Galata Gazete


1 Mart 2025 Cumartesi

Güçlü, gücünden vazgeçebilir mi?

Güçlü, gücünden vazgeçebilir mi?

Öcalan, "silahsızlanma çağrısı" yaptı, "silahlı örgütü feshedin" dedi yandaşlarına... Bu, ilk çağrısı ya da ilk uygulanışı değil; daha önce de benzer süreçler yaşandı. Ancak benim merak ettiğim, Öcalan veya PKK'nın ne yaptığı ya da ne söylediği değil; devletin ve iktidarın atacağı somut adımlar nelerdir?

Bugüne kadar Kürtler, devlet katında reel olarak var. Geçmişin "kart kurt, kar ayak sesi" muhabbeti artık yok. Bunu Demirel ortadan kaldırdı ve Kürt realitesini kabul etti. Ancak ondan sonra somut bir adım atılmadı.

Evet, reel olarak varlar. Cezaevlerinde artık mahkumlar gözleriyle konuşmuyor; Kürtçe konuşabiliyor, savunma yapabiliyor. Ancak eski gelenekten (ulus devletinden) gelen bürokratların takdirine göre, siyasi iktidarın niyetine göre Kürtçe, "bilinmeyen dil" oluveriyor. Tutanaklara "bilinmeyen dil" olarak geçiyor ama herkes biliyor ki, o "bilinmeyen dil" Kürtçedir.

Kürtçe, realite olarak var; konuşanlar var ama hakları realite olarak var mı?

Bir iki küçük adım atıldı. Eskisi gibi kasetler, müzik parçaları el altından satılmıyor ama bunlar, resmiyette karşılığı olmayan, sadece reel olarak var olan şeyler. Peki resmiyette, yani yasal olarak olması gerekenler nedir?

Bunları alt alta yazıp, "Hadi bunun gerekliliğini yapalım" diyen bir siyasi irade yok. Sadece "süreci biliyoruz, istediğimiz gibi gidiyor" diyen ama açıkça ve resmen "bu süreci yöneten benim" demeyen bir siyasi irade söz konusu. Hep başkasına adım attırıyor; başarılı olursa sahiplenen bir siyasi irade.

Savaşı kimse istemez. Terörsüz bir ülkenin oluşmasının birinci koşulu, terörü ortaya çıkaran ve besleyen siyasi iradenin nötralize olmasıdır.

Devletin terörü, işlediği cinayetlerin failleri hâlâ yok. Cumartesi Anneleri evlatlarını aramaya devam ediyor. Galatasaray Meydanı'nda ellerinde resimleriyle çocuklarını soranlar var olduğu sürece her şey hep sözde kalmaya devam edecek.

Kürt açılımını Kürtler yapmayacak; iktidarı elinde bulunduran ve devlet mekanizmasını biçimlendiren siyasi irade yapacaktır.

Toplumun değişimi ve biçimlendirilmesini iç dinamiklerin sağlamasını gönül ister ama bizde dış dinamiklerin çıkarları, içteki değişimi belirlemiştir.

Kürt düşmanlığı ve Kürtlere karşı geliştirilen nefret söylemleriyle ne geçmişin üzeri kapanabilir ne de sorunlar ortadan kaldırılabilir.

"Ölümler durdurulsun" demek, siyasi, demokratik ve özgürlük kavramlarının ezilenler lehine değişmesi anlamına gelir. Peki, elinde güç olanlar, ellerindeki güçlerden taviz vermeye hazır mı?

İsmail Cem Özkan

 

17 Şubat 2025 Pazartesi

Sınıfsız bir ülke hayali kurarken, doğdukları şehirleri terk etmek zorunda kaldılar...

Sınıfsız bir ülke hayali kurarken, doğdukları şehirleri terk etmek zorunda kaldılar...

Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında, İstanbul’da Rumların komünist ya da Marksist örgütleri olduğunu biliyor muydunuz? Sol hareketler yalnızca Türklerin tekelinde değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda, farklı uluslardan, ırklardan ve sınıflardan insanlar yaşıyordu: köleler, işçiler, patronlar, köy ağaları, bürokratlar, askerler ve köklü aileler... Fransız Devrimi’nin rüzgârı Osmanlı topraklarına da ulaşmış, İstanbul'da yaşayan her milletten insan kendi cemaati içinde veya ortak yapılar aracılığıyla sesini duyurmaya başlamıştı. Uluslaşma fikri güçlenirken, Marksist düşünceler de İstanbul’a girdi. Ancak Marksizm, "bütün dünya işçilerinin birliği" fikrini savunurken, milliyetçilik zamanla dışlayıcı bir hale gelerek ötekileştirme ve yerinden etme politikalarına dönüştü.

