Notalar sahnede
hayat bulmuş, kendi aralarında dertleşmişler…
Fıkra
anlatılırken genelde söze şöyle başlanırdı: bir Fransız, bir İngiliz ve bir
Türk bir barda karşılaşmışlar… Fıkralar aslında toplumun konuşmaya çekindiği bir
şeyi, mizahi karşısındakine komik gelecek şekilde aktarmasıdır. Fıkralar çok
rağbet görünce zamanın gazeteleri fıkrayı anonim olmaktan çıkarmış, sorumluluk
sahibine köşe ayırmış ve orada fıkra yazmaları istemiş…
Köşe yazarlığı
aslında fıkra yazarlığıdır. Köşe yazarlığı zaman içinde eğilmiş, bükülmüş,
amacından çıkmış ve fıkra köşeleri gazeteciler için öyle kolay kolay terk
edilecek yerler olmaktan çıkmış, dokunulmaz, yazana itibar kazandıran,
gereğinde “nalına da mıhına da vuran”, gereğinde “enseyi karartmayın” diyerek
arka arkaya fıkralar boca edilir ve esas amaca uygun bir fıkra arada yazılır.
Okuyucu zekidir, bilir nerede ne mesaj alacağını, sansür kurulu da bu
zekilikten pay almış, yakaladığının ensesine bir tokat atıverir…
Fıkralar ağır
koşullar altında yaşayan insanlar için bir anlıkta olsa nefes aldığı alan
yaratır. Elbette baskınında sınırı vardır demokrasilerde iktidar koltuğunu
kaybedene kadar, kazanan bir “özgürlük” verir gibi olur ama istikrarı bozmaz o
da sansüre, baskıya, işkenceye devam eder ve arada sırada “işkenceye karşı
sıfır tolerans!” der, sıfır tolerans gösterilir ayak takımının
özgürlüğüne…
Ayak takımı
dediğime bakmayın, aslında ayaklar görünmezdir. Her zaman üstü kapalıdır ve bir
anlamda içeridedir, ancak bir eve girildiğinde yerde halı, kilim varsa
çıkarılır ama hemen özgürlüğe ulaşmaz, ayakların sahibi ne zaman uykusu gelir,
yatağa gider, o zaman ayaklar üzerindekilerin hepsi kalkar ama ayak bu sefer
yorgan altındadır. Ayaklar hiçbir rejimde/ düzende özgür olmaz, üzerinde bir
baskı olur.
Ayakların
özgürlüğünü savundunuz mu, başınıza her iş gelebilir, en azından elinizden
pasaportunuz alınır! Hayalleriniz alınır, gün içinde oluşan rüzgarda savrulan
bir kuru yaprak gibidir, ne zaman yere düşeceği belli olmaz…
Günlerden bir
gece yarısı, kapanan aslında devredilen bir barın herkesin çekip gittiği,
sessizliğin hakim olduğu, alkol ve insan kokusunun biraz uzaklaşması gereken
zamanda sessizlik beklenmedik şekilde bozulur. İçeriye bir kadın girer ve
ışıkları açar ve sahne aydınlanır. Azeri dilinde (şivesinde) konuşur, neden
orada olduğunu kendi kendine dertlenir gibi anlatır, dertlenme de denmez
söylenir… kısa bir süre sonra caz barın sanatçısında son bir kere dokunduğu
piyanosu ile vedalaşmak için salona gelir. İki kadın birbirinden habersizdir ve
barın içinde karşılaşmaları onları panik hale gelmesini sağlar. Panik hali
çatışma demektir, korku çatışmak için ortam yaratır ve önyargıların görünür
olmasını sağlar. Azeri şivesi ile İstanbul Türkçesi konuşan iki kadının
bilinçaltında oluşanların yüksek ses ile ifadesi çantadan çıkan gaz spreyidir.
İki kadın ile karşılaşması, bir anlamda göçmen ve yabancı düşmanlığının
insanlar üzerine bıraktığı etkiyi çıplak olarak görürüz. Artık “kral çıplak”
denmiştir, çünkü nefret ile yüzleşmek, önyargılar ile hesaplaşmanın da kapısı
aralanmıştır… Seyirciyi o barın salonuna davet eder. İki kadının birbirinin
önyargısını kırması öyle kolay olmayacaktır, bu arada seyircinin kafasının
içinde sorularda oluşturmaktadır. Günlük hayatta kullandığımız cümleler salonda
bulunan seyircinin üzerine atılmaktadır.
