Acındırarak iktidar olmak…
Ülkemizin tarihinde acındırmak, mazlum rolü
oynamak, muhtaç olmak kavramlarını iç içe geçiren bir siyasi geleneğe sahiptir.
Osmanlı devletinin yükselme devrinin sonu;
bir anlamda dış devletlere yönelik yağmalamanın, işgalin, ganimetin sonu
anlamına gelir, fakat uzun süre köle kadın ve köle insan ticareti devam eder.
Çöküş sürecinde ganimet ile devlet kasasını dolduramayanlar borç ile devletin
kasasını doldurmayı seçti. Yağma kültürü dışa yönelik olmaktan çıktı, içe
yönelik yağmaya dönüştü. Osmanlı devleti sona doğru giderken kuruluş
politikasının tersini tercih etmek zorunda kalıyordu. Dışarıda mazlum, zavallı,
hasta gibi gözükerek, borç almak için ihtiyaç sahibi olmanın yolunu vicdan sömürüsüne
dayalı bir dış politika anlayışının inşaat sürecidir... Rekabet halinde ülkeler
arasında oluşan boşluktan yararlanmıştır…
Çürüyen her yapı dışarıdan acınacak görüntü
oluşturur.
Arabesk bizim siyasetimizin temelinde var,
hiçbir şey yapamazsa kendi vücudunu jilet ile keser, akan kanı emer, oradan
oluşan korku ile devletini besler, saltanatını korur… İç ayaklanmalar bahane
edilerek, halkı sadece vergi, asker veren konumuna getirdi. Var olan askeri
yapıları dağıttı, yeni askeri birlikler oluşturdu, sarayda darbe meşrulaştı,
güçlü olan kullanacağı Osmanlı soyundan geleni tahta oturtuyor, devletin malını
yağmalıyordu. Baba, oğlunu, oğul babayı yok etmek için çaba harcamasına gerek
yoktu, devletin kasasını elinde tutmak isteyenler o işi yapıyorlardı. Entrika,
ayak oyunu, rüşvet, elde ettiği gücü çevresi için kullananlar çürümeyi
hızlandırıyordu.
Her şeyi bir sonu vardır, çürümenin de sonu
olacaktı.
Kapitülasyonların dayatması sonucunda borç
veren güçlü emperyalist devletlerin liderleri tarafından Osmanlı devletine
“hasta adam” teşhisi kondu.
Hasta adam isimlendirmesi yapıldıktan sonra
Osmanlı devletini yönetenlerin önünde çok fazla seçenek kalmamıştı; borcu borç
ile kapatmayı seçmek dışında başka alternatifleri yoktu. Devlet, çıkmaz bir
sokağa tek yönlü yoldan girmişti. Osmanlı devletinin sonu artık güçlü
devletlerin masasında planlar ve haritalar eşliğinde konuşulur olmuştur.
Zaman içinde alacaklılar Osmanlı gelirlerine
el koyup, bir de onun ile ilgili Düyun-u Umumiye
kurumu kurmuşlar. Bu
suretle Osmanlı devletinin elinde ne var, ne yok denetleyecekler, denetleme ile
kalmayacaklar yöneteceklerdi. Bu sayede bilgi emperyalist devletlerin elinde
silaha dönüşecekti. Osmanlı devleti yönetenlerden daha fazla bilgi sahibi
olanlar masa başında yaptıkları tasarımları hayata risksiz bir şekilde
geçirebiliyorlardı.
Son darbe ne zaman ve nasıl vurulacağı soru
olarak hep masada durdu.
Elbette ekonomik olarak çöken devletin sağlam
bir tarafı olması beklenemezdi, çürüme kaçınılmazdı, çürüme devletin gücüne
olan güveni de ortadan kaldırıyordu… Çürüme dağılma anlamına geliyordu, dağılma
ise devletten alacakların çözmesi gereken büyük bir problem olmuştu. Borç veren
bankerler, devletler bu borç batağına dönüşmüş devletten büyük kayıp vermeden,
çatışmaya girmeden alacaklarını nasıl tahsil edeceklerdi? Soru basitti, cevabı
ise devleti gençleştirmek! Hasta olan yaşlı devleti gençleştirmek, işlevsel
hale getirmekti.
Osmanlı devleti nasıl gençleşecekti?
İnsan olsa nasıl olacağı bellidir, yaşlı ya
da hasta olanın varisi bulunur, o varislerden alacaklar alınır, gerek icra yolu
ile gerek karanlık yöntemler ile... Bankerler için önemli olan almaktır,
yolunun pek önemi yoktur, ama devlet olunca?
Devlet olunca devlet yıkılacak ve o devletin
mirasını savunan yeni devlet kurmak gerekliydi... Buna da emperyalist devletler
yöneticileri tarafından “Avrupa’da Türk sorunu” adı verdiler.
Türk sorunu çözülecekti.
Yeni devlet elbette devletin içinden çıkacak
ve devamı olacaktır, kısaca borçları reddetmeyecek bir devlet! Bu durumda
elbette oluşacak devletin “tam bağımsız” olması düşünülemez, çünkü siyasi
yaşamda öyle muhtaç olanı bağımsız yapacak yeni başlangıçlar olmaz. Her daim
muhtaç olacak ama hasta olmaktan çıkmış borçlarını ödeyecek konumda olacak bir
devlet!