Burjuva devrimiyle birlikte sermaye birikimi hız kazandı. Kendi burjuvazisini yaratırken, aynı zamanda işçi sınıfının doğuşuna da zemin hazırladı. Marksizm ise bu süreçte, sınıfsız bir toplum hedefiyle yoluna devam ediyordu. İstanbul’da Ermeni, Rum ve Yahudi Marksist örgütleri aktifti. Yayınlar çıkardılar, örgütler kurdular ve uluslararası bağlantılar geliştirdiler. Bu örgütlerden biri de Rumlarındı. Özellikle Amerika’daki büyük Rum nüfusuyla sıkı ilişkiler içindeydiler. Amerika'da yükselen sendikal mücadele, orada Marksizm’den etkilenen Rum işçiler aracılığıyla İstanbul’a taşındı. Amerika’da örgütlenme deneyimi kazanan işçiler, döndüklerinde bu bilgileri İstanbul’daki işçi sınıfına aktardılar.

O dönemde İstanbul, bugünkü gibi büyük bir inşaat hareketliliği içindeydi. Beyoğlu’nda hâlâ ayakta duran birçok bina, o yıllarda inşa edildi. İnşaat sektöründe çalışan işçilerin büyük bir kısmı, Rum ustaların yanında çalışan Kürtler ve Türklerdi. Zamanla onların da içinden ustalar çıktı. Rum Marksistleri, bu işçileri örgütlemeye öncelik verdi; dayanışmayı ve ortak hak mücadelesini savundular.

Ancak işgal altındaki İstanbul’da bu örgütler çeşitli grevler düzenleseler de, Anadolu’da gelişen siyasi atmosferden etkilenmemeleri mümkün değildi. Bir yanda ulusal çıkarlar, diğer yanda sınıfsız bir işçi devleti ideali... Beyaz Rusların oluşturduğu cemaatler, Rus Devrimi’nin etkisi ve Ankara’daki gelişmeler birbirine karışıyordu. Rusya, Türkiye’deki Marksist örgütlere, gelişmekte olan Ankara merkezli burjuva devrimini desteklemelerini önerdi, hatta dayattı. Dönemin Marksistleri için fazla seçenek yoktu; bağımsız bir Marksist örgütlenme henüz gelişmemişti. O dönemde tüm Marksistlerin gözü, Komintern’den gelecek talimatlara çevriliydi ve farklı bir model tartışmaya açık bile değildi.

Mudanya Mütarekesi sonrası Yunan askerleri savaşsız bir şekilde İstanbul’dan çekildi. Geriye kalan Rumların durumu belirsizdi. Devrimci Rum Marksistleri için artık fazla seçenek kalmamıştı. Örgütlenmeleri deşifre olmuştu ve yeni kurulan devlette iş bulma ihtimalleri neredeyse yoktu. Karadeniz’de boğdurulan TKP liderlerinin akıbeti, Rum Marksistleri arasında korkuyla konuşuluyordu. Onlar için tek seçenek kalmıştı: Ya Yunanistan’a ya da Sovyet Rusya’ya gitmek.

Yeni bir ülke kurulurken, sınıfsız bir toplum hayal edenler, doğup büyüdükleri şehirleri terk etmek zorunda kaldılar. Rumların yaşadığı bu sürgün yalnızca onlarla mı sınırlıydı? Yahudiler, Bulgarlar ve diğerleri... İstanbul’da, işgal altında bile işçi grevleri örgütleyenler, sınıfsız bir toplum hayalini geride bırakıp bilinmeze doğru yola çıktı.

İsmail Cem Özkan

15 Şubat 2025 Cumartesi

Dr. Şefik Hüsnü'nün kulağını çınlattık...

Dr. Şefik Hüsnü'nün kulağını çınlattık...

"Potansiyel şüphelilerin" olduğu bir toplantı ile Dr. Şefik Hüsnü ve Akaretler'de yapılan kongrenin tarihi önemi açısından 15 Şubat 2025, yani yüzüncü yılında Akaretler Kongresi konusunda İstanbul’da yapılan toplantısında dinledik.

Komünist Parti kuruluşu…

Türkiye Komünist Fırkası (TKF) 10 Eylül 1920’de Bakü’de kuruldu. 28/29 Ocak 1921 gecesinde Trabzon açıklarında partinin kurucularından Mustafa Suphi ve yoldaşları Karadeniz’de öldürüldü. İlk kurulan parti henüz kendisini anlatmasına fırsat veremeden Karadeniz sularında boğuldu; ölenler sadece kurucuları değil, aynı zamanda partidir.

Bakü’de kurulan bağımsız benzer bir parti kurma işi Ankara’da gerçekleşmektedir.

7 Aralık 1920'de Ankara'da Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası'nın (THİF) adında Moskova'dan gelen Komintern temsilcilerinin katılımıyla kurulur ve kısa süre sonra Çerkes Ethem ayaklanması bahane edilerek başlayan operasyonlar sonucunda 2 Şubat 1921'de kapanma kararı alır. Bir yıl sonra Paris Komünü konusunda yapılan bir toplantıda alınan karar ile 18 Mart 1922'de yeniden faaliyete geçer. 12 Eylül 1922 günü Komintern üyeleri kongreye katıldığı gerekçesiyle Kemalist idare tarafından kapatılma kararı alınır ve üyeleri tutuklanır.

