Hak, hukuk, adalet!
Siyaset ve
hukuk ilişkisi, hukuk yani medeniyet oluşturulduğundan bugüne kadar iç içe
geçmiş bir ilişki bütünüdür.
Güç, hukuku
belirlemiştir.
Hukuk, güçlü
olanın hakkını savunur hep ama göreceli olarak eşitlikten bahseder. Hukukta
eşitlik ve adalet yoktur, çünkü güç kiminse onun hakkını korur ve kollar...
İstikrar için üretilmiştir hukuk, istikrar ancak güçlü olanın çıkarı korunduğu
sürece vardır... İstikrarın bozulduğu dönemlerde devlet geleneği ortaya çıkar,
devletin varlık sebebi; her zaman hakim sınıfın çıkarını korumaktır... Hakim
sınıfın çıkarı, hukuka bakışı ve yorumlamayı ortaya çıkarır...
Her otokrasi
yönetimde hukuk kuralları vardır ama genelde liderin çıkarı ve onu koruyan
atmosfere uygun olarak bir bakış açısı hakim olur. Kurallar öyle bir yorumlanır
ki, aslında olmayanı olur yapar ve o olur her zaman hukuk kurallarına uygundur.
Hukukun olduğu yerde adalet değil, çıkardır belirleyici...
Adalet kavramı
da elbette görecelidir, kime göre adalet?
Hukuk kuralları
eşitlik kazandırmak ve sınıflar arasında çıkan çatışmada adalet kavramı ile
yorumlanır. Hukuk maddelerinin uygulanması adalet beklentisine cevap vermesi
gereklidir ama o beklenti yani kamuoyu ve otokratik sistem içinde çatışmaya
neden olur.
Sistemin devamı
için hukuk maddeleri öyle bir uygulanır ki, Peru örneğinde olduğu gibi lider
darbe girişimi yapıyor diye başkanlık koltuğundan alınabilir, çünkü iktidar bir
güç savaşıdır ve güçlü olan, güçsüzleşeni koltuğundan alır ve o hukuk
kurallarına uygun olarak meclis kararı ile desteklenir...
Amerikan
senatosu baskını ve sonraki süreç hukukun nasıl yorumlanacağına örnektir...
Seçimi kaybeden eğer kazanmış olsaydı dava açılmayacaktı, kaybettiği için
soruşturmaya uğradı ama Amerikan sistemi için gerçek tehlike oluşturmadığı için
dava zamana yayılarak kaybeden liderin kamuoyundan uzak münzevi yaşama
katılacağı beklentisi oluşmuşken tersi oldu... Bu durumda “çok gizli”
dosyaların evinde bulunduğu iddiası ile ev baskını filan oldu, kısaca bir
gözdağı verildi. Sistem kendi içinde bu süreci hukuk kurallarına uygun yerine
getirecektir, çünkü gelişen faşizm hareketini karşısına almak yerine, arkasına
dolanarak onun için oluşmuş ortamın yok edilmesi için bir çaba söz konusu gibi
gözüküyor...
Otokratik
ülkelerde ise lider iktidarda kaldığı sürece liderin arzuları ve çıkarı hukukun
yorumlamasını belirleyecektir. İran örneğinde olduğu gibi, var olan yasaları
uygulamak değil, ihtiyaca cevap verecek olan baskıları daha görünür kılmak
adına -idam kararları alan hakimleri ile- sokağa çıkmışları evine korku ile
kapatmayı stratejik bir yol olarak seçmiş durumda... Kısaca, orada hakimler
yasalara değil, iktidarın beklentisine cevap verecek şekilde kalem kırıyor...
12 Eylül sürecinde
bizde hukuk gerçek anlamda sorgulanmadı, çünkü hakimler verdikleri kararlardan
dolayı ne sorgulandılar ne de toplum içinde vicdanen yargılandılar. Kararlar
darbeci generallerin gönderdiği niyet mesajlara uygun “bir ondan, bir bundan”
diyerek kalem kırma yarışına girdi, gerekli istikrar sağlandıktan sonra idamlar
durdu! İdamların en sonuncusunda generallerin üstü kapalı olarak desteklediği
sivil hükümet zamanında oldu, meclis karar aldı ve uygulandı...
Hukuk, adaleti
toplum içinde yayma gibi bir görevi yoktur, toplum içinde güç dengeleri nasılsa
hukuk ona göre adaleti dağıtır... Greve giden işçiler ülkenin “stratejik”
çıkarına aykırı görüldüğü an grevleri yasaklanabilir, çünkü burada belirleyici
olan istikrardır, istikrarı bozan hakkında yasalar uygulanır, çünkü her duruma
uygun hukuk maddesi aranırsa bulunur, olmazsa bir kararname ile oluşturulur...
Siyaseti
belirleyen ülkedeki güç dengeleridir, eğer güç sermayenin elinde ise, iktidarı
ve muhalefeti sermaye belirliyorsa, orada “öteki” kabul edilenlerin hakkı,
hukuku, adaleti güçlü yanında yoktur... Güçlünün çıkarı önceliklidir ve adalet
kavramına bakarken güçlünün çıkarına uygunsa adalet tecelli edilmiş olur...
Her toplum
kesimin hakkı vardır ama hak güce göre değişkendir, oluşan ortama uygun olarak
hukuk ve adalet ise altı boşaltılmış ve yeniden yorumlanmıştır.
“Hak, hukuk,
adalet” gibi sloganlar aslında göze, kulağa hitap etme dışında gerçek anlamda
yaşam içinde karşılığı yoktur... O yüzden güçlü olan istediğini kurallara uygun
olarak dayatır ve elde eder...
Kapitalist
sistemde sermaye sahiplerine karşı gerçek dengeyi sağlayan işçi sınıfıdır. İşçi
sınıfı sistemden mücadelesi ile elde ettiği haklar, özgürlük ve adalet
kavramını yorumlanmasını ortaya çıkarır. Günümüzde gerçek anlamda işçi
sınıfının yaygın ve güçlü bir örgütlenmesi olmadığından dolayı iktidar ve
muhalefet el birliği ile kapitalist sistemin çıkarına uygun olarak toplum ve
algısı belirlenir, hukuk ve adalet beklentisi ona göre dikte edilir.
“Kahrolsun
istibdat, yaşasın hürriyet!” diye haykırmanın birincil koşulu işçi sınıfının
örgütlü güç olması ve iktidara yürüyor olmasıdır. Aksi halde; giden, geleni
aratmaya devam eder. Yakın tarih bize Abdülhamid ve onu iktidardan alan İttihat
ve Terakki Partisinin yaşattığı acıları anlatır. Mücadele eden iki taraf aynı
sınıfı temsil ettikleri ve aynı/ benzer olduğu sürece; muhalefetin iktidara
gelmesi, iktidarın gitmesi sorunları ortadan kaldırmadığı gibi, özgürlük,
adalet gibi kavramların altı boşaltılıp yeniden doldurdukça; ne öteki, ne işçi
sınıfının ne de ötekilerin özgürlük alanı genişletir, aksine daraltır.
12 Eylül öncesi
çok sevdiğim bir slogan vardı, “Faşizme ölüm, tek yol devrim!” …
Zamanında
atılmayan sloganların, o sloganı taşıyacak örgütlenme olmadığı sürece, Karagöz-
Hacivat gölge oyunu tarihte olduğu gibi güncellenerek oynamaya devam eder!
İsmail Cem
Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.