Ayrımcılık nefret söylemini tetikler ve yaşatır...
Hayatta insan olarak geldik, bizim tercihimiz değildi.
Gelirken bize nasıl göz rengi alacağımız, hangi dil konuşacağımız tercihi
yapılmadı. Bizim tercihlerimiz olmayan şeyler yüzünden ömür boyu ya öteki ya da
biat etmiş olarak yaşamaya mahkum ediliriz. Zengin gelenler ise zaten bu
satırlarımı okumayacaktır, çünkü onlar bizim dünyamızın dışında yaşayamaya ve
zenginliklerini daha fazla nasıl artıracağını düşünürler. Biz fakirler,
öldürülenlerin öldüğü yere karanfil bırakanlar her düşüncemizi, her satırımızı
yaşadıklarımızın toplamından süzülerek acıları dillendiririz.
Bizim tercihimiz olmayan yaşama katılmışız ve sürmekte olan
kavgaya dahil olmuşuz. Yaşadığımız yüzyıl burjuvazinin bize açmış olduğu ve sürekli
meydan okuduğu kavgada taraf olmuşuz. Bizim tarafımız emeği ile geçinen, mazlum
hakların yanıdır… Bu bizim tercihimiz ile olmuş değildir, bizim içinde
olduğumuz toplumun bize yüklediği görevdir. Madem böyle bir görev içindeyiz o
halde kavgamızı daha bilgili, bilinç ile bizden önce yaşanmış yenilgilerden
deneyim alabileceğimiz tarih bilinci içinde olmak ile yükümlüyüz… Elbette
burjuvanın beslediği beyaz yakalı işçi olunca sınıftan kopmuş olunmaz ama hayat
tarzı ve yaşam kalitesi farkı içinde olanlar kendilerini bizden görmek
istememesi anlamlandırabilmek ile de yükümlüyüz, çünkü burjuvazi elini
kirletmez kendi adına elini kirleteceği beyaz yakalı işçiler yanında özel
güvenlik ve devlet güvenliğini kendi amacı yönünde kullanır. Bizi içimizden
parçalamak için her türlü aracı kullanır, çünkü biz birlik olursak karşımızda
ki azınlık olanların elinden bizim üzerimizden kazandıkları zenginliği
alabiliriz.
Bugün dünya nüfusunun binde biri bize hükmediyor. Bizi
yönlendiriyor... Bizim günlük yaşantımızı da ne tüketeceğimizi, ne
üreteceğimiz, nasıl eğleneceğimizi bize sormadan belirliyor ve ellerindeki
medya, eğitim, devletin kendilerine vermiş olduğu gücü kullanarak yapıyorlar…
Burjuvazi kendisini var eden feodal dünyanın içinden
gelirken din ile savaşmış ve sonra dini kendi yanına çekerek kendi amacına göre
biçimlendirmiştir. Burjuvazi, din gibi insanları kategorize ederek onlara
payeler dağıtır ve o payeler ile unvanlar verilir, unvanlar ile toplum içinde
kategoriler yaratılır… Devlet mekanizmasını bu unvanlar ile yönetir ve
yönlendirir, ihtiyacına göre sistem değişikliği yapar.
Devlet, din gibi yaşayan insan gibi ölü insanları da
kategorize eder ve ayrımcılık yapar.
Vatanı için ölenler aslında vatanında yaşayan burjuvanın
çıkarı için öldüğünü hiç öğrenemeyecektir, çünkü öyle bir eğitimden geçmiştir
ki vatan sermaye birikimi için uydurulmuş bir ulus devleti olduğu gerçeğini
bile kabul edemez. Vatan serbest ticari hayatın olduğu coğrafyadır. O
coğrafyada önemli olan ticari yaşamdır, diğer tüm unsurlar o ticari yaşamın yan
değneği ya da orta direği işlevini görür. Çünkü hayat içinde olan çoğu insan
yaşadığını değil yaratılmış gerçekliğin içinde yaşar…
Her caddeye, her sokağa bir ölünün ismi verildi... İnsanlar
mezarlığa gitmekten korkarken artık ölüler arasında yaşar oldu. Sokaklarda ne
ıslık duyuluyor ne de müzik. Sessizlik içinde kaderine boyun eğer gibi yeni
sokaklar ve caddeler yaratıyorlar, gelmekte olan ölülerin isimleri verilsin
diye... Ülke inşaat sektörü sayesinde ayakta duruyor, inşaat sektörü olmasaydı
nasıl verilirdi ölülerin isimleri yeni sokaklara?
