemeyecektir, çünkü eşinin ve çocuğunun geleceği vereceği karar bağlıdır…

Oyunun kısaca özeti yukarıda ki gibidir, elbette bu uzun oyunda birçok konu ele alınmakta ve radikal bir şekilde toplum, toplumsal düşüncenin oluşumu ve linçe kadar gider tepkiler ortaya konmaktadır. Bütün bunlara karşı bilim insanın duruşu ve gelen baskılar, ki baskı aile içinde ki çıkarlara kadar inecektir ve her ne kadar ailesi yanında olmuş olsa da kayınbabasının çok ucuza elde ettiği tahviller ile onu çıkmaz bir sokakta tek başına kalmasına sebep olur… Bilim insanı eğitimden almış olduğu etik ile gerçekler arasında yüz yüze kalacaktır, vicdanı ve mesleğinden gelen duruşu sorgulanacaktır.

Yaşadığımız zamanda, geçmişte yaşanan olaydan pek farkı yok gibidir, bilim insanlarının duyarlılığı içinde - hala gerekleri - konuşmaya çalışan insanlar vardır ve genelde onlar toplum içinde “halk düşmanı” ilan edilmiştir. İlan edilen halk düşmanları zaman geçince birer kahraman gibi anılmakta ve o düşman ilan eden toplum onları “onurumuz” diye sahip çıkarak bir anlamda tarih ile yüzleşmenin üstünü örtmektedir.

Suç birkaç kişinin çıkarıdır, toplumun değil!

Sonuç olarak “insanlar doğru yaşamak istemiyorlar. Sadece hayatta kalma derdindeler.” Küçük çıkarları anlık ne gerektiriyorsa onlar için gerçek o’dur ve o yaratılan gerçekliğin savunucusu olurlar. Bugün de o günlerde olduğu gibi ahlaksızlık hüküm sürüyor, siyasi irade yer alanlar hala yalan söylemeye, çıkarlar ile onların gerçeği algılamaları değil, önemli olan var olan siyasi iradenin devamını sağlamaktır.

Toplum bugün siyasi iradenin her türlü yalanını, çürümenin boyutunu biliyor, farkına varıyor ama kimse kalkıp bunu açıkça ifade edemiyor, çünkü korkuyor. Korku, cesareti ortadan kaldırıyor. Bir bilim insanın cesareti de bir noktaya kadardır, çünkü delirmek ile yaşama devam etmek arasında bir tercih yapacaktır…

Oyunun sahnelenmesine gelirsek eğer Orhan Alkaya oyunu epik tiyatronun tüm öğelerini kullanarak ele almış, seyirciyi oyunun içine ikinci bölümde dahil etmeye çalışmıştır. Çalışmıştır demekteyim, çünkü banttan verilen sesler ile salon bir anlamda Dr. Stockmann’ın sorgulandığı bölümdür. Bir anlamda toplum ile idealist bir doktorun sorunlar üzerinden topluma yön veren siyasi iradenin toplumu manipüle etmesi sahnesidir. Liberal düşüncenin özgürlük kavramının altının ne kadar boş olduğu gerçeğini vurgular, fakat sahne düzenlemesi ve ışık sahneyi seyirciye yakınlaştırmış olmasına rağmen seyirci hiperaktif olarak oyuna dahil olamamaktadır, oyuncular sahneye seyircilerin arasından çıkmış olmasına rağmen seyirci hep pasif konumdadır, sahneden seyirciye doğru yöneltilen sorulara tepkisizdir…

Banttan gelen sesler, gürültüler seyircilerin önüne görünmez bir duvar örmektedir.

Duvar örmek yerine sahne düzenlemesinde yer alan, sahne arkasında bulunan tiyatro çalışanları oyuna seyirci koltuğundan katılıp, o gürültüleri canlı çıkarabilir, bir anlamda seyirciyi oyuna dahil etmek için ortam yaratabilirdi… Oyuncuların seyircinin arasından gelmiş olmasına rağmen oyunun içine seyirciyi dahil edilmemiş durumda…

İzlediğim oyunun dekorundan başlamak istiyorum, çünkü oyun o dekor üzerinden seyirciye ulaşmaktadır. Sahne boş değildir ve o boş olmayan alanda yerleştirilen her aletin, nesnenin bir anlamı ve oyuncunun hareket alanını genişletmesi olarak kullanılır… İKEA mağazalarının kullandığı İskandinav anlayışına uygun olarak koltuk ve kitaplıkların seçilmesi bana göre çok doğru karar verilmiş bir anlayış olarak önüme çıkıyor, hareketli ve bölümler arası geçişte sahnede olan hep sahnede kalarak farklı çağrışımlar ve oyunun nerede geçtiği hakkında fikir vermesi açısından başarılıdır. Fakat gazete yönetimin olduğu bölümde sahne bir köşeye sıkışmakta, piyanonun olduğu alana kadar boş duruma getirilmiştir. Sahne çok dar alanda, seyirciyi o alana doğru yönlendirmiştir. Sahne bir bütündür ve oyun sahnenin her alanı daha verimli kullanılabilirdi diye içimden geçirdim. Onun dışında dekor tasarımını çok başarılı buldum, özellikle seyirci ile buluşulan ve tüm salonun ışık içinde kaldığı anda sahne öne doğru iteklenmiştir. Işık denilince ben oyunu Üsküdar Şehir Tiyatroları salonunda izledim. Oyunun akışına uygun bir tasarım olmuş, başarılı. Çeviren (Dilek Başak Carelius) ve Dramaturg (Sinem Özlek) ortak çalışması diyeceğim bir başarı gördüm, oyun geçişlerinde gerek normal akışta oyuncuları zorlamayan, oyunun güncele doğru göndermeleri ince ince oyunun içine işlenmiş ve oyuncularda ellerine verilen tekste ses, hareket katarak büyük bir başarı göstermişler. Müzik ve dans konusuna gelince hepsi oyunun ruhuna uygun şekilde seçilmiş ve hatta verilmiş olduğunu gördüm. Turgay Erdener, Burçak Çöllü, Derya Yıldırım, Orhan Alkaya ve canlı piyano çalarak Burçak Çöllü oyuna ayrı bir katkı sunuyorlar. Her biri birbirini destekleyerek oyunun ruhunu seyirciye ulaştırıyorlar. Müzik, dans, vücut dili, anlatılan hikayenin müzik eşliğinde seyirciye sunulması ve oyunu dinamik tutması açısından her birinin emeğini buradan da alkışlamak istedim.

Mert Tanık oyunu öyle bir nefes oluyor ki, öfkesi, heyecanı, bilim insanın duyarlılığı ve hayal kırıklığı seyirciye ulaşırken, onun yanında onu yönlendiren, biçimlendiren, patronu aynı zamanda abisi rolü ile Cem Baza oyunun en görünen iki ismi gibi gözükmesine rağmen, oyunda aslında öne çıkan ve çok rahat davranışları ile Tankut Yıldız olmaktadır. Halkın Sesi Gazetesi yazı İşleri Müdürü aynı zamanda gizli aşık rolü, diğer yandan tetikçi / kışkırtıcı konumu ile değişen anları gerek vücut dili, gerek sesi ile sahneyi doldurmakta… Elbette oyun bir bütündür, oyunculardan biri dahi oyuna vermesi gereken katkıyı, yönetmenin vermiş olduğu görevi yarım dahi yaparsa oyun çöker, bundan dolayı bu oyun bu kadar uzun olmasına rağmen seyirci hiçbir şekilde dikkatini dağıtmadan sahneye odaklanmış ise eğer, o oyunda emeği geçenlerin hepsinin ortak başarısı var demektir… Bundan dolayı, sözü fazla uzatmadan her birinin emeği karşısında oyun sonunda olduğu gibi ayağa kalkıp alkışlıyorum…

Zamanımıza uygun, zamanın sorunlarına dikkat çeken bir oyunu bu zaman diliminde sahnede görmekten büyük mutluluk duydum. Zaman değişmiş, ülkeler farklı olsa da ne yazık ki çıkarlar toplumu ve o toplumun seçmiş olduğu liderler hala kimin halk düşmanı, kimin sermaye dostu olduğuna karar vermeye devam ediyor…

İsmail Cem Özkan

 

Bir Halk Düşmanı

Yazan: Henrik Ibsen

Çeviren: Dilek Başak Carelius

Yöneten: Orhan Alkaya

Dramaturg: Sinem Özlek

Müzik: Turgay Erdener

Dekor Tasarımı: Tomris Kuzu

Kostüm Tasarımı: Duygu Can

Koreograf: Özge Midilli

Işık Tasarımı: Murat İşçi

Efekt Tasarımı: Ersin Aşar

Lirik: Orhan Alkaya

Korrepetitör: Burçak Çöllü

Yönetmen Yardımcıları: Yağmur Ulusoy Göktürk, Ertan Kılıç, Elif Verit

Suflör: Zeynep Köylü

Oyuncular:

Doktor Stockmann: Mert Tanık

Katrin Stockmann: Müge Akyamaç

Petra Stockmann: Hazal Uprak

Peter Stockmann: Cem Baza

Morten Kiil: Gökhan Mete

Hovstad: Tankut Yıldız

Billing: Barış Çağatay Çakıroğlu

Kaptan Horster: Rahmi Elhan

Aslaksen: Hakan Arlı

Şan: Derya Yıldırım

Piyano: Burçak Çöllü

Seslendirenler: Orhan Alkaya, Ahmet Saraçoğlu, Ertan Kılıç, Yağmur Ulusoy Göktürk, Elif Verit, Fatma İnan, Ada Alize Ertem, Ceren Hacımuratoğlu, Canan Kübra Birinci, Tevfik Şahin, Emre Yılmaz, Cihat Faruk Sevindik, Alp Tuğhan Taş, Osman Kaba, Asrın Gurur Kuyucak, İrem Erkaya

Dublaj Yönetmeni: Zeynep Ceren Gedikali 

 

4 Kasım 2024 Pazartesi

Açılım masası kurulurken, masa devrildi…

Açılım masası kurulurken, masa devrildi…

Kürt açılımı aslında Türk resmi tarihi ile yüzleşmek için bir fırsattır, fakat bu fırsat yeni bir resmi tarihin oluşumu ile sonuçlanarak suya düşecek, onu bir dere alacak ve denizin suları içinde yok edecektir... Kısaca resmi tarihi yok edersen başka bir resmi tarih yerini alır, bu sefer tek milletli kurtuluşu savaşı yerini iki milletli, sözde eşit vatandaşlık kabul görmüş bir tarih alır...

Kürt açılımı yapması gereken Kürt ulusunun temsilcileri bugün yaptığı konuşmalarda, kurtuluş savaşına bakışta sürekli resmi tarihin içinde yer alan Türk kelimesinin yanında Kürt kelimesini oturtur ve birlikte yaptıklarını iddia eder...

Şimdi bu gerçek mi diye sorsam, resmi tarih eğitiminden geçen her birey doğru ve gerçek diyecektir. O zaman soru şu olması gerek: madem eşit koşullar altında, birlikte yapıldı, peki neden CHP tek parti ve çok partili seçimlerde Kürtlerin önemli bir bölümü neden sandığa gitmedi, çok partili seçimlerde neden CHP Kürtlerden oy alamadı?

