Galata Gazete


3 Temmuz 2025 Perşembe

Sol muhalefet hareketi oluşmalıdır!

Sol muhalefet hareketi oluşmalıdır!

Cezaevinde yatan biri hakkında yazmak istemezdim. En azından özgürlüğü elinden alınmış, arkadaşlarıyla birlikte siyasetin ve sosyal yaşamın dışına itilmiş bir kişi hakkında yazmak içime sinmiyor. Ancak içinde bulunduğumuz süreçte öne çıktığı için görüşlerimi paylaşmak ihtiyacı hissettim.

İmamoğlu, bir anda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak öne çıkarıldı. Beylikdüzü Belediye Başkanıyken sağ görüşlü olduğu bilinmesine rağmen, sosyal demokratların önüne aday olarak konuldu. Gerçi onu aday gösteren kişi, kimleri aday yapmadı ki? Sağcı tüm adaylar ve sağcı kimlikler, sol görünümlü TV kanallarında ve medya organlarında yer bulmaları sağlanarak siyasetin her alanında adaylaştırıldı. Bu süreçte solcuların düşünce ve duyguları hiçe sayıldı. Erdoğan ve AKP karşıtlığı ile laiklik karşıtı, modern yaşamı tehdit eden uygulamalara karşı duyulan — ki bu hiç de temelsiz bir korku değildir; Sivas Katliamı’nda rol alanları (hüküm giymiş katilleri) savunan birçok avukat bu partide milletvekili olmuştur — kaygılar üzerinden siyaset üretildi. Bir anlamda solun eli kolu bağlandı. Alternatif üretmeye çalışanlarsa “bölücü” olarak yaftalandı ve halk nezdinde de bu şekilde tanıtıldı.

Sağcılara seslenen, sağ politikaları benimseyen CHP ve kurmayları; solun ve genel muhalefetin önüne “korku dağları” örerek, kendi uygulamalarıyla özgürlükleri ellerinden alınanlara karşı sessiz kaldı. Devletin bekası gerekçesiyle yasa dışı uygulamalara ses çıkarılmazken, iş kendilerine dokunduğunda — yine kendi destekledikleri yasalarla — gözaltına alınanlar için “adalet” yürüyüşü düzenlediler. Bu yürüyüş, kurt işaretleri eşliğinde ve tek başına tamamlandı. Ortaya çıkan sosyal muhalefet ise çadır toplantılarıyla etkisizleştirildi.

Bu noktada İmamoğlu figürü bir anda parlatılarak seçmenin önüne sunuldu. O dönemde kim aday olursa olsun, Erdoğan’ın İstanbul’dan göstereceği aday karşısında avantajlı olacağı açıktı. İki inatçı keçinin dar bir köprüde karşı karşıya gelmesi gibi, birinin aşağı düşmesi kaçınılmazdı; çünkü seçim sistemi bir kişinin kazanmasına dayanır. Seçmen birini seçer ve o kişi başkanlık koltuğuna oturur. “İstanbul’u kazanan, Türkiye’yi kazanır” düşüncesi bu seçimle doğrulanmış oldu. İstanbul, büyük bütçesinin yanı sıra her şehirden gelen göçmenlerin oluşturduğu kozmopolit bir yapıya sahiptir. Kılıçdaroğlu bu seçimi büyük bir başarı olarak sunarken, adayının önüne cumhurbaşkanlığı yolunu da açmış oldu; çünkü Erdoğan da bu yoldan geçmişti.

Siyaset, alanında uzman kişilerce yapılmaz; tıpkı ülkemizde binaların müteahhitler tarafından yapılması gibi. Parası olan biri kendisini müteahhit ilan eder, bina yapar. Sonra çok zengin olduğunda, o binalarda deniz kumu kullandığını itiraf eder ama kimse bu kişiye dokunamaz. Siyasette de durum farklı değildir. Öne çıkan yol alır; bilgi ve tecrübe gibi unsurlar liderlerin gözünde pek önemli değildir. Sonuçta siyaset, bir tür baba-oğul ilişkisi gibi, feodal ve “işbilirlik” esaslı bir düzende yürür.

İmamoğlu’nun içi boş bir lider figürü olduğunu düşünüyordum; artık bunu kendisi de kanıtladı. Leman dergisi baskını ve sonrasında yaptığı açıklamalarla üzerindeki boya döküldü, kel göründü.

Sonuçta onu seçen kişi de Kılıçdaroğlu’ydu ve ona “oğlum” diye hitap ediyordu. Baba-oğul kavgası gibi sunulan kurultay süreci sonunda, seçen kişi iki “kullanışlı” adaydan birini belirledi ve partinin başına onu, bir de stepnesiyle (yedek lastiğiyle) birlikte getirdi.

CHP, Baykal sonrası dönemde her zaman iktidara endeksli bir politika izledi. İktidarda kim varsa onun koltuğunu sağlamlaştırmak için elinden geleni yaptı. Toplumsal direnişlerin havasını alarak bu enerjiyi kendi yapısına çekti ve etkisiz hâle getirdi.

CHP, Erdoğan’a karşı oluşturulmuş bir muhalefet partisi görüntüsünden hiçbir zaman rahatsız olmadı. Ancak bu görüntü artık o kadar görünür hâle geldi ki, şimdilik toplumsal muhalefeti yönlendiriyor gibi davranıyor. Seçim zamanı geldiğinde ise muhaliflerin hayalleri başka bahara kalacaktır. Ya da Erdoğan’ın rolüne birileri artık son vermeye karar verecektir. Unutmayalım, Erdoğan “BOP eş başkanıdır.”

“Peki, neden o seçilmiştir?” diye sorarsak, cevabı Ortadoğu’daki tarihsel değişim sürecine bakıldığında açıkça görülecektir.

İmamoğlu neden mağdur konumuna düşürüldü? Çünkü Erdoğan da biliyor ki, bir siyasetçi mağdur konuma düşerse, iktidara yakındır. Akıllı, zeki, iyi hatip olmasının bir önemi yoktur. Siyaset sahnesinde bu özellikleri taşıyan birçok üstün insan olmasına rağmen, bugün siyaset sadece bu iki figür üzerinden okunmaktadır.

Erdoğan “yenilmez” olarak tanımlanırken, sanki kutsal bir el tarafından korunuyormuş havası yaratılıyor. Bu gizem ve kutsiyet, uzun süre siyaset sahnesinde kalan her lider için oluşturulmuştur ve gelecekte de oluşturulacaktır. Ancak bu “yenilmezlik” algısının arkasında, esasen muhalefet partisinin ve onun atanmış/seçilmiş liderlerinin “sözde” yetersizliği yatmaktadır, özde ise verilen rolünü çok iyi oynamıştır.

Bugün mağdur edebiyatının gölgesinde duran birinin yerine, acaba yeni bir “kahraman” mı seçildi söylentileri dolaşıyor. Elbette Kılıçdaroğlu için gözyaşı döken biri, bir anda devletin en üst makamına atanabilir — pardon, seçilebilir! Sonuçta kim daha kullanışlıysa, kim iç siyasette yükselen muhalefeti bastırmada başarılıysa o tercih edilir. İç siyasette çok başarılı olmasa bile, dış siyasette istenilen verimi sağladığı sürece, içeride ona uygun bir muhalefet yaratılır ve parçalı muhalefet sayesinde başarısız bir iktidar yerinde kalır.

Kullanışlı lider, polisle karşı karşıya gelen gençlerin arkasında durmaz; sadece duruyormuş gibi yapar. Dışarıdan gelen tepkilere kulaklarını kapatır ve tüm bu tavırlarıyla, bir muhalefet partisinden çok “devletin partisi” gibi davranır. Sonuçta meydanlara çağırır, orada nutuk atar, gereken mesajları verir ve görevini tamamlamış olmanın huzuruyla odasına çekilir, meydandan dağılan gençlerin başına ne geldiği ile ilgili kaygısı, korkusu ve görevi yoktur.

Bu arada gözaltına alınanlar için parti avukatlarını görevlendirir, onların özgürlüğü için savunma yapılmasına izin verir; ancak o gençlere gerçek anlamda sahip çıkmaz. Tıpkı Saraçhane’deki 1 Mayıs eyleminde olduğu gibi, bugün de içeride kalan gençler ortada sahipsiz kalabilir.

Bir lider, sorumluluğu başkasına atıyorsa, adı “lider” değil, “sorumsuz” olur. O dönemin basına yansıyan görüşleri ise gizli saklı değildir.

Solun önünde seçenek olmasına rağmen, yaratılan korku duvarı yüzünden kendi kapısını aralayamıyor. Bağımsız, özgür siyaset üretemiyor. Bu nedenle 12 Eylül sonrası süreçte gölgede, risksiz siyaseti benimsedi ve o risksiz alanlar içinde kitleselleşme ya da varlığını koruma yoluna gitti. Sol, kendi yoluna çıkmadığı sürece bu ülkede taban bulamayacak; siyasete söz hakkı elde edemeden, sadece çıkardığı dergilerde “doğru” analizler yapmaya devam edecektir.

İsmail Cem Özkan

2 Temmuz 2025 Çarşamba

Görünmezlikten Görünürlüğe…

Görünmezlikten Görünürlüğe…

Cumhuriyet kurulurken birlikte yola çıkanların birlikteliği, iktidarı elinde bulunduranların ulus-devlet mantığı içerisinde "öteki" olanları yok saymasıyla son buldu. Farklı kimlikler, yeni ve homojen bir devlet yapısı içinde eritilmeye çalışıldı. Erimeyenler içinse zorlayıcı yasal düzenlemeler getirildi; böylece yeni ulus-devletin hukuk düzeni tesis edildi.

Yok sayılanlar aslında hep vardılar; sadece görünmez kılınmışlardı. Ancak liberalizmin ekonomik olarak iktidar alanına yerleşmesiyle ve küreselleşmenin ulus-devlet kurumlarını zorlaması sonucu görünmeyenler görünür olmaya başladı. Bu yeni süreçte devlet, artık homojen bir yapıdan ziyade çok kültürlü bir yapıya yönelme ihtiyacı hissetti. Bu adım, ilk olarak "Kürt realitesinin" tanınmasıyla atıldı. Oysa bu realite zaten mevcuttu; sadece devletin hukuk düzeni içinde yer almıyordu. Kürtler ve Aleviler sonradan ortaya çıkmadılar; görünür hale geldiklerinde, sorunları da masaya yatırılmaya başlandı.

Kürt açılımı, ilk denemesinde başarısız oldu. Sürecin görünmeyen yüzü, Arap Baharı sonucu ortaya çıkan değişimlerle birlikte daha net görülmeye başlandı: Yüzeyde sakin, fakat derinlerde fırtınalı bir dönem yaşanıyordu. Bugün geldiğimiz noktada, bu açılım süreçlerinin niteliği, yönü ve gerçek amacı üzerine yeniden düşünmek gerekiyor.

“Kürt Yeterli Değil, Yanına Alevi Açılımı Ekleyelim!”

Artık yalnızca Kürt açılımı değil, bir de Alevi açılımından söz ediliyor. Söylentilere göre, 16 Ağustos’ta —eğer hazırlıklar tamamlanırsa— Hacıbektaş’ta, büyük olasılıkla Devlet Bahçeli'nin katılımıyla bir Cemevi açılışı yapılacak. Bu törenin, Alevi açılımının kamuoyuna ilanı işlevi göreceği belirtiliyor. Bu yalnızca sembolik bir ziyaret değil; arka planda daha kapsamlı bir stratejinin izleri var.

Kimin Açılımı, Kimin Onayı?

Bu süreçte en fazla sorgulanması gereken soru şu: Bu açılımlar gerçekten Kürtlerin ve Alevilerin taleplerini mi karşılıyor, yoksa onları yalnızca birer “seçmen torbası” olarak mı konumlandırıyor?

İktidar, "açılım" kavramını bir yumuşatma aracı olarak kullanıyordu; fakat zamanla onu da yetersiz buldu ve yerine “Terörsüz Türkiye” adını verdi. Ancak içeriği hâlâ muğlak ve pazarlığa açık.

Torba Yasalar Gibi Torba Anayasalar

Torba yasaların nelere yol açtığını görmek için cezaevlerine ve mezarlıklara bakmak yeterlidir. Yeni anayasa süreci de benzer bir mantıkla işliyor: Bir “torba yasa” gibi şekillendiriliyor. Bu torbaya alınan seçmenlerden, anayasa değişikliklerini “mutlak” bir onayla desteklemeleri bekleniyor. Çünkü paketin içeriği, seçmenlerin hassasiyetlerine göre düzenleniyor; ardından da “sizin için ne güzel işler yaptık” denilerek destek talep ediliyor.

Peki, bu torba teklifin içine neler giriyor, neler çıkarılıyor? Ve en önemlisi: Bu değişiklikler gerçekten halkın lehine mi, yoksa oy almak için hazırlanmış, cazip gösterilen bir paket mi?

Sağa Yönelmek: Tepkisel mi, Dönüşümsel mi?

Bugün hem Kürtlerin hem de Alevilerin bir kesiminin sağa yöneldiği bir dönemden geçiyoruz.

Sağ düşünce, var olanı korur; değişimden korkar.

Bu ülkenin devlet aklıyla şekillenmiş sağı, açılımları yapar ama düzeni değiştirmez. Bugün size bir Cemevi açar, yarın onu “kültürel merkez” olarak tanımlar. Bugün anadil hakkınızı tartışmaya açar, ertesi gün başka bir güvenlik politikasıyla bu hakkı bastırır.

Solun Yeniden Düşünme Zamanı

Solun da kendine dönüp şu soruyu sorması gerekiyor: Neden insanlar artık bizi değil, sağın sunduğu sembolik jestleri tercih eder oldu?

Eğer ortada bir açılım varsa, içeriği mutlaka tartışılmalıdır. Yeni anayasa deniyorsa, hangi özgürlüklerin güvence altına alındığı, hangilerinin yine “devletin takdirine” bırakıldığı netleştirilmelidir.

Kürtler ve Aleviler, eğer hakları anayasal güvence altına alınacaksa elbette bu süreci onaylayacaklardır. Çünkü tarihlerinde ilk kez görünür ve muhatap alınır hale geleceklerdir.