Bundan tam 100 yıl önce, 15 Şubat 1925'te, İstanbul’un Akaretler semtinde bir evde toplanan bir grup insan, Türkiye'nin en tartışmalı ve en çok baskı gören siyasi hareketlerinden birinin tarihsel devamlılığı olan siyasi bir hareketin temelini atıyordu. TKP adında partinin kuruluş bildirisi kaleme alınır. Takrir-i Sükun Kanunu (4 Mart 1925) çıkınca tüm TKP üyesi olanlar tutuklanır, davalar açılır. Buraya kadar olan süreçte TKP'nin kabul edilmiş programı yoktur. TKP programı yoktur, çünkü o program Komintern'e sunulması ve oradan gelen uyarılara göre yeniden düzenlenerek onaylanması gereklidir. O gün gerçekleşen toplantının somut karşılığı günümüz diliyle “Türkiye Komünist Parti - İnşa Örgütü” diyebiliriz.

Tutuklamalar, cadı avı ve parti içinde çekişmeler bu programın sunumunu engellemiştir. Resmi olarak TKP, programı ile birlikte İnkılap Yolu dergisinin (Temmuz 1930) çıkarılması ile programını yayınlayarak kuruluşunu tamamlar.

Bir siyasi parti için devamlılık esastır; arada kopukluk varsa orada yaşanan süreç geçmişten kopuşu ve yeniden oluşumu ifade eder. Dr. Şefik Hüsnü kimliği ve kişiliği çerçevesinde TKP devamlılığa ve bir örgüt gibi davranmayı ortaya çıkarmıştır.

Bugün TKP nerede başladı diye sorulduğunda Bakü deriz; evet, manevi olarak orası başlangıç sayılır ama arada Ankara olmuş olmasına rağmen bana göre TKP, Dr. Şefik Hüsnü'nün evinde toplanan kongre ile başlamış ve bugüne kadar ulaşmış olduğunu düşünüyorum.

Kitlesel TKP ya da yurt içinde daha görünür olmasını sağlayan kırılma süreci 23 Mayıs 1973 günü Zeki Baştımar’ın görevden alınması ve yerine İsmail Bilen'in atanmasıdır. Bu atamada Aram Pehlivanyan, İsmail Bilen kadar etkilidir. Bundan sonraki süreç genel olarak bilinen kabul edilmektedir.

Kuruluşu genelde iç tartışmalar, Komintern ile iletişim, Komintern sonrası süreç ve Sovyetler Birliği'nin TKP'den beklentisi ve o beklentiye cevap arayışları ile geçmiş olmasının etkisi bir yana, Kemalizm'in acımasız bir şekilde komünistlerin üzerine gitmesi, en ufak örgütlülüğü zorla bastırmasının da etkisi büyüktür. TKP, Kemalizm konusunda her zaman ikili görüşü olacaktır; birincisi Sovyet çıkarı açısından bakış, ikincisi Kemalizmin kendi üstleri üzerine operasyonu.

Çelişkiler, komünistlerin bir arada olması ve değişik görüşlerin ortaya çıkışı ve sönümlenmesi, acımasızca ezilen komünistler bir de içte acımasızca mücadeleye sahne olmaktadır.

Dr. Şefik Hüsnü hayatı anlatılırken bir ömre ne kadar çok değişik öykü sığdırmış olduğunu düşündüm. İyi bir eğitimden geçmiş, birden fazla dil bilen, yurt dışı deneyimini boşa geçirmemiş biri ideali için ülkenin en çok tepki çeken örgütünü kurmuş, tüm baskıları göze almış, devletten gelen baskılar yanında yoldaşlarından gelen karalamalar ile uğraşmış… Köklü bir aileden, iyi eğitim almış olduğu bile kendisine sanki suçluymuş gibi uluslararası örgütte (Komintern) de kendisine karşı iktidar kavgasında kullanılmış ve ona rağmen bildiği doğruları yazmaktan çekinmeyen, parti disiplini içinde Kominternli yıllarda Komintern kararlarına uyumlu davranmış bir Marksist yaşam...

Bir komünistin hayatı bir siyasi partinin kuruluşunun tarihini paralel olarak görebiliriz. Elbette bu yazıda bahsetmediğim işgal altında kurulan ve aydın çevre içinde tanımlanan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) ve TKP’nin ilk nüvesinin orada filizlendiği gerçeğini göz ardı etmemek gereklidir. Aynı dönemde Rumların, Yahudilerin ve Balkanlarda gelişen komünist hareketler ve Bulgar komünistlerin etkisi bu yazının konusu içinde değildir.