Kısaca Kürtler her zaman devletin arzularının ne olduğunu biliyordu, oranın bir sürgün yeri seçilmesi, teknolojinin, medeniyetinin nimetleri olan eşyalarının oraya savaş aletleri dışında çok geç gitmesini açıklayamaz… Hatta Kürt sorununa bakış içinde kuruluş aşamasında Türkiye ve Kürt sorununa bakışta “komitern” bakışı bu konuda Türk devletinin de bakışını ortaya koyar... Bundan dolayıdır ki nazım hikmet komiterne rağmen bu ülkenin renklerini anlatırken derinlemesine konuya girmez ama onların direktiflerini de sanatın ince dili ile aşmıştır... Sovyet tarihinde Türk devletinin resmi tarihinin söylemlerinin hakim olması tesadüfi değildir, çünkü İngilizler ve Sovyet Rusya’nın çıkarı araya konulmuş geçiş yani tampon ülkenin oluşumuna uygun bir dil ve davranış sergilenmiştir... Kısaca tarih resmileşince, devletin elinde olunca ister istemez çıkarlar halkın yaşadıklarının önüne geçer ve onları manipüle eder... Bu da o eğitim sisteminden geçmiş bireylerin doğru olmayacağı konusunda tüm şüpheleri ortadan kaldırır ve doğruymuş gibi iddialı savunmayı ortaya çıkarır...

Bu ülkede kurtuluş savaşı değil, yeniden kuruluş mücadelesi oldu...

Yıkılmış, yok edilmiş, paramparça edilmiş bir Osmanlı devletinin yerine balkanlardan kovulmuş, hiçbir iddiası olmayan, Ankara merkezli bir yeni devlet -ama yeni dediğime bakmayın- sadece batılılar tarafından kullanıla gelen ismin resmiyet kazanmasından başka şey değildir. Çünkü devlette devamlılık önemlidir ve iktidar el değiştirmiş, eski liderler sürgüne gitmiş, orada öldürülmüş ve onların boşluğunu iyi eğitilmiş yeni bir kadronun doldurması ve ideal olarak kabul edilenlerin yeni bir ulus devleti altında oluşturulması, kısaca devletin yeniden kurulmasıdır...

Tek adam fikriyatına karşı olanların acımasızca ezildiği, idam sehpalarında son nefesini verdiği bir kuruluş süreci yaşanmıştır... Bu süreçte elbette tek millet, tek vatan, tek ideal, tek politika, tek lider, tek bayrak... kısaca tek olanların devrim adı altında eski olanların yeniden gözden geçirilip zaman uymayanları kaldırıp yeni ama eskiden beri dillendirilen/istenilenin hayata geçirilmesidir...

Tarihe nereden durup baktığınız çok önemlidir, kimin çıkarından baktığınız sizi gerçeğe daha yakınlaştırabilir de uzaklaştırabilir de. Fakat tarih her zaman kuşkuların olması gerektiği, sürekli yeni soruların sorulduğu, bugün ki etkisine bakarak geçmişi yeniden yorumlanması gerektiğini unutmamak gereklidir, çünkü tarih durağan ve bitmiş bir şey değildir, tersine aktiftir ve dinamik olarak sürekli yeniden yaratılır...

Kürt açılımı gerçeğe yaklaşmak ya da daha yakın bir şeyler söylemek için fırsattır ama gelişmeler bunu böyle olmayacağını, Atatürk yanına Atakürt konmasını getirecek gibi... Yapay zeka bu fotoğrafın konmasını ve yeniden oluşturmasına imkan tanıyor, hatta o döneme ait filmler ve belgeseller yeni yaratılan gerçekliği doğru diye kitlelere sunacak ve yeni bir resmi tarih oluşturacaktır...

Bugün "Kürt" olduğunu söyleyenler tutuklanabilir, işkence altında olabilir ama yarın o Kürt diyenler el üstünde, pozitif ayrımcılık içinde, geçmişte ve bugün mücadele edenlerin alın teri, kanı üzerine yeni bir yaşam kuracaklar ve yeni tarihe inanacaklardır... Kürt sermayesi vardır ama bugün Türk sermayesi içinde kendilerini saklıyorlar, yakında bu saklama TÜSİAD yanında, paralelinde KÜSİAD adında da örgütlenme ile yeni devletin efendisinin kim olduğunu ilan edebilme ihtimali yüksektir...

Her açılım demokrasi için bir adım atılır ama demokrasiden kimlerin faydalanacağı, kimler için özgürlük kavramı içinde yerini alacağı önceden tespit edilemez...

Türkiye gündemi o kadar hızlı değişiyor ki, henüz yazıyı tamamlamışken, birden kurulduğu ilan edilen masanın devrilmiş olduğuna dair siyasi gelişmeler oldu. Muhalif belediyelere kayyum atandı…

Elbette kafalarda başka açılımlara neden oldu…

Tarihte olmuş olayların başka özneler ile yeniden mi sonucuna bakarak uygulamaya konuyor?

"Etle tırnak" gibi deyimi genelde Türk - Kürt sorunu konuşurken dillendirilir, fakat hepimiz biliyoruz ki etle tırnak meselesinde tırnak sökülür ve atılır.

Ermeni sorununun çözümü böyle olmadı mı?

Kürt sorunu çözüm masası kuruldu ya da kurulurken bir ayağı zaten (!) kısaydı, sonuçta masa kuruldu ama masa devrildi, arkasından kayyum atamalar başladı.

 Ayrımsız olarak tüm muhalifleri sopa ile eğitme süreci başladı, bakalım nasıl bir sonuç doğuracak?

Açılım sonucunda kimler için hangi özgürlüklerden faydalanacak sorusu sormuştum, yanıtı sanırım hep ortada duruyordu, kayyum açılımı yapanların özgürlükleri, öteki olanların özgürlüğünden her zaman önceliklidir…

Demokrasi en çok ezilenlerin haklarının korunması ile ölçülür, bizde ise en çok eziyet yapanın özgürlüğü ile ölçülür oldu…

İsmail Cem Özkan

Devrimciler ancak devrimci mücadele içinde yaşar…

Devrimciler ancak devrimci mücadele içinde yaşar…

Nasuh abi aramızdan fiziki olarak ayrılalı 10 yıl olmuş. Bugün (3 Kasım 2024) onun mezarı başında yoldaşlarının çok küçük bir bölümü olacak, diğerleri uzaktan belki anımsayacak, belki de günlük olayların içinde sözünü bile etmeden geçiştirecek...

Genelde her yıl hacı merkezi gibi turlar düzenlenir ve bir grup arkadaş gider hacı olur dönerdik. Bir Bektaşi’nin türbesini ziyaret edip, Bektaşi olmayı sürdürmesi gibi bir şey... Neyse ben bu sene ve gelecek yıllarda gitmeyeceğim, çünkü bir şeyi ritüel haline döndürürseniz onu kutsamış olursunuz, bizim kutsallarımız yoktur, olsaydı her birimiz Londra’ya gidip Marks’ın mezarında ayin yapar olurduk!

O yaşadı ve öyle olduğu için önce arkadaşları ile birlikte Devrimci Gençlik, arkasından siyasi ayağı olan Devrimci Yol hareketini kurdu, boyunu aştığı(!) İçin “ileri aşamaya” götüremeden yenilmiş hareketin lider konumunda yerini aldı... Yeniden toparlanacak ve “ileri adım” atacak örgütlenme kuramadan kansere yakalandı ve aramızdan ayrıldı.

Harekete ve ona karşı gönül bağlılığı olanlar onun cenaze töreninde meydanları dolduracak kadar kalabalık oldu. Senede bir yapılan anma toplantıları başta ilgi gördü ama yıllar içinde yapılan törenler yapılmak için yapılan, birbirini takip eden ama yıl yıl gericileşen yapıya döndü, katılım sayısı da doğal olarak azaldı...

Oraya katılanlar yeni bir siyasi adım atmak yerine var olanı korumayı seçti, arada farklı yollarda olanların anılarını tazeleme buluşmasına döndü... Anılar artık bir bölümü için yazlıklarda, bir bölümü mezarlık buluşmaları ile devam ediyor...

Nasuh Mitap anmasını bu sene (2024) CHP gibi düzen içi bir partide siyaset yapana kadar geriledi... Devrimci ruhu ortadan kaldırıp, anti Erdoğan siyaseti ile soslanmış düzen için düzen ile birlikte hareket eden, düzen karşıtı olanları ehlileştirme hareketi konumuna doğru evirildi.

Bugün yenilgi öncesi Devrimci Yol hareketi yoktur, tarihi misyonunu çoktan kaybetmiş, yenilmiştir. (lider kadrosunun bir bölümü yaşamış olması, hareketin varlığı anlamına gelmez, temsiliye anlamına gelir) yenilenler yeniden ayağa kalkamamış, kalkma girişimleri ise küçük ayak oyunları ile düştüğü noktaya geri çekilmiş ve sürekli "yeniden" denilerek yeni bir şey ortaya çıkamamış, kişiler üzerinden siyaset konuşulur olmuş...

Devrimci Yol hareketi kişiler üzerine değil, sorunların çözümü üzerine kendisini var etti...

Kişiler ve onların kibirleri üzerine kurulmaya çalışıldığında sorunları tanımlamak sorunu çözmek anlamına gelmediğini bugün yaşanan ortamdan anlamış olmamız gerek...

Nasuh abi gideli 10 yıl olmuş, zaman ne kadar çok hızlı geçiyor...

On yıl önce kimler ile birlikteydik, kaçı aramızda hala nefes almaya devam ediyor, kimilerini rahmet ile anıyoruz? Kimileri de ne geçmişi, ne bugünü ne de nefes aldığını biliyor, birçok arkadaş da kanser tedavisinde, yarına umutla sarılmaya çalışıyor, bir bölümü yayınladığı kitabı pazarlama derdinde, oluşmuş olan etnik pazarın en dar alanında ticari kaygılar içinde... Okuyucunun duyması gerektiğini önceden bilen editörlerin kontrolünden geçmiş kitaplar piyasada okuyucu beklemekte, ayıp olmasın diye alınıp ama hiç okunmayan kitaplar kütüphanede yerini almış durumda… Anılar piyasaya bir düşünce, piyasa kuralları anıları da yeniden yaratır…  

On yıl çok hızlı geçti, on yılda ileri adım atılacağına daha da muhafazakar oldu, daha da küçüldü...

Nasuh abi bugün aramızda değil, anılarının bir bölümünü taşıyanlar aramızda ve bir süre sonra onlarda yaşam döngüsü içinde gidecek...

Geriye ne kalmış olacak?

Her yıl yapılan anma toplantıları da bir anlamda havaya yazılmış olarak kalacak ve İttihat ve Terakki Partisinin ruhunu çağırma seanslarına dönecek diye korkar oldum...

İsmail Cem Özkan

 

30 Ekim 2024 Çarşamba

Tuval üzerine renk var mı?

Tuval üzerine renk var mı?

Marc, Serge ve Yvan üç samimi arkadaştır, metne göre orta yaşı henüz aşmak üzeredir. Serge günlerden bir gün yeni modern sanata ait bir tablo almıştır. Aldığı eserini öncelikle arkadaşlarına göstermek ve onlardan bu “yatırım” hakkında bilgi almak istemektedir… Tablo, beyaz üzerine beyazdır… Eve ilk gelen Marc, Serge’nin bu eseri görür ama fiyatını öğrendiğinde şaşırır. İki yüz bin frank!  