Fakat ortada şöyle bir sorun vardır: Devlet, Kürtleri ve Alevileri nasıl görüyor ve tanımlıyor? Çünkü var olan ile istenilen arasında ciddi bir çatışma da olabilir. Erdoğan “en hakiki Alevi” olduğunu iddia ediyor; peki, onun tanımına göre Alevi olmak, var olan sorunları gerçekten çözer mi?

 

İsmail Cem Özkan

 

Bir Katliamın Sessiz Tanıkları; Sessiz Dağların Çığlığı

Bir Katliamın Sessiz Tanıkları; Sessiz Dağların Çığlığı

Türkiye artık yalnızca yarı-sömürge değil; açık bir sömürge düzeninin acı gerçekleriyle yüzleşiyor. Bu dönüşümün en çarpıcı göstergesi, altın madeni bahanesiyle doğaya çöken emperyalist şirketler ve onların arkasındaki küresel güçlerdir. “Altın arıyoruz” diye gelenler, dağları deliyor, toprakları zehirliyor, suyu kirletiyor. Geride bıraktıkları şey yalnızca siyanür gölleri, çökmüş dağlar ve yaşanmaz hale gelmiş köyler değil; yok olmuş bir denge, susturulmuş bir yaşamdır.

Altın uğruna yok edilen doğanın feryadını duyan yurttaş, “terörist” yaftasıyla susturuluyor. Hak arayan köylü, suyunu, toprağını, yaşamını savunduğu için işkenceye uğruyor, mahkemelerde süründürülüyor. Sonunda şehrin varoşlarına savruluyor; açlıkla, işsizlikle, unutulmayla baş başa kalıyor. Kendi toprağında mülteciye dönüşüyor.

Bütün bu olanlar bir çevre sorunu değildir yalnızca; bu, topyekûn bir yaşam katliamıdır.

Altın madenleri yalnızca dağları değil, vicdanları da oyuyor. Maden ocaklarındaki patlamalar, siyanür sızmaları, toprak kaymaları “doğal afet” değil, insan eliyle planlanmış cinayetlerdir. Yeraltı suları zehirleniyor, binlerce yılın kurduğu denge birkaç yıl içinde çökertiliyor.

Ve bu felaketin en can alıcı yanı: Kimse duymuyormuş gibi davranıyor.

Ben yalnızca hayvanların değil, insanların, doğanın, çocukların, geleceğin öldürülmesine de karşıyım. “Hayvan katliamına hayır” deyip savaş tezkerelerine destek verenlerin ikiyüzlülüğüyle artık yüzleşmeliyiz. Savaş da bir katliamdır. Ormanları yerleşime açmak, orada yaşayan bütün canlıları yok etmektir. “Enerji” bahanesiyle dağları delmek, vadileri boğmak da öyledir.

Kaz Dağları örneğin...
O dağlar binlerce yıldır orada. Taş taş üstüne durmuş, bir insan eli değmeden kendi dengesini kurmuş. O dağlara hiç çıkmayan biri, o taşların nasıl dengede durduğunu da bilmez; nasıl da devrilmeye hazır durup yine milyonlarca yıldır yerinden oynamadığını da. Dağlara çıkmayan, dağların ağladığını da duymaz.

Ve işte şimdi, o dağlarda siyanür gölleri kuruldu. Her yıl artan sıcaklıklarla birlikte orman yangınları baş gösteriyor. Yangınlar artacak; bu artık bilimsel bir uyarı değil, yaşanan bir gerçek. Peki o yangınlar, çevredeki kurumuş derelerden su alınamayacaksa, o siyanürlü göllerden mi söndürülüyor? Gökten yağan küllerin içinde siyanür var mıdır? Bu soruyu sormak bile, içinde yaşadığımız felaketin boyutunu anlatmaya yeter.

Doğa bağırmaz, fısıldar.
Onu duymak için içimizdeki gürültüyü susturmamız gerekir.

Ama biz şehirdeki konforumuzu, ekran başındaki sessizliğimizi bozmadan doğayı “izliyoruz.” Doğayı anlamak için onunla yaşamak gerekir. Dağların sesini duymak için, şehir gürültüsünü susturmak gerekir.

Ve şimdi sıra zeytin ağaçlarında.
Zeytinliğin altını kazmak için yasa çıkarıyorlar. Sadece ağacı değil, toprağa kök salmış bir tarihi, bir hafızayı, bir kültürü söküp atıyorlar. Zeytin ağacının altına altın için inmek, köküne dinamit koymak demektir. O kök söküldüğünde sadece bir ağaç değil, bir yaşam biçimi ölür.

Altın için toprağı, suyu, ağacı, insanı feda edemeyiz. Artık dur demek zorundayız. Çünkü bu sadece bir doğa kıyımı değil; bir hafıza, bir kültür, bir vicdan kıyımıdır.

Her türlü katliama, her türlü talana hayır!
Doğaya, insana, hayvana, geçmişe ve geleceğe yapılan her saldırıya hayır!
Çünkü bir dağın feryadı sustuğunda, çok geçmeden insanın felaketi başlar.

 

İsmail Cem Özkan

 

1 Temmuz 2025 Salı

Bir kıvılcım büyük bir fırtınaya dönüşebilir.

Bir kıvılcım büyük bir fırtınaya dönüşebilir.

Leman Dergisi’ne baskın yapılmış, camlar kırılmış, çevredeki kafelerde oturanlara saldırılmış...

Olayın detaylarına baktığımda, asıl meselenin dergi olmadığı açıkça görülüyor. Dergi, yalnızca bir bahane gibi duruyor.

Oysa bir dergiyi protesto etmek, sadece derginin önüne gidip görüş bildirmekle sınırlı kalmalıdır. Protesto hakkı demokratiktir; ancak çevrede oturanlara saldırmak, doğrudan bir sindirme ve korkutma stratejisidir. Bu durum, yalnızca düşünceyi değil, yaşam biçimlerini de hedef aldığını gösteriyor.

Yaşananlar, Fransa’daki Charlie Hebdo saldırısını ve sonrasında gelişen olayları aklıma getirdi. O dönemde de benzer şekilde, bir protesto bahanesiyle canlar alındı.

Ve tıpkı bugün olduğu gibi, o günlerde de kutsallık şemsiyesi altında bir dünya görüşü, zorla kabul ettirilmeye çalışılıyordu. Amaç yalnızca tepki göstermek değil; farklı görüşleri bastırmak ve insanları düşüncelerini açıklamaktan korkutmak olmuştu.

Bu yaklaşım, maalesef zincirleme tepkilere yol açtı.

Birçok ülkede Kur’an yakmalara kadar varan İslamofobi olayları tetiklendi. Sonrasında Arap Baharı patlak verdi. Batı ülkelerinde aşırı sağın yükselişi hızlandı ve normal şartlarda lider olamayacak isimler, bu popüler dalgayı kullanarak ülke yönetimlerini ele geçirdi. Bu liderler, “dünyayı ben yarattım” diyerek istedikleri ülkelere bomba atma yetkisini bile kendilerinde gördüler.

Sonuç olarak, bu protestoların ardından milyonlarca insan hayatını kaybetti. Cihatçı örgütler bahane edilerek ülkeler işgal edildi, liderler devrildi.

Kısacası, düşünceye saygı göstermeyen bir anlayış, sonunda ölümle, kaosla ve yıkımla yüzleşti.

Bu noktada sormadan edemiyorum:

Bir yandan düşünceye saygı gösterilmezken, diğer yandan “Benim kutsalıma saygı duyulmalı” demek ne kadar adil, ne kadar mantıklı?

Eğer değerler ve düşünceler toplumun yapı taşlarıysa ve birlikte yaşamak gibi bir hedefimiz varsa, o zaman nefret söylemlerinden vazgeçilmeli; hoşgörü ve evrensel hukuk kurallarına saygı gösterilmelidir. Eleştiri ve protesto etmek en doğal insan hakkıdır.

“Ben dedim, ben yaparım, benim doğrum tek doğru” anlayışı sürdüğü sürece, çatışmalar kaçınılmaz olur.

Kovboy kültürü yalnızca bireysel hareket değil; çoğu zaman arkadan vurmayı da meşrulaştırır.

Bu olaylar içinde Leman Dergisi’ne ayrı bir parantez açmak gerek.

Derginin savunma hakkı vardır. Maksadını aşan karikatürler olabilir; çünkü çizerin bakışı ile okuyucunun algısı her zaman örtüşmeyebilir. Ancak unutulmamalıdır ki mizah, yerleşik olanı ve sistemleşmiş dogmaları eleştirmek için vardır. Bu, onun doğasıdır.

Karikatürde seçilen isimler yanlış olabilir. Peki, farklı isimler kullanılsaydı bu protesto yine olur muydu?

Sonuçta Gazze katliamı ve sonrasında gelişen olaylarda, din savaşları benzeri algılar birçok toplum ve ideoloji içinde seslendirilmiştir.

Zamanın ruhu, ne yazık ki bugün çatışmayı, cepheleşmeyi ve kutuplaşmayı besliyor. Ancak bir umutla söylemek isterim ki, umarım hoşgörünün ruhu da bir gün zamanı ele geçirir ve tüm dünyayı sarar.

Birlikte yaşamanın yolu; korkutmaktan, sindirmekten, dayatmaktan değil, dinlemekten ve anlamaya çalışmaktan geçer.

Sonuç olarak, 2 Temmuz’a yaklaştığımız bu günlerde, Leman Dergisi ve çevredeki kafelerde oturanlara karşı yapılan şeriatçı saldırıyı kınıyorum.

Dergi çalışanlarının can güvenliği ve savunma hakkı, hukuk devletine yakışır bir şekilde güvence altına alınmalıdır.

Ülkemizde belli zamanlarda buna benzer provokasyonlar hep yapılmıştır. Ne yazık ki olaylar bittiğinde, “Ölenler bizden değil,” diyerek sevinenlerin ülkesiyiz. Ne katiller gerçek anlamda sorgulanmış ve yargılanmış, ne de arkalarındaki güçler tam anlamıyla ortaya çıkarılabilmiştir.

Leman Dergisi’ne yapılan bu saldırı dalgası umarım daha büyümeden sonlanır...

İsmail Cem Özkan

 

29 Haziran 2025 Pazar

Altının Bedeli: Parlayan Cevherin Gölgesinde Yok Olan Yaşam

Altının Bedeli: Parlayan Cevherin Gölgesinde Yok Olan Yaşam

Altın Neden Bu Kadar Değerli?

Altın neden değerlidir, hiç düşündünüz mü? Doğada nadir bulunmasından değil sadece. Ondan daha az bulunan elementler de var; ama altın başka bir şeye hizmet ediyor: İletim. Modern teknolojinin belkemiği olan çiplerde, en küçük parçaların bile birbirine bağlanmasında altın kullanılıyor. Çünkü altın, en iyi iletkenlerden biri. Telefonlarımızda, bilgisayarlarımızda, arabalarımızda hatta uzay araçlarında altın var. Her geçen gün gelişen teknolojiyle birlikte altına olan ihtiyaç da artıyor. Peki bu kadar çok altın nereden geliyor? Ve biz bu ihtiyacı karşılarken neleri yok ediyoruz?

Sömürünün Altın Rengine Bürünmüş Hâli

DMAX gibi her ülkede yayınlanan ve yayınladığı ülkenin dili ile yayın yapan televizyon kanallarında altın arayıcılarının maceraları anlatılıyor. Büyük makinelerle, devasa çukurlar açılarak doğanın içi oyuluyor. Bu yayınlar bize “altın aramak” gibi romantize edilmiş bir hikâye sunuyor ama gerçekte ne yaşanıyor? Doğa tahrip ediliyor, insanlar sömürülüyor, toprağın altındaki yaşam yok ediliyor. Emperyalizm artık tankla tüfekle değil, medya aracılığıyla ve yerli taşeronlarla giriyor ülkelerin kalbine. Katliam gibi projeler, “ekonomik kalkınma” kisvesiyle meşrulaştırılıyor.
Kazdağları'nda, ve diğer dağlarımızda ve altın aranan sahalarda Kanada (küresel) sermayeli altın şirketleri toprağı delik deşik ederken, oradaki canlılar ve insanlar görmezden geliniyor. Zeytinliklerin altına “altın” var diye giriliyor. Hatta yeni yasalarla zeytin ağaçlarının bile altı eşilmeye çalışılıyor. Sözde kalkınma için, yaşanabilir geleceğimizden vazgeçiyoruz.

Siyanürle Gelen Sessiz Katliam

"Katliam yasasına hayır!" demek yetmez. Bu sadece hayvanlar için değil, insanlar, dağlar, sular, ormanlar için de geçerli. Ormanlar yerleşime açılıyor, HES’ler ve JES’ler kurularak yaşam alanları yok ediliyor. Altın için siyanürle dağlar delinip göller oluşturuluyor. Bu siyanür gölleri toprakla, suyla karışıyor, ekolojik denge telafisi olmayan bir şekilde bozuluyor. Dağların altı oyuluyor ve biz hâlâ “kalkınma” masalları dinliyoruz.
Yapay olarak oluşturulmuş siyanür gölleri yeraltı sularını zehirliyor, toprağı çoraklaştırıyor. Maden ocaklarında meydana gelen kaymalar, patlamalar "doğal afet" değil, doğa cinayetidir. Ve bu cinayetler, halkın rızası olmadan, hukuka aykırı şekilde, halkın zararına işlenmeye devam ediyor.

Altının Gerçek Bedeli: Göç, Yoksulluk ve Sessiz Bir Çığlık

Bu yağma sadece doğayı değil, insan hayatını da etkiliyor. Köylüler topraklarından sürülüyor, sular zehirleniyor, hayvanlar ölüyor, tarım yapılamaz hâle geliyor. Yerinden edilen insanlar şehirlerin kenar mahallelerine sığınıyor; kendi yurdunda mülteciye dönüşüyor. Sadece insanlar mı, göçmen kuşların yolları yok ediliyor, yollarını kaybeden kuşlar yol ararken, sulak alan bulamadığı için telef oluyor.
CEO’lar, “Türkler iyi taş taşır” diyerek hem küçümseyici hem de sömürücü niyetlerini açığa vuruyor. Yağmacı şirketler, arkalarında çöp yığınları, kurumuş dereler, siyanürle kaplı dağlar ve boşaltılmış köyler bırakıp çekip gidiyor.

