Galata Gazete


6 Şubat 2024 Salı

Yolda depremin sesini duyduk…

Yolda depremin sesini duyduk…

Geçen bu zamanda yoldaydık. Üç kişi arkada, iki kişi önde olduğu bir aracın içindeydik. Yoldaydık, İstanbul dışına doğru gidiyorduk. Arada molalar veriyor, sonra yine aracın içine binip gidiyorduk. Karanlığın içinde, önümüzü aydınlatan farların yol göstericiliği ile bize sunulmuş yolun üzerindeydik. Tek yönlü bir yoldaydık sanki arkamızdan gelen araçlarının farları aydınlatıyordu arabanın içini, önden gelen araçları uzaktan görüyorduk, çünkü otoban dedikleri yoldaydık, sadece yolu görüyorduk...

Sadece yolu sabahın ayazı içinde görürken mola vermiştik, bir telaş vardı, deprem olmuş diyordu birileri. O kadar çok deprem görmüştük ki, artık kanıksamıştık. Depremler neden gece yarısını geçince olur, sabaha karşı? Sabahın ayazı yeryüzünü teslim aldığında yer oynamış, üzerine emanete bırakılmış beton binalar yerle bir olmuştu. Eski depremlerde ölümler kerpiç evlerde ve taş evlerde olurdu. Taşın altında kalan canlar, insan ölürse şehit hayvan ölürse telef denirdi... Erzincan depremi benliğimize kazılmıştı ama bitmez bilmeyen depremler benliğimize kazımakla kalmamış, işlemişti..

Doğuda olursa deprem ölümcüldür, katliam denir ama batıda olursa daha az kayıplar ile geçer diye bir algı oluşmuş ama İzmir bu algıyı tersine döndürmekte... Katliam olmakta her deprem sonrası, çünkü toprak üzerine bırakılan betonlar yer hareketi ile yerle bir oluyor, zemin sulanıyor! Katliamdır aslında her deprem sonrası ölüm, bir kişi de ölse, binlerce de olsa ölüm ölümdür ve ateş düştüğü yeri yakmaya devam ediyor ama bu işin sorumlularını nedense hiç yakmıyor...

Sabaha doğru bir yerdeydik, moladaydık. Deprem olmuş dediler, haberler canlı yayına geçmişti. Karanlıktı her yer, ısınmak için çay içelim haberlere bakalım dedik... Çayın sıcaklığı da ısıtmadı bizi, çünkü deprem bir şehri değil, tam tamına on bir şehri yok etmiş gibiydi... Yıkıp geçmiş bir büyük dalga, üzerine kondurulmuş binalar çökmüş, kayıplar henüz net değildi. Korkunç haberi sunuyordu muhabirler, izliyorduk... Cep telefonuna düşen görüntüler, haberler, yakınını arayanlar.. Moladaydık ve biz de sallanıyorduk... Sıcak bir şey aradık, yoktu, o şehirde üşüyenler ile üşüyor, beton altında kalanlar gibi nefessiz kalmıştık. İzliyorduk bilinç dışında, yabancılaşmışlık. Anılar geçiyordu kafamızın içinden, kaç defa yakalanmıştık depreme?

Daha öncede yaşamıştım depremi, üstelik babam, annem ve kardeşimle, o zamanlar çok küçüktü yeğenim çekirdek ailem kutu bir evde, sallanmıştık, savrulmuştuk ses ile... Savrulmuştuk bilinçsizce, sarılmıştık birbirimize... Bir kibrit kutusunu birisi sallıyor ve bizler kibrit tanesi olarak içinde birbirimize kenetlenmiştik... Yaşamıştık korkuyu... Yaşamıştık depremi, o dalga bizi içinde olduğumuz bine ile savurmamıştı ama o haberleri izlerken savrulan insanların sessizliğini duydum! Sessizliği binlerce kilometre uzakta duyuyordum!

Sabahın ayazı üzerimize düşmüştü, yola çıkmıştık ve geri dönmek olmazdı, devam ettik deprem bölgesine doğru, gidiyorduk! Sessizdik... Çaresizdik. Gidiyorduk kader ortaklarım ile birlikte... Kader birliği oluşmuştu, sessizlerin sessizliği birleştirmişti bizi... Haberlerde rakamlar geçiyordu, rakamlar bize bir şeyler anlatıyordu belki, farkında bile değildim. Korkunçtu, korkunç boyutu ilerleyen saatlerde artıyordu. Artçı dalga bizi de sallıyordu, bir an önce çıkmak gerek, çıkmak! Ayaz kucakladı bizi...

Rakamlar ile konuşuyorlardı ama kurtulanlar rakamları ile değil, canları ile konuşuyorlardı. Çaresizliğin, şaşkınlığın, ayazın teslim aldığı gözler ile anlatmaya çalışıyorlar, yaşadıklarını kavramaya çalışıyorlardı. Akşam yemeğini yerken gördükleri sokakları, evlerini bir daha asla görmeyeceklerini bilmiyorlardı. Komşularının öldüğünden haberi yoktu, ya çocuğu, eşi, onlar neredeydi?

Sessizdik, ayaz etkisini artırmıştı, gün doğacaktı... Yola çıkarken amacımız vardı, şimdi geri dönmeyi düşünür olduk, çünkü deprem yolları da savurmuş, yıkılmıştı binalar gibi... Dönmek, korkunçtu, acıları yanımıza alarak...

Sessizdi yollar, biz de üzerimize düşmüş çığlıkların ağırlığı, eziliyorduk. Haberlere bakıyorduk cep telefonumuzdan, gelen maillere, yakını arayanların haberleri.. Şarjımız bitti, haberleri duyamayacağımızı düşünmedik bile, hemen girdik başka bir mola yerine haberlere baktık, sorduk neler oluyor diye... Bir yandan da doldurduk... Bir yandan da boşaltamadık gözyaşlarımızı... İçime aktı, içimiz üşüdü, sessizce döndük, döner dönmez evde ne var ne yoksa kullanılacak eşyayı oraya göndermek için giden tırlara/ kamyonlara bıraktık... Satın aldık gözü dönmüş, fahiş fiyat yapanlardan battaniyeyi, battaniye fiyatları birden yüz katına çıkmış, olsun dedik aldık, temiz olsun, yeni olsun diyerek aldık ve paketi ile gönderdik...

Bir yıl olmuş, hiç acı biter mi bir yılda?

Ne kadar çok acı ile yoğrulduk... Acıyı yaşarken acılar üst üste bindi..

Biz öyle bir zamana denk geldik ki, zaman çatladı, tarih kırıldı, biz savrulduk... Zamanın ruhunu arıyorlar, biz insanların ruhuna Fatiha okuyoruz durmadan... Durmadan okumak...

Zaman kırıldı, insanlık kırılıyor, bitmedi, devam ediyor...

İsmail Cem Özkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.