Aşkı için ateşi çalanlar törenin buyruğundan çıkamaz…
Günlerden bir
gün bir at gelir bir evin kapısına durur, at at dediğime bakmayın, beyaz, boyu
posu yerinde, bakan bir daha bakmaya kıyamıyor. Belli bir ağanın, paşanın
atıdır, soylu biri ancak bu ata sahip olur, garibanın bu ata sahip olması
düşünülemez ama gelenekler, törelerinde yasası vardır, at kimin kapısına
gelmişse, üç defa atı gönderip, at geri dönüyorsa artık o at o evin sahibine
aittir.
Törelerdir
yaşamı biçimlendiren, davranışlara, düşüncelere yön verendir…
Bilge insanlar
töreleri yaşatanlardır, bilgeler de yaşları ile orantılıdır, çünkü sözlü tarihi
görenekleri uzun yaşamalarına bağlı olarak daha fazla içselleştirmiş, yanlış
olanları ayırt edecek kadar bilgi birikime sahiptir.
Bilge insanlar
canları pahasına töreleri yaşatır.
Her türlü
saldırılara karşı dirençlidir, Nuh der, peygamber demezler…
Ağrı dağı
etrafında yaşayanların hepsinin sadık kaldığı ve hepsinin ortaklaştığı
törelerin yasasına sahiptir. Devletin koyduğu yasalardan daha önemlidir ve
geçerlidir törelerin yasası... Toplumlar arasında geleneklerdir günlük yaşamın
ayrımını belirleyen çizgiler… Kuş geçmez, kervan gitmez kuytularda yaşar ahali,
çünkü onlar bilir dışarıdan gelecek olan saldırılara karşı her zaman hazırlıklı
olmalı, savunmadır doğal yerleşim yerleri…
Ağrı’nın
öfkesinin ulaşmadığı noktalarda Ağrı’ya bakarlar.
Ağrı dağının heybeti
altında ezilirler, o yüzden ezene karşı geliştirmişlerdir destanları,
söylenceleri. O söylenceleri taşıyan dengbejlerin elinde kavalların sesine
dönüşür. Küçük bir kamıştan nasıl çıkar bu ağrı dağının öfkesi, şaşar insan,
şaşkınlık ile dinler destanları…
At üç defa
kovulmuş ve gelmiş kapının önüne, artık o at o evindir, bu töre yasasını
belirtir Sofi. Sofi töreyi anımsatır, kim gelirse gelsin, ister Osmanlı, ister
Acem kralı veya unvanı ne olursa olsun, ne teklif edilirse edilsin
vermeyecektir…
O at artık evin
sahibi Ahmed’indir…
Törelerin
yasası her şeyin üstündedir…
Destan böyle
başlar, o atın sahibi Ağrı dağının eteğinde oluşturulmuş Doğubayazıt’ta
Osmanlıyı temsil eden Mahmut Handır. Babası gibi değildir, ne töre bilir ne de
gelenek. Çıkarı için her şeyi rahat kullanacaktır, başı sıkışınca Osmanlı
sarayına kadar başvuracak kadar çaresiz ama öfkelidir. Öç alma duygusu ile geri
adım atmasını sevmez, küçük düşmekten çok korkmak da ama egosu o kadar
gelişmiştir ki, tüm kendisi gibi düşünmeyenleri düşman bellemektedir…
At Mahmut
Hanındır ve atını ister…
Töreler ile
kişinin istediğinin çatışmasıdır…
Her masalda,
destanda olan olur ve köylü, arkasız, törelerine sadık biri tutuklanır, paşanın
kızlarından biri gönlünü bu dağlı, töresine sadık birine aşık olur.
Gülbahar her
türlü zulmü göze alacaktır.
Gülbahar en
yakını olan babasına karşı aşkı için her türlü sonucu baştan kabul eder… aşk
düşünce yüreğe, ne geçmişin iyilikleri ne de baba ocağının çıkarı kalır, hepsi
elinin tersi ile iteklenir ve aşkı için yol açar…
Olaylar bir
masalsı bir atmosferde seyirciyi alır götürür, çünkü bir destan ancak
masallarda olan bir atmosfer içinde geçer, güçlünün güçsüz ile mücadelesinde
törelerin yasası resmi yasalardan ve bireylerden üstün olduğunu görürüz.