Dağların Sessiz Ağıdı

Dağlara çıkmayan bilmez; taşların nasıl dengeyle dizildiğini, sessizliğin nasıl konuştuğunu. O dağlar milyonlarca yıldır var ve insan eli değmeden bir ekosistem kurmuş. Şimdi biz o taşların altını oyuyoruz, dağları ağlatıyoruz. O dağlar ağlarsa, felaket yakındır.
Kazdağları gibi altın madeni aranan yerler sadece bir coğrafya değil, bir yaşam alanıdır. Orada doğan, orada yaşayan, orada ölen canlılar için vatan demektir. Yağmacılar içinse yalnızca kâr kapısıdır. Onlar vur-kaç yaparken, geride yalnızca yıkım bırakıyorlar.

Altının Borsa Yüzü: Değer mi, Felaket mi?

Her şeyin borsası kuruldu. Altının, enerjinin, sanatın… Ne kadar alınıp satılabilir olduysa, o kadar da doğadan uzaklaştı. Emek göz ardı edildi. Üretilen değil, speküle edilen değerli hâle geldi. Bu yapay değerler zinciri, hepimizi uçuruma sürüklüyor. Lale çılgınlığı Hollanda’da yaşanmış olabilir, ama sanmayın ki bizim başımıza gelmeyecek. Bugün emlak, yarın altın… Her alanda balonlar şişiyor, patlamaya hazır bekliyor.

Son Söz Yerine: Altın mı, Yaşam mı?

Bir padişahın havuza altın attığı tarihsel hikâye geldi geçti gözümüzün önünden. O zaman da halk yoksuldu, altın saraydaydı. Bugün de değişen bir şey yok. Tek fark: Altın artık sarayların değil, şirketlerin cebinde; bedelini ise doğa ve halk ödüyor.
Altın, belki de en çok şeyin sembolüdür: Hırsın, savaşın, sömürünün, borsanın, teknolojinin… Ama en az şeyin: Yaşamın. Yaşam altının altına saklanmaz, tam aksine altın yüzünden yok edilir. Biz seçimimizi yapmalıyız: Altın mı, yaşam mı?
Doğayı yok eden kişi ve firmalar toprak altına ve tarih sayfalarına girmeden ne yazık ki bu doğa cinayetleri halka rağmen işlenmeye devam edecektir.

İsmail Cem Özkan

28 Haziran 2025 Cumartesi

Yeni Mevlevihane Açılışları: Kültürel Zenginlik mi, Dini Kurgu mu?

Yeni Mevlevihane Açılışları: Kültürel Zenginlik mi, Dini Kurgu mu?

Geçtiğimiz günlerde Tokat’ta bir Mevlevihane’de düzenlenen etkinliklere dair haberler dikkatimi çekti. Etkinlikte sema gösterileri yapılmış, ardından Bektaşi kültürü üzerine konuşmalar gerçekleştirilmiş. Kerbela ve matem gibi temalar da gündeme gelmiş. İlk bakışta kültürel bir buluşma gibi görünse de, bu tür etkinliklerin arka planında neyin inşa edilmeye çalışıldığını düşünmeden edemedim.

Tasavvufi Mirasın Yeniden Yorumlanması

Mevlevilik, tarih boyunca daha çok saray çevresiyle ilişkili, estetik ve ritüel yönü güçlü bir tasavvuf yolu olarak bilinir. Bektaşilik ise, özellikle Yeniçerilikle ilişkisi ve halkla kurduğu doğrudan bağ üzerinden daha muhalif ve heterodoks bir yapı sergilemiştir. Alevilik ile iç içe geçmiş olan Bektaşilik, Kerbela ve matem gibi temalarla halkın tarihsel belleğinde derin izler bırakmıştır.

Bu yapılar tarih boyunca zaman zaman yakınlaşmış, zaman zaman uzaklaşmış; ama her zaman kendi özgün kimliklerini korumuşlardır. Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla bastırılan bu gelenekler, uzun süre gayriresmî biçimlerde yaşamayı sürdürmüştür. Yakın zamanda Alevilik / Bektaşilik Cemevleri ile görünür olmuş ama bu seferde geleneksel yapıdan kopmayı ve şehirlerde yeni bir Alevilik tanımı ile yüzleşir olduk.

Bugün ise bu geleneklerin aynı çatı altında, aynı etkinlik içinde bir araya getirilmesi; yüzeyde kültürel bir kaynaşma gibi görünse de, daha derinlerde “yeni bir dini anlatı” inşasının parçası olabilir.

Sosyolojik Perspektif: Gösteri ve Boşluk

Son yıllarda özellikle genç kuşaklar arasında dini aidiyetlerde bir gevşeme gözlemleniyor. Bu boşluk, kimi zaman geleneksel tarikatlar aracılığıyla, kimi zaman da tasavvufun estetik yönünün ön plana çıkarıldığı kültürel etkinliklerle doldurulmaya çalışılıyor.

Ancak bu süreç, bazı sorunları da beraberinde getiriyor:

İnançların tarihsel bağlamından koparılması,

Simgelerin içinin boşaltılması (örneğin sema’nın/ semah’ın yalnızca bir sahne gösterisine dönüşmesi),

Dini aidiyetin kültürel bir gösteri formatına indirgenmesi.

Bu dönüşüm, inançtan çok “deneyim” odaklı, yüzeysel bir ilişki biçimi doğuruyor. Ve bu da geleneksel yolların yerini sembolik, melez yapılar alıyor.

Politik Boyut: Yeni Sentez mi, Eski Yöntemlerin Devamı mı?

Bu tür etkinliklerin genellikle kamu destekli kurumlar ya da iktidar çevresine yakın vakıflar aracılığıyla organize edilmesi, onların yalnızca kültürel bir çaba değil, aynı zamanda siyasi bir araç olarak da kullanıldığını düşündürüyor.

Din, Türkiye’de uzun süredir bir meşruiyet zemini olarak işlev görüyor. Siyasal iktidarın halkla bağı zayıfladığında, dinin daha yumuşak, kapsayıcı biçimleri sahneye sürülüyor. Mevlevilik ve Bektaşilik gibi farklı geleneklerin bir araya getirilmesi, bu anlamda “kontrollü bir birlik” inşa etme çabasına benziyor.

Bu durum, geçmişte FETÖ tarafından yürütülen “dinler arası diyalog” ve “ortak değer” projelerini hatırlatıyor. Farkı ise, günümüzde bu tür yaklaşımların “yerli ve milli” söylemle pazarlanması.

Sonuç: Yön Arayan Bir Toplumun Aynası mı?

Tokat’taki Mevlevihane’de Bektaşilik ve Kerbela’nın birlikte anılması, sıradan bir kültürel etkinlikten fazlası olabilir. Bu tür birleşimlerin arkasında gerçek bir toplumsal ihtiyaç mı, yoksa mevcut siyasal yapıya uyumlu yeni bir dini kurgu yaratma arzusu mu var?

Bu sorular açıkta. Ama şurası kesin: Türkiye’de dinin yalnızca bir inanç değil, aynı zamanda bir kültürel, sosyolojik ve politik mühendislik alanı haline geldiğini göz ardı etmek mümkün değil.

İsmail Cem Özkan

27 Haziran 2025 Cuma

Çürüyen Toprak, Betonlaşan Vicdan: Bir Ülkenin Sessiz Çöküşü

Çürüyen Toprak, Betonlaşan Vicdan: Bir Ülkenin Sessiz Çöküşü

Unuttuğumuz Bir Şey Var

Her sabah gözümüzü açtığımız bu topraklarda, kim olduğumuzu biraz daha unutuyoruz. Toprakla bağımız koptu, vicdanımız betonlaştı. Gıdadan eğitime, sağlıktan ölüme kadar her şey bir ticarete dönüştü. Yaşamak, bir maliyet hesabına indirgendi; ölmek ise bir sektör haline geldi.

Tarımda Kimyasal Zehirlenme: Toprağın Sessiz Çığlığı

Bir zamanlar bereket fışkıran topraklarımız, şimdi kimyasallarla yıkanıyor. Yetişen her şeyin üstüne kontrolsüzce tarım ilacı dökülüyor, doğal gübreler ya unutuldu ya da o gübreleri üretecek canlılar bile kalmadı. Sonuç? Yediğimiz her lokma vücudumuza sinsice yayılan birer zehir.

Bu kimyasallar yalnızca midemizi değil, geleceğimizi de zehirliyor. Kanser vakalarının artışı, Alzheimer’ın sıradanlaşması, doğum bozukluklarının normalleşmesi bir rastlantı mı? Hayır. Bunlar toprağın intikamı.

Bunlar yetmezmiş gibi, dünyanın çöpü buraya taşınıyor. Bir kısmı havaya karışıyor, geri kalanı toprağa atılıyor. İlçelerin çöplerinin nereye döküldüğünü gördünüz mü hiç? Derelerin, suyollarının kıyılarına... Nükleer atıklar bile burada! Radyasyonsuz bir tek nokta kaldı mı bu ülkede?

Hastalıklar Ülkesi: Sağlık Sistemi mi, Sağlık Endüstrisi mi?

Sağlık, artık sadece bir hak değil; pahalı bir hizmet. Olmayan hastalıkların “tedavisi” bizde icat edilir. Check-up paketleriyle sağlıklı bireyler hasta ilan edilir. Gereksiz ilaçlar, yanlış tanılar, aceleyle yapılan ameliyatlar... Bütün bunlar sağlığı korumak için değil, sisteme para akıtmak içindir.

Hasta, müşteri haline gelir. Muhtaç, çaresiz birine dönüştürülür. Çünkü çaresiz insan, sistemin en verimli kaynağıdır. Elindeki tüm birikimi vermeye hazırdır. Bu sistem, sağlığı değil bağımlılığı büyütür.

Ölümün Ticareti: Bir Mezarlık Ekonomisi

Ölüm bile bir sektör haline geldi. Organ ticareti, en karanlık ticaret zincirlerinden biri haline geldi. Büyük şehirlerde mezarlıklarda yerler satılıyor; mezar yaptırmak bile başlı başına bir ekonomik sömürüye dönüştü. Tabutu, mermeri, mezar taşı—hepsi birbirine benziyor. Yaşarken birbirinden farklı olanlar, ölünce aynı kalıba sokuluyor. Hangi şehre, hangi mezarlığa giderseniz gidin hepsi tek kalıptan çıkma olduğunu görürsünüz.

Ölüm bir acı değil, artık bir alışveriş süreci. Ve bu süreçten her zaman birileri kâr ediyor.

Beton Şehirler, Yanan Ormanlar: Doğayla Savaş Halindeyiz

Şehirler griye büründü. Ağaçların yerine AVM’ler, parkların yerine otoparklar yapıldı. Nefes almak bile lüks hale geldi. Ormanlar ise kaderine terk edildi; yaz geldiğinde “bir şekilde” yanmaya başlıyorlar. Her yangın, yeni bir rant alanına kapı aralıyor.

Toprak yanıyor, su kirleniyor, hava solunamaz hale geliyor.

Bu bir doğa sorunu değil; bu bir insan sorunu. Çünkü doğa kendini korur, ama biz onu yok etmeye yemin etmiş gibiyiz. Yanan ormanın arkasından bile gözyaşı dökemez hale geldik.

Müşterileşen İnsan: Kimlik Var, Yaşayan Yok

Eğitimde öğrenci bir müşteri. Diploması, “al-ver” sisteminin ürünü. Sağlıkta hasta da müşteri, mezarlıkta ölü bile bir ticari unsur. Peki ya insan? O artık sadece bir kimlik numarası. Var ama yok. Yaşıyor ama hissiz. Ne kendine çare olabiliyor, ne başkasına insan.

Aziz Nesin, yıllar önce romanını yazmıştı: Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz. Hepimiz yaşar olduk, kanıtımız kimlik numaramız!

Bu topraklarda doğan her birey, yaşar yaşamaz konumda. Sadece var olmakla yetinmek zorunda kalan bir nesil yetişiyor. Çaresizliğin, suskunluğun, unutulmuşluğun gölgesinde...

Çürümeye Razı mıyız?

Biz kendi kendimizi çürütüyoruz. Çürümüş bir sistemden bahsediyoruz; ama farkında olmadan, onun bir parçası haline geldik. Her açıdan çürüyoruz, ama çürüyeneler düşünemez, kaderine razı olur.

Toprak çürüdü, sistem çöktü, vicdan sustu. Fakat her çöküş bir yeniden doğuşa da gebe olabilir. Yeter ki fark edelim: Bu düzen, değiştirilebilir. Bu çürümüş yapı, iyileştirilebilir. Ama önce çürümeyi kabul etmeli, sonra ondan kurtulmak için çabalamalıyız.

Unutma: Sessizlik onaydır. Görmezden gelmek suç ortaklığıdır. Bu yazı, bir başkaldırı değil; bir hatırlatma. Hâlâ insan olabilme ihtimalini hatırlatma...

İsmail Cem Özkan

24 Haziran 2025 Salı

12 Öfkeli Adam, Hukuk mu Yargılıyor, Tarih mi?

12 Öfkeli Adam, Hukuk mu Yargılıyor, Tarih mi?

1970’li yıllar... Muhtıra verilmiş, hükümet düşürülmüş; ülkede siyasi kriz derinleşmişti. Sol hareketlere karşı sürek avı başlatılmış, cezaevlerinden kaçanlar, sokak çatışmaları, bildiriler ve siyasi operasyonlar ülkeyi kasıp kavuruyordu.
Kayseri civarında yakalanan devrimciler ve onları kurtarmaya çalışan yoldaşları Kızıldere’de öldürüldü. Bu süreçte davalar birbiri ardına açıldı, idamlar konuşulmaya başlandı.


Sıkıyönetim ilan edildi. Atanmış hâkimler, hukuki temeli olmayan, tamamen siyasi iradenin taleplerine göre şekillendirilmiş suçlamalarla kararlar vermeye başladı. Dönemin “anarşist” olarak yaftalanan gençleri hakkında ardı ardına davalar açıldı.
Ama asılan sadece insanlar değildi — hukukun kendisiydi!
Her olağanüstü dönemde önce hukuk boğulur, sonra insanlar darağacına gönderilir.

Meşru olmayan kararlar, meclis eliyle meşrulaştırılıyor; seçilmiş milletvekillerine önceden hazırlanmış kararlar sadece onaylatılıyordu. Meclis vardı, ama bu görünürlük yalnızca dış dünyaya karşı bir meşruiyet algısı yaratmak içindi.

