Galata Gazete


29 Kasım 2018 Perşembe

Efsane Kadın


Efsane Kadın

Salon henüz kararmadı, tüm seyircilerin ve geç gelenlerin koltuklarına oturmasını bekliyoruz. Anons birazdan gelecek…  Bekliyorum sahneye bakıyorum. Sahnede bir koltuk, üç perde var. Büyük bir perde ortada. Yan yana konulmuş üç perde… Sahne çok sade… Bekliyoruz…

Salon karadı ve cep telefonların kapatılması uyarısı ile birlikte oyun başladı… Perdeye ışık arkadan vurdu önce, sonra büyük perdenin ortasına doğru bir ışık demedi, gazinolarda sanatçıyı takip eden bir ışık projektörden çıkmış salonun da karanlığını yok ediyordu. Dijital bir ses salonu doldurdu. Dijital ses bir tiyatroda beni oyunun dışına itekleyen ilk unsurdur, çünkü doğal ve sahneden gelen bir ses sahneye doğru dikkatimi yoğunlaştırırken dijital ses sağda solda ve salonun değişik yerlerine konumlanmış hoparlörden ses gelmektedir.  Bu seslerin arasında acaba diyorum oyuncu ‘playback’ mi yapıyor, yoksa canlı mı, çünkü sesi dinliyorum ayrım yapamıyorum… Oyuna ve oyuncuya yabancılaştıran bir unsurdur benim için…

80'li ve 90'lı yılların “Kızıl Bomba” olarak tanınan sahne ve sinema yıldızı Efsane Pars. Yıllar sonra onun hayatının bir kesitini tek kişilik bir oyun ile yeniden hayatımıza girmiş. o yıllara doğru yolculuğa çıkacağımızı düşündüm. Dönemin kırılgan sürecinde sanatçının toplumsal değişime uygun olarak psikolojik olarak değişimini, toplumsal değişimin birey üzerine yansıması, sahnelerden, sinemaya, sinemadan dibe düşüşü ve yeninden yükselişini anlatan bir dönemin anatomisi izleyeceğim ön yargısı oluştu bende, çünkü oyuna gelmeden önce oyun hakkında hiçbir şey okumamıştım, o yüzden ön yargısız oyuna adımımı atmıştım. Bir odada sevgilisinin silahı ile vurulan bir sanatçının trajedisi ve hesaplaşmasını izleme ön yargısı baştan bize verildi. Arabesk ve sinemanın gazinoya, gazinodan arabeske geçişin ve seyirciyi elinde tutmaya özen gösteren ve sanatçıyı pazarlayan menajerlerin dünyası. Maksim Gazinosu patronu ile anılır, onun elinden tutuğu sanatçılar ve star altında çıkanlar gibi... Bir çok anıyı yıllar içinde okuya okuya bir ön yargım vardı… Sahnede yaşananları izlemek isterken kendimi henüz oyunun içinde bulamadan geçmişin hesaplaşması içinde buldum. Bugün ki siyasi atmosferin yaratıldığı ve ilk adımların atıldığı bir dönemin kırılmanın yeniden yapılandığı sürecin içinde sanatçıların yaşadıkları, acıları, umutları, hayal kırıklıkları… Bir de intihar gibi bir konuda gündeme gelmiş birinin psikolojik çözümlenmesi önemlidir. Neden birine tutkundur, sadece aşk kadını veya sevgiye aç olduğu için değildir, elbette bunun başka nedenleri geçmişinde yatmaktadır… Taciz, tecavüz, öfke, hayal kırıklıkları, öykünme… Hepsinin iç içe geçmiş halinin kara mizahı…

Bir dönemin iyi analiz edilmesi gerekli ama sipariş üzerine yazıldığında, hedef bir isim üzerinden seyirci toplama olunca, seyircinin öncelikle belirlenmesi gereklidir. Kimse seslenecektir? Potansiyel seyirci ve yaş aralığı belirlendiğinde ona göre bir dil ve sahne tasarlanması gereklidir. Sahne sadece ekran ile mi olmalıydı, çünkü otel odası, yolda, sahnede, uçakta… Dağınıklık, yıkılmışlık, hayal kırıklığını en iyi vurgulayacak dekor, ışık…

Orta perdeye yansıyan görüntüler üzerine çok çalışılmış, ‘dekupe’ edilmiş dudaklar, saz sanatçıları, hareketleri üzerine uzun uzun çalışılmış olduğunu görüyoruz. Konunun akışına uygun gelen görüntüler. Örneğin uçaktan inişi ve selamlama, animasyon kullanımını çok başarılı buldum… Elbette özel tiyatroların yerleşik sahnesi olmadığından sahnenin taşınması ve gezici olması da sahnenin düzenlenmesi ve en tasarruflu taşınacaklardan oluşması önemlidir… O yüzden özel tiyatroların sahneleri en yalın ve en soyut olandan seçilmesi tesadüfi değildir… Her bir maliyet önemlidir, çünkü oyuncu ve tiyatro sahibi bütün emekçilerin alacağı parayı önceden bilmektedir, ona göre de seyirciyi oyuna çekmek ile yükümlüdür. Özel tiyatrolar özellikle popüler olmuş ve halen ekranlarda ve magazin haberlerinde görünür olan sanatçılardan oyuncu seçmeye çalışır. Bir popüler sanatçı oyunun seyircisini ve maliyetini karşılayacak ekonomik girdiyi sağladığı önceden hesaplanır ve ona göre sahneler kiralanır. Sahnelerin büyüklüğü seyirciyi çekeceği kadar olmak zorundadır, büyük salonun yarısı boş oyun oynamak o oyunun kısa sürede salonlardan uzaklaşması anlamına gelir, çünkü salonların kiraları da büyüklüğe göre değişmektedir.

Derya Alabora önemli bir sanatçıdır ve kendisinin özellikle istediği bir sanatçıyı sahneye taşımıştır. Sahnede alaturka, fantezi müzik olarak adlandırılan şarkı söylemektedir. Şarkıların arasında seyirci ile iletişime geçmekte ve onlar ile kısa da olsa sohbet etmektedir. Oyuna seyirciyi çekmektedir, bu sayede mikrofondan çıkan sesin canlı olduğunu anlıyoruz.