Bir Azeri, bir
Türk bir barda karşılaşmış ama henüz üçüncüsüne zaman vardır!
Çok sade
düzenlenmiş bir dekor, her oyuncunun kullanacağı kadar sandalye ve bir masa
vardır, özellikle salonun sadeliği, sahnenin düzenlenmesi seyircinin her açıdan
oyunu görmesini sağlarken, oyuncularında hareket alanını genişletmiş… Bar,
barın üzerinde kedi LED ışıklar ve bardaklar, buzdolabının zincirlenmesi, bu
zincir aslında hırsıza karşı değildir, çalışana karşı takılmıştır…
“Le chat noir”
Fransız cafe/bar düzenlemesi ile bir tescili markadır İstanbul şubesidir…
Küresel markalar kendi kuralları ve düzenlemeleri ile şubelerini açar ve
dayatır, onların istediğini yerine getirmezseniz marka hemen alınır…
Oyunun dekorunu,
konusunu oluşturan tüm öğeler küreselleşmenin ülkemizdeki yansımasıdır.
Dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin, bir birine benzeyen bir çok mağaza,
bar, cafe bulacaksınız, tek fark o mekanlarda oturanlar ve işletenlerin ten
rengi ve kullandıkları dilleri farklıdır… Her mekanın pırıltıları altında ama
her ülkenin kendisine özgü sorunları da o ışıltıların, müzikleri arasında
saklanmış halde bulunur. Acının üstü ne ile örtülmeye çalışılırsa çalışılsın,
acı bir yerden kendisini bazen bir nota, bazen bir gözyaşı, bazen bir cinayet
ile kendisini gösterir…
Acının rengi
her insan için aynıdır, sesi farklıdır.
Küresel
markanın İstanbul şubesinde gece yarısıdır ve o gece yarısı olması gereken
sessizliğin yerini acı ve nefret söylemlerinin ortaya çıkardığı önyargılar ile
yüzleşme ve o yüzleşme sonucunda bir birinin acısını hafifletmek isteyen
sabırlı bir hoşgörü alacaktır… Uzlaşı ancak farklı insanların çatışmasının
sonucunda ortaya çıkan bir durumdur, uzlaşıyı sağlayan ise toplum algısı ile
oluşan, zayıf gösterilen iki kadının o zayıf anı ve kadınlık hissinin hakim
olması ile oluşur. Sıcak bir sarılma, kendi acısını ötekinde görme, iki
yabancıyı birden yıllarca tanıdığı kadar içten görmeyi ortaya çıkarır…
Notalar
evrenseldir, ezilmişlerin oluşturmuş olduğu müzikler hangi dilde söylenirse
söylensin duygulara hitap eder ve dili anlamasanız da notalar gelir sizi
kucaklar ve söylemek istediğini söyler…
Müzik
sessizlerin dilidir…
Fıkra bu ya hep
üç rakamına tamamlanır, hep bir üçüncü fıkraya dahil olur, gecenin sabaha doğru
evirildiği zaman kapı aniden açılır ve isyanın, öfkenin, oluşmuş olan hayal
kırıklığının sese yansıması ve kavganın bitiş anının o son darbesinin sesi
kapıda belirir. Öfkeli, aldatılmışlığın getirmiş olduğu hayal kırıklığı ve
sanki hep tekrar eden bir şeyin tekrar yaşamanın getirmiş olduğu katmerleşmiş
acının sesidir kapıda… Alnından kan sızarak giren, öfkesini henüz kontrol
edemeyen kadının sessizlik olması gereken bara atılmasına şahitlik ederiz. Ne
bir gerekçe, ne de herhangi bir açıklama yapılmadan bir eşyanın emanetçiye
bırakılması gibi bırakılıp gidilmiş ve üstelik bir de ödev/sorumluluk
verilmiştir.
Müzisyen telaş
içinde salonu terk ederken kapıda karşılaşırlar, her yeni karşılaşma oyunda
önyargıların ortaya çıkıp dillendirilmesidir. Yeniden, yeniden yaşanır aynı
şeyler ama bu sefer özneler değişmiştir. Gelen ne göçmendir ne de gerçek
anlamda buralıdır. O da yabancıdır. Yabancılık, bir ortamda bulunanlar için
kısa sürede ortadan kalkması gerekendir, çünkü üç farklı kültürden gelen
kadının bir barın salonunda buluşması ve arkadaş demeyelim de “el” olmaktan
çıktığı süreçtir… Üç kadını bir birine bağlayan notalardır… Notalar onları öyle
bir ortak noktada buluşturur ki, üç farklı insanın, kültürün, algılayışı farklı
olanın, tarihi geçmiş ve birikimleri bir biri ile ilgisi olmayan üç farklı
dünyanın aynı salonda kendileri, toplum ve kadınlıktan gelen negatif ayrımcılık
ile yüzleşmesine şahitlik ederiz…
Ezilmişlerin
notaları aynı acıyı taşır ve evrenseldir...