Bu tarihsel bağlamda sahnelenen “12 Öfkeli Adam”, dönemin karanlık yüzüne ışık tutan, belgelere dayanan, politik ve vicdani bir yüzleşme metni olarak dikkat çekiyor. Oyun, üç devrimcinin idamını onaylamak üzere oluşturulan meclis komisyonunu merkezine alıyor. Gerçek meclis tutanaklarından alınan diyaloglar, yıllar sonra sahnede canlandırılıyor.

Sahne sade ama çarpıcı: Salonun ortasında bir masa; masada oturan bir vekil…
Bu vekil, dönemin gazete haberlerini yüksek sesle okuyarak seyirciye dönemin atmosferini adım adım yaşatıyor. Seçilen haberler bilinçli olarak kurgulanmış; seyircinin çoğunlukla haberdar olmadığı olaylar, sesli anlatımlarla aktarılıyor. Yorumlarda şaşkınlık, öfke ve “Bu kadar da olamaz!” türünden tepkiler yankılanıyor salonda.

Yıllar boyunca Denizler hakkında yazılmış yüzlerce anı kitabı, destansı anlatımlar, kişisel tanıklıklar okuduk. Ancak bu oyun, kişisel yorumlardan çok somut belgelere, özellikle meclis tutanaklarına dayanmasıyla farklılaşıyor. İki sağcı ve iki sol/sosyal demokrat vekilin, bu üç gencin idam sürecine dair mecliste yaptığı konuşmalar, sahnede yeniden hayat buluyor.

Oyunun en güçlü yönlerinden biri, olaylara farklı bakış açıları sunması. Aynı olay, oturduğun yerden, sahip olduğun dünya görüşünden bakıldığında bambaşka bir anlam kazanıyor. Bu durum, sadece siyasal değil, aynı zamanda vicdani bir yüzleşmeyi de gündeme getiriyor. Meclisteki tartışmalar arasında sert gerilimler yaşanıyor; ama seyirciye düşen görev yalnızca izlemek değil, taraf olmaktır. Çünkü burada sadece vekiller değil, seyircinin de vicdanı yargılanıyor.

Oyun boyunca seyirci, kimi zaman sahnedeki görüşe alkışlarla katılıyor, kimi zaman ise sessizliğe bürünüyor. Oyun sonunda oyuncularla seyirciler arasında yapılan söyleşi, bu etkileşimi daha da derinleştiriyor. Sahnede yaşanan yalnızca bir dönem anlatısı değil; aynı zamanda bugüne de uzanan, “hukuk, vicdan, adalet ve hafıza” ekseninde bir sorgulama.

Bir anlamda seyirci bu oyunun içindedir; ama asıl yargıç, tarihin kendisidir.

Oyunculuk Performansı ve Sahne Etkisi

Oyuncuların performanslarını değerlendirecek olursak, her biri son derece başarılı. Seslerini, mimiklerini ve beden dillerini öylesine etkili kullanıyorlar ki, seyirci olarak kendimizi adeta sahnenin ortasında yaşanan tartışmanın tarafı gibi hissediyoruz.

Her oyuncunun, oyun kurgusu içerisinde sesini yükseltmesi, karakterini yorumlaması, mantık süzgecinden geçirilmiş replikleri canlandırması ve üstlendiği rolün gerekliliklerini yerine getirmesi sahneye güçlü bir dinamizm kazandırıyor. Zaman zaman ayakta verilen tepkiler, yükselen gerilimle birlikte sese ve vücut diline yansıyor; bu da doğrudan seyirciye ulaşıyor.

Ani ses yükselmeleri, parlamalar yerinde kullanılmış; verilen sessizlikler ise oyunun atmosferini güçlendirmek açısından son derece etkili. Bu sessizlik anları, tartışan karakterlerin vicdan muhasebesi yaptığı anlara dönüşüyor ve izleyiciye düşünme fırsatı sunuyor.

Bilge, yatıştırıcı bir ses tonuyla konuşan karakter ise çatışmayı körüklemek yerine, müzakere görüntüsü altında yaşanan görünmez bir gerilimin parçası hâline getiriyor seyirciyi. Böylece izleyici yalnızca olan biteni izleyen değil, içsel bir taraf hâline de geliyor.

Mehmet Esatoğlu, Hamit Demir, Bertan Dirikolu ve Engin Alpateş… Her biri sahnede birbirini tamamlıyor. Bireyselmiş gibi görünen itirazlar aslında tek tek bireylerin değil, kamusal vicdanın sesi hâlinde karşımıza çıkıyor. Oyunun atmosferi, bu dört oyuncunun uyumuyla derinleşiyor. Sahnedeki masaya taşınan tartışmalar yalnızca geçmişin değil, bugünün de izdüşümünü içinde barındırıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihsel ve siyasal çatışmalar kadar, resmi tarihin çizdiği sınırlar içinde sürdürülen ideolojik müzakerelerin günümüze yansıyan hali de oyunda güçlü biçimde hissediliyor.

Teşekkür:
Bu oyunu izleme ve üzerine düşünerek yazma fırsatını bana sunan tüm yaratıcı ekibe ve sahne arkasında emeği geçen herkese teşekkür ederim.

Geçmişle yüzleşmeden bugünü anlamak mümkün değil. “12 Öfkeli Adam”, bu yüzleşmenin sahnede ete kemiğe bürünmüş hâlidir.

İsmail Cem Özkan

 

Araştıran / Yazan / Yöneten: Murat Karahüseyinoğlu

Oynayanlar: Mehmet Esatoğlu, Hamit Demir, Bertan Dirikolu, Engin Alpateş

Müzik: Mahur Beste (Söz: Attila İlhan / Beste: Ahmet Kaya)

Çizer: Tolgay Palaska

Afiş ve Sahne Tasarımı: Murat Karahüseyinoğlu

Not: İdam görüşmeleri 10 Mart 1972’de başlamıştır. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamına karar veren askeri mahkeme, “müessese olarak bunlar üzerinde hüküm vermeyi kamu vicdanına, tarihe ve TBMM’nin takdir ve yetkisine bırakmayı uygun görerek” konuyu meclise havale etmiştir.
İdam kararları 5 Mayıs 1972 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanmış, infazlar 6 Mayıs sabahı gerçekleştirilmiştir.

 

12 Günlük Savaş: Gerçek Hedef Neydi?

12 Günlük Savaş: Gerçek Hedef Neydi?

“12 Günlük Savaş” ya da karşılıklı füze saldırılarıyla süren çatışma sona erdi. Peki, bu 12 gün boyunca gerçekten ne elde edildi?

Ortadoğu bir kez daha füze sesleriyle yankılandı. İran ve İsrail arasında başlayan gerilim, 12 gün süren karşılıklı saldırılarla sınırlı kaldı. Ancak bu kısa süreli çatışma, bölgede yalnızca askeri değil, ideolojik ve siyasi anlamda da derin fay hatlarını açığa çıkardı.

Solun İran İmtihanı

Çatışma sürecinde özellikle Türkiye’deki bazı sol çevrelerin İran rejimine yönelik tutumu dikkat çekiciydi. İran’ın otoriter, teokratik ve halkına baskı uygulayan yapısı görmezden gelinirken, “anti-emperyalist” duruş gerekçe gösterilerek adeta koşulsuz destek verildi. Oysa rejimin kendi halkına uyguladığı şiddet, kadın hakları ve temel özgürlükler konusundaki sicili ortada. Sonuç olarak sol, kendi celladına hayran, onu savunan zavallı bir figüre dönüştü; adeta analiz yazılarıyla kasabının bıçağını öptü...

Bu noktada sorulması gereken soru şu: Halkların özgürlük taleplerini göz ardı ederek salt jeopolitik karşıtlıklar üzerinden pozisyon almak, sol adına ne kadar tutarlı?

Kazananlar ve Kaybedenler

12 günün sonunda rejim değişmedi; çünkü kullanılan araçlar zaten var olan paradigmanın dışına çıkmıyordu. Mevcut düzen ve düşman rolleri yerli yerinde durdu, sınırlar değişmedi. Ancak İran, askeri ve ekonomik olarak büyük bir yükün altına girdi. Sahada operasyon yapan paramiliter güçlerin başarısızlığı, hem caydırıcılık söylemini hem de iç kamuoyundaki güveni zedeledi. Sonuçta İran ve müttefikleri olan cihatçı grupların kime saldıramayacaklarını daha iyi bilir hale geldi. Onlar da boylarının ölçüsünü alırken ceplerinden milyarlarca dolar çıktı. Her atılan füze milyarlarca paranın İran halkının kursağından alınıp havaya savrulması anlamına geliyordu. ABD ve İsrail attıkları füzelerin parasını İran’dan anlaşmalar ile mutlaka alacaktır!

Diğer yandan, İsrail operasyonel hedeflerine büyük ölçüde ulaştı. ABD'nin bölgedeki müttefikleri ise sessiz ama etkili biçimde sürece dahil oldu. Bazı Arap / Müslüman ülkelerinin kamuoyuna İsrail karşıtı açıklamalar yaparken, perde arkasında istihbarat ve lojistik iş birliğine gitmesi, bölgesel denklemlerdeki ikiyüzlülüğü bir kez daha gösterdi.

Anayasada “İsrail” Tartışması Gündemde mi?

Ateşkesin ardından İran üzerindeki diplomatik baskının artması bekleniyor. Özellikle anayasa metninde yer alan ve İsrail’in yok edilmesini öngören ifadelerin uluslararası alanda daha yoğun şekilde sorgulanması şaşırtıcı olmayacaktır. Böyle bir değişiklik, rejimin ideolojik omurgasında ciddi bir kırılma yaratabilir.

Rejim Mi, Halk Mı?

Savaş, İran’da liderliğin önceliklerini de yeniden gündeme taşıdı. Ali Hamaney’in rejimin bekası için her türlü tavizi vermeye hazır olduğu iddiaları, ülke içindeki muhalif çevrelerde öfkeye yol açtı. Rejim güvenliği uğruna halkın yaşam kalitesinden feragat edilmesi, İranlıların geleceğe dair umutlarını daha da törpüleyebilir.

Bu süreçte liderlerin hayatlarının, halklarının hayatından daha değerli olduğu da ortaya çıktı. Hamaney, kendi yaşamını korumak uğruna her türlü talebi kabul etti. Yeter ki rejim ayakta kalsın!

Domino Etkisi Engellendi

Uluslararası aktörlerin süreci sınırlı tutma çabası da dikkat çekiciydi. İran'daki olası bir rejim çöküşünün Pakistan, Afganistan ve Bangladeş gibi din birliği temelli ülkelerin ve Hindistan gibi çok uluslu ve din temelli devletlerde benzer çözülmelere yol açabileceği ulus-devlete dönüşmesini beraberinde getirebilirdi. Bu olasılık, küresel güçleri kontrollü müdahaleye yöneltti.

Silahlar ve Pazarlar: Ekonomik Ayak

Savaşın bir başka boyutu da silah endüstrisiydi. ABD, bu süreçte yeni nesil savunma sistemlerini test etti ve artık müttefiklerine pazarlama sürecine hazır. Bu durum, barışın değil, savaşın ekonomik getirisini önceleyen bir küresel düzenin sürdüğünü bir kez daha kanıtladı.

İran'da Yol Ayrımı

İran iç siyasetinde ise yeni bir eşik kapıda. Rejim, azınlıklar ve muhalifler karşısında ya demokratikleşme yönünde adım atacak ya da baskı mekanizmalarını daha da sertleştirecek. Her iki ihtimal de ülke içindeki kutuplaşmayı derinleştirme potansiyeli taşıyor.

Sonuç yerine bir soru:

12 gün süren bir savaş, yalnızca silahların değil, ideolojik tutumların, siyasi safların ve toplumsal reflekslerin de test edildiği bir dönemdi. Şimdi sorulması gereken şu: Savaş gerçekten bitti mi, yoksa yeni bir oyunun sadece fragmanını mı izledik?

İsmail Cem Özkan


22 Haziran 2025 Pazar

Burjuvaziye Akıl Veren Yorumcu Sendromu

Burjuvaziye Akıl Veren Yorumcu Sendromu

TV yorumcularının moda akımı, son günlerde Trump’a — daha doğrusu siyasi liderlere ve burjuvalara — akıl verme yarışına dönmüş durumda. Şaka gibi! Adam Amerikan başkanı olmuş; o, kanalizasyonda kullanılan boru değil ki!

Dünyanın en güçlü ekonomilerinden birinin tepesine çıkmış birinden bahsediyoruz. Sadece siyasi değil, ekonomik anlamda da devasa bir güce sahip. Her ülkede yatırımı var; otelleri, gayrimenkulleri, milyar dolarlık anlaşmaları var…

Yorumcunun üzerinde giyecek doğru düzgün kıyafeti yok; olan da büyük ihtimalle Trump gibilerinin ürettiği markaların ürünü. Sonra çıkıyor ve ekran karşısında “Trump şöyle yapmalı, böyle yapmalı.” diye akıl veriyor. Dümdüz komedi bu! Kapitaliste hayat dersi vermek... Bu ne özgüven arkadaş?

Trump, askeri eğitim almış, stratejiyle yetişmiş biri. Oteller kurmuş, dünyanın en değerli arazilerini toplamış, Amerika gibi bir ülkenin başkanlık koltuğuna ikinci kez oturmuş. Bizimki ne yapıyor? Kanalın kahve köşesinde “Ben olsam şöyle yapardım.” diyor. Ya kardeşim, sen değilsin işte! Ve bu gidişle hiç olamayacaksın da.

Elinde hiçbir başarı hikâyesi olmayanların “her şeyi bildiği” bu yeniçağda, özgüven ders olarak okutulmalı. Hele o klasik söylem yok mu: “Tüm Amerikalılar aptal, bir biz zekiyiz.” İyi de, madem bu kadar zekisin, neden sen üretmedin o teknolojiyi? Neden senin aklından bir marka, bir buluş çıkmadı? Hâlâ içinde bulunduğun ülke, gelişmekte olan ülke kategorisinde. Amerika’dan habersiz, izinsiz adım atamıyorsun!