Ağrı bir isyan
ateşinin yakıldığı yerdir, dağ öfkesini kendi zirvesine çıkıp ateşi çalanlara
karşıdır, o yüzden ateşi çalanların taştan heykelleri ile donatılmıştır… Ağrı
dağının tepesinde ateş görenler ona “Agri” demiştir, yani ateş… Osmanlı
paşalarının başını çok ağrıttığı için paşalar da Ağrı demiştir...
Ateşi görenler
ile başını ağrıtanların mücadelesidir…
Destanın arka
yüzü, anlatılan hikayesi Yiğit Sertdemir’in uyarlaması ile çıplak olarak
serilmiştir… Kürt ezgileri, o civarda yaşayan Ermeni, Türk, Kürt ağız ile
konuşmalar oyun boyunca oyuncuların dilinden eksik olmaz, şive o kadar doğal
aktarılmıştır ki, kendinizi bir anda efsanenin geçtiği yerde görürsünüz.
İstanbul Türkçesi öykünün anlatım bölümünde kullanılmasına özen gösterilmiş.
Mekan sahnedir. Mekanda hareketli bir hilal ay şeklinde ağaçtan yapılmış, üç
kattan oluşan bir platform oluşturulmuş, tüm efsane bu platformun üstünde ve
içinde geçmektedir... Barış Dinçel’in ustaca tasarladığı dekor, destanın
değişen sahnelerini de içine alacak kadar pratik bir mekanizma içindedir.
Oyuncuların değiştirdiği sahne düzenleri her sahnenin akışını daha akıcı ve
ayrıntı görünümü sağlar.
Mekan bu kadar
kalabalık oyuncunun rahat hareket etmesine, seyirciyi bir masal dünyasına
taşıması için temel öğedir.
Su buharından oluşturulan
sis gizemi, derinliği sağlamış, arka fona yansıyan ay, renk değişimi ile
olayların izlencesi seyirciye verilmiştir…
Işık kullanımı
olayların akışına göre olayın odağına yansımıştır. Işık müziğin ezgisine göre
sahnede olması gereken yere yansımıştır…
Masalımsı
atmosferi oluşturan seyirciye direkt temas eden ise sestir. Müzik canlı olarak
seyirci ile iletişim kurarken, oyuncular bu oluşturulan ritme ayak uydurmakta,
sanki “doğalmış” gibi sahnede yerlerini birbirine dokunmadan ama birbirini
besleyecek şekilde konumlanmıştır…
Her oyuncu
birden fazla rolde yerini almış, her sahnede yer alan bu rolleri öyle doğalmış
gibi birbirine karıştırmadan seyirciye aktarmıştır. Her oyuncu kendi rolünü o
kadar benimsemiştir ki, ses, ışık altında masalın gerçekten bir dişlisi
olmuştur…
Üç duvarlı
sahnenin yanlarında ki duvarlar görünmez olmuştur, tek bir duvar ve ön
platformdan oluşmuş hissi içinde dört boyutlu sahnenin içine seyircisini
çekmekte, dağda yanan ateşin içinde seyirciyi buluşturmuştur…
Oyunun başkahramanıdır
at. Candan Seda Balaban yarattığı Özge Midilli’nin hayat verdiği kukla at,
gerek sahneler arasında, gerek akışta muhteşem bir uyum içinde, ritim,
yürüyüşü, atın hareketine uygun şekilde Murad ve Gülbahar’ın arkasında ve diğer
oyuncuların yanında o duruşu, tedirgin halini bir kukla olmasına rağmen
muhteşemdir. Seyircilerin gözü ile takip ettiği, giderken üzerinde ki beyaz
kumaşların, tüllerin uçuşu ağrı dağının esintisini, öfkesini, destanını
seyirciye savurmaktadır…
At demişken
elbette koreografiden de bahsetmek gerek, çünkü Senem Oluz, Özge Midilli
ikilisinin yaratmış olduğu koreografi bir anlamda dramaturgların sözde
yaptığını hareketler ile yapmışlar… Hareketler, her adımın bir hesabı, anlamı
olduğunu, dansın, ritüeli anlatılırken törenin de emirleri ve duruşu her
oyuncunun vücudunda hayat bulduğunu gördüm…
Dramaturg Sinem
Özlek, afişlerde yerini hak etmiş olarak gördüm, akıcılığı, bölümler arası
geçiş ve boşlukları o kadar iyi düşünmüş ki, yönetmene nefes alma ve düşünme
alanı yaratmış… Oyunu bir bütün düşündüğümde ya da parça parça algıladığında
başarısı arkadan sessizce fısıldamaktadır.
