Galata Gazete


26 Eylül 2016 Pazartesi

Tarih yazıcıları bizi kandırıyor mu?

Tarih yazıcıları bizi kandırıyor mu?


Tarih bilimsel bir olgu değildir, yazanın duruş noktasına ve dünyaya bakış açsına göre değişen bir olgudur. Bilimsel olmadığı içinde tarih yazıcıları arasında çelişkiler her daim varlığını korur. Bir konuda uzlaşı varsa büyük olasılıkla o konu yakın tarihimizi ve bugünü etkilemiyordur… Tarih yazıcıları yakın tarihimizi yazarken ya da resmi tarih söylemini geliştirirken aslında bizlerden birçok gerçeği sakladığını, yaşadığımız olaylar ve sonucunda o olaya bakarken bir kere daha anlıyoruz. Aslında bize görmemiz gerekeni gösterip, algılamamız gerekeni sakladıkları yaşanan süreçlerin sonucunda ortaya çıkıyor. Yaşadıklarımıza dönüp dönüp bakma ihtiyacı duyuyorsak bilelim ki bizlerden çok şey saklanmıştır. Saklanan gerçekler bir gün mutlaka ortaya çıkacaktır diye umut ederiz ama ne yazık ki bazı gerçekler beklentilerimizin ötesinde dahi ortaya çıkmıyor, çünkü o beklenti içinde olanlar artık bu dünyada ne gölgesi kalmıştır ne de izi. Tarih en çok yakın tarih konusunda yalan söyler ya da gerçeklerin bazı şeylerini gösterir… Bizlere denir ki karşılaştırmalı tarih ile olayları inceleyin belki şansınız varsa gerçeklere yakın bir gerçek ile yüzleşebilirsiniz… Çünkü resmi tarihlerin hemen hepsi istisnasız propaganda amaçlı ve tamamı ile algılar ile oynayan söylemlere sahiptir. Tarih yazıcıları eğer resmi tarih yazıyorsa ister istemez yalan söylemek zorundadır, çünkü onu besleyen, kamuda ikame edenin söylemi ile paralel olmak zorundadır. Yalnızca tarih yazıcıları mı? Elbette değil, günlük olaylara bakan gazeteciler, onlara görüş bildiren akademisyenler bu propagandanın birer parçasıdır. Bağımsız, özgür olmayanlar ister istemez resmi söylemin sınırları içinde yaşamak zorundadır, çünkü kaybedecekleri; maaşları ve çocuklarının okul parasıdır…

Bugün, ülkemiz ve içinde bulunduğu coğrafya kaos ve bitmez tükenmez krizlerin içinde çatışmalı bir şekilde varlığını korumaya çalışıyor. Tek tanrılı dinlerin çıktığı, peygamberlerin bol olduğu bu coğrafyada sanki kader gibi yazılmış alınlarına; çatışın, öldürün, kan ile nesilleri büyütün ve sürekli nefret tohumu ekin denmiştir. Huzur aranmıştır, ama huzur bu coğrafyaya çok yabancıdır. Kim ki iktidarı tam eline geçirmiş, baskı ile huzuru yaratmış ama baskısı biraz ortadan kalktığında kendisi için olan huzur huzursuzluğa ve katliamlara dönüşmüş. Tek adamların, tek düşüncelerin, tek doğruların, tek tarih inancının hakim olduğu bu coğrafya bu teklere inat çoktur, karmaşık bir tarih çizgisi vardır ve tek adamları yıkan yine tek gibi gözüken tek olmayan güçler vardır. Kısaca tek diye savunulan şeyler tekler teker yıkılmış yerlerini karmaşık ve daha çatışmalı ortamlara bırakmış… 

Ortadoğu sürekli yeniden şekillenen bir coğrafyadır ve bizler bu coğrafyanın bir parçasıyız.

Birinci dünya savaşı sonrası ellerinde cetveller ile haritalar çizilmiş, sınırlar yaratılmış, her yaratılan sınır içinde yeni tarih söylemler geliştirilmiş, gururlar okşanmış, vicdanlar rahatlatılmıştır. Çöl ortasında kalan bir tren yolu ve çürümüş vagonlar birilerinin kahramanlığı olmuş, öteki tarafın yüz karası. Ellerinde cetvel olanlar ise başka bir tarih çizgisi içinde kendi vatandaşına daha fazla refah, daha konforlu hayat sağlamış. Bir yerde çöl üzerinde deve sidiği ile şifa arayanlar, öte yanda uzaya insan gönderenler… Tarih dengesiz akmaktadır, her ne kadar tek bir dünya atmosferi içinde olmuş olsak da… Yeni kurulan devletler ve o devletlerin bir biri ile ilişkileri ellerinde cetvel olanların çıkarlarına göre belirlenmiş. Gerek görüldüğünde bir biri ile çatıştırılmış, gerek gördüklerinde bir askeri darbe! Onların kaderi bu olmuş, alınlarına yazılan yazılar sürekli çıkarlara göre silinmiş yeninde yazılmış, kimse bu yazılanı ve silineni bilmemiş, çünkü resmi tarih bizden o gerçekleri hep saklamış her daim gururumuz okşayan şeyler anlatılmış, kahramanlıklar destanı içinde kendi içimizde ki ötekini ezmişiz. Sömürülenin sömürüleni olmuş, ezilenin ezileni olmuş… Ezilen kahraman, ezilenin yeni kahramanlarını yaratmış... Hepsinin üstünde elinde cetvel olanlar “bizim çocuklar” diyerek şampanya patlatmış…