1951 Tevkifatından dolayı Manisa’da sürgün hayatı yaşarken, 22 Mayıs 1954 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nden alınan bir karar ile çıkarıldı. Sürgün cezası bitip 1957'de tahliye olmasından bir süre sonra, 7 Nisan 1959'da Manisa'da öldü.

Mezar taşı üzerine yazılı olan rakamların arasındaki o küçük çizgi, üzerinde bir hayatı taşır. O hayat içinde çileyi de gördü; doğruları söyleyememe, gördüğünü, düşündüğünü tam açıklayamamadan kaynaklı acılar çektiği düşünüyorum. Düşündüğü gibi yaşayamadı ama ona bırakılan alan içinde kendi hayallerini gerçekleştirmek için hep mücadele etti, hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadı… Gazete, dergi çıkardı, parti kurdu, gizli, kapalı kapılar yerine yasal zeminde ve açıktan mücadele yolunu seçti. Gerek yurt dışında gerek yurt içinde mücadelesini bir Marksist nasıl davranması gerekirse öyle davrandı ve tercihlerini o yönde kullandı.

Bakü bir başlangıç değil, sonuçtur. O sonucu doğuran ise Meşrutiyet’in ilanından sonra gelişen siyasi hareketler ve o hareketlerin bireyler üzerine yansımasıdır. Bir köşe yazısı ya da blog yazısı içinde ancak genel başlıklar içinde geçilen her konu, aslında bir araştırma konusu olabilir. Her bir cümle yaşanmışlıkların, mücadelelerinin ortaya çıkardığı öyküsünün en kaba hali ile izdüşümüdür. 

İsmail Cem Özkan

11 Şubat 2025 Salı

Pestisit çevirdi dört bir yanımızı…

Pestisit çevirdi dört bir yanımızı…

 

Yurt dışına giden ürünlerde pestisit bulunuyor ve geri gönderiliyor. Bir bölümü imha ediliyor. Şimdi bunlar üretici için kötü haber, çünkü yurt dışına giden ürünün ne kalitede, hangi prosedürden geçeceği bellidir; ona rağmen “kör göze parmak sokar gibi” ürünlerinde belirlenmiş değer üstünde pestisit bulunuyor. Üretici bunu bile bile yaptığını düşünüyorum, çünkü geçmeyeceği baştan bellidir ya da "arda kaynar", nasıl olsa onlarda da sıkı denetim yok anlayışı mı hâkim? Zarar onların hanesine yazılıyor ama üreticiler üretimden düşmüyor ve benzer şekilde üretmeye devam ediyor. Peki, bu üretim nasıl oluyor, çünkü bu kadar malı imha edilenin bir daha belini doğrultmaması gereklidir.

Ülke dışına gönderilenlerin yanında bir de ülke içinde tüketilmek için üretilmiş ürünler var. Aynı üretici, yurt dışı için seçip ayrıştırdığı ürünler dışında kalanları çöpe atacak değil ya, onları da bir şekilde paketleyip ülke içinde daha ucuz bir fiyata piyasaya sürüyor… Verimlilik kavramı üretici içinde geçerlidir, sonuçta ticaret para için yapılır ve çöpe gideceğine dönüştür ya da yeniden kategorize et ve ona göre paketle ve alıcısına ulaştır…

Ülke içinde satılmak için üretilenlerin pestisit oranı ne kadardır, kim araştırıyor ya da kontrol ediyor?

Bu konuda hiçbir bilgi yok, çünkü yurt içi tüketim için benim bildiğim koşul yok; toplat, paketlet, üç harfli marketler ya da hale gönder, tarladaki fiyatın üzerine aracılar fiyatlarına fiyat katsınlar ve sonunda üzerine yeni fiyat etiketi ile tüketiciye ulaştır. Pazarda, markette tezgahlara gelen ürün alıcıya daha çekici gözüksün diye üzerine parlatıcı sür. Kısaca marketten ya da pazardan aldığımız "beni al" olarak tezgaha konan ürün kimyasallar içinde, çünkü kontrol yok.

Ülke içinde geçilecek gümrük yok, şartları olan alıcı yok.

Üretici ne ürettiyse onu tüketecek bir yerli tüketici var.

Böylece, az gelire sahip tüketiciler, bilinçli olmadan her alışverişte vücutlarına zehirli kimyasalları alıyor.

Ülke içindeki piyasada yerli malı, yurdum malını tüketecek her zaman sessizce argo tanım ile "mallar" var deniliyor. Tüketiciyi ciddiye almayan, ne koyarsak tezgaha o satar anlayışı ile yukarıdan bakan bir bakış söz konusu. Sonuçta tüketiciyi, fakiri, cebinde para ile ay sonunu getiremeyenleri "çaresiz" olarak gören bir anlayış söz konusu. Bu durum, yalnızca üretici ve tüketici arasındaki bir sorun olarak kalmıyor; aynı zamanda ciddi bir sosyal adaletsizliğe de işaret ediyor. Yüksek kalite standartlarını karşılayan ürünler pahalı marketlerde satılırken, düşük gelir grubuna hitap eden ürünler neredeyse kontrolsüz şekilde pazara sürülüyor. Kısaca yeterli kadar parası olmayanlar pazardan ve üç harfli marketlerden alışveriş yapmak zorunda olan sabit gelirliler için tezgaha konan ürünlerde mineraller ve vitaminler ile birlikte daha fazla kimyasal alıyor demektir ve sonuçta her tüketilen şey insan vücudunda toksik etki yaratıp, yıllar içinde hastalık için ortam yaratıyor.

