Tarih yazıcıları bizi kandırıyor mu?
Tarih bilimsel bir olgu değildir, yazanın duruş noktasına ve
dünyaya bakış açsına göre değişen bir olgudur. Bilimsel olmadığı içinde tarih
yazıcıları arasında çelişkiler her daim varlığını korur. Bir konuda uzlaşı varsa
büyük olasılıkla o konu yakın tarihimizi ve bugünü etkilemiyordur… Tarih
yazıcıları yakın tarihimizi yazarken ya da resmi tarih söylemini geliştirirken
aslında bizlerden birçok gerçeği sakladığını, yaşadığımız olaylar ve sonucunda
o olaya bakarken bir kere daha anlıyoruz. Aslında bize görmemiz gerekeni
gösterip, algılamamız gerekeni sakladıkları yaşanan süreçlerin sonucunda ortaya
çıkıyor. Yaşadıklarımıza dönüp dönüp bakma ihtiyacı duyuyorsak bilelim ki
bizlerden çok şey saklanmıştır. Saklanan gerçekler bir gün mutlaka ortaya
çıkacaktır diye umut ederiz ama ne yazık ki bazı gerçekler beklentilerimizin
ötesinde dahi ortaya çıkmıyor, çünkü o beklenti içinde olanlar artık bu dünyada
ne gölgesi kalmıştır ne de izi. Tarih en çok yakın tarih konusunda yalan söyler
ya da gerçeklerin bazı şeylerini gösterir… Bizlere denir ki karşılaştırmalı
tarih ile olayları inceleyin belki şansınız varsa gerçeklere yakın bir gerçek
ile yüzleşebilirsiniz… Çünkü resmi tarihlerin hemen hepsi istisnasız propaganda
amaçlı ve tamamı ile algılar ile oynayan söylemlere sahiptir. Tarih yazıcıları
eğer resmi tarih yazıyorsa ister istemez yalan söylemek zorundadır, çünkü onu
besleyen, kamuda ikame edenin söylemi ile paralel olmak zorundadır. Yalnızca
tarih yazıcıları mı? Elbette değil, günlük olaylara bakan gazeteciler, onlara
görüş bildiren akademisyenler bu propagandanın birer parçasıdır. Bağımsız,
özgür olmayanlar ister istemez resmi söylemin sınırları içinde yaşamak
zorundadır, çünkü kaybedecekleri; maaşları ve çocuklarının okul parasıdır…
Bugün, ülkemiz ve içinde bulunduğu coğrafya kaos ve bitmez
tükenmez krizlerin içinde çatışmalı bir şekilde varlığını korumaya çalışıyor.
Tek tanrılı dinlerin çıktığı, peygamberlerin bol olduğu bu coğrafyada sanki
kader gibi yazılmış alınlarına; çatışın, öldürün, kan ile nesilleri büyütün ve
sürekli nefret tohumu ekin denmiştir. Huzur aranmıştır, ama huzur bu coğrafyaya
çok yabancıdır. Kim ki iktidarı tam eline geçirmiş, baskı ile huzuru yaratmış
ama baskısı biraz ortadan kalktığında kendisi için olan huzur huzursuzluğa ve
katliamlara dönüşmüş. Tek adamların, tek düşüncelerin, tek doğruların, tek
tarih inancının hakim olduğu bu coğrafya bu teklere inat çoktur, karmaşık bir
tarih çizgisi vardır ve tek adamları yıkan yine tek gibi gözüken tek olmayan
güçler vardır. Kısaca tek diye savunulan şeyler tekler teker yıkılmış yerlerini
karmaşık ve daha çatışmalı ortamlara bırakmış…
Ortadoğu sürekli yeniden şekillenen bir coğrafyadır ve
bizler bu coğrafyanın bir parçasıyız.
Birinci dünya savaşı sonrası ellerinde cetveller ile
haritalar çizilmiş, sınırlar yaratılmış, her yaratılan sınır içinde yeni tarih
söylemler geliştirilmiş, gururlar okşanmış, vicdanlar rahatlatılmıştır. Çöl
ortasında kalan bir tren yolu ve çürümüş vagonlar birilerinin kahramanlığı
olmuş, öteki tarafın yüz karası. Ellerinde cetvel olanlar ise başka bir tarih
çizgisi içinde kendi vatandaşına daha fazla refah, daha konforlu hayat
sağlamış. Bir yerde çöl üzerinde deve sidiği ile şifa arayanlar, öte yanda
uzaya insan gönderenler… Tarih dengesiz akmaktadır, her ne kadar tek bir dünya
atmosferi içinde olmuş olsak da… Yeni kurulan devletler ve o devletlerin bir
biri ile ilişkileri ellerinde cetvel olanların çıkarlarına göre belirlenmiş.