Efsane Pars, aşık olduğu her erkeğe birikimlerini kaptırmış ama kaptırdığı erkek hakkında da kötü konuşmayandır. Saf ve temiz bir yanı vardır ama o şöhret basamaklarından, kendi ifadesine göre “ara verdiği” sürecine kadar yaşadıklarından da ders çıkarmayan biridir. Hep umut ile bakmaktadır yarına, hayat akıyor ve akan sadece hayat mı? O her daim “Efsane is back” düşüncesindedir. Ve bir uçak kazası sonrası dönüşünü sağlamış…

Oyunun seyirci üzerine etkisine dokunmak istersem eğer, öykünün işleyişinden kaynaklanan bir akışta ve bugünün insanı yakalamada bir sorun var gibi geldi bana, ışık, müzik olayı bir anlamda sarmalamış ama öyküde ve öykülerin içinde geçişlerde bir aksaklık var gibi geldi bana… Şapkanın değişimi, ekrana yansıyan ışıkların değişimi konunun değişimini seyirciye fısıldamasına rağmen bir kopukluk ve şarkıların çok uzun olması ki ben bundan şikayetçi değilim, çünkü söyleyen büyük bir oyuncu olunca keyif ile dinledim ve alkışladım… Ama olayın kendisi tiyatro olunca beklenti başka bir açıya yöneliyor ister istemez…

Derya Alabora birikimli bir oyuncu olduğunu sahnede bir kere daha gösteriyor, fakat onun bu birikimi öykünün işleyişinde ve öykünün zayıflığından kaynaklanan aksamaları ne yazık ki ortadan kaldıramamış… Belki de mikrofonun da bir etkisi olabilir, ama ne yazık ki ben oyunun içinde olamadım, yanımda cep telefonu ile mesajların ve yazışanların ışığının da etkisi olabilir biraz uzaklaştım. Elbette zaman içinde her oyun oturur, aksaklıklar elbette başlangıçta olabilir, zaman içinde izlendikçe, sahnede oynandıkça aksaklıklar ortadan kalkacaktır…

Tek kişilik oyunlarda bir denge vardır genelde, mizah ve dram konusunda. Ben o dengenin ve zamanlamasının tam oturmadığını düşündüm yazımı bitirirken… Öykü dışında bir bütün baktığımızda ve en azından Derya Alabora sahnede keyif ile ve müziğin ruhuna uygun şarkı söylerken izlemek için bile olsa bu oyuna gidilir… Kostümü, ışığı bir efsaneye uygun seçilmiş ve düşünülmüş…

İsmail Cem Özkan



Efsane Kadın 
Yazan: Ali Kemal Güven
Yöneten: Naz Erayda
Oynayan: Derya Alabora
Dekor ve Işık Tasarımı: Cem Yılmazer
Müzik Direktörü: Cumhur Bakışkan
Kostüm ve Aksesuar Tasarım: Ubeyd Bayraktar, Cansu Tabak
Yönetmen Yardımcıları: Hande Selen Canar, Gizem Ertürk


Efsane Kadın


Efsane Kadın

Salon henüz kararmadı, tüm seyircilerin ve geç gelenlerin koltuklarına oturmasını bekliyoruz. Anons birazdan gelecek…  Bekliyorum sahneye bakıyorum. Sahnede bir koltuk, üç perde var. Büyük bir perde ortada. Yan yana konulmuş üç perde… Sahne çok sade… Bekliyoruz…

Salon karadı ve cep telefonların kapatılması uyarısı ile birlikte oyun başladı… Perdeye ışık arkadan vurdu önce, sonra büyük perdenin ortasına doğru bir ışık demedi, gazinolarda sanatçıyı takip eden bir ışık projektörden çıkmış salonun da karanlığını yok ediyordu. Dijital bir ses salonu doldurdu. Dijital ses bir tiyatroda beni oyunun dışına itekleyen ilk unsurdur, çünkü doğal ve sahneden gelen bir ses sahneye doğru dikkatimi yoğunlaştırırken dijital ses sağda solda ve salonun değişik yerlerine konumlanmış hoparlörden ses gelmektedir.  Bu seslerin arasında acaba diyorum oyuncu ‘playback’ mi yapıyor, yoksa canlı mı, çünkü sesi dinliyorum ayrım yapamıyorum… Oyuna ve oyuncuya yabancılaştıran bir unsurdur benim için…

80'li ve 90'lı yılların “Kızıl Bomba” olarak tanınan sahne ve sinema yıldızı Efsane Pars. Yıllar sonra onun hayatının bir kesitini tek kişilik bir oyun ile yeniden hayatımıza girmiş. o yıllara doğru yolculuğa çıkacağımızı düşündüm. Dönemin kırılgan sürecinde sanatçının toplumsal değişime uygun olarak psikolojik olarak değişimini, toplumsal değişimin birey üzerine yansıması, sahnelerden, sinemaya, sinemadan dibe düşüşü ve yeninden yükselişini anlatan bir dönemin anatomisi izleyeceğim ön yargısı oluştu bende, çünkü oyuna gelmeden önce oyun hakkında hiçbir şey okumamıştım, o yüzden ön yargısız oyuna adımımı atmıştım. Bir odada sevgilisinin silahı ile vurulan bir sanatçının trajedisi ve hesaplaşmasını izleme ön yargısı baştan bize verildi. Arabesk ve sinemanın gazinoya, gazinodan arabeske geçişin ve seyirciyi elinde tutmaya özen gösteren ve sanatçıyı pazarlayan menajerlerin dünyası. Maksim Gazinosu patronu ile anılır, onun elinden tutuğu sanatçılar ve star altında çıkanlar gibi... Bir çok anıyı yıllar içinde okuya okuya bir ön yargım vardı… Sahnede yaşananları izlemek isterken kendimi henüz oyunun içinde bulamadan geçmişin hesaplaşması içinde buldum. Bugün ki siyasi atmosferin yaratıldığı ve ilk adımların atıldığı bir dönemin kırılmanın yeniden yapılandığı sürecin içinde sanatçıların yaşadıkları, acıları, umutları, hayal kırıklıkları… Bir de intihar gibi bir konuda gündeme gelmiş birinin psikolojik çözümlenmesi önemlidir. Neden birine tutkundur, sadece aşk kadını veya sevgiye aç olduğu için değildir, elbette bunun başka nedenleri geçmişinde yatmaktadır… Taciz, tecavüz, öfke, hayal kırıklıkları, öykünme… Hepsinin iç içe geçmiş halinin kara mizahı…

Bir dönemin iyi analiz edilmesi gerekli ama sipariş üzerine yazıldığında, hedef bir isim üzerinden seyirci toplama olunca, seyircinin öncelikle belirlenmesi gereklidir. Kimse seslenecektir? Potansiyel seyirci ve yaş aralığı belirlendiğinde ona göre bir dil ve sahne tasarlanması gereklidir. Sahne sadece ekran ile mi olmalıydı, çünkü otel odası, yolda, sahnede, uçakta… Dağınıklık, yıkılmışlık, hayal kırıklığını en iyi vurgulayacak dekor, ışık…