Tüm mal varlığını vermiştir Serge, çünkü bu eserden önemli bir gelir elde edeceğini düşünmektedir. Serge’nin beklentisi çok farklıdır ama Marc onun beklentisi ile empati kurmak yerine şaşkınlığı, kızgınlığa bırakır ve kızgınlığın içinde hakarete varan abartılı tepkiler verir. Marc daha sonra Yvan ile buluşur. Yvan evlenmek üzeredir, yeni iş değiştirmiştir. Müstakbel kayınbabası patronudur. Bir anlamda içgüvey gitmiştir, bütün beklentileri hayattan alamamıştır, ona rağmen iyimserdir ve hep olaylara orta yolunu bulup oradan bakmak ve arkadaşlarını kırmamak üzerine bir tercihte bulunur… Marc, Serge’nin beyaz tablosunu anlatır, ortadan kalmayan öfkesi ile arkadaşının kandırıldığını düşünmektedir, bu kadar para nasıl olur da üzerinde sadece beyaz olan bir tabloya verilmiştir, çünkü onun sanat anlayışı içinde o tablo sanat eseri değildir…  

Yasmina Reza bu üç arkadaşın tablo üzerinden bir biri ile ilişkileri, bireysel çatışmaları ve ilişkileri ile yüzleşmesi ile absürt kara komediye örnek bir oyun yazmıştır. Ülkemizde de birçok defa birçok sanatçının sahneye taşıdığı oyunu, Diyarbakır Devlet Tiyatrosu ’da repertuarına almış ve İstanbul’a bu oyun ile turneye gelmiştir.

Oyun üç ayrı mekanda geçer, her mekanda sahnenin arkasında yer alan tablolar oyuncular tarafından değiştirilir. Çok akıllıca yapılmış düzenek ile oyuncular hiç zorlanmadan sahne değişimi oyun karakterlerine uygun tablolar seçilmiştir. Sadece resimler değişir ama diğer objeler hep aynı yerde durmaya devam eder… Dekor tasarımı yapan Bekir Beğen gerçekten sahnede en az ürün ile oyunculara hem hareket, hem de seyirciye doğru mesaj vermeyi sağlamıştır.

Oyunu ben İstanbul Devlet Tiyatrosunun salonlarından olan Garibaldi Sahnesinde izledim. Seyirci ile sahne arasında çok mesafe yoktur, belki oyunun ruhuna uygun bir salonda, oyunculara bu kadar yakın seyretme şansına sahip oldum.

Işık tasarımı büyük sahneye göre yapılmıştır mutlaka ama bizim izlediğimiz salonda var olan olanakları en iyi şekilde değerlendirmişler, çok başarılı buldum…

Işık tasarımı kadar başarılı gördüğüm müzikte Ceyhun Anıl imzasını görmekteyiz. Kostüm seçimi dönemin en azından internet öncesi zamanların kıyafeti ile oyunculara bir karakter kıyafetler ile çizilmiştir.

M. Furkan Dikici, Acar Çakmakçılar, Şamil Kankul sahneyi doldurmakta, bölümler arası geçişleri olağan akışmış gibi ve zaman zaman seyirci ile kurdukları iletişim ile oyunu salondan seyirci içine, seyirciyi sahneye sesi ile taşımıştır. Seyirciden aldıkları tepkileri zekice oyun metnin içinde kullanmışlardır…

Her bir rolü, yönetmen Fatih Topçuoğlu istediği gibi başarılı bir şekilde sahnede hayat verdiklerini düşünüyorum, bu rollerde yer alan oyuncuları başarılı buldum. Gerçi her bir oyuncu orta yaştan aşağı bir yaşta olmasına rağmen, zamanı belirsizleştirerek karakterlere yeni bir anlam ve biçim vermişler.

Yılmaz Onay çevirisi ve Yılmaz Onay’ın epik tiyatro ile bağı tarihsel olarak göz önüne alındığında, bu oyunun içine epik tiyatronun birçok öğesini oyunun akışı içinde (özellikle seyirci ile iletişim, sordukları sorular ve aldıkları yanıtı sahneye taşımaları)  kullanıyorlar. Yasmina Reza’nın eserini ülkemiz sahnelerine taşıyan Yılmaz Onay kendi tiyatro bakış açısına uygun kelime seçimi oyunu bana göre daha akıcı hale getirmiştir.

Oyuna gidenlerin absürt tiyatronun kara mizah dilini, gülünç ama yaşayanlar için trajik durumunu sahnede çatışmalarını eğlenerek izlerken, belki sizi için dünyamıza anlık yolcuklara çıkaracaktır… Fatih Topçuoğlu’nun yönettiği başarılı oyundan geriye sahneye bırakılmış alkış sesleri, oyuncuların alınteri o sahnenin tarihine dipnot olarak kalırken, bize de mutlu bir şekilde salondan ayrılıp, İstiklal Caddesinin kalabalığına dalıp gittik…

O günden bugüne anısı önünde saygı ile eğildiğim Yılmaz Onay’ın üzerimize serptiği kelimeler kaldı…

İsmail Cem Özkan

 

SANAT

Yazan: Yasmina Reza
Çeviren: Yılmaz Onay
Yöneten: Fatih Topçuoğlu

OYUNCULAR:

Marc: M. Furkan Dikici
Sergey: Acar Çakmakçılar
Yvan: Şamil Kankul

Dekor Tasarımı: Bekir Beğen
Kostüm Tasarımı: Elif Çakanlı Kurtoğlu                
Işık Tasarımı: İzzettin Biçer
Müzik: Ceyhun Anıl
Yönetmen Yardımcıları: Acar Çakmakçılar, Gizem Dilimen

 

29 Ekim 2024 Salı

Bayram gelmiş…

Bayram gelmiş…

Bayramlarda sadece bedava olan toplu taşım araçlarından faydalanıyorum, çünkü yaşanan ekonomik kriz insanları çaresiz yaptı, fakirleşenler zorunlu tasarruflarını en doğal insan haklarını askıya alıp, askıda olanlardan faydalanmak için kullanıyor. Bayram gelince içimde ne şevk, ne heyecan, ne de gurur var… Aşağılanmış, yok edilmiş, benim geleceğim hakkımdaki tasarruflarım elimden çalınmış, hayallerimiz bir bir yok edilmiş, kazanımlar artık geçmişte kalmış, tekrar kazanabilir miyiz diye düşündüğüm günlerde bayram gelmiş, bayram olduğunu sadece bedava olan toplu ulaşımdan anlıyorum...

Toplu ulaşım bedava olmazsa onu da anlamayacağım, çünkü göstermelik iki çelenk koyma dışında bir de belirli caddelerde kilometrelerce tutan kumaş parçası ile yapılan meşaleli yürüyüşler, onu da bayrak üreticileri para kazansın diye uydurulmuş gibi geliyor bana… Bayrak konusunda belediyelerde açılmış birçok yolsuzluk davası olması bu konuda bu fikrimin oluşmasına sebep oldu… Ne kadar üretildiği, ne kadar dağıtıldığı kim bilebilir ki?

Toplu ulaşım aracına adım attığımda ne kadar geriye param kalmış diye baktığımda ücretsiz geçiş yazdığında “aa bugün bayrammış, dini mi ulusal mı?” diye kendi kendime konuştuğumun farkına vardım…

Arasında fark kaldı mı, cumhuriyet’in yüzyılını aştığı bugünlerde belki Erdoğan ve anti Erdoğancılar için vardır ama benim için hiçbir fark yok...

Absürtlük hayatın her alanında bizi kuşattı…

Komünizmi savunduğunu iddia edenler, komünist düşmanı bir rejimin kurucusu olduğunu iddia etmesi kadar saçma sapan bir şey yok, nerede kurmuşlar, cezaevinde mi?

Bugün o cezaevi 5 yıldızlı otel, o otelin bahçesinde çay içmek bile maliyetli, ama cumhuriyet kurulurken o cezaevinde kalmak komünistlere bedavaydı!

Belki bu yüzden kuruculara minnet duygusu duyuyorlar, “bak para vermeden kaldık, fırsat eşitliği, eşit vatandaşlık hakkımızı o cezaevinde kullandık!”

Nazım Hikmet en büyük eserini cezaevinde kalanlara bakarak yazdı, Nazım Hikmet’i cezaevinde beslemiş üstelik büyük bir destan yazdırma fırsatı sunduğu için cezaevleri eşit vatandaşların, eşit ceza aldığı, eşit şekilde bitlendiği yerler olarak tarihe geçti...

İstiklal Mahkemeleri sadece asker kaçakları için değil, Kürtler ve komünistler için kuruldu. Kürtler ile komünistleri kurucular burada da eşit vatandaşlık statüsüne koydu...

Karadeniz dalgalarının altında kaldı bedenler, içlerinden bir kadın kurtuldu, onu da hayat kadını gibi çarşı çarşı sattılar, çünkü tek suçu vardı komünist olmak...

Kurucular düşündüler, Bolşeviklerden silah gelsin ama bizden biri gelmesin, kellesi vurula, vuruldu da!

“Bolşeviklerden eğitim almış ama bizim için çalışacak köleler gelsin, omurgasızlar gelsin”…

Sonuçta Bolşevik eğitiminden geçmiş ama “sağcı, ulusalcılar” gelsin denmiş, zaten Bolşevikler içine gidenlerin önemli bölümü de İttihat ve Terakki kadrosundaydı, onlarda dönüş yaptıktan sonra "kadro" dergisini çıkarıp, sosyal demokrat bir cumhuriyet hayalini anlattılar, kısa sürede kurucular “bize uymadınız” diyerek dağıttı... O kadro içinde yer alan Celal Bayar ve Adnan Menderes yıllar sonra Demokrat Partiyi kurdular... Demeyin ki sol derginin (Görüşler) yazarı cumhuriyeti kurmadı, kurdular İş Bankasını ve bir de Demokrat Partiyi...

Diyorlar ki “komünistler cumhuriyetin kuruluşunda yer aldı”, “doğru!” silah göndermek, silah sevkiyatında Karadeniz sahilinde çalıştılar, getirdikleri silahları Topal Osman’a verdiler...

Topal Osman ne yaptı, sonu ne oldu?

Bugün ellerinde bayrak sallayarak ortada dolaşanlar Topal Osman’ı büyük kahraman olarak görmeleri gerekmez mi? Giresun'un gurur, heykeli olan Topal Osman’a bir çelenk bırakmaları gerekmez mi? Mademki komünistler devletin kurucuları arasında, “yoldaşlarına” selam göndermeleri gerekmez mi?

Ulusal bayramlar birisinin zaferi, diğerinin yenilgisi üzerine kurulur…

Bugün bayram, içimde hiç bir coşku yok, çocukluğumda içeriğini bilmeden birçok bayrama katıldım, çok eğlendim ama her eğlendiğim bayram, meğer kan üzerine kurulmuş günlermiş…

Sadece kurban bayramı değil kanlı şekerli olan!

İsmail Cem Özkan

 

27 Ekim 2024 Pazar

Sermayenin dili ile bugün anlaşılmaz…

Sermayenin dili ile bugün anlaşılmaz…

"Bu kalp attıkça, ayrılmayız cumhuriyet yolundan" Akbank reklamını gördünüz değil mi, çünkü haklı bir sesleniş yapmışlar. Doğru zamanda, doğrudan mesaj...

