Galata Gazete


2 Mayıs 2023 Salı

Notalar sahnede hayat bulmuş, kendi aralarında dertleşmişler…

Notalar sahnede hayat bulmuş, kendi aralarında dertleşmişler…

 

Fıkra anlatılırken genelde söze şöyle başlanırdı: bir Fransız, bir İngiliz ve bir Türk bir barda karşılaşmışlar… Fıkralar aslında toplumun konuşmaya çekindiği bir şeyi, mizahi karşısındakine komik gelecek şekilde aktarmasıdır. Fıkralar çok rağbet görünce zamanın gazeteleri fıkrayı anonim olmaktan çıkarmış, sorumluluk sahibine köşe ayırmış ve orada fıkra yazmaları istemiş…

 

Köşe yazarlığı aslında fıkra yazarlığıdır. Köşe yazarlığı zaman içinde eğilmiş, bükülmüş, amacından çıkmış ve fıkra köşeleri gazeteciler için öyle kolay kolay terk edilecek yerler olmaktan çıkmış, dokunulmaz, yazana itibar kazandıran, gereğinde “nalına da mıhına da vuran”, gereğinde “enseyi karartmayın” diyerek arka arkaya fıkralar boca edilir ve esas amaca uygun bir fıkra arada yazılır. Okuyucu zekidir, bilir nerede ne mesaj alacağını, sansür kurulu da bu zekilikten pay almış, yakaladığının ensesine bir tokat atıverir…

 

Fıkralar ağır koşullar altında yaşayan insanlar için bir anlıkta olsa nefes aldığı alan yaratır. Elbette baskınında sınırı vardır demokrasilerde iktidar koltuğunu kaybedene kadar, kazanan bir “özgürlük” verir gibi olur ama istikrarı bozmaz o da sansüre, baskıya, işkenceye devam eder ve arada sırada “işkenceye karşı sıfır tolerans!” der, sıfır tolerans gösterilir ayak takımının özgürlüğüne… 

 

Ayak takımı dediğime bakmayın, aslında ayaklar görünmezdir. Her zaman üstü kapalıdır ve bir anlamda içeridedir, ancak bir eve girildiğinde yerde halı, kilim varsa çıkarılır ama hemen özgürlüğe ulaşmaz, ayakların sahibi ne zaman uykusu gelir, yatağa gider, o zaman ayaklar üzerindekilerin hepsi kalkar ama ayak bu sefer yorgan altındadır. Ayaklar hiçbir rejimde/ düzende özgür olmaz, üzerinde bir baskı olur.

 

Ayakların özgürlüğünü savundunuz mu, başınıza her iş gelebilir, en azından elinizden pasaportunuz alınır! Hayalleriniz alınır, gün içinde oluşan rüzgarda savrulan bir kuru yaprak gibidir, ne zaman yere düşeceği belli olmaz…

 

Günlerden bir gece yarısı, kapanan aslında devredilen bir barın herkesin çekip gittiği, sessizliğin hakim olduğu, alkol ve insan kokusunun biraz uzaklaşması gereken zamanda sessizlik beklenmedik şekilde bozulur. İçeriye bir kadın girer ve ışıkları açar ve sahne aydınlanır. Azeri dilinde (şivesinde) konuşur, neden orada olduğunu kendi kendine dertlenir gibi anlatır, dertlenme de denmez söylenir… kısa bir süre sonra caz barın sanatçısında son bir kere dokunduğu piyanosu ile vedalaşmak için salona gelir. İki kadın birbirinden habersizdir ve barın içinde karşılaşmaları onları panik hale gelmesini sağlar. Panik hali çatışma demektir, korku çatışmak için ortam yaratır ve önyargıların görünür olmasını sağlar. Azeri şivesi ile İstanbul Türkçesi konuşan iki kadının bilinçaltında oluşanların yüksek ses ile ifadesi çantadan çıkan gaz spreyidir. İki kadın ile karşılaşması, bir anlamda göçmen ve yabancı düşmanlığının insanlar üzerine bıraktığı etkiyi çıplak olarak görürüz. Artık “kral çıplak” denmiştir, çünkü nefret ile yüzleşmek, önyargılar ile hesaplaşmanın da kapısı aralanmıştır… Seyirciyi o barın salonuna davet eder. İki kadının birbirinin önyargısını kırması öyle kolay olmayacaktır, bu arada seyircinin kafasının içinde sorularda oluşturmaktadır. Günlük hayatta kullandığımız cümleler salonda bulunan seyircinin üzerine atılmaktadır.