Orta perdeye yansıyan görüntüler üzerine çok çalışılmış, ‘dekupe’ edilmiş dudaklar, saz sanatçıları, hareketleri üzerine uzun uzun çalışılmış olduğunu görüyoruz. Konunun akışına uygun gelen görüntüler. Örneğin uçaktan inişi ve selamlama, animasyon kullanımını çok başarılı buldum… Elbette özel tiyatroların yerleşik sahnesi olmadığından sahnenin taşınması ve gezici olması da sahnenin düzenlenmesi ve en tasarruflu taşınacaklardan oluşması önemlidir… O yüzden özel tiyatroların sahneleri en yalın ve en soyut olandan seçilmesi tesadüfi değildir… Her bir maliyet önemlidir, çünkü oyuncu ve tiyatro sahibi bütün emekçilerin alacağı parayı önceden bilmektedir, ona göre de seyirciyi oyuna çekmek ile yükümlüdür. Özel tiyatrolar özellikle popüler olmuş ve halen ekranlarda ve magazin haberlerinde görünür olan sanatçılardan oyuncu seçmeye çalışır. Bir popüler sanatçı oyunun seyircisini ve maliyetini karşılayacak ekonomik girdiyi sağladığı önceden hesaplanır ve ona göre sahneler kiralanır. Sahnelerin büyüklüğü seyirciyi çekeceği kadar olmak zorundadır, büyük salonun yarısı boş oyun oynamak o oyunun kısa sürede salonlardan uzaklaşması anlamına gelir, çünkü salonların kiraları da büyüklüğe göre değişmektedir.

Derya Alabora önemli bir sanatçıdır ve kendisinin özellikle istediği bir sanatçıyı sahneye taşımıştır. Sahnede alaturka, fantezi müzik olarak adlandırılan şarkı söylemektedir. Şarkıların arasında seyirci ile iletişime geçmekte ve onlar ile kısa da olsa sohbet etmektedir. Oyuna seyirciyi çekmektedir, bu sayede mikrofondan çıkan sesin canlı olduğunu anlıyoruz.

Efsane Pars, aşık olduğu her erkeğe birikimlerini kaptırmış ama kaptırdığı erkek hakkında da kötü konuşmayandır. Saf ve temiz bir yanı vardır ama o şöhret basamaklarından, kendi ifadesine göre “ara verdiği” sürecine kadar yaşadıklarından da ders çıkarmayan biridir. Hep umut ile bakmaktadır yarına, hayat akıyor ve akan sadece hayat mı? O her daim “Efsane is back” düşüncesindedir. Ve bir uçak kazası sonrası dönüşünü sağlamış…

Oyunun seyirci üzerine etkisine dokunmak istersem eğer, öykünün işleyişinden kaynaklanan bir akışta ve bugünün insanı yakalamada bir sorun var gibi geldi bana, ışık, müzik olayı bir anlamda sarmalamış ama öyküde ve öykülerin içinde geçişlerde bir aksaklık var gibi geldi bana… Şapkanın değişimi, ekrana yansıyan ışıkların değişimi konunun değişimini seyirciye fısıldamasına rağmen bir kopukluk ve şarkıların çok uzun olması ki ben bundan şikayetçi değilim, çünkü söyleyen büyük bir oyuncu olunca keyif ile dinledim ve alkışladım… Ama olayın kendisi tiyatro olunca beklenti başka bir açıya yöneliyor ister istemez…

Derya Alabora birikimli bir oyuncu olduğunu sahnede bir kere daha gösteriyor, fakat onun bu birikimi öykünün işleyişinde ve öykünün zayıflığından kaynaklanan aksamaları ne yazık ki ortadan kaldıramamış… Belki de mikrofonun da bir etkisi olabilir, ama ne yazık ki ben oyunun içinde olamadım, yanımda cep telefonu ile mesajların ve yazışanların ışığının da etkisi olabilir biraz uzaklaştım. Elbette zaman içinde her oyun oturur, aksaklıklar elbette başlangıçta olabilir, zaman içinde izlendikçe, sahnede oynandıkça aksaklıklar ortadan kalkacaktır…

Tek kişilik oyunlarda bir denge vardır genelde, mizah ve dram konusunda. Ben o dengenin ve zamanlamasının tam oturmadığını düşündüm yazımı bitirirken… Öykü dışında bir bütün baktığımızda ve en azından Derya Alabora sahnede keyif ile ve müziğin ruhuna uygun şarkı söylerken izlemek için bile olsa bu oyuna gidilir… Kostümü, ışığı bir efsaneye uygun seçilmiş ve düşünülmüş…

İsmail Cem Özkan



Efsane Kadın 
Yazan: Ali Kemal Güven
Yöneten: Naz Erayda
Oynayan: Derya Alabora
Dekor ve Işık Tasarımı: Cem Yılmazer
Müzik Direktörü: Cumhur Bakışkan
Kostüm ve Aksesuar Tasarım: Ubeyd Bayraktar, Cansu Tabak
Yönetmen Yardımcıları: Hande Selen Canar, Gizem Ertürk



22 Kasım 2018 Perşembe

Ülkenin yüzüdür konsolosluklar…


Ülkenin yüzüdür konsolosluklar…

Geçmişin karanlık yüzünü çağrıştıran bir çok şey günümüzde daha fazla gözüme batıyor. İkinci ve birinci dünya savaşının koşullarına benzer göçmen hareketliliği yaşanmaktadır ama insanlık bu iki büyük savaştan gerekli dersi almıştır diye umut ediyorum ama her umudun boşa düştüğü bir kırılma döneminden de geçtiğimizi göz ardı etmiyorum.

Popülist söylemlerin iktidara taşındığı, bir birinden daha tehlikeli liderlerin egosu altında belirsiz bir gelecek önümüzde durmaktadır. Belirsizdir, çünkü krizden krize doğru geçiş yapan kapitalist sistem, ulus devletinin üzerine yeni bir şey koyamadığı gibi, geçmişin ulus devletli reflekslerine benzeyen ama ulus kavramını da aşan yeni bir faşist liderlerin ve onları destekleyen geniş bir halk tercihi ile karşı karşıyayız. Bugün ki liderler ülkelerinde emperyalizm politikalarını sosyal devletin yerine ikame etmektedir. Savaş ve işgal ile içte yaşadıkları krizi aşacağını düşünen liderler, aynı zamanda özelleştirme adı altında ulus devleti için olmazsa olmaz sermaye biriktirme araçlarının elden çıkarılması ve küresel firmalara peşkeş çekildiği bir zamanın ruhu içindeyiz.