Açıkça bir insan birden zehirlenmiyor, zamana yayılmış şekilde zehirleniyor.

Pestisit kirliliği, yalnızca tarımsal bir sorun olmaktan çıkarak, toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren ciddi bir sağlık ve adalet meselesi haline gelmiştir. Üretimden tüketiciye uzanan bu zehirli zincir, özellikle yurt içi piyasada alt gelir grubunu doğrudan etkiliyor.

Pazardan alışveriş yapanların kaçı kanser hastası olup, hastanelerin müşterisi oluyor? Müşteri fakirse, zehirle gitsin! Nasıl olsa onun ölümünü araştıracak “adli tıp” olmayacak. Kimsesizler mezarlığına gömmeden önce çaresiz ve seçme hakkı olmayanların elinden -ne kadar birikimi varsa- sağlık sektörü hepsini alacak, ölen daha da fakirleşmiş bir şekilde ölüp gidecek.

Bir cinayet işleniyor her gün; kurbanların akıbetini soran yok!

Pestisit hayatları yok ederken, sonuçlarıyla yeni bir piyasa oluşturuyor; her yeni piyasa kendi eko dengesini kuruyor. Bu yeni denklemde fakir çaresizlik içindeyken, parası olanın seçme hakkı olmasına rağmen, o da denetimsizlikten kaynaklanan bir durumla fakire göre daha az zehirli ürün tüketmiş oluyor.

Pestisit çevirdi dört bir yanımızı, bize ölümden başka seçenek sunmuyorlar…

 

İsmail Cem Özkan

10 Şubat 2025 Pazartesi

Siyasi tanımlara yeni anlamlar yüklenirken…

Siyasi tanımlara yeni anlamlar yüklenirken…

Faşizm, geleneksel olarak devletin tüm imkânlarını sermaye sahiplerinin hizmetine sunması olarak tanımlanır. Ancak küreselleşen dünyada sermaye, artık sadece yerel değil, uluslararası bir güçtür. Türkiye'de yaşanan süreç, klasik faşizm anlayışına yeni bir boyut ekliyor: Yerel ile küresel sermayenin iç içe geçtiği, otokrasi ile harmanlanmış bir yönetim modeli.

Bugün faşizmin temel özelliklerinden biri olan örgütlü muhalefetin ve bağımsız sivil toplumun baskılanması, Türkiye'de de farklı bir şekilde işliyor. Sendikalar, siyasi partiler ve kitle örgütleri tamamen yasaklanmak yerine, varlıkları iktidarın sınırları içinde tutuluyor. Onların tamamen yok edilmesi yerine, meşruiyet sağlayan birer vitrin unsuru haline getirilmesi tercih ediliyor. Bu, klasik faşizm anlayışına yapılan en büyük katkılardan biri olabilir mi?

O halde sormamız gereken soru şu: Türkiye'de bugün faşizm mi var, otokrasi mi? Yoksa bu kavramları aşan yeni bir yönetim modeli mi inşa ediliyor?

Faşizmin Klasik Tanımı ve Güncellenme İhtiyacı

Faşizm, ilk kez Benito Mussolini tarafından sistematik hale getirilmiş bir yönetim biçimidir. 1922’de iktidara gelen Mussolini, devletin tüm organlarını sermaye ve burjuvazinin çıkarları doğrultusunda düzenledi. Siyasi muhalefeti tamamen yasakladı, işçi sınıfını baskı altına aldı ve medya kontrolü ile halkı tek bir ideolojinin etrafında topladı.

Hitler’in 1933’te Almanya’da benimsediği faşizm modeli de benzerdi. Ancak bu kez ideolojik temel, Alman ırkının üstünlüğüne dayandırıldı. Faşizm, her ülkede farklı bir versiyona büründü ama temel özellikleri aynı kaldı:

Devletin sermaye lehine çalışması

Muhalefetin baskılanması veya yasaklanması

Hukukun siyasi iktidarın çıkarlarına göre işletilmesi

Tek adam rejimine dayalı bir yönetim anlayışı

Faşizm Ortamında Sendikalar ve Kitle Örgütleri Olur mu?