Akbank için doğru ama bizler için değil, çünkü bizler bu kalp attıkça farklı bir cumhuriyet kuracağız diyoruz, yani sosyalizm, öteki adı ile işçi sınıfının hakim olduğu bir cumhuriyet. Kısaca biz bu kapitalist sistemi aşan, sınıfı ortadan kaldıracak olanı kurmak istiyoruz. Sınıfsız toplumu ancak kapitalizmi ortadan kaldırarak mümkün olacağını biliyoruz...

Bu yüzden ulus devleti olmasaydı olmayacak olan Akbank cumhuriyete tüm mal varlığını borçludur. O olmazsa kendisi de olmayacaktır, bundan dolayı bu ulus devletine bağlı olacak, başı sıkışsa, kurtaracak olan onun kurucusu olduğu cumhuriyet ve onların iktidarıdır... Bugün Akbank en fazla kazanç yaptığı dönemden geçerken, halka kazancının ne kadarını vergi olarak veriyor? Elbette kayda girmeyen bütçesi, ikinci giriş çıkış defteri mevcuttur, bugün istiklal caddesinden caz festivali yapıyorsa gelirinden oraya para aktardığı için değil, vermesi gereken vergisinden keserek sanata para aktarıyor, çünkü sanata aktarılan para vergiden muaftır...

Akbank varlığını cumhuriyete borçlu olurken devrimciler, komünistleri yok edilme, işkence görme, katliama uğrama konusunda da varlıklarına cumhuriyete borçlular, çünkü bu cumhuriyet antikomünist, anti Kürt, anti Alevilik üzerine kendisini var etti ve onun üzerinden yükseldi... Bugün dahi bu ülkede Kürt, alevi sorunu varsa kuruluşundan kaynaklanan ve ret ediş üzerinden yaratmış olduğu ulus devletidir... Bu ülkede şimdi komünist sorunu yoksa hepsini liberalleştirip sağcılaştırdığı için yasal düzenlemeye ihtiyaç duymamıştır... Ülkede bir sol dalga olursa eğer, hemen yasal düzenlemeler ile nefret söylemlerine kaynak olacak hukuk maddeleri eski yerini alacaktır, işkence merkezleri bu yasal düzenlemeden faydalanarak özgürce çalışacaktır.

Cumartesi annelerine bakıp yüreği yanmayanlar varsa işte onlar bu cumhuriyetten faydalananlardır. Onların en doğal hakkı olan cumartesi günleri Galatasaray Meydanında olan 50 yıl anıtı önünde eylem hakkı sınırlı sayıda anıtın dışında basın açıklaması ile devam ettirilmesini veren işte bu cumhuriyet ve onun kurucu düşünce yapısıdır...

Cumhuriyet laik toplumu oluşturdu sözü kuru bir lakırdı olduğunu alevi hareketinin ve cem evlerinin hala bu ülkede yasal statüsünün olmamasına bakarak anlayabilirsiniz. Bu ülkede kuruluşundan bu güne laiklik hiç bir zaman olmamıştır. Tam tersi Sünni inanç, Hanefi mezhebine devlet bütçesinden Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında bütçe ayrılarak diğer inançlar ve ötekilere karşı dini söylemlerin, hurafelerin, sinsi asimilasyon politikaların uygulanması sağlanmıştır, kısaca devlet dini kendi denetimine alarak, var olan kurdukları ulus devletinin amacına uygun olarak dini bir silah olarak kullanmaya devam etmiştir...

Bugün içinde yaşadığımız cumhuriyet işçi sınıfını yok saymış ve onun sendikal hakkı kuruluşundan çok uzun yıllar sonra kurucuların "artık ulus devleti kurduk, devlet denetiminde sendika olsun, sendikalı işçi daha fazla çalışır ve daha verimlidir" ihtiyacına uygun olarak kurulmuştur... Kısaca devlet kendi gibi düşünmeyen sendika düşmanlığının sonucunu 15-16 Haziran olayları ile kendisini tüm çıplaklığı ile göstermiş, 12 Eylül darbecileri ise devrimci sendikanın kurucusu Kemal Türkler’i öldürerek ve faillerini gizleyerek göstermiştir...

Gelmekte olanı önceden sezemeyen, katiline hayran, katilinin bıçağının altına başını koymayı sevenler Akbank gibi bayramlarını kutlayacaklardır. Akbank haklıdır ama ötekileştirilmiş olanlar bu cumhuriyetin nimetlerinden hangi açısından yararlandılar?

Bu sistemden biraz yararlanmaya gör, hemen baskı, kapatma, tehdit üst üste gelir. Hani bu ülkede tüm vatandaşları arasında eşit vatandaşlık hukuku, hani ötekileştirilmiş ve tanınmayan dillerin eğitim hakkı, hani anların konuştuğu dil özgürce kendisini ifade etme hakkı, hani diye uzatılacak listede cumhuriyet bize kul olmaktan köle olmaya geçişten başka ne anlatır? Eşitlik kimler arasında vuku buldu, kimleri sen eziksin hep ezik kal denildi?

Bugün yaşadığımız ekonomik, siyasi krizin temelinde çarpık cumhuriyet anlayışı yatmaktadır, o çarpık anlayışı ortadan kaldıracak işçi sınıfın iktidarıdır. Sınıfsız bir toplum yaratılmadan bu krizlerden kurtulamayacağımızı hepimiz yaşadığımız sürece gördük, bir krizden çıkıp sürekli, istikrarlı olarak başka krize giriyoruz.

Krizler ile geçti ömrümüz ve bu saçma sapan iktidar koltuk kavgaları ile gerçek olan kapitalizm kendisini dayattı ve işçisini, Kürdünü, Alevisini, Çerkesini, Arnavutunu, Bulgarını, Yahudisini, Ermenisini, … bu ülkede yaşayan kim varsa (Türk köylüsü ve işçisi dahil)  hepsini ezmiştir, ezerken eşitlik kavramına bile uymamıştır, bazılarını az, bazılarını daha vahşice ezip, gözdağı vermiştir...

Bugün 78, 68 kuşağını anıyorsak eğer, hepimiz biliyoruz ki başka bir cumhuriyet, bunun hatalarından ders çıkarmış, eşit yurttaşlık hakkını güvence altına almış, sınıf kavgasını ortadan kaldıracak olana duyduğumuz özlemdir...

Geçmişte “tam bağımsız Türkiye” için dövüşenlere selam duyuyorsak, bu ülkenin tam bağımsız olmadığını bildiğimiz içindir… Bağımsızlık sadece iktisadi, siyasi değildir, kültürel olarak da bağımsızlık için, tüm kültürlerin eşit haklara sahip olduğu, eşit vatandaşlık hakkından yararlandığı, hukuk ile güvence alındığı, ötekilere yapılan ayrımcılığa karşı pozitif ayrımcılık ile azınlık olanlara, öteki olanlara haklarının teslim edilmesi gerektiği bir ülke hayal ediyoruz…  

İmparatorluktan devir alınan devletin anlayışının, örgütlenme şemasının tamamı ile halk lehine değiştirilip, halkla birlikte halkın çıkarını savunacak bir gelecek hayal etmek bu ülkede suç olmaktan çıkarılmalı, Kemalist düşünce dışında yer alan tüm düşüncelere düşmanca, nefret söylemi ile yaklaşımlara son verilmelidir…

Sermayenin dili ile onun propaganda için kullandığı kalıp cümleler ile ne bugüne dair gerçek duruş belirlenir ne de bugün tam olarak anlaşılır… Yaşadığımız zamanın röntgenini çekmeden, gerçekleri ile yüzleşmeden ileri bir adım atılması çok zordur, yüzyılı aşkın süren bu ülkede mücadele tarihi bunu anlatmaktadır…

İsmail Cem Özkan

 

26 Ekim 2024 Cumartesi

Sahipsiz mektuplar ölüm kokar…

Sahipsiz mektuplar ölüm kokar…

İnsanlık tarihinin en acımasız, en kanlı, en vurdumduymaz süreci hepimiz yaşadığımızı hissediyoruz…  Öyle bir tarih kırılıyor ki, sanki daha önce kırılmalardan daha farklı, daha derinden toplumları, devletleri kucaklamış yok ediyor gibi. Kırılma öyle bir ses çıkarıyor ki, toprak yerinden oynuyor, yer üstünde yaratılmış insanlık birikimleri tozların arasında yok oluyor. Savaş ve barış iç içe geçmiş, nerede başladı katliam, nerede dönüştü bir bayrama belli değil, barış diğerinin yenilgisi, ötekinin zaferidir… Ulus devletin yaratmış olduğu tüm alışkanlıkların yok edildiği, sadece tüketim çılgınlığı üzerine kurulu, hizmet sektörünün içinde insanları bir buğday tanesi gibi ufaladığı zamanı yaşıyoruz.

Bu zaman diliminde mahkemeler daha fazla iş yapar oldu, evrak birikti, biriken evrakı eritmek için avukatlar yanlarına elemanlar aldılar. Çünkü ülkemizde en fazla vergi verenler arasında avukat var, şaşılması gereken şey sanki olağan ve normal gibidir. Avukatlık bürosu eskiden küçük bir odaydı, şimdi ise plaza apartmanlarda kat kat yerlerini almışlardır. Avukatlar çok para kazanıyor derler, çok azı vergi verir, çünkü kara paranın olduğu yerde avukatlar birilerini ve bir şeyleri aklarken kazançlarını nasıl vergi sistemine dahil edebilirler ki, çünkü onların bir bölümü müvekkilinin hem avukatı hem de tetikçisi olmuştur. Karşısında yer alanı yok etmek için her türlü yasal, yasa dışı güçleri kullanarak aranan avukat olmayı seçerler…

New York şehrinde yaşayan bir avukat de yanına elemanlar almış, evrak çoğaltmak için elemanlar yeterli gelmeyince yanına bir eleman almak için gazeteye ilan verir ve o ilana yanıt kısa sürede gelir. Kapıda gelen donuk bakışlı, sessiz birini işe alır ve ilk verdiği işi hatasız bir şekilde yerine getirir, hatta hiç mola vermeden diğer çalışanlardan fazla iş çıkarır. Fakat bu hızı birkaç gün sonra ortadan kalkar, yerini sessizlik alır, neden böyle olduğunu sorgulayan işveren avukat konuşmaya gider ama aldığı yanıt hep donuk, sakin, aynı ses tonunda verilen kısa yanıtla geçiştirilir… "Yapmamayı tercih ederim." Sözü ilk duyulduğunda “sivil itaatsizlik” olarak anlaşılmaz…  Neden işi bıraktığını sorgular avukat… “neden, neden” diye kendi kendine sorarken aslında nedenini bilmediği yanıtlara kendi hayali işin içine karışıyor, empati kuruyor ve her empati ona acıma ile karışık bir öfkeyi de içine karışıyordu. Gözleri mi görmüyordu, neden bir pencerenin önünde sessizce karşı duvara bakıyordu, neden tek bir cümle dışında konuşmuyordu? Sorular, sorulara gebe kalıyor ve her doğan soru başkasını doğuruyor ve o büro içinde kaosa yol açıyordu… Günler böyle geçiyordu, iş arkadaşları da sessiz kalan kâtip Bartleby’e karşı öfke duyarlar, onun bu durumunu algılamak yerine, kendileri gibi çalışmasını istemektedir, çünkü onun yapmadığı her iş kendilerine iş olarak dönmektedir… Büro içinde oluşan bir dengesizlik söz konusudur, işten atamayan avukat bu duruma sinirleniyor ama yumuşak yüreği onu sokağa bırakmak da istemiyor, çünkü dışarıda ne yapabilirdi? Bir gün bir çare bulur ve taşınmak! Onu orada büroda bırakarak taşınırlar… Sorunlar bitmez, kâtip Bartleby orada kalmıştır ama avukatın da peşini bırakmaz, o artık onun dostu ve arkadaşı olarak algılanır ve eski ev sahibinin de tepkisini çeker, o boş büroda yaşayan Bartleby atılış ama binada yaşamaya devam etmektedir…

Olaylar öyle bir gelişme yaşanır ki sonuçta ne olacağını oyuna giderek öğrenebilirsiniz…

Günümüzde  “sivil İtaatsizlik” olarak adlandırılan eylemin yıkıcı sonucu ile yaşanıyordu. Kapitalist sistemin içinde biri çalışmak istemiyordu, öylesine orada olmak ve varlığını orada devam ettirmek istemektedir ve var olan tüm algılara karşı bir sessiz isyanın vücut bulmuş haliydi. Aklınıza hemen Gandi ve Hindistan gelecektir, fakat olayın örgüsü Hindistan'dan çok farklıdır, farklı bir yol izleyecektir.