Popülist söylem elbette üçüncü dünya ya da daha kibarcası ile gelişmekte olan ülkeler için geçerli değildir. Emperyalist geçmişi olan geçmişlerinde faşizmi yaşamış toplum liderleri içinde geçerlidir. Faşizm ırk söylemi yerine göçmen karşıtı söylem ile kendisini ortaya koymaktadır. Popüler politikalar aslında gerçek anlamda krizlere / sorunlara çözüm önerilerinin olamadığının bir kanıtıdır. Liderler başarılarını daha ağırlıkta tesadüfi ve gelişmekte olan olgular karşısında anlık tepkileri ile çözüm arayışındalar. Uzun vadeli politikalar artık geçmişin soğuk savaş koşularında kalmıştır.

Ülkelerin küçük bir yansımasıdır başka ülkelerde ki konsolosluk işleri.  Suudi Arabistan'ın İstanbul Konsolluğunda işlenen cinayet ülke içinde doğal olanın küresel anlamda doğal olmadığının kanıtıdır. Orada kral istediğini asıyor, istediğini kılıç ile idam ederken dışarıdan gelen tepkilere pek kulak asmamıştır ama başka ülkenin vatandaşı ama aynı zamanda Suudi vatandaşı olunca ortaya karmaşık hukuki sorun ortaya çıkarmaktadır… Çünkü iki farklı hukuk ve bakış açısının karşılaştırmalı olarak bir olguda çatışmasına şahitlik etmekteyiz…

Onlardan bağımsız ama Ortadoğu ülkelerine silah satışı ile sürekli gündeme gelen ve benim de ikinci vatanım olan Almanya'nın dış temsilciliklerinden biri olan İstanbul konsolosluğunda yaşadıklarımı yazmak istiyorum…

Almanya’dan doğduğum ülkeye taşınma kararı verdim ve yeni Alman kimliğimi konsolosluktan alayım dedim ama sözde söylendiği gibi basit değil, sizi bir sıra zorunluluklar bekliyor… Alman vatandaşlığını alalı yaklaşık yirmi yıl olmuş ve bu arada ben bir çok şeyi artık biriktirmek ya da saklamaktan vazgeçmişim ve atmışım… Normal koşular içinde en fazla resmi bir belge on sene saklanıyor… Artık önemsiz olmuş şeyler yirmi yıl sonra baş ağrıtmasını da düşünemem… Neyse konumuza dönelim;

Bugün (22 Kasım 2018) ikinci vatanım olan Almanya konsolosluğuna gittim, birden kendimi zaman tüneline girmiş ve 1942 yılını yaşayanların ruh halinde hissettim. Elbette ben bir Yahudi duygusu hakimiyeti içindeydim... Düşünün ‘gestapo subayları’ kapıdan size bakıyor... Yahudi diyecek biri ve bizi hemen sarmalayıp sabun üretim merkezine götürüp suyumuzdan sabun, derimizden abajur yapacaklar... Almanya İstanbul konsolosluğunda çalışanlar kapıdakiler Türk, özel güvenlik elemanı, diğerleri Alman! Almanlar cam arkasında mikrofon ile iletişim kuruluyor... Aranda koskoca bir cam, camdan cama sohbetler Amerikan filmlerinde mahkumların birbiri ile konuşması gibi... Demokrasi, özgürlük sözlerini ağızlarından eksik etmeyenler, geçmişlerinde faşizm olan bir halkın devletinin konsolosluklarında geçmişi çağrıştıracak hiç bir şeyin olmaması gereklidir, oraya giden, ki sadece Alman vatandaşı gidebilir, vize almak isteyenlerin yeri özel firmalardır, Alman konsolosluğu muhatap bile değil, kendi vatandaşına SS subayı gibi yaklaşımın doğu olmadığını düşünüyorum... Ben bir Yahudi gibi hissettim orada ve Yahudi soykırımına uğrayan tüm Yahudilerin neler hissettiklerini yeniden anladığımı itiraf etmek isterim... Tüm konsolosluklar büyük olasılıkla böyle olmuştur, çünkü Almanlar standartlarına çok önem verirler...

İnsanın olmadığı yerde devlet var olmuş ne anlamı var?

Protokol: önceden internetten randevu almak... 

İnternette belirtilen evrakları toplamak... Almanya’da yaşayanlardan istenmeyen belgeleri istemek... Türk doğumluların Türkiye’deki nüfus kağıdı, doğum belgesi gibi... 

İnternetten aldığın randevu kağıdını istemek... Onsuz gelirseniz konsolosluğa sokulmayabilirsiniz... 

Yanınızda bozuk para, istenilen parayı kuruş kuruşuna bozuk almak için, para bozmuyorlar...

Cam arkasında mahkum ziyareti gibi, insandan uzak, resmi konuşma ve resmi formlar... 

Randevuda belirtilen işlemlerin yapılabildiği başka soruların alınmadığı bir konuşma düzeni...

Her geliş için, her randevuda aynı belgelerin istenmesi, kendi arşivine bakmak yerine belge toplanmasını istiyorlar... Günümüzde artık her türlü bilgiye her yerden ulaşılmasına rağmen hayır biz ulaşmayız siz getirin biz kontrol edeceğiz demeleri...
Fotokopi biz çekemeyiz, gidin dışarıdan çektirin! (Neden çekemezler, toner ücreti mi pahalı, çalışanın ayağa kalması mı paralı?)

Dışarıdan içeriye girerken cep telefonunuza ve yanınızda varsa eğer çantanıza el koyuyorlar, onlar bir dolapta... Telefonun kapalı olmasını istiyorlar, cemakanın arkasında olan görevliye kapalı vermek zorundayız… Çantanızı bir köpek koklayarak arıyor... Çantada hadi uyuşturucu olsa ne yapacaklar, yani Almanya’da uyuşturucu kullananlar yokmuş gibi, hangi alman kurumuna girerken uyuşturucu aramasından geçtiniz? Hollanda konsolosluğunda köpek araması var mı?

Konsolosluk içinde cep telefonunuz yok, iletişim hakkınız kapıdan girerken ortadan kalmış demektir… İnsan hakları mı dedi biri, yok canım o sadece kağıt üzerinde ki bir leke…

Bu arada kimlik değiştirme ücreti 59 Euro’dur, yanınızda bozuk para ile gidin... Bozuk paramız yok diyerek sizin paranıza devlet yardımı alabilirler.

Peki, neden bu kadar kontrol?