Sonra işin içine bir de “her şeyi tek kitapla açıklayan” tipler karışıyor. Bilim insanı yıllarını veriyor, keşif yapıyor; adam çıkıyor diyor ki: “Zaten kutsal kitapta vardı.” Vardıysa, neden sen bulmadın? O kitap yeryüzüne ineli yüzyıllar olmuş; hâlâ bir ampul bile icat edememişsin ama ekran karşısında ahkâm kesiyorsun. Kitabı sürekli okuyorsun ama okumaktan başka hiçbir şey yapmıyorsun.

Aslında başka açıdan yapıyorsun: Kitabı referans gösterip işlenen katliamların, cinayetlerin temelini oluşturuyorsun; o suçları meşrulaştırıyorsun! Yaşamı değil, ölümü yücelterek insanlık ileriye gidebilir mi?

Kullandığın ekranı, kamerayı, mikrofonu, yayını emperyalistlerin teknolojisiyle alıp “onlara karşı” konuşuyorsun. Ne tuhaf çelişki değil mi? “Hepsi kitapta var.” diyerek o teknolojiyi meşrulaştırıyorsun ama o teknolojiye en ufak katkın yok!

Sarık takıp, şalvar giyip kadını siyah çarşafa hapset; zihin hâlâ Orta Çağ’da. Ama lüks arabaya bin, beş yıldızlı otelde kal, son model telefondan paylaşım yap. Modernliğin sadece konfor kısmı sende. Bilim yok, üretim yok. Ne varsa ölüm, kin, şiddet, nefret var. Kadına şiddet sende, rüşvet sende, kelle kesmek sende. Ama “Biz haklıyız.” diyorsun.

Sonra ne oluyor, biliyor musun?

Bu zihniyetten etkilenmiş ama kravatını takmış, modern kıyafetler giymiş bir yorumcu daha çıkıyor. Kendini entelektüel zannediyor. Oturmuş, Trump’a akıl veriyor. “Trump aslında şöyle yapmalıydı...” diyor. Sanki sabah birlikte kahvaltı etmişler!

Ama üretmek yok, araştırmak yok, öğrenmek yok. Eleştirmek bol, küçümsemek daha bol. Konuşmak zaten sınırsız. Her konuda bir fikir var ama arkasında tek bir katkı yok.

Trump’a akıl vermek mi? O her zaman var!

Sonuçta Trump bu yorumcuların yorumunu hiçbir zaman duymayacak. Yorumcular Trump’ın duyacağını bilmiş olsa acaba o yorumları yapabilir mi, çünkü Amerikan vizesi alımında bu yorumlar öne çıkma tehlikesi ya da resen hakkında açılan bir davanın öznesi olma durumu yok!

Özneleri değiştirin, yorumcular hep benzer davranış içinde rahatlıkla konu olan kimse ona akıl vermeye devam ediyor…

Yorumcular konuştukları kanaldan alacakları yevmiyeyi düşünüyor olabilir ama yorumcuların sahip olduğu her hangi ticari başarı belgesi bile yok, olsa ekran başına çıkıp konuşmak yerine ticari kaygılarını ortadan kaldırmak için uğraş veriyor olabilirdi! Üniversitelerden alınmış diplomalar ile işin uzmanı olduğunu ilan eden ama küresel olarak ciddiye alınmayan diplomaları sayesinde ekranlara çıkıp konuşuyorlar…

Yazıya konu olanlar profesyonel yorumculardır, ekranların vaz geçemediği profesyoneller… Profesyonel tanımı olarak işverenin ihtiyacına uygun olarak para karşılığında üretim yapan, tez geliştiren ya da proje yürütendir.

İsmail Cem Özkan

İspanya’dan İran’a Uzanan Tarihsel Kırılma

İspanya’dan İran’a Uzanan Tarihsel Kırılma

İkinci Dünya Savaşı öncesinde İspanya, savaşın genel bir provasıdır. İç savaş başlamış; dünyanın tüm devletleri oraya askerini, teknolojisini göndermiş; sol ve anarşist birliklere karşı savaşmış, son silahlarını onların üzerinde kullanarak bir genel prova yapmıştır.

İspanya İç Savaşı’nda Stalin, solcuları ve anarşistleri Hitler ile yaptığı anlaşma doğrultusunda satarak, lojistik desteğini çekmiş; böylece yenilginin ortamını hazırlamış ve 30 yıl sürecek bir diktatörlüğün kuruluşunu ilan etmiş oldu.

İspanya, faşizme karşı direnişin, destanın yazıldığı yerdir. Ama aynı zamanda ihanetin, arkadan bıçaklanmanın da tarihidir.

İran-İsrail savaşı, Üçüncü Dünya Savaşı'nın genel provası olarak ortaya çıkmıştır. Tıpkı İspanya gibi bir ülke seçilmiştir. Din birliği ile oluşturulmuş bir devlette, ulusların durumu; yani tarihsel olarak parçalanmanın yaşandığı bir yerde, uluslaşma ve ayrılığın yerini bir diktatörlük doldurmuş; din, iç savaş sonrası yapıştırıcı bir unsur olarak korunmuştur.

Bugün dahi İspanya, din birliği ve krallık bayrağı altında tek bir devlet gibi görünse de; aslında içte üç ayrı devletten oluşmaktadır.

İran’da ise dinî iktidarın gideceği artık kesindir. Peki, yerini nasıl bir diktatörlük alacak? Sonuçta ABD ve İsrail, İran üzerinde travmatik bir etki yaratmış ve bu etki, orada yaşayan halkların zihninin arka fonuna sessizce yerleştirilmiştir.

Bu savaş, sonuçta ABD ve emperyalist devletlerin onayı ile kurulmuş olan İslam Devleti’nin; yani “yeşil kuşak” politikasının artık tarihe gömüldüğünün ilanıdır. Çünkü yeşil kuşak politikasının tek amacı; solun, yani işçi sınıfı devletlerinin Ortadoğu coğrafyasında iktidara gelişini engellemek ve sol örgütleri yok etmektir.

Kısaca: emperyalist ve kapitalist sistem için tehlikeli olan her şeyi yok edip, sistemle asla sorunu olmayacak dini yerleştirmek; din savaşlarını görünür kılarak Batı’da oluşmuş göreceli demokrasilerin yerini neo-faşistlerin iktidara getirilmesiyle doldurmak ve böylece küreselleşmenin tamamlanmasını sağlamaktır.

Ancak küreselleşme, ulus-devletin güçlü olduğu coğrafyalarda tam olarak kurumsallaşamaz. Çünkü yerel şirketler, küresel şirketlerin çıkarlarına çomak sokmaya devam eder. Küreselleşme, yerel şirketlerin küresel şirketler içinde erimesidir. Yerel şirketler, ulus-devleti güçlendirir ve onun koruyucusudur. Çünkü yerel şirketi yaratan da yine ulus-devlettir.

Ortadoğu’da yeşil kuşak politikasının yerini “Büyük Ortadoğu Stratejisi” ve onun pratik ayağı olan “Arap Baharı” almıştır. Bu, küresel şirketlerin ihtiyaç duyduğu enerji topraklarını ele geçirmek için devreye sokulmuştur. Çünkü enerji olmadan şirketlerin üretim yapma ve küresel düzeyde verimli olma ihtimali yoktur.

Şirketler her ürününü, parası olana göre biçimlendirmekte; her sınıfın tüketeceği ürün, o sınıfın kullandığı mağazalarda yerini almaktadır. Ülkemizde “üç harfli” mağazalar, işçi sınıfı ve yoksul halkın mağazalarıdır. O mağazalarda onların parasına uygun ürünler bulunurken, AVM’lerdeki markaların benzer ürünleri, daha kaliteli ve daha gösterişli hâliyle yer almaktadır.

Sınıflar artık daha görünür hâle gelirken; geçişin zorlaştığı, özenilen bir hayat ise işçi sınıfının çocuklarına dayatılmakta ve onları, emekten uzak, sanal bir gerçeklik içine çekmektedir. Bu hayat, yalnızca aileden alınan para ile ya da satılan uyuşturucudan elde edilen kazançla yaşanabilir bir hâle getirilmiştir.

Sonuçta, var olan tüm örgütsel yapılar dağıtılmış ve yeniden biçimlenmektedir. İşçi sınıfı, yeni duruma göre örgütsel yapısını zaman içinde oluşturacaktır. Ancak bugün için var olan birçok yapı; sadece protesto eden, küçük ekonomik damlalarla zafer ilan eden, fakat siyasi sonuç üretemeyen yapılara dönüşmüştür.

Küreselleşme yalnızca ulus-devleti değil; yerel olan tüm örgütlerin de altını boşaltmaktadır.

Emperyalizm, yeni savaş stratejisine uygun olarak İran gibi dinci-emperyalist devletleri ortadan kaldırmaktadır. Bu, sömürgeci İspanya’nın sonlandırılması gibidir.

Peki bu yeni dünya düzeni, Üçüncü Dünya Savaşı’nın fiilen başlamasını daha da yakına mı çekmiştir?

Çünkü İran-İsrail savaşı, artık tarafları ve blokları daha görünür kılmıştır.

İsmail Cem Özkan

21 Haziran 2025 Cumartesi

Sivrisinek Boyutunda İHA'lar ile Savaş

Sivrisinek Boyutunda İHA'lar ile Savaş

“Çin'de Sivrisinek Boyutunda Keşif ve Muharebe İHA'sı Geliştirildi

Çin'de sivrisinek boyutunda keşif ve muharebe İHA'sı geliştirildiği bildirildi. Söz konusu İHA'nın çubuk şeklinde, yaprak benzeri bir yapıya sahip iki minik kanadı olduğu aktarıldı.”*

Mikro İHA’lar: Gelecek Değil, Bugün

Bu haber, Çin'in İHA teknolojisinde ulaştığı seviyeyi gözler önüne seriyor. Ancak unutulmamalı ki, Usame Bin Ladin’in öldürülmesi sırasında ABD, arı boyutunda İHA’lar kullandığını açıklamıştı. Sonrasında Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülke, bu tür mikro İHA’ları üretmeye başladı ve çeşitli operasyonlarda aktif biçimde kullanıyor.

Bu kadar küçük boyuttaki araçların içine ses kaydı, kamera, uydu bağlantısı sağlayabilen antenler ve dijital yayınları algılayıp yönlendiren parçalar yerleştirilebiliyor. Yani bu cihazlar yalnızca birer hava aracı değil; aynı zamanda gelişmiş birer istihbarat aracıdır.

Nokta Atışı Teknolojilerde Görünmeyen Rol

Son zamanlarda İsrail’in gerçekleştirdiği “nokta atışı” füze saldırıları, kamuoyunu şaşkına çevirdi. Apartmandaki yalnızca bir kat vuruluyor; alt, üst veya yan daireler neredeyse hiç zarar görmüyor. Bu saldırıların “dönen kılıç” teknolojisiyle gerçekleştirildiği açıklandı: Duvar delindikten sonra içeriye yayılan bıçak benzeri sistemlerle hedef imha ediliyor.

Füzelerin yönlendirilmesinin İsrail’deki merkezlerden yapıldığı tahmin ediliyor. Ancak bu kadar hassas atışlarda mikro İHA’ların rolü nedense hiç gündeme gelmiyor. Oysa hedefin bulunduğu dairenin tespiti, dışarıdan değil; içeriden alınan görüntü, ses ya da elektromanyetik dalga verileriyle mümkündür. Hedefin hangi odada, hangi saatte bulunduğu gibi ayrıntılar, yalnızca içeride bulunan bir istihbarat kaynağıyla veya sızdırılmış bir cihazla elde edilebilir.

Böcek Boyutunda Cihazlarla Gözetleme

Böceklerin istihbarat ve silah olarak kullanılması yeni bir teknoloji değil. Ancak bu alandaki gelişmeler genellikle kamuoyunun dikkatinden kaçıyor. Biyolojik silahların yanında, böceklerin boyutlarında geliştirilen yapay İHA’lar da artık görev başında. Doğa belgesellerinde bu tür “böcek kameraların” daha büyük ve ilkel versiyonlarını izliyoruz. Gerçekte ise doğadaki canlılar gibi görünen bu cihazlar, hayatın doğal akışı içinde görüntü ve veri topluyor.

Sonuçta insan da bu canlılardan çok farklı değil. Üstelik en az dikkat çeken cihazlar; arı, sivrisinek, karasinek ya da hamam böceği boyutundaki araçlardır. Bu tür cihazlar her yere kolaylıkla sızabilir ve çoğu zaman öldürücü kimyasallardan bile etkilenmeden görevlerine devam eder.

Sabit bir noktaya yerleştirilmiş mikro bir İHA’yı etkisiz hâle getirmek, yalnızca gelişmiş anti-İHA teknolojileriyle mümkündür. Fakat bu da kolay değildir. Çünkü bu cihazlar izlendiklerini fark ettikleri anda iletişimi keserek kendilerini “uyku moduna” alabilirler. Bu tür “uyutma” teknikleri, özellikle uzay çalışmalarında ve askeri operasyonlarda yaygın olarak kullanılır.

Savaş Teknolojisi: Görünmeyen Güç Dengesi

Mikro İHA teknolojisi, savaşın ve istihbaratın geleceğini değil, bugününü temsil ediyor. Artık savaş, yalnızca tanklarla, uçaklarla ya da büyük insansız araçlarla değil; sivrisinek boyutundaki cihazlarla yürütülüyor.

Savaş, sadece cephede değil; iletişimde, yazılımda ve pazarlama stratejilerinde de yürütülüyor. Her ülke, geliştirdiği silahları “dost ve kardeş” ülkelere pazarlamak için çabalarken, bu araçlara genellikle müdahale edilebilecek bir arka kapı bırakıyor.

Teknolojiyi geliştiren ve bu alanda öncü olanlar, her zaman “dost ve kardeş” ülkelerin önünde, kendilerine bağımlı bir ilişki kurar. Çünkü:

Ülkelerin ve şirketlerin dostları ya da kardeşleri yoktur; sadece ticari partnerleri ve müşterileri vardır.