 

Bir Azeri, bir Türk bir barda karşılaşmış ama henüz üçüncüsüne zaman vardır!

 

Çok sade düzenlenmiş bir dekor, her oyuncunun kullanacağı kadar sandalye ve bir masa vardır, özellikle salonun sadeliği, sahnenin düzenlenmesi seyircinin her açıdan oyunu görmesini sağlarken, oyuncularında hareket alanını genişletmiş… Bar, barın üzerinde kedi LED ışıklar ve bardaklar, buzdolabının zincirlenmesi, bu zincir aslında hırsıza karşı değildir, çalışana karşı takılmıştır…

 

“Le chat noir” Fransız cafe/bar düzenlemesi ile bir tescili markadır İstanbul şubesidir… Küresel markalar kendi kuralları ve düzenlemeleri ile şubelerini açar ve dayatır, onların istediğini yerine getirmezseniz marka hemen alınır…

 

Oyunun dekorunu, konusunu oluşturan tüm öğeler küreselleşmenin ülkemizdeki yansımasıdır. Dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin, bir birine benzeyen bir çok mağaza, bar, cafe bulacaksınız, tek fark o mekanlarda oturanlar ve işletenlerin ten rengi ve kullandıkları dilleri farklıdır… Her mekanın pırıltıları altında ama her ülkenin kendisine özgü sorunları da o ışıltıların, müzikleri arasında saklanmış halde bulunur. Acının üstü ne ile örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, acı bir yerden kendisini bazen bir nota, bazen bir gözyaşı, bazen bir cinayet ile kendisini gösterir…

 

Acının rengi her insan için aynıdır, sesi farklıdır.

 

Küresel markanın İstanbul şubesinde gece yarısıdır ve o gece yarısı olması gereken sessizliğin yerini acı ve nefret söylemlerinin ortaya çıkardığı önyargılar ile yüzleşme ve o yüzleşme sonucunda bir birinin acısını hafifletmek isteyen sabırlı bir hoşgörü alacaktır… Uzlaşı ancak farklı insanların çatışmasının sonucunda ortaya çıkan bir durumdur, uzlaşıyı sağlayan ise toplum algısı ile oluşan, zayıf gösterilen iki kadının o zayıf anı ve kadınlık hissinin hakim olması ile oluşur. Sıcak bir sarılma, kendi acısını ötekinde görme, iki yabancıyı birden yıllarca tanıdığı kadar içten görmeyi ortaya çıkarır…

 

Notalar evrenseldir, ezilmişlerin oluşturmuş olduğu müzikler hangi dilde söylenirse söylensin duygulara hitap eder ve dili anlamasanız da notalar gelir sizi kucaklar ve söylemek istediğini söyler…

 

Müzik sessizlerin dilidir…

 

Fıkra bu ya hep üç rakamına tamamlanır, hep bir üçüncü fıkraya dahil olur, gecenin sabaha doğru evirildiği zaman kapı aniden açılır ve isyanın, öfkenin, oluşmuş olan hayal kırıklığının sese yansıması ve kavganın bitiş anının o son darbesinin sesi kapıda belirir. Öfkeli, aldatılmışlığın getirmiş olduğu hayal kırıklığı ve sanki hep tekrar eden bir şeyin tekrar yaşamanın getirmiş olduğu katmerleşmiş acının sesidir kapıda… Alnından kan sızarak giren, öfkesini henüz kontrol edemeyen kadının sessizlik olması gereken bara atılmasına şahitlik ederiz. Ne bir gerekçe, ne de herhangi bir açıklama yapılmadan bir eşyanın emanetçiye bırakılması gibi bırakılıp gidilmiş ve üstelik bir de ödev/sorumluluk verilmiştir.

 

Müzisyen telaş içinde salonu terk ederken kapıda karşılaşırlar, her yeni karşılaşma oyunda önyargıların ortaya çıkıp dillendirilmesidir. Yeniden, yeniden yaşanır aynı şeyler ama bu sefer özneler değişmiştir. Gelen ne göçmendir ne de gerçek anlamda buralıdır. O da yabancıdır. Yabancılık, bir ortamda bulunanlar için kısa sürede ortadan kalkması gerekendir, çünkü üç farklı kültürden gelen kadının bir barın salonunda buluşması ve arkadaş demeyelim de “el” olmaktan çıktığı süreçtir… Üç kadını bir birine bağlayan notalardır… Notalar onları öyle bir ortak noktada buluşturur ki, üç farklı insanın, kültürün, algılayışı farklı olanın, tarihi geçmiş ve birikimleri bir biri ile ilgisi olmayan üç farklı dünyanın aynı salonda kendileri, toplum ve kadınlıktan gelen negatif ayrımcılık ile yüzleşmesine şahitlik ederiz…

 

Ezilmişlerin notaları aynı acıyı taşır ve evrenseldir...