Sadece kendi vatandaşlarının girdiği bir yerde güven sorunu var. Kendi vatandaşına güvenmiyor ve korkuyor… aklıma başka bir şey gelmiyor… Eskiden bankalar cam arkasından hizmet verirdi, sonra camlar ortadan kalktı, yüksek masaların yerini rahat oturacak masa ve koltuklara bıraktı, işi olan elinde numara ile sırasını beklerken oranın havasından rahatsızlık duymadan orada zamanını sinirlenmeden geçirmektedir. Bankalar sistemin camekanıdır ve kapitalist sistem müşteri odaklı bir tercih yapmışken, devlet hala vatandaş merkezli değil… Vatandaşın ve bireyin hakları daha öne çıkarılması gereken yerlerdir devleti temsil eden yerler, çünkü orada küçük bir Almanya’nın profili olmalıdır. Misafirperver, dostça, insana yakışan ve geçmişini çağrıştırmayan ve geleceğe bakan bir çalışma alanı…

Peki bu çok mu zor?

Terör tehlikesi gibi kavramların ne kadar altı boşaltıldığı ve bugün ki teknoloji ile çok önceden tahmin edildiği bir yerde, güvenli alanda bir hapishane atmosferi ile gardiyan mahkum konuşmasının olmasını anlam veremiyorum…

Almanya insanı geçmişin karanlık yüzünü ortadan kaldırmış, sosyal devletin hala güzelliklerini üzerinde taşıyan ve ülkesine her türlü zenginliği davet eden ve zenginlikler ile kendisini güçlendiren bir ülke olduğunu hayal etmek çok mu ütopik?

Almanya içinde gelişen ırkçı, sağın yansımasını hiçbir zaman ülke dışında görmek istemiyorum…

İsmail Cem Özkan



21 Kasım 2018 Çarşamba

Uzlaşma


Uzlaşma

İki insan bir arada yaşamaya karar verir ve evlenir. Artık onlar eştir. Eşlerin en önemli dönemeci çocuk konusudur. Çocuk dünyaya geldikten sonra artık ebeveyn olarak anılacaklardır. Ebeveynler her ne kadar ortak karar verdik deseler de hayata gelen onların canı ister istemez bazı sorunları su yüzüne çıkmasına sebep olur ya da var olan sorunların bastırılmasına neden olabilir. Çocuklu yaşamın başlangıcı çoğu çiftler için henüz bir birini özümsediği bir süreç değildir. Özümseme ya da uyum zaman isteyen bir süreçtir ve çocuk bu sürecin bir yerinde hayatlarına katılır. Aşk öyle garip bir şeydir ki, kimse hiçbir şeyi önceden hesaplayamaz, bir an sevgili olanlar bir an sonra düşman olabiliyor, onları birbirine bağlayan varsa ortak çocuklarıdır.

Boşanmaya doğru giden adım içinde en çok duyulan söz “özgürlük”tür. “Kendi özgürlüğümü kazanabilmek için seni özgür bıraktım! Kısaca senden ayrıldım!”, üstelik herhangi bir neden öne sürmeden. Çocuk olacağını haber aldıklarında sevinçlerini yaşamaya henüz fırsat bulmadan iş dünyasının ve projelerin arasında yok olan Pierre (Gökçer Genç) boşanma için fırsat kollamıştır. Çocuğun bakımından kendisine dahi zaman ayıramayan Anna (Zeliha Bahar Çebi)kararını vermiştir. Ayrılık. Bu kararının sonucunu evliliklerinin bir buçuk sene geçtikten sonra mahkemeden almıştır. Boşanmışlardır. Onlar artık eş değildir. Ebeveyn! Anna eşinin ilgisizliğinden dolayı hayal kırıklığı yanında öfke doludur. Mahkemeden boşanma kararı almış olmalarına rağmen, çocukları için ortak bir karar alamamışlardır, çünkü babanın çocuğu görme hakkı vardır ama Anna için bu görme hakkının zamanı problem yaratmaktadır. Anna  ebeveyn olarak eski eşi ve kendisini yüzüstü bırakan kocası ile sorunlarını çözememiştir. Mahkeme bunun üzerine ülkemizde de uygulanan arabuluculuk sistemi içinde iki uzmandan yardım almaları konusunda tavsiyede bulunmuştur. Elbette burada zorlayıcılık yoktur, arabulucu olanlar işi olur tarafını ortaya koymak ile yükümlü, taraflar arasında diyalog başlamasına aracı olmak ile sorumludurlar. Sorunun çözüm yeri uzlaşama masası değildir, nihai kararı mahkemede hakim verecektir ama buradan alınacak her hangi bir tavsiye kararı hakim üzerinde etkili olacaktır.

Uzun bir giriş cümlesi kurdum, çünkü olayın anlaşılması için önemlidir. Şehir içinde yaşayan modern yaşamın en küçük birimi olan ailenin de parçalanmış halini ve çocukları üzerinden sorunlarına yaklaşımını anlatan bir oyun izleme şansını yakaladım. Toplumun en küçük bölümünü temsil eden ailenin boşanmış fertlerinin ebeveyn rolleri oturmuş trajik komik bana göre ise kara mizah unsurlarının bol bol serpiştirildiği Anna ve Pierre’in uzlaşama arayışlarına şehir tiyatroları sahnesinde izledim.

Oyunu izlerken oyunun akışı ve konuyu işleyişi açısından beni rahatsız eden her hangi bir şey hissetmedim, çünkü oyunun konusu, işleyişi ve akıcı hale getiren sorun içinde sorun ve sorunların çözüm yollarının bir yerde kesişmesi. Sosyal hizmet uzmanı İsabelle (Işıl Zeynep) ve stajı yeni bitirmiş ve işin henüz ilk deneyimini yaşamakta olan kızı Jeanne (Yeliz Şatıroğlu) arasında ki sorunun gün yüzüne çıkması ve birbiri ile yüzleşmesine de şahitlik etmekteyiz. Görüşme sırasında oluşan duygusal yakınlaşmalar ve yanlış kurulan empatilerin yanlış anlaşılması da oyunun komik ama aynı zamanda trajik yönünü vurgulamaktadır. Kuşaklar arasında bakış açısı, aile olarak kabul edilen ilişkilerin çözümlemesini de hissetmekteyiz.