İsmail Cem Özkan

 

https://anlatilaninotesi.com.tr/20250620/cinde-sivrisinek-boyutunda-kesif-ve-muharebe-ihasi-gelistirildi-1097208374.html

 

13 Haziran 2025 Cuma

Filler Savaşırken Ezilenler

Filler Savaşırken Ezilenler

Müslümanın Müslümanı vurması, tarih boyunca hep yaşandı; bugün olanlar da bu tarihsel zincirin bir halkası. Ne yazık ki, İslam dünyası hiçbir dönemde tam anlamıyla bir birlik içinde hareket edemedi. Dini kuran peygamberin vefatından sonra bile, rivayetlere göre cenaze namazı bile doğru dürüst kılınamamıştı; çünkü son nefesiyle birlikte iktidar mücadelesi başlamıştı. Bu rivayetlerin doğruluğunu tarihçilere bırakalım. Ancak gerçek şu ki, İslam tarihinin ilk yıllarından itibaren neredeyse tüm liderlerin ölümleri ya kuşkuludur ya da doğrudan en yakınları tarafından gerçekleştirilmiştir.

Halifelik kurumu inşa edilirken, Ehlibeyt soyunun sistematik biçimde dışlandığı, hatta yok edildiği tarihsel bir gerçektir. Kellelerin kesildiği, çocukların çölde susuz bırakıldığı o karanlık dönemlerin izleri, bugün hâlâ Şam’daki Mevlevî Camii’nde belgelenmiş şekilde durmaktadır.

Kuruluşta başlayan ayrılık, günümüzde de farklı biçimlerde sürmektedir.
İslam dünyasındaki bu parçalanma tarihi yalnızca geçmişte kalmadı; bugün de aynen devam ediyor.

İran Gerçekten Bir Ulus-Devlet mi?

İran bir ulus-devlet değildir. İçindeki etnik ve mezhepsel yapılar, merkezi otoriteyi her an sarsabilecek potansiyele sahiptir. Günün birinde bu yapı çöker ve içinden ulus-devletler çıkarsa —ki ben bunun daha sağlıklı olacağını düşünenlerdenim— bu durum, Pakistan, Afganistan ve Hindistan gibi ülkelerin de peş peşe dağılmasına neden olabilir. Belki de Ortadoğu için gerçek çözüm budur. Umarım gerçekleşir.

İslam dünyasında “cihatçı” bakış açısı her zaman var olmuştur. Ancak bu bakış genellikle kim güçlüyse onun arkasına dizilme eğilimi taşır. Din, doğuşundan itibaren kendi içine bir tür çöküş mekanizması da yerleştirmiştir. Bu yüzden İslam tarihi, bir anlamda güçlülerin kendi kendini yok ettiği bir tarih olmuştur. Genişleme bile çoğu zaman bu iç savaşlar üzerinden gerçekleşmiştir.

Dinin toplumlar üzerindeki hâkimiyeti sürdükçe, otokrat liderler, baskı, katliam ve zulüm de varlığını sürdürecektir. Çünkü dinin olduğu yerde, çoğu zaman sorgusuz itaati emreden bir otokratik iktidar yapısı da bulunur.

Biz Ne Yapıyoruz?

Bugün savaşanlar birbirlerini öldürüyor. Peki, biz ne yapıyoruz?

Tarihte zavallılar, mazlumlar, güçlüler arasında çaresizce ölümlerini beklemiştir. Katliamlar, soykırımlar hep bu güçler arasında kalanlara yapılmıştır. Mazlumlar savaş sırasında “kurtuluş için ne yapmalıyım?” sorusunu önlerine koyamazlar.

Tarih bize hep aynı şeyi anlatır; bir kez daha seslendirelim:
"Filler savaşırken, altında ezilen hep güçsüzler olur."

Mazlumun tek çığlığı vardır:
"Savaşı durdurun!"

Ama savaş durmaz. Çünkü savaşanlar, ölümden değil, kazançtan beslenir. Kan akmaya devam ederken, silah tüccarları kasalarını doldurur.

İsrail, İran’ı Neden Vurdu?

Son gelişmelerde İsrail, İran’ı vurdu. Ancak bu saldırının ardında yalnızca İsrail yok. İsrail, arkasına bazı Müslüman güçlerin desteğini almadan böyle bir hamleyi yapmazdı. Bu yüzden bu savaşı “Yahudilerin Müslümanları vurduğu” şeklinde yorumlamak eksik bir bakış açısı olur.

Bu savaş, doğrudan emperyalist çıkarların bir ürünüdür. İran ise uzun süredir mezhepçi bir yayılma politikası izliyor. “Şii Kuşağı” oluşturma çabası, onu İsrail’in başlıca hedeflerinden biri hâline getirdi. İsrail’e yönelik sert söylemler ve düşmanlık politikaları da bu sürecin doğal sonuçlarından biridir.

İran, tıpkı kuruluş sürecinde olduğu gibi bugün de Batı emperyalizminin bir ürünü olarak varlığını sürdürüyor. ABD ve İngiltere desteğiyle kurulan bu yapı, artık işlevini yitirmiş görünüyor. Onu kuran güçler, şimdi onu ortadan kaldırmaya hazırlanıyor. Çünkü emperyalizm, kurduğu yapıları zamanı geldiğinde parçalamaktan çekinmez. İçine yerleştirdiği “çöküş dinamiği” her zaman hazırdır.

Bugün olan biteni sadece bir İran-İsrail savaşı olarak görmek, yaşanan büyük oyunu küçümsemek olur. Asıl mesele, güçsüzlerin bu savaşın neresinde durduğu. Çimen olmak istemiyorsak, gözümüzü gökyüzündeki fillerle değil, toprağın üzerindeki gerçeklerle açmalıyız.

İsmail Cem Özkan

29 Mayıs 2025 Perşembe

Kürt Sorunu, Yüzleşme ve Gerçek Demokrasiye Giden Yol

Kürt Sorunu, Yüzleşme ve Gerçek Demokrasiye Giden Yol

Ülkemiz öyle kırılganlıklar üzerine kurulu ki; Kürt sorunu, Alevi meselesi gibi konular üzerinden bu hassas noktalar öylesine derin çatlaklar yaratabilir ki, hiçbir yapıştırıcıyla bir arada tutulamaz.

Siyasetin bir oyuncak gibi oynanması geçmişte kısa vadeli başarılar getirmiş olabilir, ancak içinde bulunduğumuz coğrafya ve zaman öyle bir dönüşüm geçirdi ki, en sağlam ve en güçlü görünenlerin bile kâğıttan kaplan gibi dağıldığına tanık olduk. Siyaset bazıları için bir güç alanı olabilir; fakat güç, çöl kumunda yürümeye benzer; tutunması zordur, zemini kaygandır.

Bugün geldiğimiz noktada, “Bir daha asla” diyebilmek için bir denklem kurmak zorundayız: Yüzleşme + Hakikat + Adalet + Barış.

Açılım mı, Zorunluluk mu?

Kürt sorununun çözümü konusunda hem devlet hem de Kürt tarafı hazırlıksız yakalanmış bir görüntü çiziyor. Popüler bir söylemle ifade edersek: “Dış güçlerin baskısıyla açılım yapılıyor.” İçsel bir ihtiyaçtan çok, dış etkenlerin baskısıyla atılan adımlar söz konusu gibi görünüyor.

Açılımımız da bize benziyor: dedikodu üzerine yapılan saflaşmalar!

Kapalı kapılar ardında sürdürülen görüşmeler hakkında elimizde somut veriler yok. Yalnızca kulaktan dolma bilgiler ve söylentiler dolaşıyor. Ancak şunu net olarak ifade etmek gerekir: Kürt meselesine dair her gerçek açılım, aslında bir yüzleşmedir.

Ve unutulmamalı: Geçmişle yüzleşilmeden açılım olmaz.

Savaş suçları, insan hakları ihlalleri, faili meçhul cinayetler, katliamlar… Hepsi tek tek gün yüzüne çıkmalı, hukuk önünde hesap verilmelidir. Açılım süreci, ancak bağımsız bir yargı sistemiyle anlam kazanabilir.

Yüzleşme Neden Zor?

Dünya örneklerine baktığımızda, yüzleşmeden çok geçmişin üzerine “sünger çekme” anlayışı benimseniyor. Genellikle iki taraf da, geçmişle hesaplaşmaktansa, genel af gibi yollarla sorunları örtmeyi tercih ediyor. Çünkü gerçek bir yüzleşme, her iki taraf için de tehdit olarak algılanabiliyor.

Eğer ortada bir savaş suçu varsa, bu tek taraflı değildir. Suç, ilişkiler yumağının karmaşıklığı içinde birçok etmeni barındırır.

Demokratikleşme Kaçınılmaz

Kürt sorununun çözümünün kaçınılmaz sonucu demokrasidir.

Demokrasi, otokrasinin ve otokrasiye zemin hazırlayan ortamın dağılmasıdır. Demokrasi, eşit hakların kabulüdür. Ancak eşitlik, farklılıkların olduğu gibi kabul edilmesiyle ve alışkanlıkların terk edilmesiyle sağlanabilir.

Peki, bugün her iki taraf da bu sözleri söylemeye ve gereğini yerine getirmeye hazır mı?

 “Kanlar akmasın, silahlar sussun” demek elbette güzel. Ancak bu güzel sözlerin altını dolduracak yasal düzenlemelerin yapılması da kaçınılmazdır. Bu, ulus-devlet anlayışından—yani her şeyin homojen olduğu bir ülke tasarımından—çok kültürlü bir ülke tasarımına geçiştir.

Çok kültürlü, çok dilli, çok dinli bir ülkeye hazır mı bu ülkenin insanları?

Alışkanlıkları Terk Etmek Kolay mı?

“Hadi yaptım, oldu” demekle bu işler yürümüyor. Çünkü bu dönüşüm; geçmişte “bölücü” olarak görülenlerin bugün kurucu unsurlar olarak tanınması anlamına geliyor. Bu da tüm söylemlerin, zihinsel kalıpların ve alışkanlıkların sarsılması demek.

Özellikle Orta Anadolu ve Batı’daki, kendisini ülkenin asli sahibi olarak gören geniş kesimlerin kendileriyle yüzleşmeleri ve yeni bir tarih anlayışını içselleştirmeleri için kaç kuşağa ihtiyaç var?

Bir yandan açılım söylemleri sürerken, öte yandan yasaları ciddiye almayan ve kendi ihtiyacına göre yorumlayan bir anlayışın bu alışkanlığından vazgeçme olasılığı nedir?

“Teslim olun, zamanla sorunlarınızı ben çözerim” anlayışıyla mı ilerleyeceğiz, yoksa gerçekten samimi ve dönüştürücü bir sürece mi gireceğiz?

Yeni Bir Evreye Geçme Zamanı

Tarafların artık kapalı kapılardan çıkıp, her şeyin açık, şeffaf ve topluma hesap veren şekilde yürütüldüğü bir sürece geçmeleri gerekiyor. Çünkü kapalı kapılar ardındaki her gelişme, toplumda sadece kuşku ve güvensizlik yaratıyor.

Bu yol, zorlu ama gerekli bir yol. Gerçek bir barış, hakikatle yüzleşmeden kurulamaz.

İsmail Cem Özkan

18 Mayıs 2025 Pazar

Bu yıl 60. yaş dönümüne merhaba diyeceğim.

Bu yıl 60. yaş dönümüne merhaba diyeceğim.

Babamın ve annemin memleketi olan Hacıbektaş’ta, babamın sonsuzluk yolculuğuna çıktığı noktada, onun fotoğrafının mermere işlenmiş ve yerine konmuş haliyle birlikte olacağım.

Hacıbektaş, yalnızca inancın değil, aynı zamanda direnişin ve devrimci ruhun mekânıdır. Ulaş Bardakçı, Gökhan Harmandalıoğlu ve Hürcan Gürses, Cemal Selmanpakoğlu gibi isimlerin hayalleri burada filizlenmiştir. Bu topraklar, halkların eşitliğini ve kardeşliğini esas alan düşüncenin yeşerdiği yer olmuştur.

Babam da devrimci gelenekten gelen bir öğretmendi. Devrimci öğretmen mücadelesinde yer aldı. Ankara Tuzluçayır İlkokulu’nda görev yaptı. Tuzluçayır Lisesi'nin kurşunlandığı dönemde, beline devrimci afişi sararak kurşunların altından geçip afişi asacağı noktaya kadar yürüyen inançlı bir devrimciydi.

Biz hep cephelerde yaşadık. Abidinpaşa’daki evimiz, bölünmüş bir ülkenin simgesi gibiydi. Penceremiz faşistlerin tarafına, kapımız devrimcilerin tarafına bakardı. Her gece silahlı çatışmaların yaşandığı o dönemlerde çıkmaz bir sokaktaydık. Gecekonduyla yol kapanır, aradan Saimekadın-Cebeci yoluna ulaşılırdı. Biz, karanlık zamanlarda aydınlığın nöbetçisiydik.

Hayatımız ve hayallerimiz devrim için atarken, gelen darbe süreci bıçak gibi kesti. Radyolardan çalınan marşlarla, ekranlardan yayılan mesajlarla daha karanlık günlere savrulduk. O dönemleri hep o mahallede, o sokakta yaşadık. İçimizden ne muhbir çıktı ne de itirafçı. Sokağımız sağlam durdu. Zamanla düzene ve yeni hayata uyum sağlamaktan başka çaremiz kalmadı. Ama o dönemin devrimcileri, hep devrimci kaldı. Farklı okullardan mezun olanlar, dünyanın dört bir yanına savrulsalar da köklerini unutmadılar.

Ne mutlu ki Aydık Sokak’ta yaşadık. Ne mutlu ki Demirlibahçe, Şafaktepe, Saimekadın ve Şehitlik’te o süreci deneyimledik. Babam Tuzluçayır’da işini yapardı, biz de mahallemizde. Kavganın zamanında, en güzel anılarımız sabaha kadar tutulan nöbetlerde, sabaha kadar yazılan kuşlamalarda (yeni nesil bilmez, ispirtolu kalemle küçük kağıda sloganlar yazılır ve en kalabalık alanlarda havaya atılırdı.), duvar yazılarında geçti. Duvar yazıları, o sokağın kimliğinin ifadesiydi. Bu nedenle her yapı, kendi hakim bölgesinde sloganlarla duvar gazetelerini oluştururdu.

Cepheleşmiş bir ülkede, hem faşistlerle hem de sol örgütler arası çatışmaların yoğunluğu içinde iç içe yaşadık. Meğer biz alan koruma (kurtarılmış bölge) için çatışırken, Amerika'da hazırlanmış "kaderimiz" olan yol çizgimizde askerler bize darbe ile vuracakları günleri hazırlıyorlar, gün sayıyorlarmış... Fatsa'daki Nokta Operasyonu meğer bize "nokta koyma" provasıymış.