Bartleby, bir reddedişin Gandi ile ortak yönü: bir direnişin, nihayet insanın kendisi olarak kalma iradesinin oyunda ki ölümsüz simgesidir.

Absürt bir öykünün tarihte ilk defa metne dönüşmüş halidir. Öykü metne dönüşürken, yaşadığımız zamanın absürtlüğü de göz önüne alındığında tiyatro sahnelerinde absürt eserlerin canlanması tesadüfi midir? Her şey saçma, olaylar birbirinden bağımsız ama sonucu ile insan denen canlıyı etkileniyor… Yaşadığımız zamanda her gün saçma sapan bir olayın yaratmış olduğu gündem ile savruluyoruz, sonra o olay henüz çözülmeden başka saçma sapan bir gündem içinde buluyoruz, ne sonlanıyor ne de devam ediyor. O artık unutulmaya bırakılmış ama içinde devam eden bir süreçtir.

Yusuf Kısa anlatıcı ve avukat rolünü öyle bir canlandırıyor ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz, çünkü öykü avukatın anlatımı üzerine kuruludur ve onun gözünden olayla bakıyoruz ve bu saçma sapan durumun geçmişini bilmeden ama sonucunu göreceğimiz öyküye hayat ve yön vermektedir. Oyun süresi boyunca sahneden hiç ayrılmadan, oyunu yönlendirmiş, diğer oyuncuların ona yapmış olduğu pozitif katkıyı kucaklayıp seyirciye aktarmıştır… Seyirciyi de kendi kurduğu kurgunun içine davet etmektedir. Nedenini bilmediğimiz olay hakkında hayal kurmamızı ve kurduğumuz hayale uygun akıl yürütmesine istemsiz bir şekilde katıldık. Yeri geldi güldük, yeri geldi bu saçmalığın acaba günümüzde iş adamları nasıl davranırdı, çünkü bugün öyle neden sonuç araştırması yapmak yerine çıkara göre tavırlar ve tepkiler verilmektedir…

Can Seçki, Dorukhan Kenger, Osman Onur Can ise avukat bürosunda sürekli çalışan, geçmişten gelen bir samimiyet söz konusudur ve aynı zamanda avukatı patronları olarak değil, onunla birlikte büroyu yaşatmaya çalışan emekçilerdir. Her üçü de birbirinden farklı karaktere sahiptir ama ortak üretimin birbirinin açığını kapatan bir bütündür. Bir denge vardır ve o denge sanki sonsuza kadar devam edecek gibidir… Bartleby gelene kadar var olan denge devam eder, hatalarından çıktığında da devam edecektir.

Bartleby rolü ile Kerem Aktı öne çıkmaktadır. Sahin, hiç değişmeyen yüz ifadesi, sakin, durağan hali ile bir eylemcidir ama eylemini öyle bir şekilde yapmaktadır ki, oyun boyunca duruşunuz bozmaz... Kerem Aktı Bartleby rolünü öyle içselleştirmiştir ki, o kenarda, duvara bakan biri olarak yerini zamandan bağımsız olarak bozmaz… O zamanı ortadan kaldırmış, sonsuzluk içinde yaşayan mekandan bağımsız bir soyut insana dönüştürmüştür...

Yusuf Eradam çevirisi Oya Yağcı dramaturji ile Muhammet Uzuner’in eline muhteşem bir tekst vermişler. O ise var olan öyküyü sahneye uyarlamış, bir anlamda absürt bir tiyatroya dönüştürmüştür. Yaşadığımız anın röntgenini “sivil itaatsizlik” çerçevesinden yeniden yaratmıştır. Saçma sapan görünen bir olayın öyküsü olabilir mi, olur, hatta tiyatrosu bile olur… Muhammet Uzuner’in yönetiminde, her oyuncuya verdiği rollerin karşılığını oyun sonunda aldığı alkışlar ile kanıtlamıştır.

Oyunu sıkıcı olmaktan çıkaran ses, ışık ve dekordur. Bu alt yapı olmadan oyuncuları performansı ne görünür olurdu, ne de oyunun ruhu sahnede canlanabilirdi. Oyunda en büyük işlevi ışıkta görürken, aslında ışığın hareket ettiği yerlerdeki nesnelerin duruşu. Dekor olarak sahnede çok fazla bir şey yoktur, eksik bir şey de yoktur. Kısaca oyunu en az eşya ile en verimli haline getiren dekordur. Çalışma masasının hareketli olması oyunculara büyük bir avantaj sağlamıştır. Seçilen kıyafetler ile oyunun içine seyirciyi davet edilirken, Nihan Şen’in yeteneği ile oyuna kıyafet giydirmiştir. Üstelik oyunda rol alanların ve öykünün üstüne tam tamına oturmuştur. .

Oyunu monolog olarak çıkaran ise diyaloglardan daha öne çıkan ses efekti ve müziktir. Müzik ve oyunun akışında kullanılan efektler oyunda vurgulanması gerekenler öne çıkarılarak seyirciye doğrudan ulaşmasına yol açmıştır. Gözümüzü kapatıp bir an müziksiz oyunu dinlemeye çalışın, oyunun monoloğu sizi oyundan uzaklaştırabilir, karanlığı yaran ışığın altında oluşan ses dalgası bizi oyunun absürt halini doğallaştırmakta ve sanki absürt bir durum değil de doğal bir masal kahramanının mağdur olana karşı bizi empati yapmak için yol açmaktadır…

Sonuç olarak oyunda kapıda bilet kesenden, konukları karşılayanlar, oyunu sahneyi taşıyandan, oyunun öyküsünü bunu sahneleyelim diyen ekibin ortak bir emeğin üründür ve burada emeği geçenlere çok teşekkür ediyorum.

“Bu geçtiğimiz ve içinde bulunduğumuz zamanı en iyi absürt bir oyun anlatırdı, absürt zamanların absürt oyunu olur…” diye belirtti ayak üstü sohbetimizde oyunun yönetmeni Muhammet Uzuner. Katılmamak mümkün mü?

 

İsmail Cem Özkan

 

Kâtip Bartleby

"Yapmamayı Tercih Ederim"

Yazan: Herman Melvılle

Çeviren: Yusuf Eradam

Sahneye Uyarlayan ve Yöneten: Muhammet Uzuner

Dekor Tasarımı: Veli Kahraman

Kostüm Tasarımı: Nihan Şen

Dramaturg: Oya Yağcı

Müzik: Berkay Özideş

Işık Tasarımı: Muhammet Uzuner

Afiş Tasarımı: Veli Kahraman

Oynayanlar: Can Seçki, Dorukhan Kenger, Kerem Aktı, Osman Onur Can, Yusuf Kısa

Işık Kumanda: Ekin Bora Boran

Efekt Kumanda: Harun Özkan

 

24 Ekim 2024 Perşembe

Köprü altında doğan kız çocukların tarihinden…

Köprü altında doğan kız çocukların tarihinden…

Suat Derviş yazdığı eser sözel tarihin yazıya dönüştürülmüş halidir. Bir zamanlar Karaköy, Tophane arasında yaşanmış ve en alttakilerin sesi, dili oluyor…

Eserde tarihsel İstanbul’un en yakınında yer alan ve Galata bölgesinin sahilini temsil eden bir yer seçilmiştir. Perşembe Pazarının hemen üstünde yer alan Bankalar Caddesinden, Tophaneye giden yolun üzerinde yaşanmışlıkların bir zaman diliminin kesitinin alınarak, büyüteçle baktığımız alandır…

Her gün önünden, içinden geçtiğimiz yerlerin ama gözümüze görünmeyen/ çarpmayan yaşamlar vardır. O yaşamlar en altta, en derin yoksulluğun, en büyük acıların içinde en büyük trajedilere rağmen gülen, eğlenen insanların yaratmış olduğu bir dünyadır. O dünyaya dışarıdan giren pek olmaz, onlar bir yaşam çevresi yaratılmıştır, o çevre içinde bir denge söz konusudur. O denge çok hassastır, bir dış müdahaleyle köklü değişimlere yol açabilecektir…

Köprü altında büyüyen çocukların hayalleri var mıdır, varsa sınırları var mıdır?

Suat Derviş gazetecidir, tarih yazıcısı değildir ama tarihe dipnotlar bırakır. O bıraktığı dipnotlar resmi tarihin gördüğü değildir, hatta görmezden geldiği bölümdür. Dönemin idam iplerinin sergilendiği alan Beyazid Meydanıdır ve genelde bu meydanda adi suçlu olarak görülenler ile siyasi olanların yan yana idam edildiği, ahalinin idamları gördüğü, izlediği yerdir.

Beyazid Meydanına giden yollar Galata Köprüsünden geçer, o köprünün üstünde akan bir yaşam vardır, bir de altında… Altında olan yaşamda erkek çocuklar yakalandığında onları askeri eğitime gönderilip, orada ölecek bir ere dönüşürler, seferlere çıkıp, yağmalayan, öldüren bir Mehmetçik olur, fakat kız çocukları? Kız çocukları yakalanmış olsa da onlar yakalandığı yerde serbest bırakılır, orada ölüme terk edilir bir anlamda. Onlara ait ne yurt vardır ne de devletin ıslah (!) programı… Kız çocukları karınlarını doyurmak için “etini” satarak ayakta kalmaya ve de adına yaşam denen şeyin içinde nefes alıp vermeye çalışırlar… Etini satmak, kısaca onların tek bildiği ekmek kapısıdır, ondan pazara kazanma hedefi yoktur, amaç karın tokluğudur…

Galata Köprüsü altında başlayan bir yaşam döngüsünün içinde dilden dile dolaşan öne çıkan güzel kızları da vardır, cana yakındır, güzelliği ile diğerlerinden farklıdır ve daha kıvraktır… Her çocuk eşit doğar ama eşit şartlar altında büyümez, bazılarının kaderi sanki doğumda anasının güzelliğine bağlı olarak değişir… Güzel, cana yakın olan Cevriye, Galata sahili boyunca “etinden faydalanan” erkek arasında üne kavuşmuştur. Onu öne çıkaran ona karşı taleptir. Erkeklerin talebi “küçük esnaf” içinde yer alan ve kendi vücudundan başka geliri olmayan kız çocukları ve kadınları arasındadır… Bir de bunların dışında Zürafa Sokakta yer alan kerhane vardır ama bunlar Kerhane dışında yer alan küçük esnaf/ girişimci olarak kendilerini tanımlarlar.