Faşizmin hüküm sürdüğü bir ortamda sendikalar, siyasi partiler, kitle örgütleri var olabilir mi? Elbette olmaz! Varlık hakları olmadığı gibi, söz hakkına da sahip değillerdir. Böyle bir sistemde muhalefet ve örgütlü yapılar, baskılarla yeraltına itilerek etkisiz hale getirilir. Ancak Türkiye’de farklı bir tablo ile karşı karşıyayız: Var olan siyasi partiler, sendikalar, cemaatler ve kitle örgütleri, iktidarı meşrulaştıran bir işlev görüyor. O halde, bu yapıların var olması, bastırılmış olmasından ve ciddi anlamda siyasi muhalefeti örgütleyemeyen, talepleri ekonomik çerçeve içinde olan kitle örgütlerinin varlığı iktidarı güçlendirmekten, ona hareket alanı yaratmasından başka işlevi yoktur.

Muhalefetin Çıkmazı: Değişim Gücü Var mı?

Bugün kitleselleşemeyen, dar cemaat ilişkileri içinde sıkışıp kalan grupların toplumu değiştirme gücü olabilir mi?

Elbette hayır! Çünkü iktidar, bu yapıların hareket alanını ve özgürlük çerçevesini kendisi belirliyor. Onların toplum içinde kök salma ve söylediklerini gerçekçi kılma hakları da ortadan kaldırılmış durumda. İktidarın yaratmış olduğu algılar ile gerçek iktidarın gördüğü alan kadar ile sınırlanmıştır; o sınırlar içinde gerçeklik aranamaz, sadece üzerine konuşulur… İktidarın belirlediği alanlar içinde hareket etmek, söz söylemek, hatta kitlesel protesto etkinlikleri düzenlemek serbesttir. Cumhuriyet mitingleri buna örnektir; bu mitingler sayesinde iktidar kitlesini kendi etrafında daha da kilitlenmesine neden olmuştur. O mitinglerin etkisi bugün dahi yapılan tüm seçimlerde kemik oy olarak adlandırılan istatistik rakam olarak ortada durmaktadır.

Türkiye'de Faşizm mi, Otokrasi mi?

Bugün yaşanan süreci nasıl adlandırmalıyız? Faşizm kavramı, geçmişte deneyimlenen klasik anlamıyla örtüşmediği için birçok kişi "Bu ülkede faşizm yok" diyebiliyor. Ancak yaşananları otokrasi olarak tanımlamak da yetersiz kalıyor. Türkiye'deki yönetim şekli, liderin niyetine göre şekillenen bir otokratik yapı üzerine kurulu. Bu, her an faşizme dönüşme potansiyeli taşıyan bir sistemdir.

Faşizm Değişir mi? Yeni Tanımlara İhtiyaç Var mı?

Faşizmin önüne sıfat ekleyerek onu "İslami faşizm" ya da "yerli faşizm" olarak adlandırmak doğru mu? Örneğin, Franco İspanyası "Hristiyan faşizmi" olarak mı tanımlanmalıydı? Faşizm, faşizmdir. Ancak tarihsel süreç içinde içerik değişebilir. Zamanın ruhuna uygun yeni bir faşizm tanımı yapılması gerekmiyor mu?

Bugün Türkiye'de Ne Var?

Bugün Türkiye'de klasik faşizm tanımına birebir uyan bir yapı yoksa da, ona özgü yeni bir yönetim biçimi inşa ediliyor. Yasaların keyfi uygulanması, muhalefetin sınırlarının iktidar tarafından belirlenmesi ve hukuk sisteminin tamamen siyasi iradenin çıkarlarına göre işletilmesi, bu yeni yapının temel taşlarını oluşturuyor. O halde, bu yönetim biçimine ne ad vereceğiz?

Tüm kavramların değiştiği ortamda tek bir tanımın aynı kalması söz konusu olabilir mi?

İsmail Cem Özkan 

19 Ocak 2025 Pazar

PoP İkoN Marilyn Monroe

PoP İkoN Marilyn Monroe

Metin Boran’ın yazıp yönettiği PoP İkoN Marilyn Monroe, izleyicisini ünlü Hollywood yıldızının çocukluk yıllarından trajik ölümüne kadar bir zaman yolculuğuna çıkaran, hızlı tempolu ve informatik bir oyun olarak sahneleniyor. Bu oyun, tarihsel bir figürün yaşamına sadece dışarıdan bir bakış açısı sunmuyor; aynı zamanda o hayatın duygusal ve karmaşık geçişlerini derinlemesine keşfetmemize olanak tanıyor.

Boran, son yıllarda sahneye koyduğu oyunlarında sıklıkla kullandığı bir tekniği bu prodüksiyonda da uyguluyor. Yaşanmışlıkları tarihin sayfalarından çıkararak, bizlere somut ve yaşanır bir şekilde sunuyor. Oyunun başrolünde ise Marilyn Monroe rolünde İrem Karaarslan’ı izliyoruz. Karaarslan, tek kişilik bir oyunla, zorlu bir ikona hayat vermek için büyük bir çaba gösteriyor. Monroe’nun hayatındaki çelişkiler, tercihleri, zorunlu ilişkileri ve mücadeleleri, Karaarslan’ın sahnedeki güçlü performansıyla somutlaşırken, bu karmaşıklığın duygusal geçişlerini başarılı bir şekilde yansıtıyor.