Anti-faşist mücadele, yıllar sonra öğrendik ki devrimden çok uzak bir mücadeleymiş. Anti-kapitalist, anti-emperyalist mücadele ettiğimizi dergi başlıklarında okurduk, ama bu fikirleri hayata geçirecek atmosferi hiçbir zaman yakalayamadık. Faşistlerle kavga ederken gerçek anlamda örgüt olamadığımız için tarih bizi yargılayacaktı; yargıladı da. Ancak bu yargıyı açıkça kendimize bile itiraf edemedik. Ülkemiz tarihinde olduğu gibi, yüzleşmek yerine kıvırmayı ve başka olaylarla üzerini örtmeyi seçtik. Her şey yolundaymış gibi davranıp “zamanı gelince” bir araya gelmeyi umduk. Bugünkü dağınıklığımız, o günlerden atılan tohumların yeşermesinden ibarettir.

Sol kültürden geldik.

Solu özümsedik. En karanlık dönemlerde bile okuduk, kendimizi koruduk. Ne mutlu ki devrimci kültürü, bizden önce gidenlerin anılarını ve hayallerini yaşattık. Bayrağımızı bizden sonra gelenlere gönül rahatlığıyla devrettik. Zaman bizi daha da damıttı. Tarihi bilmenin, tarihe bakmanın devrimci bir duruş olduğunu öğrendik.

Kök olmadan hiçbir ağaç toprak yüzüne çıkamaz. Bizim kökümüz Hacıbektaş’taydı. Görünür olduk, görür olduk.

Hacıbektaş’a devletin her zaman müdahalesi olmuştur. Onu “ıslah” etmek için her yolu denemiştir. Osmanlı'dan bu yana dergâha Nakşibendi tarikatından devlet görevlileri atanmıştır. Bu da yetmemiş, Hacıbektaş’a zamanında olmayan Türkçülük sokulmaya çalışılmıştır. Oysa inancın ırkı olmaz. Çünkü inanç, her dönemde yaşayana kucak açar, onu yoluna davet eder. İnancın içine ırk kattığınız anda Hitler ortaya çıkar.

Almanya’daki Protestan mezhebinin, Hitler’in iktidar yürüyüşüne verdiği destek ve bugün hala Protestan bölgelerde neo-Nazi hareketlerinin güçlü olması tesadüf değildir.

Bu yüzden Hacıbektaş, halkların buluştuğu turnaların diyarıdır. Turna semahı insanlık için döner; saz, insan-ı kamili anlatır; ulu ozanların deyişleriyle bugüne taşınır.

Bugün ise faşist, Alevi katili (Maraş, Sivas, Çorum...) MHP ve onun lideri Hacıbektaş’ta Cemevi yaptırıyor. Sanırım açılışı bu yıl yapılacak. Bu, devletin açık bir saldırısından başka bir şey değildir. Oraya masumca değil, ırkçı köklerini o topraklara salmak için geliyorlar. Hacıbektaş’ın yüzyıllardır koruduğu alana, tüm devlet organlarıyla açık bir saldırı düzenliyorlar. Alevi kültürünün içini boşaltmaya çalışıyorlar.

Kısacası, Hacıbektaş’tan gelen Ulaş Bardakçı geleneğini yok etmeye çalışıyorlar. Ama Hacıbektaşlıların içinden Ulaşlar, Gökhanlar, Hürcanlar, Cemaller çıkmaya devam edecek.

Bu arada yazmayı unuttum: TKP’nin kuruluşunda yer alan bir Hacıbektaşlı öğretmen vardı, ama adını hatırlayamadığım için yazamadım.

Kökümüzü ararsanız, insanlığın ilk nefesini bulursunuz.

Bizim Kâbe’miz insanlıktır.

İsmail Cem Özkan

15 Mayıs 2025 Perşembe

Krizden kangrene dönüşen travmalar…

Krizden kangrene dönüşen travmalar…

Osmanlı İmparatorluğu, yıkılmak için çok uzun süre can çekişmiş; bu uzun süreçte yaratılan travmaların kalıcı hale gelmesiyle birlikte, kolektif bilinçaltımızı şekillendiren bir kültür ortaya çıkmıştır. Yeni kurulan ulus devletimiz, bu travmatik bilinçaltı üzerine inşa edilmiş; ne geçmişle yüzleşebilmiş, ne de var olan sorunları açıkça tartışabilmiştir.

Yıkımın Sürekliliği ve Travmatik Miras

Osmanlı İmparatorluğu, klasik anlamda bir çöküşten çok, zamanla eriyen bir yapı sergilemiştir. Bu erime sürecinde yaşanan savaşlar, göçler, soykırımlar ve kitlesel travmalar, yalnızca bireysel değil, toplumsal hafızayı da derinden etkilemiştir. Travmaların kolektif bilinçaltına yerleşmesi, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarını da etkilemiş; geçmişi reddetmeden ama onunla yüzleşmeden bir "yeni" inşa edilmeye çalışılmıştır.

Bunların üstünü örterek, sanki hiç yaşanmamış gibi davranmıştır.

Her yıl tekrar eden "ABD Başkanı 1915 olaylarına ne diyecek?" gerilimi, aslında Türkiye'nin bu tarihle ne kadar yüzleşemediğinin somut bir yansımasıdır. Geçmişle hesaplaşmadan ilerlenirken ortaya çıkan endişeler; yüzleşilmemiş tarihin dışa vurumundan başka bir şey değildir.

Ulus Devletin İnşasında Kurucu Travmalar

Bir devletin yıkımı bu kadar uzun ve sancılı olursa, o devletin kurumlarında yetişmiş bireylerin kurduğu yeni devlette, benzer travmaların daha da büyüyerek devam etmesi kaçınılmaz olur.

Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti, Balkanlar'dan sürülen veya orada hayatını kaybedenlerin acısı ve bu kayıplar üzerine şekillenen duygusal tepkiler ve sonucunda ortaya çıkan nefret söylemleri üzerine kuruldu.

Devletin inşa süreci, özellikle Balkanlar’dan gelen göçmenlerin yaşadığı trajedilerin merkezine oturmuştur. Kaybedilen topraklar, kaybedilen aileler, öldürülen ya da sürülen insanların acısı üzerine şekillenen yeni devlet, bir yönüyle “intikamcı” ve dışlayıcı bir karakter taşımıştır.

Sakallı Nurettin Paşa örneğinde olduğu gibi, bireysel travmalar kolektif politikalara dönüşmüş; devletin "öteki"ye yönelik politikalarında bu duygusal miras etkili olmuştur. Ne bu eylemlerin nedenleri sorgulanmış, ne de bu eylemlerin yarattığı travmalarla yüzleşilmiştir. Resmi tarih, bu noktada acıları değil, başarı anlatılarını ön plana çıkarmış; kuşaklar boyunca gerçekler yerine mitler / yaratılan gerçeklikler öğretilmiştir.

Kürt Meselesi: Bastırılan Kimlik ve Süregelen İnkar

Kürt meselesi de, Balkanlar’dan bugüne taşınan ayrılık korkusunun bir devamı olarak şekillendi. Devlet, ayrılmak isteyenleri bastırmak, onları emperyalist devletlerin ajanı olarak görmek, sorunları çözmek yerine sürgün etmek, ekonomik olarak geri bırakmak, sadık aileleri aşiretleştirip onları güçlendirmek ve koruculuk sistemini desteklemek gibi politikalar izledi. Osmanlı'nın çok uluslu yapısından ulus devlete geçiş sürecinde, Kürt kimliği ya görmezden gelinmiş ya da tehdit olarak algılanmıştır. Öncelikle ve ilerleyen zamanlarda Kürtlerin kimliğini yok saymak, meclis ve mahkeme tutanaklarına "bilinmeyen dil" konuşanlar olarak geçmeleriyle resmiyet kazandı. Ancak yok sayılan gerçekler zamanla görünür hale geldi ve yüzleşmek artık kaçınılmaz.

Yüzleşememe Hali: Bilinçli Sessizlik ya da Bilinçsiz Kayıp

Toplumumuzun büyük bir çoğunluğu, tarihsel travmalarla yüzleşmeye henüz hazır değil. Hala "Benim hakkımla ötekinin hakkı arasında fark var mı?” gibi sorular, eşitlik algısının yerleşmediğini göstermektedir. Bu durum, yalnızca bilgi eksikliğinden değil; geçmişin bastırılması, inkar edilmesi ve resmi anlatılarla şekillendirilmiş eğitim politikalarının bir sonucudur.

Travmalarla yüzleşmeden yeni bir gelecek inşa etmek mümkün değildir.

 "Öteki"nin neden "öteki" olduğunu ve bu farklılığı gidermek adına ne yapıldığını sorgulamak yerine, onu kendine benzetmeye çalışmak dışında bir çözüm düşünülmedi. Türkçeden başka dil bilmeyen bir Kürt’ü, artık Kürt saymamak; ya da "O da benim gibi yaşıyor" diyerek onun anadilinin kaybolduğunu fark etmemek oldukça yaygın bir durum. Elbette sorun sadece dil değil; insan olmanın evrensel normları var. Bu normlardan hangileri toplumumuza layık görülüyor, hangileri görmezden geliniyor, bunlar tartışılmalıdır.

Gerek ulusal kimlik, gerekse birlikte yaşama kültürü, bu yüzleşmelerle anlam kazanabilir. Gerçeklerle yüzleşmek, sadece bireysel değil, toplumsal bir iyileşmenin de anahtarıdır.

İsmail Cem Özkan

23 Nisan 2025 Çarşamba

İstanbul’u Deprem Vurdu!

İstanbul’u Deprem Vurdu!

İstanbul, 6.2 büyüklüğünde bir depremle sarsıldı. Yıllardır beklenen bu deprem belki bir uyarıydı, belki de beklenen tam olarak buydu. Zaman, hangisinin doğru olduğunu gösterecek. Ancak bu depremde de gördük ki, her şey sadece sözde kalıyor. Çünkü felaket anında bile birlikte hareket edemediğimiz acı bir şekilde ortaya çıktı.

Deprem sonrası her siyasi çevreden farklı açıklamalar geldi. Yerel ve merkezi yönetim arasındaki ayrışmanın tam ortasında bir "deprem yarığı" oluştuğunu fark ettik. Anlaşıldı ki, "birlik" kavramı bizde yalnızca sözde var; gerçekteyse siyasi partiler, ittifaklarına göre bölünerek sadece kendi taraflarının sesi oluyor.

Uçları yaşarken, zıt kutuplar bir arada bulunabiliyor...

Siyasi partilerin ve yerel/merkezi yönetim temsilcilerinin uzlaştığı tek nokta, halkı parklara davet etmek oldu. Bir gün içinde yeni bir depremin olabileceği varsayımıyla evlere girilmemesi istendi. Bu çağrı yapıldığında hava güzeldi; fakat ilerleyen saatlerde serinledi, rüzgâr şiddetlendi. Uzun süredir istikrarsız olan hava koşulları da bu dengesizliğe eşlik etti. O kadar uçları yaşamaya başladık ki, hava bile bize benzedi!

Peki, insanları parklara yönlendirmek, aslında korkuyu yaymak değil midir?

Bu tür çağrılar, "evleriniz güvenli değil" demenin dolaylı bir yoludur. "Evine güvenen evinde kalsın, güvenmeyen parkta" söylemi de benzer bir anlam taşır. Sonuç olarak, bu ülkede evine güvenemeyen bir birey, siyasete ve bölünmüş iktidar yapılarına da güven duyamaz. Çünkü haber bültenlerinde "evde kalmayın, parkta kalın" denmesi, aslında "hiçbir şeye güvenmeyin" anlamına gelir. Parklar geçici bir güvenlik alanı olarak sunuluyor; ancak bu alanların altyapısı yeterli mi? Soğuk hava, salgın hastalıklar, zatürre gibi riskler göz önünde bulunduruluyor mu?

Ülkemizde iktidar yapısı çift başlıdır.

Bu durum İstanbul'da açıkça görülüyor. Hükûmet projelerinde bakanların isimleri büyük puntolarla öne çıkarılırken, belediye projelerinde belediye başkanlarının isimleri vurgulanır, ancak belediye logoları küçültülür. İstanbul metrosu bile iki ayrı sistemden oluşur: biri “M”, diğeri “U” harfi ile tanımlanır. Karayollarındaki bakım çalışmaları da iki farklı otoriteye aittir. Hangi yolun hangi kuruma ait olduğu ve hizmetin kim tarafından verildiği bellidir. İhaleler ve hizmetler bu çift başlı yapı üzerinden yürütülmektedir. Hükûmet, istemediği bir hizmeti “kamulaştırma” adı altında belediyeden alıp kendi logosu altında sürdürmektedir. Son örneklerden biri de İstanbul metrosunun sahiplenilmesidir: Yolun bir kısmı “M”, diğer kısmı “U” harfiyle gösterilmektedir.

Birlikte hareket edemeyenler, toplumun ortak sorunlarını çözebilir mi?

Siyasi ve ekonomik kriz, merkezi ve yerel yönetim arasında derin bir bölünme yaratmıştır. Koordinasyon sağlanamamakta; biri neyi savunursa, diğeri mutlaka karşı çıkmaktadır. Ortak akıl ve ortak yol geliştirilememektedir. Felaket anlarında bile kimin süreci yöneteceği belirsizdir. AFAD ve AKOM gibi iki ayrı merkezden benzer açıklamalar yapılmakta; ancak biri belediyeye, diğeri hükûmete bağlıdır. Bilim insanları bile ikiye ayrılmıştır: Devlet maaşı alanlar susarken, diğerleri ekranlarda konuşarak geçinmektedir.

Deprem fakiri vurur, zenginin kasasını doldurur…

Geçmiş depremlerden çıkardığım sonuç şudur: Zenginler daha da zenginleşirken, yoksullar evsiz, çaresiz ve muhtaç bırakılmıştır. Her felaketi fırsata çevirmek, sermayenin doğasında vardır.