 

Azeri temizlikçi kadının elbette bir adı vardır, Elnara: ateş, çalışkan, inatçı anlamlarına geliyormuş. Azerbaycan’dan çalışmak için geldiği ülkede elinden pasaportu alınarak beyaz köle yapılan ama beyaz yalanlar ile aldatılan bir kadındır… Hayalleri yok olmuş ve geçmişin acısını, Azerbaycan’da muhalif bir ailenin ferdi olması, başlarına gelen felaketlerin nedenlerine vakıf birisidir. Azeri hükümeti / devleti kendi muhalifini yok etmek için Ermenistan ile yaptığı savaşı kullanmış, cephe önüne muhalifleri sürerek bir taş ile iki amacına ulaşmayı seçmiştir… Elnara canlandıran Başak Meşe, gerek şivesi, gerek mimikleri ile bu acıyı sessizce üzerine oyun boyunca taşımıştır. Babasını ve eşini kaybeden Elnara, çaresizdir ama dirençlidir. Bir çikolata parçasında umudunu koruduğunu hem seyirciye hem de diğer hemcinslerine sessizce ve dillendirmeden göstermektedir…

 

Meltem ise acısı yakın tarihimiz içinde “Ergenekon Davası” adı verilen davaya gönderme yapan bir sorun yumağının içinde çaresizliğe düşürülmüş ama eğitimli, olaylara hakim, bilgisini paylaşmasını seven, ailesini kaybettikten sonra Kuzguncuk’ta aile büyüklerinin yanında kalan, sevdiği işi yapan ve emeği ile geçinen bir kadın portesi olarak yerini almaktadır. Zeynep Er bu role hayat verirken, gerek müzik ve caz müziğinin kökenlerine dair açıklayıcı bilgi verirken, müziğin piyano tuşlarından çıkıp salonu kucakladığında, o notalar sessizliğinin isyanı olmuştur. Tıpkı Elnara gibi yaşadığı ülkede muhalif olanın başına neler gelebileceğinin vücut bulmuş halidir… Her notanın, her acının dili, olmuş mimikleri, gözyaşları ile ve de sarhoş hali ile oyunun için oyunu yaşayan halindedir…

 

Fıkranın üçüncüsü olarak sahneye gelen, kısa sürede konunun ülkemiz açısından görünmeyen, gösterilmeyen tarafını temsil etmekledir. O, meyhane görünümlü yerin altında kumarhaneyi kamufle eden bir yerde sahne alan ses sanatçıdır ama öyle popüler filan değil, onu sahneye çıkarak onun hayatına girmiş bir kumarbaz, her türlü üçkağıdı doğal gibi gören biridir. Küçük yaşta annesini kaybetmiş, abisi cezaevine girmiş, babası bir kaşık düşmanı olarak gördüğü kızını yaşlı bir adama peşkeş çekmesi üzerine evden kaçmış, Roman bir genç ile roman kültürüne karışmış, orada sahne almayı, şarkı söylemeyi, dans etmeyi öğrenmiş biridir. Ne yazı ki o görünmeyenlerin acıları daha fazladır, daha fazla sömürü, baskı ve dayak vardır hayatında… Görünmeyenlerin acısı arabesk içinde popüler kültüre dahil olmuş, şansı olanlar ünlenmiş, şansı yaver gitmeyenler ise kurumuş yaprak tanesi gibi savrulması ve bir köşe başında, kuytu bir yerde nefessiz kalmasının öyküsünü üzerinde taşımaktadır… Saadet rolünü Gökçe Burcu Zümrüt hayat vermektedir. O gerek söylediği şarkılar, gerek kendisine karşı kurulan cümlelere karşı gösterdiği tepkiler ile o görünmeyen bireyi görünür kılmış… O kadar görünür kılıyor ki, her el hareketi, yüzündeki mimikler olması gereken Saadet karşımızdadır. Gergindir her anı, mutlu olurken bile gerginliği yüzündeki titreşimdir. Sesinin tınısında bile o gerginliği hissediyoruz. Korunma güdüsü, zayıf düştüğü anlar, nefes aldığı bu karşılaşmada geçmişi ile yüzleşmesi Gökçe Burcu Zümrüt’ün başarısını seyircinin alkışında bulabiliyoruz… Seçtiği her şarkı geçmişin öyküsünü anlatır.