Azeri
temizlikçi kadının elbette bir adı vardır, Elnara: ateş, çalışkan, inatçı
anlamlarına geliyormuş. Azerbaycan’dan çalışmak için geldiği ülkede elinden
pasaportu alınarak beyaz köle yapılan ama beyaz yalanlar ile aldatılan bir
kadındır… Hayalleri yok olmuş ve geçmişin acısını, Azerbaycan’da muhalif bir
ailenin ferdi olması, başlarına gelen felaketlerin nedenlerine vakıf birisidir.
Azeri hükümeti / devleti kendi muhalifini yok etmek için Ermenistan ile yaptığı
savaşı kullanmış, cephe önüne muhalifleri sürerek bir taş ile iki amacına
ulaşmayı seçmiştir… Elnara canlandıran Başak Meşe, gerek şivesi, gerek
mimikleri ile bu acıyı sessizce üzerine oyun boyunca taşımıştır. Babasını ve
eşini kaybeden Elnara, çaresizdir ama dirençlidir. Bir çikolata parçasında
umudunu koruduğunu hem seyirciye hem de diğer hemcinslerine sessizce ve
dillendirmeden göstermektedir…
Meltem ise
acısı yakın tarihimiz içinde “Ergenekon Davası” adı verilen davaya gönderme
yapan bir sorun yumağının içinde çaresizliğe düşürülmüş ama eğitimli, olaylara
hakim, bilgisini paylaşmasını seven, ailesini kaybettikten sonra Kuzguncuk’ta
aile büyüklerinin yanında kalan, sevdiği işi yapan ve emeği ile geçinen bir
kadın portesi olarak yerini almaktadır. Zeynep Er bu role hayat verirken, gerek
müzik ve caz müziğinin kökenlerine dair açıklayıcı bilgi verirken, müziğin
piyano tuşlarından çıkıp salonu kucakladığında, o notalar sessizliğinin isyanı
olmuştur. Tıpkı Elnara gibi yaşadığı ülkede muhalif olanın başına neler gelebileceğinin
vücut bulmuş halidir… Her notanın, her acının dili, olmuş mimikleri, gözyaşları
ile ve de sarhoş hali ile oyunun için oyunu yaşayan halindedir…
Fıkranın
üçüncüsü olarak sahneye gelen, kısa sürede konunun ülkemiz açısından
görünmeyen, gösterilmeyen tarafını temsil etmekledir. O, meyhane görünümlü
yerin altında kumarhaneyi kamufle eden bir yerde sahne alan ses sanatçıdır ama
öyle popüler filan değil, onu sahneye çıkarak onun hayatına girmiş bir
kumarbaz, her türlü üçkağıdı doğal gibi gören biridir. Küçük yaşta annesini
kaybetmiş, abisi cezaevine girmiş, babası bir kaşık düşmanı olarak gördüğü
kızını yaşlı bir adama peşkeş çekmesi üzerine evden kaçmış, Roman bir genç ile
roman kültürüne karışmış, orada sahne almayı, şarkı söylemeyi, dans etmeyi
öğrenmiş biridir. Ne yazı ki o görünmeyenlerin acıları daha fazladır, daha
fazla sömürü, baskı ve dayak vardır hayatında… Görünmeyenlerin acısı arabesk
içinde popüler kültüre dahil olmuş, şansı olanlar ünlenmiş, şansı yaver
gitmeyenler ise kurumuş yaprak tanesi gibi savrulması ve bir köşe başında,
kuytu bir yerde nefessiz kalmasının öyküsünü üzerinde taşımaktadır… Saadet
rolünü Gökçe Burcu Zümrüt hayat vermektedir. O gerek söylediği şarkılar, gerek
kendisine karşı kurulan cümlelere karşı gösterdiği tepkiler ile o görünmeyen
bireyi görünür kılmış… O kadar görünür kılıyor ki, her el hareketi, yüzündeki
mimikler olması gereken Saadet karşımızdadır. Gergindir her anı, mutlu olurken
bile gerginliği yüzündeki titreşimdir. Sesinin tınısında bile o gerginliği hissediyoruz.