“Yeşil Kuşak” süreci içinde değerlendirilir İran iktidar değişikliği… İran’da Şah’ın iktidarından Humeyni iktidarına dönüşüm konusunda her daim sorular varlığını korumuştur, çünkü bu değişiminde taraf olan Amerika, Tahran’da konsolosluğu basılıyor ve rehine krizi yaşıyordu. Fakat olayların sonucuna bakılınca ve arkasından Irak ile girilen savaşa ayrıntılı bir şekilde baktığımızda bütün bu olayların Humeyni rejiminin topluma içine tam yerleşmesi için neden olarak kullanıldığı ve algılar ile oynandığı gerçeği ile karşılaşıyoruz. Amerika ve o dönemin Sovyet rejimi istemeden İran’da Humeyni İran devletinin başına gelip oturamazdı. Çünkü İran kuruluşu bizim gibi iki dünya arasında tampon olarak kurulmuş ve ikisinin çıkarına uygundur. Bugünden bakarak o güne dair kafamızda ki soruları sormaya başlarsak eğer, her soru başka yanıtı ortaya çıkardığı gerçeği ile karşı karşıya kalabiliriz ve en ilginci de o döneme ait tüm belgelerin hala gizli olduğu ve belirli kasalarda saklandığı gerçeği ile karşılaşırız.

Ortadoğu’da bugün yaşanan mezhepler savaşı için İran’da iktidar değişimi yapıldı ve acaba Şah o yüzden mi sürgüne gönderildi? Şah iktidarda kalsaydı acaba mezhepler savaşı bugün ki gibi keskin olabilir miydi? Lübnan’da bir Hizbullah örgütünden bahsedebilir miydik? Şah neden devrildi ve yerine Humeyni getirildi, Humeyni gelmesi İran’ın siyasi hedeflerinde nasıl bir sapma oldu ve kimler bu iktidar değişiminden karlı çıktı?

Bugün yaşanan kaos ve çatışmaların temelinde ‘yeşil kuşak’ filan şeylerden bahsediyoruz, o halde İran analiz edilmeden ülkemizin iç çatışması ve darbeler süreci anlaşılabilir mi? İran tıpkı Türkiye gibi iki kutup arasında geçiş ya da tampon ülke olarak kurulduysa -ki bana göre öyle- o halde neden rejim değişikliği önemliydi İran’da? Neden Pakistan ve ülkemizde bu olay gerçekleşmedi? Pakistan ile kader birliği yaşıyor muyuz? Onlar kadar iç çatışma keskin olmamasına rağmen neden ve nasıl bir İslam’ı merkezli canlı bombaların hedefi olduk?

‘Yeşil Kuşak’ ve onun takibi ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ve onun eş başkanı konumuna getirilişimiz ellerinde cetveli olanların bir projesidir. Ve her projenin bir finans edeni ve çıkarı olanı vardır. Proje yapanlar ise o paraya verenin amacına uygun olarak çalışır ve onlar için bilgi toplar ve onlara gönüllü olarak ajanlık yaparlar. Her proje bir anlamda parası olana gönüllü olarak ajanlık yapmaktır… Proje yapmak ve proje üzerinden beslenmek soğuk savaş ve sonrasında ortaya çıkan ve çok daha ekonomik ve verimli bir olgudur ve o projeler tarihi yazıcıları gibi algılar ile oynamak ve kamuoyu oluşturulmak için kullanılan sivil inisiyatiflerdir. Ve ‘Sivil Toplum’ kavramı bu projenin bir ürünü olarak karşımızda durur… Aktivistler, sivil geçen kurumların birer gönüllüleridir… Devletlerde tıpkı birey ve dernekler/vakıflar gibi proje yaparlar ve o projelerde gönüllü olarak birçok şeyin lideri gibi gözükmek için canla başla çalışırlar ama ellerinde cetvel olanların sadece amaçlarına ve çıkarlarına uygun davranmak ile yükümlüler…

Tarih yazıcıları bu projelere bakarak bir şeyler yazıyorlar, elbette proje amacına ve sonucuna uygun söylemleri kullanarak…


İsmail Cem Özkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.