Küçük esnafın içinde rekabet, kavgalar olağandır, çünkü her biri kendi karnını doyurmak ile meşguldür ve ekmeğini kazanan gidip Rum Meyhanesinde demlenir, orada günü, zamanı öldürür…

Rum Meyhaneleri hem sığınma limanı hem de evleridir.

Rum Meyhaneleri bu insanların günlük kaygıları rakı bardağının içinde sohbet konusudur ve hiç biri ülkenin gündemi ile ilgili değildir, dışarıda başka bir yaşam vardır ama o yaşamın rüzgarı o sığınılmış, korunaklı limana ulaşmaz… Ülkede açlık varmış, işgal olmuş, hükümet değişmiş, enflasyon olmuş gibi geneli ilgilendiren konular bunların yaşam alanın dışındadır.

Rum meyhanesi geçimini de bunların üzerinde yapmaktadır…

Zaman içinde Karaköy değişmiştir köprü altında doğmuş, orada büyüyen çocuklara kalmıştır… Değişim açıktır, zaman yeni bir yaşamı oluşturur, kuytuluklarda yetişir yosun yeşillik! Rum Meyhanesi yeni müşterilerine muhtaçtır, o yüzden orada yaşayan kimsesiz olanlara kapısını açmış, onlara hizmet vermektedir. Güzel kızlar, kaderini dışarıda aramak isteyenler ise bir ermeni kadına yönlendirilir. Eski bir Kantocu olan Ermeni sanatçı, kendisine verilmiş Türk isim altında tanınır...

Ermeni ve Rum kültürünün oluşturmuş olduğu renkli, çok dilli, çok kültürlü dengede bozulmuştur, onların kültürünün yerine yeni bir “underground” bir kültür oluşmuştur… Alt kültürün renkliliği, çeşitliliği şivelere vurur ama aslında bozulmuş olanın yerini çarpık bir ilişki oluşumuna sebep olmuştur… Orada ne tam Rum, ne de Ermeni kültürü vardır, koşulların oluşturmuş olduğu zorunlu ilişki…

Günlerden bir gün Fosforlu Cevriye hastaneye yatmak zorunda kalır ve tedavi için bulunduğu hastaneden tedavi yapılmadan hastaneden atılır, çünkü o kimliği olan bir “normal” vatandaş değildir. En alttakilere görülen tavır açıktır, insan gibi davranılmaz. Sokak hayvanları ile onların arasında ne fark vardır?

İyileşmek için sığınacağı bir yer arar, Tophane’de balıkçılık yapan birinin yanına gider ama o kaçmıştır. Kayığına girip orada dinlenmeye çalışırken, birden hiç tanımadığı, üstü başı düzgün bir adam gelir… Elinde paket vardır, o paketi orada bırakacaktır, fakat “güvenli” değildir. Orada bir kadın yatmaktadır. Gizem onları yeni hayata doğru yol almasına sebep olur…

“Siz” ifadesi çok önemlidir, çünkü ilk defa “siz” kelimesi ile insan yerine konur…

Bir kelime onun hayatını değiştirecektir…

Var olan dengede değişecektir, çünkü Cevriye o güne yaşamadığı duyguları yaşayacağı yeni bir ortama girecektir…

Kayıktan eve doğru giden ve kaçak kalınan bir odalı evde değişim büyüktür. O güne kadar tanıdığı erkeklerden farklıdır. Siz diye hitap etmekte, mesafesini korumakta ve bu zor durumdan faydalanmamaktadır...

Ölüm nefesini hissettirmiştir

Gizemli bir yaşamı vardır, eve girişleri ve çıkışları gizlemlidir…  

“Siyasi” bir suçlu ile tanışmıştır. Kaçaktır, hakkında idam verilmiştir… Yakalansa Beyazıt Meydanında asılacaktır… …

Siyasi ile tanışmışlık onu içinde bulunduğu çevre içinde hiç beklenmeyen kopuşları ve var olan dengenin çatlamasını ortaya çıkarır. Çok hassas olan zemin en ufak bir etki ile yok olacaktır…

Oyun müzikaldir. Her sahne, her bölüm çok iyi düşünülmüş sözler ile o sözleri kucaklayıp büyüten bir müzik vardır. Sözler ve müzik elbette yeterli değildir, hareketlerde… Koreografi öyle doğal halinde sunulur ki, sanki onların hareketleri sıradan, hesaplanmamış ve sanki olması gerektiği gibi algılanmasını doğurur ama koreografinin başarısını ise dekor yaratır. Merdivenler, köprüler, üst kattaki daire, Kamondo Merdivenleri, Galata Köprüsü, Tophane Limanı bir dair içinde bir birine bağlantılıdır. Barış Dinçel’in yaratmış olduğu tasarım bu müzikalin kalbidir, onun üzerine yükselir müzik, sözler, dans... Elbette bütün bunları bir bütün olarak oluşturan Yelda Baskın ve ona geçmişten büyük destek veren Gülriz Sururi katkısı ile oluşmuştur…

Canlı müzik sahneye yön verirken, zaman zaman sahnede orkestrayı yönlendirir, çünkü sahnede yaşanan küçük aksilikler, orkestranın büyük başarısı ile yok edilir… Sahne ve orkestra arasında karşılıklı iletişim çok etkileyiciydi…

Oyuncuların her biri birbirinden başarılı olmasına rağmen, öne çıkan oyuncuların olması tesadüfi değildir, Yağmur Damcıoğlu Namak rahatlığı ve rolünden almış olduğu keyfi seyirciye aktarmaktadır.

Irmak Örnek hayat verdiği Cevriye rolü ile sahnede bana göre devleşmiştir, çok iyi bir seçim olduğunu seyrederken fark ediliyor, onu büyüten aslında diğer rollerin başarısıdır. Her bir oyuncu diğerini beslemekte, sahnede oluşmuş olan o denge seyirciye doğru bir şekilde yansımaktadır…

Nur Saçbüker Otan mimikleri ile farklı bir çizgiyi ortaya koyar, her bir rol, her oyuncu içinde sanki biçilmiş kaftan gibidir,  her oyuncu sahnede kendilerine verilen rolü, almış oldukları dans, hareket derslerini içselleştirdiklerini gösteriyor, bunu da Zeynep Ceren Gedikali iyi eğitmen olduğunu oyuncular hareketleri ile söylüyorlar…

Seyirciyi oyunun içine alan ışık efekti bana göre muhteşemdi. Gece yıldızı hepimizin üzerine düşmüş, o handaki odanın içine taşımaktadır… Kemal Yiğitcan ışık tasarımını çok başarılı buldum… Kostümleri yaratan Tomris Kuzu bölümler arasında değişen kıyafetleri her oyuncuya öyle bir giydirmiştir ki, oyuncu sahne arkasında zorlanmadan en kısa zamanda sahneye çıkacak şekildedir. Işık kıyafetlerin üzerine vurdukça bizi köprü altına, Rum meyhanesine taşımaktadır…

Bir bütün olarak baktığımızda seyrettiğim müzikal bizi tarihi gezintiye götürürken, tarihin görmediğini gösteren, onların üzerine büyüteç tutmaktadır. Siyasi bir kaçağın, bir kelime ile oluşmuş olan bir köprü altında oluşmuş dengeleri saracak kadar “kelebek etkisi” yaptığını görmekteyiz.

Bizim hayatlarımız trajedi içinde dramdır, her trajedinin sonu ne yazık ki mutlu sonla bitmiyor, keşke bitmiş olsaydı ülkemiz bu kadar kötü bir tarihi kırılma sürecinde zayıf olmazdı…

Her kırılma bizi dolaylı ya da direkt olarak etkilemektedir.

Beyazid Meydanında kurulan idam sehpalar uzun bir süre daha işlevini gösterdi…

Ölüm bir kayıkta ya da idam sehpasını bizleri yakaladı ve tarih yazıcılar için sadece bu ölümler defter kaydına giren isim olmaktan başka anlamı olmadı…

Fosforlu Cevriye bir anlamda dolaylı olarak Suat Derviş’in yaşamıdır… O zorlu sürecin müzikal olarak hayatımıza yeniden girmiş olması tiyatro severler için büyük şanstır, oyunu bir sessizlerin sesi, yazılmamış olan tarihin yazımı olarak okuyabilir ve izleyebilirsiniz…

Oyunda beni en çok rahatsız eden mikrofon olmuştur. Bundan önce izlediğim Ağrı dağı efsanesi adlı oyunda da aynı sorunu yaşadım, konuşanı izleyemedim. Kim konuşuyor, ses hangi oyuncudan geliyor diye sahnede gözüm ile sesin sahibini aradım, çünkü hoparlörden gelen tek ses sahneden sesi, oyuncudan koparmaktadır…

Sesin sahibini ararken sahneye yabancılaştığımı, oyunun dışında bir büyük ekranda olana bakar gibi bir duygu oluşturdu. Buna benzer oyunlarda müzik dışında diyaloglarda mikrofon olmasaydı diye içimden geçirdim…

İsmail Cem Özkan

 

Fosforlu Cevriye

Yazan: Suat Derviş

Uyarlayan: Gülriz Sururi

Yöneten: Yelda Baskın

Müzik-Besteci: Oğuzhan Balcı

Dramaturg: Gökhan Aktemur

Dekor Tasarımı: Barış Dinçel

Kostüm Tasarımı: Tomris Kuzu

Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan

Koreografi: Maral Ceranoğlu

Efekt Tasarımı: Yunus Nalcı

Ses Tasarımı: Gökhan Suna

Şarkı Sözleri: Gülriz Sururi, Yelda Baskın

Yardımcı Yönetmenler: Ceren Hacımuratoğlu, Gözde İpek Köse

Korrepetitör: Zeynep Ceren Gedikali

Reji Asistanları: Aybar Taştekin, Cafer Alpsolay, Buğra Can Ildırışık

Oyuncular: Ayşe Günyüz Demirci, Besim Demirkıran, Binnur Şerbetçioğlu, Çağatay Palabıyık, Direnç Dedeoğlu, Elif Verit, Emre Yılmaz, Esra Ede, Hakan Örge, Irmak Örnek, Nur Saçbüker Otan, Samet Silme, Tuğrul Arsever, Yağmur Damcıoğlu Namak, Yunus Erman Çağlar, Zeynep Ceren Gedikali

Orkestra:

Korrepetitör: Sinan Arslan

1. Keman: Doğa Gençalioğlu, Eylem Arıca Başak İşguzar, Aida Pulake Altınbüken, Yağmur Pelin Turanlı,

2. Keman: Ayla Özkan, Doğu Kaptaner, Derya Yağcılar,

Viola: Gizem Anafarta, Seval Doğa Gürcan,

Viyolonsel: Orcan Koç, Şemsa İdil Ural,

Piyano: Sinan Arslan,

Kontrbas: Barış Çelik, Utku Akıncı

Flüt: Gülce İnceler,

Klarnet: İnci Gonca Beker,

Obua: Buğra Özgün,

Korno: Nisan Atmaca, Yağmur Sena Güner,

Fagot: İdil Bilbay,

Trompet: Orçun Tekelioğlu, Mertcan Oktav

Bas Trombon: Fuat Can Başkır,

Kanun: Kayhan Erdem, Kahraman Şirin,

Klasik Kemençe: Dilara Özbideciler,

Timpani: Evrim Murat Karagöz,

Perküsyon: Murat Güreç, Furkan Yargıcı

 

19 Ekim 2024 Cumartesi

Saçmalığın ortasında piknik.