Korunma güdüsü, zayıf düştüğü anlar, nefes aldığı bu karşılaşmada geçmişi ile
yüzleşmesi Gökçe Burcu Zümrüt’ün başarısını seyircinin alkışında bulabiliyoruz…
Seçtiği her şarkı geçmişin öyküsünü anlatır.
Her öykünün,
her fıkranın bir sonu vardır, o son ayrılıktır, çünkü gün aydınlanınca bar yeni
sahiplerini karşılayacak ve yeni öyküler yazılmaya devam edecektir. Kadınların
sorunları ülkemizde siyasi bir tercih ile görünmez kılınmaya çalışılmaktadır…
Bu oyunda görünmezleri görünür kılmıştır. Yanından çekip gittiğimiz, hiç
farkına varmadığımız kadınlar ve sorunları ile bu oyun sayesinde yüzleme
imkanına sahip oluyoruz. Acının gülünç hali olur mu, mizahı olur mu diye
kendinize sorun, yanıtını oyuna gelerek alacaksınız…
Oyuncudan
bahsettik, dekordan, ses, ışık gibi oyunun içinde olan ama notalar altında
kalarak ıslanan sahne üzerinde yer alanlardan çok bahsetmedik, çünkü canlı
müzik ama seçilen her parça öykünün içinde öyküyü anlatır kılmıştır. Caz müziği
tesadüfi değildir, kadınların hayatının notalarıdır. Işık için öyle
geçişlerin olduğu değişik sahneler yoktu, piyano, masa ve genel ışık, dekor bar
için gerekli olan her şeyi sahneye taşımıştı… Fakat, esas konuşulması gereken
yazar ve yazarın sağ kolu dramaturg.
Pera Tiyatro
oturmuş istikrarlı bir yazar, yönetmen ve dramaturg kadrosu var ve o kadro
sahneye birbirinden bağımsız oyunları ve teknikleri koymaktadır… Her sahneye
konulan eser uzun süre masa başında çalışıldığı, ilmek ilmek işlendikten sonra
oyuncuların seçimi, oyunculara o oyunun karakteri, nerelerde nasıl hayat
vereceği, kelimelerin cümleler dönüşürken o aradaki duygu geçişin nasıl
yapılacağı masa başından sahneye taşındığını hissediyoruz.
Nesrin
Kazankaya ve Şafak Eruyar ikilisinin başarılı çalışmasını bu tiyatro eserini
sahnede izlerken bir kere daha olmayan şapkamı çıkararak selamladım. Oyun
sonunda elbette ayağa kalkarak verilmiş tüm emeğe karanfil verir gibi alkışımın
sesini gönderdim… Sezon biterken gidip izledim oyunu ama yeni sezonda da
sahnede olacak. Hoş vakit geçirirken yakın tarihimizin iz düşümünü ve o döneme
ait kafanızda sorular oluşmasına sebep olacak ve cevabı size bırakılacak bir
kara mizahın müzikal halini izlemenizi arzularım, elbette burada tarihin bir
kronolojisi değil ama kadın kimliği üzerinden yansımasını hissedeceksiniz…
Oyunda
görünmezleri görünür kılmış, her an karşılaştığımız sorunu sahnede notalar
eşliğinde farkına varmamızı sağlamış. Eğer “farkındalık” kelimesi doğru yerde
kullanılmak isteniyorsa, bu oyunu izlemeniz yeterlidir. Oyun kadın sorununa
onların gözünden farkındalık yaratmış. Oyunun alkışı bol beklenmedik anların
yaratmış olduğu gülümseme anları sizleri bekliyor, salonda notalar konuştu,
oyuncular onlara hayat verdi ve bizler alkışlarımız ile onlara ve de zaman
zaman sahnede söylenen şarkılara katıldık… Emeği geçenlere kelimelerim ile
alkışlarımı gönderiyorum…
İsmail Cem
Özkan
Barda Son Gece
Yazan-Yöneten:
Nesrin Kazankaya
Dramaturgi:
Şafak Eruyar
Dekor:
Sabahattin Özbakır
Kostüm: Nesrin
Kazankaya
Işık: Muhammet
Saki
Oynayanlar:
Elnara: Başak
Meşe
Meltem: Zeynep
Er
Saadet: Gökçe Burcu Zümrüt
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.