Şehirlerin dokunulmaz alanlarında yer alan tarihi değeri olan ama bakımsız bırakılmış binalar, aslında restore edilmesi gerekirken, yıkılarak yerine daha kârlı yeni binalar yapılmak istenmektedir. Deprem, bu amaçlar için bir bahane; rant ise asıl hedef olabilir. Bu depremde sit alanı ilan edilen bölgelerde binalar yıkılmış olabilir. Büyük bir tesadüf müdür ki, yıkılması beklenenler yıkılmış, yıkılmayanlara ise yangın çıkartılmıştır. Yangına sığınan evsizlerin sebep olduğu öne sürülebilir. Bahane arandığında, her yol mubah sayılır.

Ülkemizde sürekli "milli irade"den söz edilir; ama gerçek irade doğadadır, ve doğa bunu bir kez daha sarsıntıyla gösterdi.

İstanbul’da bir deprem, devletin temelinin sarsılması anlamına gelir. Çünkü devletin atardamarı burada atar.

Deprem İstanbul’u vurdu!

Sonuç olarak, parçalanmışlık her alanda kendini göstermektedir. Ancak siyasiler her defasında ülkenin birlik içinde olduğunu, “bu ülke bölünemez” diyerek vurgular. Oysa gerçekte, bu parçalanmış yapıyı yaratanlar bizzat kendileridir ve topluma bu durumu kanıksatmışlardır.

Deprem, bu bölünmüşlüğün kronikleştiğini bir kez daha gözler önüne sermiştir.

İsmail Cem Özkan

Uluslar Bayramsız Olmaz

Uluslar Bayramsız Olmaz

Her ulusun bir ya da daha fazla ulusal bayramı vardır; zira ulus olmanın temel koşullarından biri, ortak bir toplumsal ve ekonomik hedef etrafında birleşmektir. Bu birlik, genellikle sermaye birikimi sürecini destekleyen bir sosyal yapının oluşmasını gerektirir. Toplum, bu süreçte ekonomik güce sahip olan kesimlere emek ve maddi kaynak sağlayarak onları güçlendirir; böylece sosyal yapıda zengin daha zengin olurken, yoksulun mevcut durumu korunur. Dolayısıyla, uluslaşma süreci içinde bir sermaye sınıfının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Kısaca, ulus olmak için öncelikle bir sermaye grubu yaratmak gerekir. Sermayesi olmayan bir ulusun ilk adımı ise Ankara'da açılan ilk meclisle atılmıştır.

Tarihçiler, ulus-devlet olmayı amaçlayan meclisin Ankara’da 23 Nisan günü açıldığını yazar. Ancak aslında bu, bir açılıştan çok, son Osmanlı Meclisi'nin –İstanbul’daki meclisin– Ankara’da bulunan İttihat ve Terakki Partisi’nin binasında toplanmasıdır. Tarih yazıcıları bunu bilinçli olarak göz ardı eder ve böylece ulus-devletin yeni ruhu, yeni bir tarih yazımıyla başlatılır.

Fakat ulus olmanın en önemli koşullarından biri zaferdir. Zaferi olmayan ulus olur mu? Bu nedenle Çanakkale destanının Ankara’daki meclis ruhuna taşınması gerekir. Çünkü o dönemde herhangi bir yeni zafer yoktur; aksine, yenilgiler, kayıplar ve dağılmanın her türlü emaresi görünmektedir. Mevcut olanla idare edilmesi zorunludur. Bina açılışı dahi bir ulusun bayramı olabilir başlangıçta; çünkü her adım önemsenmek zorundadır.

Son meclisin Ankara’da açılması ve İstanbul’dan Ankara’ya yönetici kadroların taşınması, yeni devletin kurumsallaşma sürecini hızlandırmıştır. Meclisin açılması doğrudan devletin kurulduğu anlamına gelmez; fakat bu, önemli bir adımdır. Devlet, ancak başka devletler tarafından tanındığında resmiyet kazanır. Tanınmadığı sürece "Ben devletim" demenin bir anlamı yoktur.

Tanınma süreci, İstanbul Hükümeti’nin resmen ortadan kaldırılması anlamına gelir. Artık bir koltukta iki karpuz taşınmasına izin verilmeyecektir. Ankara merkezli bir devlet, Balkanlar’da ve Avrupa’da oluşan “Türk sorununun” çözümünün anahtarıdır.

Aslında Ankara’da kurulan devlet, Balkanlar’da oluşmuş olan devletin Anadolu’ya taşınmasıdır. Balkanlar’daki modernleşme sürecinden gelen birikim, teknoloji ve idari alışkanlıklar Anadolu’ya aktarılmış; böylece Anadolu’da unutulmuş bir coğrafya yeniden inşa edilmeye başlanmıştır.

Anadolu’ya taşınan halkın (Balkan göçmenleri) gelişi öyle plansız ve rastgele değildir. Balkanlar'da başlayan uluslaşma süreci, Rusya ve İngiltere’nin iş birliğiyle çok iyi yönetilmiştir. Ulus fikri olmayan halklara bile bu fikir din aracılığıyla işlenmiş, birçok ulus bu şekilde yaratılmıştır. Balkanlarda uluslaşma, öncelikle dinin yeniden örgütlenmesi ve bu örgütlenmeye göre ideolojilerin geliştirilmesiyle başlamıştır.

Türkler Balkanlar’da bir sorun olarak tanımlanmış; bu tanım başlangıçta ırk değil, din temellidir. Daha sonra bu din birliği içinde de parçalanmalar yaşanmış, Boşnaklar ve Arnavutlar bu birlikten ayrılmıştır. Sonuç olarak, Türkler din kisvesi altında hedef hâline getirilmiştir. Bu dindaşların (Türklerin) planlı bir şekilde uzaklaştırılması için çatışmalar örgütlenmiş; savaşlar, katliamlar, hatta soykırımlar yaşanmıştır.

Balkan devleti olan Osmanlı, Anadolu topraklarına taşınmıştır. Böylece, Osmanlı temelinde ama farklı dinlerde yeni devletlerin Balkanlar’da oluşması için zemin hazırlanmış; devletler uluslaştırılmış, ırk temelli ayrışmalarla yapılandırılmıştır. İlk uyanan ve ulus-devleti olan Yunanlar ile Bulgarlar arasında toprak kavgası yaşanmış, Makedonya bu mücadelede parçalanmıştır.

Balkan savaşları ve göçleri sırasında muhacirlerin Anadolu'nun iç bölgelerine yayılması tesadüf değildir. Bu süreç, Osmanlı devletinin kurulduğu toprakların doğuya doğru yayılmasıdır. Ege ve Marmara bölgelerine gelen göçmenlerin İç Anadolu’ya yayılması, ilk meclisin kuruluşu ve Yunan işgaline karşı verilen mücadelenin temelidir.

Yunan işgali, İngilizlerin Yunan Krallığı içindeki Selanik merkezli bir darbe sonucunda başlatılmıştır. Ancak tarihimiz bunu göz ardı eder. Krallık, sanki büyük Yunanistan hayaliyle Anadolu’ya geçmiş gibi anlatılır. Oysa işgale karşı Yunan halkı içinde de ciddi bir tepki vardır. Çünkü nüfus yapısıyla “Küçük Asya”ya çıkmanın sonunun hüsran olacağı bellidir.

İngiliz darbesiyle iktidara gelen ekip, İngiliz çıkarlarına uygun olarak İzmir’e asker çıkarır. Bu işgal, Anadolu’ya yerleşmiş Balkan göçmenleri arasında büyük bir tepki doğurur. Direniş, yerli halktan çok, Balkanlardan göç edenler arasında başlar. İzmir işgalinden bir gün önce İstanbul’dan hareket eden vapur da İngiliz denetimi ve bilgisi dâhilinde yola çıkmıştır.

Ulus yaratma konusunda tecrübesi olan İngiliz beyin takımı, Anadolu’da bir ulus-devlet kurarak ileride oluşabilecek “Türk Sorunu”nu ortadan kaldırmış; Balkanlar’da işlenen cinayetlerin ve katliamların üzerini, kurulan bu devletle örtmüştür. Balkanlar’da yapılan katliamların hesabı hiçbir zaman sorulamamış; Anadolu’ya taşınan Türklerin içinde bu acılar hâlâ kanamaya devam etmiştir.

Yunan işgalini ortadan kaldıran şey emperyalizme karşı verilen bir muharebe değil, Mudanya Mütarekesi’nde İngiliz, Fransız, İtalyan temsilciler ile Ankara hükümeti arasındaki anlaşmadır. Bu anlaşmayla Osmanlı Devleti hukuken tarihe karışmıştır. Bu anlaşma sürecinde Yunan temsilcisi salona dahi alınmamıştır. Kısaca, devlet emperyalist devletlerin onayıyla Anadolu topraklarında resmen kurulmuştur.

Birinci Meclis'in açılışının ulus-devlet anlayışı içinde kutlanması, uluslaşma süreci için önemlidir. Bu süreci içselleştirenlerin ertesi gün Ermeni "tehciri"ni anması ise çelişkiden başka bir şey değildir. Ancak bu ülkede her şey zıtların birliği üzerine kurulmuş gibidir; solcu, faşisti savunur konuma gelmiş bir zamandan geçiyoruz.

İsmail Cem Özkan

 

22 Nisan 2025 Salı

Ölüm Üzerinden Bir Sektör: Mezar Ekonomisi

Ölüm Üzerinden Bir Sektör: Mezar Ekonomisi

Taziye geleneğinden tröstleşmiş mezar sanayisine…

Babamın vefatının ardından mezar yaptırmak üzere çıktığım yolculuk, bana sadece bir mermer parçası arayışı değil, aynı zamanda ölümün nasıl bir ekonomik çark haline geldiğini gösteren çarpıcı bir deneyim yaşattı. Görüştüğüm ustalar, incelediğim firmalar ve araştırmalarım; bu alanda sessiz ama devasa bir piyasanın varlığını ortaya koydu.

Google’da Aynı Numara, Farklı Firmalar

Mezar yaptırmak için ilk adımı Google’da atarsanız, sizi belli başlı birkaç telefon numarası karşılar. Fakat dikkatli bakıldığında bu numaraların, farklı firma isimleriyle tekrarlandığını fark edersiniz. Aynı yapı, farklı yüzlerle karşımıza çıkar. Bu farkındalıkla araştırmamı derinleştirdim.

Çevremdeki tanıdıkların yaptırdığı mezarları inceledim. Fotoğraflara baktım, kim nerede, ne zaman yaptırmış, öğrenmeye çalıştım. Gördüğüm şey, aynı tipte, aynı taşların kullanıldığı, benzer font ve sembollere sahip standart mezarlardı. Farklı gibi görünen ama aslında birbirinin kopyası olan mezarlar...

Granit, SNS Makineleri ve Lojistik Ağlar

Mezar yapımı iki ana aşamada gerçekleşiyor: İlk olarak briket veya tuğlayla iç duvar örülüyor. Ardından, kalınlığı 1 cm'den 15 cm'ye kadar değişen mermer plakalar bu yapının üzerine kaplanıyor. Vidalar içeriden atılıyor. Asıl fark yaratan detay ise başlık taşıdır; burada kabartmalı yazılar, fotoğraflar veya çizimler kullanılabiliyor. İşte bu noktada, SNS (Sensörlü Gravür) makineleri devreye giriyor.

Siyah granit mermerlerin bu işte tercih edilmesinin nedeni de burada ortaya çıkıyor. Diğer mermer türlerinde çatlama ve kırılma riski varken, siyah granit sert yapısıyla ince işçiliğe olanak tanıyor. Bu nedenle özellikle görselliğin ön planda olduğu mezar başlıklarında bu tür tercih ediliyor.

Küçük Esnaf Yerine Tröstler

Bu makinelerle çalışan büyük firmalar, toptan aldıkları mermeri küçük işletmelere göre çok daha ucuza mal edip daha fazla üretim yapabiliyorlar. Kargo destekli lojistik altyapılarıyla da siparişleri ülkenin dört bir yanına ulaştırıyorlar. Artık bu sektör sadece tekelleşmiş değil, tröstleşmiş durumda.

Her ailede bir ölüm vakasının yaşandığını düşündüğünüzde, bu piyasanın potansiyel büyüklüğünü hesaplamak için sıradan bir hesap makinesi bile yetersiz kalıyor.

Taziye Sofraları da Standartlaştı

Ölümün ardından yaşanan süreçte aileler zaten hastane giderleriyle maddi olarak yıpranmış oluyor. Devamında belediyelerin sunduğu ücretsiz defin ve taşıma hizmetleri, taziye yemekleri derken, olay giderek “paket hizmet” sunan bir pazara dönüşüyor.

Ülke genelinde taziyelerde “pide ve ayran” ikilisi standart haline gelmiş. Üç harfli zincir marketler bu ürünleri toplu olarak satarken, küçük esnaf da ne eti olduğu belirsiz pideler üretiyor. Eskiden taziye evine her gelen, yanında yemek getirirken; şimdi ölüm bile menüyle karşılanıyor.

Mezarların da Bir Ömrü Var

Yaptırılan mezarın ömrü, harcadığınız paraya bağlı. Ucuz mermerler 15 yıl içinde yıpranırken, granit siyah mermerler 80 yıla kadar dayanabiliyor. Yani aslında “ölümsüzlük” için ödediğimiz paranın da bir süresi var.

Peki, soralım: Bugün dedenizin ya da onun babasının mezarını bilen kaç kişisiniz? Yok olmuş taşlar arasında geçmişinizi bulabilir misiniz?

Sonuç: Piyasalaşan Ölüm

Ölümün ardından yaşananlar artık bir ritüel değil, baştan sona planlanmış bir piyasa süreci. Önceden acıların paylaşıldığı, birlikte yas tutulan taziye evlerinde; şimdi endüstriyel menüler, SNS makineleri, kargo sistemleri, tröst firmalar var.

Ve insan sormadan edemiyor: Ölümle birlikte yok olacak bir taş parçası için neden bu kadar para harcanıyor?

Ölüm öncesi ve sonrası birikimleri elinden alınan aileler, neden birilerinin belirlediği bu piyasada birer figüran gibi yer almaya devam ediyor?

Eskiden hatırladığım kadarıyla, ölü evine her gelen ziyaretçi yanında yemek getirirdi. O evde acılar doya doya yaşanırdı. Şimdi ise tamamen piyasa koşullarına dönüşmüş bir ilişki halindeyiz.

Belki de artık sormamız gereken şey, "Nasıl yaşadık?" değil, "Öldükten sonra ne kadar şirketlere para kazandırıyoruz?" sorusu…

İsmail Cem Özkan