Müzik için ayrı
paragraf açmak gerek, her ne kadar yukarıda bahsetmiş olsam da… Oğuzhan Balcı,
Burçak Çöllü; her ikisinin rolü farklı algılanmış olsa da aslında bana göre bir
bütündür, çünkü birbirinin devamı, sesin yükselticisi, ses ile enstrümanların
seyirciyi kucaklamasıdır. Oyunu u kadar başarı kılan parçalardan biridir ses,
ışık, efekt ve müzik... Sahne önünde oluşturulmuş platformda müzik çalanların
her birinin parmaklarının dokunduğu notalar ağrı dağı efsanesinin bir efsane
olarak sahneye taşınmasında çok büyük katkıları vardır. Her ne kadar yüzlerini
göremezsem de o çukursa notalara dokunan her bir sanatçının emeğine sağlık
diyorum…
Oyun iki
bölümden oluşur, ilk bölüm ve ikinci bölüm arasında kopukluk yoktur, aynı
tempoda oyun devam etmiş, seyirci son perde ile alkışı ile sahnede yer alan,
almayan teknik çalışanlarına alkış ile teşekkür etmiştir…
Destanlarda her
türlü hile, yalan mevcuttur, tıpkı yaşamda olduğu gibi. Siyaset yapanların
hilesi, yalanı bitmez ama törelerin yasası da nettir. O yasaları dolanarak yok
etmek isteyenler her şekilde yenilgiyi tadacaktır, çünkü ağrının öfkesi bir
düdük ile nasıl ki tüm ağrının etrafında yer alan ovalara yayılarak dünyayı
kucaklasa, sonuçta sevgi kazanacaktır.
Barış güvercini
her türlü kılıcın kanından, adaletinden üstündür ama bir kuşku girmesin araya,
kuşku girmişse artık o aşk, sevginin ortasına saplanan kılıç olarak kalır,
çünkü sevginin üstüne sevgi olmaz, töre bunu söyler, bunu bilir ve uygular…
Masal ile
efsane arasında temel fark derler, birinde mutlu son vardır, diğerinde tüm
sorunlar çözülmüş aşıklar birbirine kavuşmuştur…
Yaşar Kemal’in kaleminden
damıtılarak yeniden yaratılan Ağrı Dağı Efsanesi adı üzerinde efsanedir, o
efsaneyi sahneye taşıyanların emeğine, canlandıran tüm oyunculara teşekkür,
teknik sorunları çözen, hayat verenlerin emeğine sağlık, bunu bu zamanda
sahneye taşıyan siyasi iradeye de teşekkür etmek gerek…
İsmail Cem
Özkan
Ağrı Dağı
Efsanesi
Yazan: Yaşar
Kemal
Uyarlayan ve
Yöneten: Yiğit Sertdemir
Dramaturg:
Sinem Özlek
Müzik: Oğuzhan
Balcı
Dekor Tasarımı:
Barış Dinçel
Kostüm, Maske
Ve Kukla Tasarımı: Candan Seda Balaban
Işık Tasarımı:
Osman Aktan
Ses Tasarımı:
Gökhan Suna
Koreografi:
Senem Oluz, Özge Midilli
Müzik
Direktörü: Burçak Çöllü
Yönetmen
Yardımcıları: Arda Alpkıray, Irmak Örnek, İrem Arslan, Oya Palay, Yunus Erman
Çağlar
Oyuncular: Arda
Alpkıray, Ayşe Günyüz Demirci, Besim Demirkıran, Can Tarakçı, Cihan Kurtaran,
Emrah Can Yaylı, Emre Yılmaz, Ertan Kılıç, Hakan Örge, Murat Üzen, Özge
Midilli, Serkan Bacak, Uğur Dilbaz, Yeliz Şatıroğlu, Zeynep Ceren
Gedikali
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.