 

Her öykünün, her fıkranın bir sonu vardır, o son ayrılıktır, çünkü gün aydınlanınca bar yeni sahiplerini karşılayacak ve yeni öyküler yazılmaya devam edecektir. Kadınların sorunları ülkemizde siyasi bir tercih ile görünmez kılınmaya çalışılmaktadır… Bu oyunda görünmezleri görünür kılmıştır. Yanından çekip gittiğimiz, hiç farkına varmadığımız kadınlar ve sorunları ile bu oyun sayesinde yüzleme imkanına sahip oluyoruz. Acının gülünç hali olur mu, mizahı olur mu diye kendinize sorun, yanıtını oyuna gelerek alacaksınız… 

 

Oyuncudan bahsettik, dekordan, ses, ışık gibi oyunun içinde olan ama notalar altında kalarak ıslanan sahne üzerinde yer alanlardan çok bahsetmedik, çünkü canlı müzik ama seçilen her parça öykünün içinde öyküyü anlatır kılmıştır. Caz müziği tesadüfi değildir, kadınların hayatının notalarıdır.  Işık için öyle geçişlerin olduğu değişik sahneler yoktu, piyano, masa ve genel ışık, dekor bar için gerekli olan her şeyi sahneye taşımıştı… Fakat, esas konuşulması gereken yazar ve yazarın sağ kolu dramaturg.

 

Pera Tiyatro oturmuş istikrarlı bir yazar, yönetmen ve dramaturg kadrosu var ve o kadro sahneye birbirinden bağımsız oyunları ve teknikleri koymaktadır… Her sahneye konulan eser uzun süre masa başında çalışıldığı, ilmek ilmek işlendikten sonra oyuncuların seçimi, oyunculara o oyunun karakteri, nerelerde nasıl hayat vereceği, kelimelerin cümleler dönüşürken o aradaki duygu geçişin nasıl yapılacağı masa başından sahneye taşındığını hissediyoruz.

 

Nesrin Kazankaya ve Şafak Eruyar ikilisinin başarılı çalışmasını bu tiyatro eserini sahnede izlerken bir kere daha olmayan şapkamı çıkararak selamladım. Oyun sonunda elbette ayağa kalkarak verilmiş tüm emeğe karanfil verir gibi alkışımın sesini gönderdim… Sezon biterken gidip izledim oyunu ama yeni sezonda da sahnede olacak. Hoş vakit geçirirken yakın tarihimizin iz düşümünü ve o döneme ait kafanızda sorular oluşmasına sebep olacak ve cevabı size bırakılacak bir kara mizahın müzikal halini izlemenizi arzularım, elbette burada tarihin bir kronolojisi değil ama kadın kimliği üzerinden yansımasını hissedeceksiniz…

 

Oyunda görünmezleri görünür kılmış, her an karşılaştığımız sorunu sahnede notalar eşliğinde farkına varmamızı sağlamış. Eğer “farkındalık” kelimesi doğru yerde kullanılmak isteniyorsa, bu oyunu izlemeniz yeterlidir. Oyun kadın sorununa onların gözünden farkındalık yaratmış. Oyunun alkışı bol beklenmedik anların yaratmış olduğu gülümseme anları sizleri bekliyor, salonda notalar konuştu, oyuncular onlara hayat verdi ve bizler alkışlarımız ile onlara ve de zaman zaman sahnede söylenen şarkılara katıldık… Emeği geçenlere kelimelerim ile alkışlarımı gönderiyorum…

 

İsmail Cem Özkan

 

 

 

Barda Son Gece

 

Yazan-Yöneten: Nesrin Kazankaya 

Dramaturgi: Şafak Eruyar 

Dekor: Sabahattin Özbakır 

Kostüm: Nesrin Kazankaya 

Işık: Muhammet Saki

Oynayanlar: 

Elnara: Başak Meşe

Meltem: Zeynep Er

Saadet: Gökçe Burcu Zümrüt

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.