Borç ödenmesi esastır, diğerleri
teferruattır...
Birinci emperyalist devletler arasında
paylaşım savaşı sonucunda ülkemizin siyasi rejimi değişti, adı değişti, bayrağı
kurallara uygun daha biçimli oldu. Ve emperyalist devletlerin baskısı ile
başkenti de değiştirildi... Bu kurulan yeni devlet eskisinin devamı, daha
gençleşmiş, oluşan yeni dünyada yerini alabilecek, borçlarına sadık ama tam
bağımsız olamayacak, ihtiyaç olduğunda kuzeyde var olan devletin karşısında duvar
olacak…
Tam bağımsızlık ancak ekonomi ile olur,
ekonomisi bağımlı olan ülkeler bağımsız siyasi tavır alamazlar, onlar dengeleri
gözetmek ile mükelleftir...
Borç, yiğidin kamçısıdır ama devletin?
Gençleşen devlet biraz kendisini toparlanmaya
ve bağımsız davranmak için adımlar attığında, kaçınılmazdır dışarıdan müdahale.
Devleti idare edenler her zaman emperyalist devletlerin eline koz verir. Siyasi
iktidar, ikinci dünya savaşında Nazi Almanya’sını desteklemesi ile emperyalist
devletlerin eline güçlü bir koz geçti, çünkü Almanya macerası İngiliz ve
Amerikan çıkarlarının Ortadoğu’da riske girmesi anlamına geliyordu... Çıkarlar
her şeyin üstündedir, geleneksel dostluk sözleri sözde kalmaya mahkumdur.
Savaş sonrası Avrupa’yı hizaya getiren
Amerika, uygulamaya koyduğu Marshall yardımı ülkemiz için de uygun görüldü ve
yardım ile siyasilerin bilinçaltında yatan alışkanlıklar canlandırıldı. Borç
ile gelen sıcak para, içte oluşan herhangi bir direniş bertaraf edilmesini
kolay kıldı. Yatırım ile büyümek yerine ekonominin büyümesi politikanın
merkezine kondu. Her köye bir “zengin” yaratma hayali, emek harcamadan zengin
olmayı amaç kıldı. Yağma politikası ile yeni zenginler suni olarak
yaratılıyordu.
İtibar için birçok şeyde tasarruf yapılır!
Dışarıdan gelen yardım ile birlikte yardım
istediğinde yardım alacak, borç istediğinde borç alacak konuma gelmesinin
önünde engellerinde kalkması anlamına geliyordu. Ülkemizin itibarı; alacağı
borç ile ölçülür oldu, eğer borç alacak konumdaysak itibarlı ülkeydik!
Önemli olan itibar, itibardan taviz
verilmemesi gereklidir.
Dışarıdan nasıl gelirse gelsin gelen paranın
önündeki tüm engeller kalkacaktı, kalktı da... Her yardıma, her bağışa, her zor
durumda uzatılan ele sarılmak siyasi bir geleneğin yeniden canlandırılması
oldu...
Bizim ülkemizde yaşanan felaketlerden ders
çıkarmadık, var olan çarpıklık hep devam etti. Çarpıklığı yok etmek için adım
atmadık, çünkü muhtaç olmak yardımın gelmesi anlamına geliyordu... Gelen her
sıcak para, içeride oluşmuş sorunların ertelenmesi veya üstünün örtülmesi
anlamına geliyordu.
Gelen para geri çevrilmez, koşulsuz kabul
ettiğimiz hep söyleriz ama koşullarını da yerine getirmeye çalışır gibi
gözükürüz, ülkemizde nasıl olsa felaket eksik olmuyor, verilen tüm sözler bir
felaket ile göz ardı edilir ve sıcak para girişi devam eder... Nasıl olsa dünya
bize bakmak zorunda, çünkü biz itibarlı bir ülkeyiz. Stratejik konumumuz bize
yardımı sonsuzlaştırıyor!
Sonuç olarak biz benzer felaketleri sürekli
yaşayan, tarihin sürekli tekerrür ettiği bir ülke konumundan çıkamadık! Çünkü
biz kendimize acınılacak şekilde bakıldığı sürece gurur duyan bir siyasi
anlayışın içinde olduk. Bakın zenginlerimiz bile fakir gibi giyinir, çünkü
fakir gözük ki, yardım eksik olmasın!
“Domuzdan bir kıl almayı” kar gören siyasi
anlayış; muhtaç, halkın güvenliğini önemsemeyen, son dakikada Allah'ın takdiri
ile zorluktan kurtulacağımız düşünür... “Su nasıl olsa yolunu bulacaktır”, o yüzden
siyasetin suyuna göre git anlayışı hep var olmuştur...
Siyasetçi siyasetçinin kurdu değil, koruyucu
meleğidir.
Bizim siyasetçilerimizin hepsi kurnaz,
zekidir. Halkın iyiliği için halkın cebinden alır ve beka sorunu adı altında
offshore hesaplarda çevresinin ve ailesinin geleceği ekonomik olarak garanti
altına alınır. Eğer devletin malını yedikleri ortaya çıkarsa, bu durumda hemen
“mazlum” rolüne bürünür. Her Türk siyasetçi bilir ki, rüşvetin, devleti
hortumlamanın kaydı olmaz, davası da olursa kısa sürede kapatılır…
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.