Gerek görüldüğünde bir biri ile çatıştırılmış, gerek gördüklerinde bir askeri
darbe! Onların kaderi bu olmuş, alınlarına yazılan yazılar sürekli çıkarlara
göre silinmiş yeninde yazılmış, kimse bu yazılanı ve silineni bilmemiş, çünkü
resmi tarih bizden o gerçekleri hep saklamış her daim gururumuz okşayan şeyler
anlatılmış, kahramanlıklar destanı içinde kendi içimizde ki ötekini ezmişiz.
Sömürülenin sömürüleni olmuş, ezilenin ezileni olmuş… Ezilen kahraman, ezilenin
yeni kahramanlarını yaratmış... Hepsinin üstünde elinde cetvel olanlar “bizim
çocuklar” diyerek şampanya patlatmış…
“Yeşil Kuşak” süreci içinde değerlendirilir İran iktidar
değişikliği… İran’da Şah’ın iktidarından Humeyni iktidarına dönüşüm konusunda
her daim sorular varlığını korumuştur, çünkü bu değişiminde taraf olan Amerika,
Tahran’da konsolosluğu basılıyor ve rehine krizi yaşıyordu. Fakat olayların
sonucuna bakılınca ve arkasından Irak ile girilen savaşa ayrıntılı bir şekilde
baktığımızda bütün bu olayların Humeyni rejiminin topluma içine tam yerleşmesi
için neden olarak kullanıldığı ve algılar ile oynandığı gerçeği ile
karşılaşıyoruz. Amerika ve o dönemin Sovyet rejimi istemeden İran’da Humeyni
İran devletinin başına gelip oturamazdı. Çünkü İran kuruluşu bizim gibi iki
dünya arasında tampon olarak kurulmuş ve ikisinin çıkarına uygundur. Bugünden
bakarak o güne dair kafamızda ki soruları sormaya başlarsak eğer, her soru
başka yanıtı ortaya çıkardığı gerçeği ile karşı karşıya kalabiliriz ve en
ilginci de o döneme ait tüm belgelerin hala gizli olduğu ve belirli kasalarda
saklandığı gerçeği ile karşılaşırız.
Ortadoğu’da bugün yaşanan mezhepler savaşı için İran’da
iktidar değişimi yapıldı ve acaba Şah o yüzden mi sürgüne gönderildi? Şah
iktidarda kalsaydı acaba mezhepler savaşı bugün ki gibi keskin olabilir miydi? Lübnan’da
bir Hizbullah örgütünden bahsedebilir miydik? Şah neden devrildi ve yerine Humeyni
getirildi, Humeyni gelmesi İran’ın siyasi hedeflerinde nasıl bir sapma oldu ve
kimler bu iktidar değişiminden karlı çıktı?
Bugün yaşanan kaos ve çatışmaların temelinde ‘yeşil kuşak’
filan şeylerden bahsediyoruz, o halde İran analiz edilmeden ülkemizin iç
çatışması ve darbeler süreci anlaşılabilir mi? İran tıpkı Türkiye gibi iki
kutup arasında geçiş ya da tampon ülke olarak kurulduysa -ki bana göre öyle- o
halde neden rejim değişikliği önemliydi İran’da? Neden Pakistan ve ülkemizde bu
olay gerçekleşmedi? Pakistan ile kader birliği yaşıyor muyuz? Onlar kadar iç
çatışma keskin olmamasına rağmen neden ve nasıl bir İslam’ı merkezli canlı
bombaların hedefi olduk?
‘Yeşil Kuşak’ ve onun takibi ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ve
onun eş başkanı konumuna getirilişimiz ellerinde cetveli olanların bir projesidir.
Ve her projenin bir finans edeni ve çıkarı olanı vardır. Proje yapanlar ise o
paraya verenin amacına uygun olarak çalışır ve onlar için bilgi toplar ve
onlara gönüllü olarak ajanlık yaparlar. Her proje bir anlamda parası olana
gönüllü olarak ajanlık yapmaktır… Proje yapmak ve proje üzerinden beslenmek
soğuk savaş ve sonrasında ortaya çıkan ve çok daha ekonomik ve verimli bir
olgudur ve o projeler tarihi yazıcıları gibi algılar ile oynamak ve kamuoyu
oluşturulmak için kullanılan sivil inisiyatiflerdir. Ve ‘Sivil Toplum’ kavramı
bu projenin bir ürünü olarak karşımızda durur… Aktivistler, sivil geçen
kurumların birer gönüllüleridir… Devletlerde tıpkı birey ve dernekler/vakıflar
gibi proje yaparlar ve o projelerde gönüllü olarak birçok şeyin lideri gibi
gözükmek için canla başla çalışırlar ama ellerinde cetvel olanların sadece
amaçlarına ve çıkarlarına uygun davranmak ile yükümlüler…
Tarih yazıcıları bu projelere bakarak bir şeyler yazıyorlar,
elbette proje amacına ve sonucuna uygun söylemleri kullanarak…
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.