Yaşadığımız çağ yalnız bireylerin geçmiş ile olan yüzleşmemesinin yaratmış olduğu sorun yumağı içinde boğuşması gibidir. Sorunlar baştan öngörülmemiştir ama öngörülmeyen yaşamın sorunları içinde çatışma halinde hesaplaşılmamış bir geçmiş bir gün zorunlu karşılaşmaları da ortaya çıkarmaktadır. Ebeveynlerde çocuk ve onun ile ilgilenme süresi olarak karşımıza çıkmaktadır, nafaka gibi maddi sorunlardan daha önemli olan duygusal boyutudur. Çocuk babasız ve ama annesinin aşırı ilgisi altında kişilik mücadelesi yapmaktadır.

İsabelle ve Jeanne arasında ki diyalogda ise babasız büyüyen bir genç kızın geçmişi ile annesi ile profesyonel ilişki dışında karşılaşmasıdır. İlk defa babasının fotoğrafını görecektir, aslında yakışıklı olmayan ama gülmeyi ve yaşamı seven bir babanın varlığı ile karşılaşır.  Aralarında ki çatışmada babasız büyümenin sonucunda oluşmuş olan bir tepkisel davranışlarını açıklar. Anna ve Pierre arasında ki gel-gitler ve uzlaşma adına atılan üçüncü buluşmada ki kırılmanın modern yaşam ve ailenin de sorgulamasını görebiliriz. Birbirine güvenmeyen ama kaybedeceğini hissettiğinde elinde tutma hesabı adına atılan düşünülmeden atılan adımlar ve sözler yeni hayal kırıklıklarının ve parçalanmış ailenin varlık sebebi de gözler önüne serilmektedir.

Oyuncular açısından oyunu değerlendirmek gerekirse, her biri kendisine verilmiş rolü içselleştirmişler ve duygusal geçişleri ve tepkileri hem vücut dili ile hem de mimikleri ile yerinde, abartmadan oyunun içinde seyirciyi kucaklamaktadır… Arka fonda kullanılan ses kirliliği şehir yaşamın homurdanması olarak algıladım ve duygu yoğunluğuna uygun olarak ses yükselmekte ve inmektedir. Oyuncuların vurgusuna pozitif katkısı göz ardı edilemez. Işık genel de orta masayı aydınlatırken bazı anlarda oyuncuların üzerine daha da yoğunlaşırken salonu karartmaktadır, bu ışık süzmesi elbette oyunun amacına uygun ve anlatılmak istenenin seyirciye ulaştıran uyarıcı olarak kullanılmaktadır, ben başarılı buldum… Sahne düzenlemesi de çok başarılı, üç tahtanın arkasında oyuncuların kulisidir. Orada dinlenmekte ve orada üstlerini değiştirmekteler. Kırımızı ışık ile aydınlatılması bir anlamda burası sahne değil, burası kulis ama sahnede olan bir kulistir demekte. Oyuncuların orada dinlenmesi ve rolün gereği sahneye çıkacağı anı beklemesi seyirciye arkadan fısıldamaktadır. Çok iyi düşünülmüş olduğunu düşündüm. Üç tahta üç ayrı bölüm, üç hesaplaşma...

Seyirci için düşünülmüş her anın hesaplandığı ve nerede sesin yukarıya çıktığı, nerede duygusal bakışın hakim olacağı ve de nerede aklın hakimiyetini ve aklın mantık diziminin sorgulanması iyi hesaplanmış bir oyun olarak gördüm.

Elbette ülkemiz sorunların hakim olduğu bir süreçten geçiyor, bu oyun sahnenin dolması için sahneye taşımış olarak düşünebilirsiniz, çünkü yaşananlara dokunmayan ve içinde bulunduğumuz sorundan çıkıp başka bireysel sorunların içinde kaybolacağımız bir oyun. Bir an içinde yaşadığımız coğrafyadan çıkıp Fransız sorunlu modern aile yaşamına bakmaktayız. Her toplumsal olayın bir sonucu vardır, tiyatrolarda ülkede ki baskı oranına göre toplumsal olaylara özgürce dil uzatabildiği gibi, baskın artması ile daha sanatsal ve daha dolaylı söylemleri seçerek yine topluma ve seyircisine belirli mesajları fısıldar. Özgürlük ile orantılıdır sahnede sesin tonu ve seçilen kelimeler. Yönetmenlerin, oyuncuların daha özgür olduğu ve korkmadan her cümleyi kurabilecekleri özgür sahnelerin özlemini duymaktayım… Ödenekli tiyatroların, parasını devletin kültür bakanlığından alanların elbette parayı verenin arzularına göre cümlelerini kısaltmakta ya da yuvarlama hakları vardır, çünkü tiyatro öyle bir şeydir ki, seyircisini bulamadığın an yapılmış tüm yatırımların zarar hanesine yazılmasıdır, oyuncunun aç kalması ya da emeklilik hakkının olmamasıdır… Oyuncu sonuçta işini para için yapmaktadır, yönetmenlerde oyuncuların beklentisine karşılık verecek oyunlar bulmak ile yükümlüdür, parasını alamayan idealist oyunculuk yoktur. Günümüzde tüm oyuncular profesyonellerdir ve onlardan bekleneni vermek ile yükümlüdürler… tiyatrolar kafalarda oluşturulan algılar ile örtüşmeyebilir, çünkü liberal ekonominin hakim olduğu düzlemde her tiyatro kendisini popüler söylem ve oyuncular ile ayakta tutma telaşı içindedir. Özel tiyatrolar seyircisini kendisi belirlemektedir ama ödenekli ve devlet tiyatrolarında seyirciyi belirleyen siyasi erktir ve onların öncelikleri sahnelerden hangi cümlelerin ve hangi oyunların konulacağını belirler…

Toplumsal mesaj yerini bireye seslenen mesajların aldığı oyunların bu dönemde sahnede olması tesadüfi değildir. Her geçiş sürecinin kendisine özgü dili vardır, bu dönemde kullanılan dil izlediğimiz oyunda ki dildir, özgürce bireysel çatışmaların birey boyutunda derinlemesine işlenen kara mizah, dram, komedi, trajedi boyutu ile bir çok oyunu bulacağız. Yabancı yazarlardan tercüme dilmiş oyunları genelde daha başarılı buluyorum, çünkü yazarı bizi düşünmeden kendi toplumu için yazmıştır ve bizi yönetenleri rahatsız edecek her hangi bir cümle içinde barındırmaz… Barındırırsa da zaten bize değil, yazıldığı ülkeyi iğneliyordur…


İsmail Cem Özkan


Uzlaşma
Yazan: Chloe Lambert
Çeviren: Zeynep Su Kasapoğlu
Yöneten: Aslı İçözü
Dramaturg: Arzu Işıtman
Sahne-Kostüm Tasarımı: Zuhal Soy
Işık Tasarımı: Mahmut Özdemir
Müzik-Ses Tasarımı: Ilgın İçözü
Oyuncular: Gökçer Genç, Işıl Zeynep, Yeliz Şatıroğlu, Z. Bahar Çebi
Yönetmen Yardımcıları: Tarık Köksal, Ercan Demirhan Ceysu Aygen, Derya Yıldırım