Saçmalığın ortasında piknik.

Soyut olarak yaratılmış bir savaşta, nöbet kulübesinde canı sıkılan bir askerin (Zapo) günlerden bir gün kendisini tekrarlayan monoton geçen günü değişecektir, çünkü ziyarete ailesi gelecektir. Annesi ve babası bir pazar günü piknik sepeti ile oğullarını görmek için motorlarına atlayıp gelmiştir.

Onlar gelirken yolda kimse çevirmemiştir, hatta bir yerde kendi anlatımlarına göre trajik -komik tankların yaratmış olduğu trafikteki kaosu yaşamışlardır.

Anne ve babasını karşısında gören asker Zapo, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez, hatta o bulunduğu nöbet noktasına gelen herhangi birine karşıda ne yapacağını bilecek konuda değildir.

Şaşkınlık sevince dönerken…

Seyirciyi akla yakın olmayan bu durumu şaşkınlıkla izlemektedir, savaşın ortasında cephede piknik!

Aile piknik sepetini nöbetçi kulübesindeki zemine dağıtırken şaşkınlık yerini sevince bırakmıştır.

Ataerkil ilişkide kadının dominant olması ile aile yapısına doğru keskin bir gönderme yapılır. Baba her şeye hakimmiş gibi bir ses tonu ile anlatırken, annenin otoriter tavrı o sesin yerini uzlaşmacı, hatta teslimiyetine döner.  Bu arada Madam Tepan çocukluğunda yaşadığı savaşı anımsar, orada düşman kıyafeti, ile kendi askerlerinin kıyafetini karıştırır, çünkü düşman kıyafetinin mavi olduğunu iddia eder ve Mösyö Tapan tartışmaya girmektense “tamam haklısın” diyerek geçiştirir. Madem Tepan savaşın ne olduğu, düşmanın ne olduğunu hiçbir şekilde kafasında çözememiştir, çocukluğunda ki savaşta düşman askerin kazanmasını bilinçsizce istemiştir, çünkü balkondan seyrederken onlara karşı bir empati kurmuş ve kendisine yakın hissetmiştir.

Savaş konusunda savaşı algılayışı hem kahramanlar boyutu ile hem de seyirciler boyutu ile tartışmaya açar…

Savaşın bir anlamda anlamsızlığı bu piknik ile daha da ortaya serilecektir, çünkü bir gün “savaş açtık, hadi savaşın!”, “senin asker olmaya yaşın tutuyor ve savaşacaksın” diyerek gençleri günlük hayatlarından koparıp cepheye gönderip, gençlerin tanımadığı düşmanın üzerine kurşun atması istenir…

Savaş bir oyun değildir, fakat masaların üzerinde bir oyun haline getirilir. Oyun haline getirenler savaşın nişanını/ ganimetini alırken, cepheye sürülenler hayatlarıyla öderler…

Henüz piknik için şarap şişesi açılıp bardaklara boşaltılırken düşman cephesinden bir asker gelir. Silahını duvarın dibine bırakarak “teslim” olur, çünkü piknik ve aile sıcaklığı onu etkilemiştir.

Bundan sonra savaş kavramı her iki cepheden incelenir. Her iki tarafta da savaş sürecinde aynı şeyleri yaşamışlardır, bu kadar benzerlik şaşırtıcıdır. Komutanları benzer ve aynı cümleler ile askerleri yüreklendirmişler. Her şey aynıdır, sadece üniforma rengi farklıdır, konuşulan dil, amaç hepsi eşittir… Aynı şekilde cepheye çağrılmışlar, aynı şekilde sevdikleri vardır, aynı şekilde bu savaş öncesi savaşa karışmış babalara sahiptir, bir anlamda aynada yansımasıdır…

Oyun, gerçek ve akla yakın olanla gerçek dışı ve mantıksız olanı bir araya getirir. 

Absürt tiyatronun tüm özelliğini bu oyunda görebiliriz, konular arasında bir bağlantı aramak yerine oyunun akışına bağlı olarak değişimleri, oyunun kahramanlarının tepkisini görmekteyiz.

Abartılı davranışlar, abartılı duygusal geçişler, bir ip bağlamayı dahi beceremeyen bir askerin, bir insanı öldürmesi, onun teslim alması da mümkün değildir.

Cepheye bombalar havadan gelir, uçakların bıraktığı bombalar ile cephede hareketli saatler yaşanır ve ölümler olur. Tırsan, saklanan askerler yanında ebeveynler savaşı ve bombaları önemsemez, Madam Tepan bir anlamda çocukluğuna dönmüştür. Dans etmeye başlarlar, ölüm yeryüzüne hakimken onlar yaşamı, yaşam sevincini, geçmişe özlemi dansları ile ortaya koyar. Yıllar sonra geçince her kötü durum, romantik bir özlem olarak ortaya çıkar.

Bombalar bittiğinde yaşam ölümün yerini almıştır, sevinç, umut havası eserken sahneye gelen hemşire ile olay birden terse döner…

Savaşın rüzgarı ölüm nöbetçi kulübesini sarmıştır.

Ölüleri/yaralıları arayan hemşire oraya geldiği andan itibaren ölüm sıradanlaşmıştır… ceset savaşın olmazsa olmazdır ve hemşire küçük esnaf ağzı ile bir ölüyü alıp taşırsa ya da yaralı bir askeri çalıştığı hizmet alanına götürse çok mutlu olacaktır, çünkü o orada olmanın yanında görevini ve yaptığını da göstermek istemektedir. Hemşirenin diğer arkadaşları yanında boynu büküktür, henüz “bir siftah” dahi yapmamış beceriksiz gibi algılanmıştır!

Ceset bulamayan hemşire gidince, savaşın saçmalığı ortaya çıkmıştır, Mösyö Tepan her iki tarafın yetkililerine artık savaşı durdurmanın zamanı geldiği ve bu saçmalığın sona ermesi gerektiği fikrini ortaya atar ve onu gerçekleştirmek için aralarında bir ortak anlayış geliştirirler. Bu sırada düşman hattından kurşun yağar ve piknik yapan tüm bireyler ölür. Ölüm hakim gelmiştir, saçmalık kazanmıştır…

Normal ile anormal değerler alt üst edilmiştir, seyirci bu kara mizahın hakim olduğu oyunda kahkaha atamaz, sessizce izler, bu sonun saçmalığı rahatsız edicidir ve gülünecek bir durum söz konusu değildir.

Sahne küçük bir alanda, bir nöbetçi yeri olarak belirlenmiştir. Kum torbaları, dikenli teller ile düşmana karşı bir savunma söz konusudur. Bohem bir hava vardır, gerçi oyun sırasında sis uygulanmaz, fakat o sis düşüncenin içinde canlanır.

Kostüm iki cephede askerlerin aynıdır tek farkı renklerdir. Baba ve annenin kostümlerin seçimi renkleri geçmişe çağrışım yapan askılı pantolon iyi düşünülmüş...

Işık tasarımı da çok beğendim, oyunun izlenmesini ve oyunda vurguların ortaya çıkarılmasına büyük destek vermektedir. Müzik seçimi, koreografi absürt tiyatronun absürt tarafını daha da ortaya çıkarak güçtedir…

Oyunculara gelirsek, her biri birbirini besleyen ve ortak bir oyunda olduklarını ortaya koyuyorlar, mimikleri, hareketleri, dar alanda o muhteşem dansları ile hem sahneyi doldurdular, hem de seyirciye absürt bir tiyatroda olduklarını hissettirdiler... Öne çıkan bana göre hemşire rolü ile Öykü Kaya olduğunu düşünüyorum, hem ses, hem vücut dilini ve mimiklerini kullanması açısından… Yıldırım Beyazıt ise rolünü can verirken bizden biri, bizim insanımızın o burun çekmesi, nefes alması, abartılı hareketleri ile buranın insanı olduğunu hissettirmektedir, yani oyunun yazıldığı coğrafyada değil de olay sanki ülkemizde geçmektedir…

Öğretici bir 55 dakika geçirdik, zamanın nasıl geçtiğini bile anlayamadık…

Savaş rüzgarının estiği bir atmosferde umarım “savaşa hayır” diyenler çoğalır ve savaşın saçmalığını hepimiz içimizden hisseder ve hissettiklerimizi eyleme dönüştürürüz…

İsmail Cem Özkan

 

 

Cephede Piknik

Yazan: Fernando Arrabal

Çeviren: Sadun Altuna

Yöneten: Ergin Özdemir

Oyuncular: Volkan Özman, Elif Şeker, Yıldırım Bayazıt, H. Gökhan Olcay, Öykü Kaya

Dekor Tasarımı: Ruken Bakır

Kostüm Tasarımı: Ceren Karahan

Işık Tasarımı: Mehmet Mertal

Müzik Düzeni: Fırat Aktav

Koreografi: Fatma Asena Melikoğlu

Yönetmen Yardımcıları: Öykü Kaya, Sinem Lökbaş

 

17 Ekim 2024 Perşembe

Godot geldi, gerçek tüm çıplaklığı ile ortada duruyordu.

Godot geldi, gerçek tüm çıplaklığı ile ortada duruyordu.

Ülkemizde birçok yetenekli, işini iyi bilen yönetmen vardır, onların yönettiği oyunlar sahnelerde yer almaya devam ediyor, etmeleri ülkemiz insanı ve tiyatro severleri için büyük bir şanstır. Onlardan biridir Ragıp Yavuz.

Ragıp Yavuz, günümüzde gündeme/ana dokunan, siyasi eleştiriyi dolaylı ya da direkt olarak yapan ve bunu estetik kuralları içinde en güzel başaranlardan biridir… Ne zaman afişlerde, duyurularda Ragıp Yavuz ismini okusam onun yönettiği oyunu izlemek için sabırsızlanırım, izleyemediklerim için üzülürüm. Sadece yönetmen mi, elbette değil, örneğin dekor tasarımı konusunda Barış Dinçel ismini gördüğümde, onun düzenlemesini görmek için bile oyuna gidip bakıyorum. Birbirinden başarılı oyuncular, yönetmenler, tiyatronun her bir alanı için işinde uzmanlaşmış insanları gördükçe çok mutlu oluyorum, çünkü onların sayesinde ortak üretim olan tiyatrodan birçok şey öğreniyorum, çünkü geleceğimiz de bana göre tiyatro gibi olacaktır, komünal, düşünüp, komün yaşayacağız. Bireyselleştiren kapitalizmin alternatifidir komuna düşünmek ve yaşamak. Ve bana göre gerçek mutluluk oradadır…

Geçmişte yaşanmış olan insanlığı ileriye taşımayı hedef koyan tüm denemelerin eleştirisi kurulacak yeni yaşamdır. Yüzleşme ancak ve ancak sanat ile olacaktır, yarının yüzleşmesi, geçmişin başarısızlıklarının eleştirisi ile olacaktır.

Samuel Beckett’in yazdığı Godot Beklerken oyununda yarattığı karakter ve ortaya çıkardığı beklentiye sonsuzdur, sonuçta hareket etmek isteyene karşı “bekle” denmektedir. Beklenti sonsuzdur, çünkü bir gün gelecek ve yaşadıkları tüm olumsuzluktan kurtulacaklardır. Peki, bu beklentiyi sona erdirecek Godot gelirse?