“Ayıyı başkan yapan köy, armudu ancak rüyasında görür.” Çin
atasözü.
Ayrımcılık yaşamın bir parçasıdır demek isterdim ama yaşamın
kendisi olduğu gerçeği ile yaşamaktayız. Ayrımcılığı gücü elinde bulunduranlar
yapar, mazlumlar ve azınlık olanlar ise her daim ayrımcılıktan şikayetçidir.
Gücü elinde bulunduranlar her zaman azınlık olmasına rağmen çoğunluk gibi
davranır ve hatta demokrasinin göstergesi gibi gösterilen seçimlerde her zaman
çoğunluğu ellerinde bulundururlar. Nasıl bulundururlar diye sormaya gerek
yoktur, her şey ortada ama kimse dillendirmeye cesaret edemez, çünkü
ayrımcılığın negatif tarafında olmak istemez! Yasalar adaleti sağlayacağı
sürekli vurgulanır ama hukuk devleti olmamıza rağmen yasalar sanki kişiye özgü
gibi işlem görür. Yasaların olması adaletin olması anlamına gelmediğini hukuk
maddeleri karşısında verilen kararların çelişkilerinden öğreniyoruz.
Yasalar adaleti sağlamayacaksa yasalar ne işe yarar ki?
Yasalardan söz açılınca hukuk maddeleri gözlerimizin önünden
geçmez ama biz farkına varalım varmayalım toplum düzeni bu kağıt üzerine
kayıtlı ve geleneksel yaşam tarzımıza uygun yazılı olmayan maddeler hayatımıza
çeki düzen verir ve toplumu bir hizaya sokmaya çalışır. Devletin istediği
bireyi yaratmak ve kontrol etmek için hukuk maddeleri önemlidir ve hukuk kurum
itibari ile toplumun her zaman gerisinden gelir hatta çoğu zaman toplumun
ilerleyişi önünde engel teşkil ederler. Hukuk maddeleri ilerici olamaz,
gericidir. Ona rağmen insanlığın toplum sözleşmesinin ilk maddeleri ile
düzen içinde önemlidir ve vazgeçilmezdir. Toplum sözleşmesinin başlangıçtaki
amacı mazlum olanın hakkını erk sahibi karşısında korumaktır. Bir hukuk
devletinde önemli olan azınlıkların haklarını koruyan ne kadar çok madde varsa
o toplum daha demokratik ve özgürdür. Fakat bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde
ayrımcılık saklanamaz ve alenidir, çoğunluğun hakkını azınlık hakkı karşısında
korur...
Devlet ayrım yaptığı sürece hukuk sadece kağıt üzerine kalan
lekedir... Ayrımcılık nefret söylemini tetikler ve yaşatır... Toplum
içinde bölünmenin birincil nedeni devletin bu ayrımcı tutumunda yatar...
Ülkede ki tüm medya cenaze medyasına dönüştü...
Ülkemizin içinde ve dışında gerçekleşen çatışmalar ve
katliamlar toplum içinde haklı bir öfke birikimine sebep olmaktadır. Öfkelerini
doğru hedeflere yönlendiremeyenler daha fazla öfkelenecekler, çünkü öfkelendiği
olayı tekrar tekrar olacak ve sonrasında alışacaklar, ortada öfkelenecek şey
görmeyecekler hayatın bir parçası olarak görecekler...
Alışmayın, alışmamak için öfkenizi doğru hedefe
yönlendirin...
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.