10 Kasım 2018 Cumartesi

Ali Asker


Ali Asker


Hozat’lı bir delikanlının atalarından duyduğu türkülere yaşadığı çağın ruhunu katarak yeniden üretmesi ile oluşur Ali Asker. Ali Asker devrime inanmıştır, devrimcidir. Bir gün gelecek eşit haklar içinde çok kültürlü bir ülkede yaşama hayalindedir. O Dersim’lidir. Acı ile yoğrulmuştur yakın tarih ve acıyı yaşayanlardan almıştır ağıdın, öfkenin nefesini. Henüz bitmemiş bir sürecin ara kuşağı olarak doğmuştur, zorunlu kalmıştır Elazığ'a göç etmeye. İyi ki de etmiştir, orada öğrenmiş ve yaşamıştır aşık geleneğini. Oraya gelen aşıklardan nefes almıştır, bilgi almış, onların önünde ilk sınavını vermiştir. İlk sınavını verdiğinde bir kahvede çay dağıtmaktadır. O emeği ile emeğin yardımı ile çıkacaktır, umudun merdivenlerinden.

O devrimcidir, devrimcilerin katledilmesini içinde yanan alevin yeniden dışarıya ezgiler ile vurmasını yaşamıştır. O artık şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy, nerede bir direniş varsa, nerede bir örgütlü devrimci yapı varsa orada sahne alacak, içinden gelen ateşin ezgilerini sloganlar eşliğinde seslendirecektir. O kendi emeği ve gücü ile katılacaktır kavgaya ve hiçbir karşılık beklemeden, sürekli dayanışarak, hiçbir yardımı gözetmeden yola çıkmış ve yolda sesine ses katacaktır. O sadece yol parasına yola çıkmış, geri dönmeyi düşünmemiş bir devrimcidir ve o dönüşü olmayan tolda işkence tezgahında kaybettiği kardeşinden sonra yurt dışına sürgüne gidecektir, çünkü düşman onu yakalasaydı kardeşinden farklı bir sonuç beklemiyordu. Yoldaşları işkence tezgahlarında, darağacında, direnerek dağda vurulmuş, öldürülmüş ve o sürgünde onların öfkesini, acısını, beklentisini ezgiye dökmüş söylemiş dayanışma gecelerinde, devrimci etkinliklerde sahneden seslenmiş, sahne bulamadığı zaman evinde besteleri ile seslenmiş, o sadece ezgileri ile yol almış devrimcidir ve devrimci olmanın gereğini yapmış, elindeki nota ile saldırmış karanlığa…

O bir devrimcidir, devimci yolda düşenlerin olduğu yerde düşenlerin arkasından ağıt yakmamış, sadece öfken ile umudu birleştirmiş... O içinde beslediği büyüttüğü umudunu sürekli ezgilerine aktarmış, aktarmakla kalmamış seslendirmiş. Seslendirmek isteyenlere de izin vermiş bir alçak gönüllüdür. O devrimci dayanışmanın, devrimci olmanın ne olduğunu yaşamı ile kanıtlamıştır. O sıradan bir askerdir, o bir neferdir, o bir sanatçıdır. O büyük laflar etmemiştir, inandığını söylemiş, elinde olan teoriye uygun bir dünya hayal etmiş ve o hayalini hayata geçirmek için mücadele etmiş bir devrimcidir. O devrimci bir sanatçıdır ve üretmeye devam etmektedir. En umutsuz olduğunda bile yeniden umut bulmuş, en küçük tohumdan bir orman olacağını bilerek bakmış hayata.

“Yemeden içmeden mahrum kaldıysak
Her zaman zayıftan yana olduysak
Varımız yoğumuz hepsini serdiysek
Gelecek aydınlık günler içindir.”

Ali Asker 50. satan yılını kutluyor, selam olsun devrimcilere, selam olsun devrimci yolda yürüyenlere, selam olsun düşenlere, selam olsun varlıkları ve ruhları ile aramızda olanlara, selam olsun Ali Asker’e…

İsmail Cem Özkan

7 Kasım 2018 Çarşamba

Sermiyan Midnight


Sermiyan Midnight

Sermiyan Midyat’ı sahnede canlı canlı izlemek baştan söyleyeyim keyifli, o keyfi ben yaşadım ve sizin de yaşamanızı isterim.

Tek kişilik gösterisi iki bölümden oluşuyor. İlk bölümü kendi yaşadığı ailesi ve çevresinde gelişen olaylar üzerinden yaşarken doğal gördüklerini, ileri ki yıllarda pek doğal olmadığını anladıktan sonra geçmişe doğru bakış.

Adının anlamından başlayan yani doğumdan başlayan bir ergenlik dönemine kadar geçen bir ilk bölümden seçmeler ile seyirci ile buluşuyor, ikinci bölüm ise daha çok mesleğini eline almış tiyatro sahnesinden sinema platolarına doğru geçişini anlatan ve turneler ve çekim için gittiği yerlerde yaşadıkları “normal” davranışlardan seçtikleri ile seyirciyi kucaklamaya çalışıyor. Çalışıyor diyorum, çünkü ilk bölümde kucakladığı seyirciyi ikinci bölümde kucağından kaçırıyor. Belki de arada çalan müzik seçimi bu uzaklaşmaya neden olmuş olabilir. Ama benim gözlemin elbette başka, çünkü benim gözlemime göre hicvin ortadan kalması ve yerini balon esprilere dayanmasıdır. Platolarda ve turnelerde gözlemlerinin altında toplumun dokunuşu yok, daha ağırlıkta bireyin orası için doğal olarak algılanan tepkileri üzerinedir. Şimdi ilk bölümü Kürt sorunundan, solcu babasının tutuklanması ve Kürt bir çocuğun İstanbul ve Ankara’da yaşadıklarını 80’li yıllarda ki doğal olarak gördüklerinin aslında doğal olmadığını yıllar sonra anlamak ve onu anlatması daha içten ve sözler de küfürlerde sözün içinde sırıtmamasının etkisi var.