Monroe’nun yaşamı boyunca karşılaştığı çelişkili durumlar, onun bir seks sembolü olarak algılanmasına rağmen, gerçek bir oyuncu olma arzusunu da gözler önüne seriyor. İrem Karaarslan, Monroe’nun bu içsel çatışmalarını hem mimikleriyle hem de sesiyle canlandırarak seyirciye güçlü bir performans sunuyor. Aynı zamanda Karaarslan, sahnede danslarıyla da duygusal geçişleri pekiştiriyor ve seyirciyi hem görsel hem de işitsel anlamda etkiliyor.

Melisa Akuş’un koreografisiyle sahnelenen dans figürleri, modern ve klasik dansın harmanlandığı bir dilde, müzikle uyumlu şekilde sahnede hayat buluyor. Bu danslar, izleyiciyi hem duygusal olarak hem de fiziksel olarak yansıttığı hikayenin içine çekiyor. Dans sahneleri, geçişlerde tatlı bir nefes alma fırsatı sunuyor ve seyirciye düşünme, bir sonraki bölüme geçmeden önce kısa bir soluk alma anı bırakıyor.

Kostüm tasarımında Şimal Kılıç ve Yüksel Boran’ın imzası var. Kostümler, dönemin ruhunu yansıtmanın ötesinde, oyuncunun hareket özgürlüğünü destekleyecek şekilde tasarlanmış. Müzik düzenlemede ise İnan Tat’ın katkılarıyla oyun, dönemin melodilerini ve ruhunu başarılı bir şekilde sahneye taşıyor.

Oyunla ilgili bazı ufak aksaklıklar olsa da, her yeni gösterimle daha da olgunlaşacağı kesin. Özellikle bölümler arasındaki geçişlerde seyirciye bir mola verilmiyor; bu, anlatılan öykünün sürekli bir akış halinde devam ediyormuş gibi bir izlenim yaratıyor. Gelecekte, sahneye yerleştirilecek görsel materyaller (video veya fotoğraf slaytları gibi) bu geçişleri daha belirgin hale getirebilir ve seyirciyi mekândan mekâna taşımada daha etkili bir yol sunabilir.

PoP İkoN Marilyn Monroe, emekle yoğrulmuş bir sahne şovudur. Her bir anı detaylı bir şekilde prova edilmiş, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış. Her hareketin, her ışığın ve her sesin titizlikle hesaplandığı bir performans izliyoruz. Sahneye yansıyan ışıklar ve gölgeler, Monroe’nun hayatındaki içsel yalnızlığı ve karmaşayı yansıtıyor.

Eğer Marilyn Monroe’nun yaşamına dair daha derin bir bakış açısı edinmek istiyorsanız, bu oyun tam da sizi bekliyor. Hem eğlenecek hem de bir ikonu sahnede canlı bir şekilde izlerken onun iç dünyasını keşfedeceksiniz.

İsmail Cem Özkan

 

PoP İkoN Marilyn Monroe

Yazan/Yöneten: Metin Boran

Oynayan: İrem Karaarslan

Dans/Koreografi: Melisa Akuş

Kostüm Tasarım ve Uygulama: Şimal Kılıç, Yüksel Boran

Müzik Düzenleme: İnan Tat

Afiş Tasarım: Ömer Enis

 


9 Ocak 2025 Perşembe

Görünürde Erdoğan kendi beka sorununu, ülke sorununa döndürdü...

Görünürde Erdoğan kendi beka sorununu, ülke sorununa döndürdü...

Erdoğan her seçim öncesi ve sonrası geliştirilen “beka sorunu” gibi soyut bir kavramın arkasına saklanarak seçimi etkileyecek stratejiler geliştirdi. Devlet Bahçeli ile birlikte uygulamaya soktukları bu söylem ile seçimleri kazanmış ve yaşanan ekonomik ve çevremizde gelişen krizlerin ortamında en sonunda Öcalan’ı da dahil etti. Devlet Bahçeli’nin grup konuşması ile gündeme gelen “yeni beka sorunu” ve Öcalan’dan net olarak istenen açıklama ile yeni bir sürecin görünür olması ile sonuçlandı. Kapalı odalardan meclis grup toplantılarına taşan yeni strateji birçok belirsizlik içinde kamuoyunun gözü önünde ilmek ilmek işlenmektedir.

