Yolda depremin sesini duyduk…
Geçen
bu zamanda yoldaydık. Üç kişi arkada, iki kişi önde olduğu bir aracın
içindeydik. Yoldaydık, İstanbul dışına doğru gidiyorduk. Arada molalar veriyor,
sonra yine aracın içine binip gidiyorduk. Karanlığın içinde, önümüzü aydınlatan
farların yol göstericiliği ile bize sunulmuş yolun üzerindeydik. Tek yönlü bir
yoldaydık sanki arkamızdan gelen araçlarının farları aydınlatıyordu arabanın
içini, önden gelen araçları uzaktan görüyorduk, çünkü otoban dedikleri
yoldaydık, sadece yolu görüyorduk...
Sadece
yolu sabahın ayazı içinde görürken mola vermiştik, bir telaş vardı, deprem
olmuş diyordu birileri. O kadar çok deprem görmüştük ki, artık kanıksamıştık.
Depremler neden gece yarısını geçince olur, sabaha karşı? Sabahın ayazı
yeryüzünü teslim aldığında yer oynamış, üzerine emanete bırakılmış beton
binalar yerle bir olmuştu. Eski depremlerde ölümler kerpiç evlerde ve taş
evlerde olurdu. Taşın altında kalan canlar, insan ölürse şehit hayvan ölürse
telef denirdi... Erzincan depremi benliğimize kazılmıştı ama bitmez bilmeyen
depremler benliğimize kazımakla kalmamış, işlemişti..
Doğuda
olursa deprem ölümcüldür, katliam denir ama batıda olursa daha az kayıplar ile
geçer diye bir algı oluşmuş ama İzmir bu algıyı tersine döndürmekte... Katliam
olmakta her deprem sonrası, çünkü toprak üzerine bırakılan betonlar yer
hareketi ile yerle bir oluyor, zemin sulanıyor! Katliamdır aslında her deprem
sonrası ölüm, bir kişi de ölse, binlerce de olsa ölüm ölümdür ve ateş düştüğü
yeri yakmaya devam ediyor ama bu işin sorumlularını nedense hiç yakmıyor...
Sabaha
doğru bir yerdeydik, moladaydık. Deprem olmuş dediler, haberler canlı yayına
geçmişti. Karanlıktı her yer, ısınmak için çay içelim haberlere bakalım
dedik... Çayın sıcaklığı da ısıtmadı bizi, çünkü deprem bir şehri değil, tam tamına
on bir şehri yok etmiş gibiydi... Yıkıp geçmiş bir büyük dalga, üzerine
kondurulmuş binalar çökmüş, kayıplar henüz net değildi. Korkunç haberi
sunuyordu muhabirler, izliyorduk... Cep telefonuna düşen görüntüler, haberler,
yakınını arayanlar.. Moladaydık ve biz de sallanıyorduk... Sıcak bir şey
aradık, yoktu, o şehirde üşüyenler ile üşüyor, beton altında kalanlar gibi
nefessiz kalmıştık. İzliyorduk bilinç dışında, yabancılaşmışlık. Anılar
geçiyordu kafamızın içinden, kaç defa yakalanmıştık depreme?
Daha
öncede yaşamıştım depremi, üstelik babam, annem ve kardeşimle, o zamanlar çok
küçüktü yeğenim çekirdek ailem kutu bir evde, sallanmıştık, savrulmuştuk ses
ile... Savrulmuştuk bilinçsizce, sarılmıştık birbirimize... Bir kibrit kutusunu
birisi sallıyor ve bizler kibrit tanesi olarak içinde birbirimize
kenetlenmiştik... Yaşamıştık korkuyu... Yaşamıştık depremi, o dalga bizi içinde
olduğumuz bine ile savurmamıştı ama o haberleri izlerken savrulan insanların
sessizliğini duydum! Sessizliği binlerce kilometre uzakta duyuyordum!
Sabahın
ayazı üzerimize düşmüştü, yola çıkmıştık ve geri dönmek olmazdı, devam ettik
deprem bölgesine doğru, gidiyorduk! Sessizdik... Çaresizdik. Gidiyorduk kader
ortaklarım ile birlikte... Kader birliği oluşmuştu, sessizlerin sessizliği
birleştirmişti bizi... Haberlerde rakamlar geçiyordu, rakamlar bize bir şeyler
anlatıyordu belki, farkında bile değildim. Korkunçtu, korkunç boyutu ilerleyen
saatlerde artıyordu. Artçı dalga bizi de sallıyordu, bir an önce çıkmak gerek,
çıkmak! Ayaz kucakladı bizi...
Rakamlar
ile konuşuyorlardı ama kurtulanlar rakamları ile değil, canları ile
konuşuyorlardı. Çaresizliğin, şaşkınlığın, ayazın teslim aldığı gözler ile
anlatmaya çalışıyorlar, yaşadıklarını kavramaya çalışıyorlardı. Akşam yemeğini
yerken gördükleri sokakları, evlerini bir daha asla görmeyeceklerini
bilmiyorlardı. Komşularının öldüğünden haberi yoktu, ya çocuğu, eşi, onlar
neredeydi?
Sessizdik,
ayaz etkisini artırmıştı, gün doğacaktı... Yola çıkarken amacımız vardı, şimdi
geri dönmeyi düşünür olduk, çünkü deprem yolları da savurmuş, yıkılmıştı
binalar gibi... Dönmek, korkunçtu, acıları yanımıza alarak...
Sessizdi
yollar, biz de üzerimize düşmüş çığlıkların ağırlığı, eziliyorduk. Haberlere
bakıyorduk cep telefonumuzdan, gelen maillere, yakını arayanların haberleri..
Şarjımız bitti, haberleri duyamayacağımızı düşünmedik bile, hemen girdik başka
bir mola yerine haberlere baktık, sorduk neler oluyor diye... Bir yandan da
doldurduk... Bir yandan da boşaltamadık gözyaşlarımızı... İçime aktı, içimiz üşüdü,
sessizce döndük, döner dönmez evde ne var ne yoksa kullanılacak eşyayı oraya
göndermek için giden tırlara/ kamyonlara bıraktık... Satın aldık gözü dönmüş,
fahiş fiyat yapanlardan battaniyeyi, battaniye fiyatları birden yüz katına
çıkmış, olsun dedik aldık, temiz olsun, yeni olsun diyerek aldık ve paketi ile
gönderdik...
Bir
yıl olmuş, hiç acı biter mi bir yılda?
Ne
kadar çok acı ile yoğrulduk... Acıyı yaşarken acılar üst üste bindi..
Biz
öyle bir zamana denk geldik ki, zaman çatladı, tarih kırıldı, biz savrulduk...
Zamanın ruhunu arıyorlar, biz insanların ruhuna Fatiha okuyoruz durmadan...
Durmadan okumak...
Zaman
kırıldı, insanlık kırılıyor, bitmedi, devam ediyor...
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.