Beklentiyi ortadan kaldırıp beklenene somut bir karakter çizilmiş olursa nasıl bir yüzleşme ile karışılacaktık, çünkü soyut olan somuta dönüştüğünde kafada oluşturulan ile gerçeklik arasında bir hesaplaşma ortaya çıkacaktı. Felsefi olarak kafa yorulan sorular, somut olarak tarihsel yüzleşme demektir…

Miodrag Bulatović bu yüzleşmeyi sahneye taşımıştır. Beklenti, kurtarıcıdır ama kurtarıcı nasıl biri olacaktır, nasıl görünecektir? İnsanı duyguları ve tepkileri nasıl olmalıdır? İdeal olan ile somut olan arasında uçurum nasıl olacaktır? Bir de beklenti içinde olanlar genelde çaresiz, zayıf insanlar arasında gerçektir, zaten güçlü olanın beklentisi olmaz, olsa olsa kasasını daha fazla doldurmak, daha fazla yağma yapacağı kanuni düzenlemedir. Kapitalist düzende acımasız bir yağma vardır, onun ortaya çıkardığı örgütsüz toplumların, bireylerin çaresizliği. Çaresiz olanlar feodal dönemlerden almış olduğu bir halk kahramanıdır. Bir kahraman gelecek ve kurtaracak ve o devletin babası olacaktır, aynı zamanda devletin babası çaresiz, fakir, mazlumlarında babasıdır!

Miodrag Bulatović “Kimin geldiği hiçbir zaman tam olarak bilinmez, ancak gidenin kim olduğu kesinlikle bellidir.” diye belirtmektedir oyunda. Godot geldi ve giderken arkasında ne bırakacaktı? Oyunun sonunda sahneyi terk ederken Godot, seyircinin kafasında nasıl bir iz bırakıp gitti?

Sahne, postane yakınında, demiryolu kenarında bir bataklık olarak tasarlanmış. Sahnenin her iki tarafından verilen dumanlar ile bir anlamda bir bataklık havası verilmiş, aynı zamanda gelen ve giden buharlı treni de somutlaştırmaktadır…

Çaresiz, üstü perişan iki insan idam ipi asılı olan bir ağacın altında, içlerini boşaltırken aynı zamanda yiyeceklerini oluşturuyordu. Çaresiz ama beklenti içinde iki insan ortalıkta dolaşan bir söz duymuşlardı, “Godot geliyordu”. Beklenen sonunda geliyordu: nasıl birini, nasıl görünüyordu?

Sürgüne giden her insan, sevdiklerini kendinden ayıran trenlerden nefret eder, çünkü trenler ikinci dünya savaşında Yahudileri ölüm kamplarına götürmüştür. Vladimir ve Estragon, trenin her geçişinde ürkerler. Trenlerin birinci sınıf kompartımanında giden bütün yolcuları domuzlardır. (Hayvanlar Çiftliğine bir göndermedir) Onlardan korkmaktadır, her geçişte onlara gözükmemek için saklanırlar, korku ile birbirine sarılır.

Oyunun her anı imgeler ile işlenmiştir, imgeler çoğu zaman sözün yerini alır, sizi görünene değil, anlatılmak istenene davet eder. Yüzleşme bir sahnede gerçekleşmektedir, çünkü beklenen somut olarak gelecektir…

Godot, yenik ve güçsüzlerin uydurmasıdır.

Soyut, belirsiz bir kurtarıcı gelecektir ve onları bu durumdan kurtaracaktır!

Mizah burada kararmış şekilde işin içine girer.

Godot gelmeden önce sefalet, geldikten sonrada sefalet aynı şekilde kalacaktır.

Godot beklenenleri karşılayamacaktır, zaten öyle bir misyonu da yoktur, ona öyle bir anlam yüklenmiştir. Bir bardak suda fırtına çıkacak ve dinecektir, başlangıçta olanlar bittiğinde beklentileri ve hayalleri bitmiş olarak oradan ayrılacaktır.  Hayatlarında değişim, beklentinin sona ermesidir sefalet varlığını benzer bir şekilde devam edecektir.

Ve beklenen Godot gelir.

Bir fırıncıdır. Ekmek ve özgürlüktür sloganı.

Vladimir ve Estragon’un büyük umutla bekledikleri Godot’ya karşı tepkileri de çok farklılaşıyor. Kurtarıcı, kendi hayatlarını ortadan kaldıracak bir uyarıcıdır ve onlar kendi hayatlarına karışılmasından memnun değildirler. Beyaz un onların her şeyini değiştirecektir ve beyaza karşı direnişe geçerler, Godot’a saldırmaya, onu dışlamaya başlarlar.

Godot ise gelmeden önce postanede çalışan kadınla birlikte olmuştur, bir anlamda ataerkil toplumun bir bireyidir…

Oyuna Pozzo, Lucky adlı iki karakter girer. Pozzo elinde tuttuğu iple, Lucky’i hayvanlaştırmıştır/köleleştirmiştir.

Pozzo “Oysa ben köleliğe özel ilgi duyan bir hümanistim.”

İp kimin elindeyse kapitalist düzende efendi odur. O kişi hayatta kalabilmek, varlığını sürdürebilmek için artık zorba olmak zorundadır. İpin ucuna kim bağlıysa köle de odur. Kölenin varlığı bir hayvandan farksız olarak ipi elinde tutan sahibinin varlığına bağlıdır. Bu düzen sürdükçe, sadece ipi elinde tutan mutlu olacak, diğerleri ezilmeye devam edecektir.

Godot’ya göre var olmak, özgür olabilmektir.

Godot, Lucky’i özgürleştirir ilk bölümde, fakat ikinci bölümde roller değişecektir. Eski düzen özneler değişmiş olsa da devam edecektir.

Oyun yakın tarih ile ilgisi çok, çünkü 2. Dünya savaşı sonrası oluşan atmosferin sahneye imgeler ile aktarılmasını görüyoruz. Bir yandan beklenilen gerçekleşmiş ama kitlelerin hayal kırıklığı ortadadır. Bugünden o günlere bakınca eleştirilerin ne kadar haklı olduğunu, geçmişin tortularından ve alışkanlıklarından kurtulmadan yeni bir yaşam oluşmuyor. Kısaca oyun tarihe felsefi boyutuyla imgeler ile bakmaktadır.

Oyunun yazım tekniği de bilgi gerektiriyor, çünkü tekniğin getirmiş olduğu çerçeve içindedir. Absürt tiyatro olaylar arasında bir tarih ve konu dizimi yoktur, tesadüfi gibi gelen arka arkaya işleyen öyküler arasında alışılmış bağlantılar seyirciye bir hap gibi sunulmaz… Sonuçta mesaj seyirciye direkt sunulmaz, seyirci masajı kendisine göre alacaktır. Her kişi hayatı nasıl algılıyorsa, oyunun metnini de kendisine göre biçimlendirecek ve sorgulanacaktır. Bir anlamda sizi beklenmeyen anda tarih ile yüzleşmeye, sizin geçmişe dair bakışınızı kara mizahın dili ile sizin yüzünüze çarpması söz konusudur.

Oyun hakkında bu kadar laf etmişken bir de oyuna hayat veren oyunculara bir bakalım! Oyun içinde en çok ilgimi çeken oyuncu olarak Ali Mert Yavuzcan öne çıktı, ilk bölümde köle, çaresiz sadık hayvanı vücut dili ile çok iyi anlatıyor. Pozzo rolü ile Murat Coşkuner Lucky dans ederken, hareketsiz değil, onun hareketini durduğu noktadan beslemektedir, eğer sabit kalıp izlemiş olsa Pozzo sanki ortadan kalkacaktır. Bir efendi, uşağına verdiği rolü izlerken, onu eğitmiş olduğunu da hissettirmektedir.

Vladimir ve Estragon rollerine hayat veren Meriç Benlioğlu ve Can Ertuğrul beklentiyi, beklentinin boşa düşüşü ve hayal kırıklığını hem mimikleri ile hem de vücut dili anlatırken, ses tonlarının iniş çıkışları ile seyirciyi o anın içine çekmektedir. Olay sahnede gerçekleşirken, tarihin yükünü taşımış kuşakların torunları ve onların çocukları seyirci koltuğundadır. Bugün yaşadığımız baskı ve zulüm altında nefes alamayan, gelecek hedefleri ellerinden alınmışların çaresizliği ve beklenen kurtarıcının beklendiği gibi gelmeyeceği, kurtarıcının ancak beklentiden kopup harekete geçmek gerektiğini mizahın vermiş olduğu dil ile seyirciye ulaşmaktadır.

Derya Çetiner ise hareketi, heyecanı, Godot’un cinsel arzusu ve gerçekleştirmesine şahitliğini o kadar doğalmış gibi anlatır ki, seyirci Godot sahneye gelmeden bir insan geldiğini anlarız. Benim gözümden başarılı oyunculardan biri olarak alkışı hak ettiğini düşünüyorum.

Gelelim gelen Godot’a! Godot’a hayat veren Can Başak, o ağırbaşlılığı, aynı zamanda bilgeliği alçak gönüllü olarak sunmakta. Godot bir emekçi, cebinde taşıdığı un ile emeğini bir silaha dönüştürecek kadar gücü olduğunu abartmadan ama doğalmış gibi verirken, yüz ifadesi, kendisine gelen saldırıları soğukkanlı bir şekilde geçiştirmesi çok başarılıdır.

Kostüm elbette mekana uygundur, ezilmiş insanları, medeniyetten uzak yaşamanın getirmiş olduğu kıtlık, aynı zamanda savaştan kaçıp, sığınmış insanları anlatmaktadır. Dekoru telgraf direklerini beğendiğim kadar zemini nedense beğenemedim, çünkü o girinti ve çıkıntılar olmadan da bataklık ışık oyunları ile verilebilinirdi. Sahnedeki zemin oyuncular genelde tek sıra çizgi boyunca oynamasına sebep oluyor izlenimini verdi bana. Ne arka tarafa gidebiliyorlar ne de sahnenin önüne… Sahnede biraz da sanki bataklığın bitkileri de olsaydı, çünkü sonuçta kurak yer değildir bataklıklar… Direklerin konumu, karga, idam ipi, tellerin kargaşasını çok sevdim… Işık konusuna gelince dekordan kaynaklanan bir hareket alanı içinde ancak bu kadar ışık yapılabilirdi duygusu verdi bana… Sonuçta tiyatro tüm parçaların bir bütündür, yönetmen olarak Ragıp Yavuz elindekileri en iyi şekilde sahneye taşımasıdır.

Ben geç kalmış olsam da bu oyunu izlediğim için şanslıyım, sahneye taşıyanlar, sahnede emek verenler, sahnenin görünmeyen yerinden müzik, ses, ışık kumandasında çalışan her emeği geçene çok teşekkür ederim…

İsmail Cem Özkan

 

Godot Geldi

Yazan: Miodrag Bulatović,

Çeviren: Sevgi Soysal

Yönetmen: Ragıp Yavuz

Dekor- Kostüm Tasarımı: Eylül Gürcan

Hareket Düzeni: Yasemin Gezgin Yavuzcan

Işık Tasarımı: Murat Özdemir

Efekt Tasarımı: Erhan Aşar

Yönetmen Yardımcısı: Mana Alkoy

Reji Asistanları: Şenay Bağ, Ada Alize Ertem

Oyuncular: Ali̇ Mert Yavuzcan, Can Başak, Can Ertuğrul, Derya Çeti̇nel, Meri̇ç Benli̇oğlu, Murat Coşkuner