Koalisyon ortaklarının niyetlerinde gerçekten samimi olmuş olsalar Kürt sorunu için atılacaklar aslında belli. Siyasi sorunlar siyaset çözecektir, silahların gölgesinde yapılan her türlü barış açıklamasının hepsi boşa düşmüş ve sonuçta barış isteyen tarafı zayıf göstermiş gibi bir algı yaratıldı. Siyasi sorunu “terör” gibi bir kelime ile üzerine kıyafet biçilmesi dahi sorunun askeri çözümünün imkansız olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Küreselleşmenin en sert estiği ve yeni bir bölüşüm savaşının kapıları tekmelediği bir süreçte Ortadoğu’da yeni sınırların ve yeni devletçiklerin gerçekleşmesi olasılığının atmış olduğu bu zaman diliminde sınırlarını korumak isteyen her ülke gibi öncelikle cephe gerisi ve önünde birikmiş sorunları çözmektir.

Sorunu çözmek öncelikle samimi olarak istemekten geçiyor, karşılıklı güvensizliğin hakim olduğu atmosferde sorun çözüm için masaya gelir ve genelde o masa devrilir. Tarihimiz devrilmiş masaların tarihi gibidir.

Söylemde ve görünürde samimi olmayan “kadife kaplı demir yumruk” siyaseti ile halka yeniden bir umut pompalanıyor. Gerçek çözüm ancak eldivensiz çıplak ellerin tokalaşması ile mümkündür, zaten zarafet kuralları gereği öncelikle eldivenler çıkarılır…

Kürt sorunu mutlaka çözülmelidir.

Alevi sorunu mutlaka çözülmelidir.

Tehcir ve ona bağlı yaşanmış sorunların hepsi mutlaka çözülmelidir.

Ulus devletinin yaratmış olduğu tahribat mutlaka çözülmelidir.

Bu konularda sağcısı solcusu hemfikirdir ama çözümden ne anlıyoruz?

Sorunu tanımlamak gereklidir deniliyor, sorun aslında tanımlanmış, ortada duruyor.

Devlet tek taraflı güç ile bastırdığı ve yok saydığı her şey sorundur...

Yok saydıklarına en temel insan haklarına dayalı haklar verilmiş olsa dahi sorunların önemli bir bölümü aşılacak ama hayır vermiyorlar, tersine daha fazla baskı uygulanıyor ve baskının temelinde “beka” diye adlandırılan kişisel çıkar, hırs ve kibir...

Yeni bir süreç görünür oldu.

Kapalı kapılar arkasında yapılan dolaylı görüşmeler direkt görüşmelere doğru eğiliyor, nedeni de küresel değişim ve çatışma olarak gösteriliyor ama ben daha fazla “kişisel beka sorunu” olduğunu düşünüyorum. Erdoğan çıkıp “ben tekrar cumhurbaşkanlığı seçimine katılmayacağım” diyebilecek mi? Demeyecek! O zaman Erdoğan’ın gizli olmayan bu niyetini açıklayan Devlet Bahçeli, "tek lider" olarak gördüğü Erdoğan için her türlü girişimi yaparken, nasıl bir siyasi amacı olabilir? Neden bu görevi üstüne aldı?

"Terörsüz Türkiye" sözü nasıl güzel ve anlamlı geliyor... Erdoğan ve ekibinin cümle arama ve bulma konusunda yapay zekadan yararlanıyor mu? Sanırım yararlanıyor, en akla, ağza kolay geleni seçip kamuoyu önünde atıyor. "Hadi taşı attım, siz o taşa anlam yükleyin" denmekte...

Şimdi, cümle hoş da bu cümlenin bir de tarihi altyapısı var mı?

Elbette var!

İlk açılımını yapan Erdoğan ilk kapanışı da yapmıştı, yaparken dönemin muktedirlerini birer suçlu olarak cezaevlerine atmış, izinli yapılan tüm görüşmeler birden izinsiz görüşmeler oluvermişti... “Kadife içinde saklı yumruk” hendek olarak adlandırılan olayların üzerinde gözükmüş, günlerce cesetler hendek kenarında yollarda kalmıştı...

Unutuldu mu?

Balık hafızalı olunca çabuk unutulur ama yaşayanlar balık hafızası mı taşıyor, ya yakınları?

Her adım düşünülerek, hesaplanarak atılır, çünkü "sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer"... Peki, üfleniyor mu? "Paradigma ne derse o" denildiği an paradigma içinde üflemek yerini "çıkar" alır...

Kimin çıkarı öncelikli olacaktır?

Yalan akıyor her yerden, dik durmak önemlidir bu sağanak yağmur altında...

Pazarlık masasında kim elini güçlü gösterirse, onun çıkarı ötekini “döver!”

Ülkemizin tarihinde olduğu gibi her girişim katliamlar ile sonlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda İttihat ve Terakki Partisi’nin Ermeni açılımı "tehcir" ile sonuçlandı, parlamentoda yer alan Ermeni siyasileri yolda katlettiler...

Tarihin bilgilerini yok sayarsanız, yeni katliamlar için ortam yaratmaya devam edeceğiz gibi.

İsmail Cem Özkan