İlk bölümde Kürtçe ile Türkçe karışımı bir yaşamın çelişkilerini mizahın hicvini öyle bir yediriyor ki, hiciv mi, dalga geçmek mi arasında kalabiliyorsunuz… Kahkahası bol ilk bölüm eşliğinde Midyat sahnede adete salona hükmediyor. Ama ikinci bölüm için aynı başarıyı koruduğunu söylemek zor, çünkü onun seçtiği deneyimler ve film çekerken yaşanmışlıklar seyirciyi kucaklayamadı. Kucaklayamamasının nedeni ilk bölümde yaşanmışlıklar ve hiciv tonun yok olmasında yatıyor. Toplumsal eleştiri mizahın dilinde farklılaşır ama toplumsal olayların birey bazına indirgediğinizde ve bireyin ağzından çıkan küfürler ile anlatımı her zaman mizah olmuyor, seviye aşağıya doğru düşüyor… İkinci bölümde bende uyandırdığı etki, Amerikan oda tiyatrosunun küfürlü versiyonun Türkçeye birer bir çevrilmiş ve tek oyuncuya uyarlaması gibi geldi… Amerikan genç tiyatro yazarları ve dizi yazarları oyunlarını okurken veya izlerken hep aynı duyguya kapılıyorum, onların dilince siktir çekmek sokak dili içinde doğal ama bizde cümlenin başına aldığınız an batıyor, rahatsız ediyor... Küfürle başlayan ama sonra işin içinde entrikaların ve kara mizahın unsurların olduğu oyunu bir bütün baktığınızda tercümede bir yanlışlık olduğunu ve bizim toplumu tanımadan uyarlamaya çalışması olarak olduğunu düşünüyorum, kısaca tv için yapılan dizilerin arasına kahkaha yerleştirmek gibi bir şey ama olmuyor...

Sermiyan Midnight, hoş vaktinizi çalmıyor, size 80’li yılarlın yaşanmışlıklarının ve garip durumların Kürt bir ailenin çocuğuna yansımasını izleyeceksiniz, ortaya çıkan çelişkileri Sermiyan o kadar ince işliyor ki, sizi kahkahaların arasında bir dönemin geçekliği ile yüzleşmesini sağlıyor…

Sahne ışığı, müziği, dekoru konusunda bir şey demiyorum, çünkü tek kişilik oyunun öznesi sahnede ki performansıdır, seyirci ile kurduğu diyalogdur. Seyirciyi oyunun bir parçası yaptığı oyunlarda olduğunu kelime arasında anlattı, bazı zamanlarda seyirci ile bire bir diyalog kurmaya çalıştı ama benim olduğum oyun içinde seyirci sahneye sadece kahkahası ile katıldı…  Espriler arasında nefes alma ve boşluk olmalıdır ki seyirci nasıl bir espri bombardımanı altında kaldığını hissedebilsin, arka arkaya gelen öyküler beni bir ara kopardı, sadece kahkaham kaldı kulağımda!..

Dekor her zaman aynı mantık içinde işliyor. Bir koltuk, bir sehpa ve üzerinde içecek, bir köşede farklı ses çıkarmak için mikrofon ve yaka mikrofonu… Işık genelde sahneyi tam aydınlatır boyutta ve son öyküde otel ve müşterisi bölümünde sahnenin her alanı karartılıp oyuncu üzerine yoğunlaşması ve oyunun bitişi mum söndürülmesi… Müzik sadece verilen arada ve oyunun başlamadan verildiği halde oldu ve seçilen müzik seyirciyi hazırlayan şekilde değil, öyle tercih edilmiş sadece… Anonslar mizahi ve cd’den yayınlanması… Bana göre çok iyi olmuş, anons bile oyuna hazırlarken müzik dışında kalmış…

Vakti olanın, 80’li yılların bir çocuğa yansımasını ve “beyin yanmasını”  yani evde ve okulda ki yaşamın birey üzerine yansıması ve farklı dünyaları aynı anda yaşamasını anlamanız açısından gidin ve bol bol kahkaha atın ve soyun sonunda eğer vaktiniz varsa düşünün…

İsmail Cem Özkan



30 Ekim 2018 Salı

Hayata duygu ile bakınca ...


Hayata duygu ile bakınca ...

Bizim ülkemizde iç savaşı yaşadı, iç savaş koşullarını oluşturanlar 12 Eylül 1980 darbesini de hazırlayanlardır.  O savaş koşullarında ülkemizde yaşananlar mahkeme tutanakları oldu ama gerçek failler ortaya çıkarılamadan idamlar ve işkence ile alınan ifadeler ile üzeri örtüldü. Gerçek suçlular bugüne kadar ne tarih önünde ne de mahkemede yargılandılar.

O döneme bugün daha gerçekçi bakma imkanına sahibiz ama belgeler ve gerçekler hala yaratılan boyutu ile ortada. Bilgi eksiliği savaş koşullarının olmazsa olmazıdır, çünkü üstü örtülen ve gündeme gelmemesi gereken çok suç artık o karanlık dehlizlerde tek başınadır.

Gerçekler ile yüzleşmek şimdilik hayaldir, çünkü bilgileri elinde tutan devletin sır odalarında bu rejim devam ettiği sürece kalacaktır. Çıkarlar henüz o özgür ortamın doğması için gerekli koşulları oluşturmamıştır.

12 Eylül öncesi iç savaş koşullarında ülkemiz içinde taraf olanların günümüzde popüler olan hibrit savaşlarına benzer rolleri olmuş mudur? Elbette bugünden o güne bakınca sanki varmış gibi izlenim bırakan bilgi kırpıntıları bulabilirsiniz ama gerçekten öyle miydi?

Amerikan çıkarı için Amerikan filosunu kıble olarak görenler yaşanacak iç savaşın başlangıcında kendilerini sessizce ilan etmiştir. 12 Eylül sonrası ülkemizin siyasi rejiminde bu kıble görenlerin ağırlığı olması tesadüfi olmaması gereklidir diye düşünüyorum. Ülkemiz, ulus devletinden küresel liberal evirilmeye uygun biçimlenirken, kısaca ulus devlet yıkılırken rol alanların ve anahtar işlevi görenlerin, o iç savaş koşulları içinde rol alanların bir bölümünü işaret etmektedir.

Savaş taraflardan oluşur. Taraf olmazsa savaş olmaz. Bugün ki devlet içinde rol almayan ya da alamayan solun tarafından bakarsak olaya, nasıl bir tablo ile karşılaşırız?

Sol, iç savaş koşullarında muhataptır. Devletin gözünde 12 Eylül sonrası/öncesi ortadan kaldırılması gereken düşmandır. Devleti elinde bulunduranlar savaş koşullarında olağan gördükleri her türden insan hakları ihalelerini yapmıştır. Yaş büyüterek idam sehpaları kurmuş, idam ettiklerini ölüsünü bile kaybetmiştir. Bugün dahi içinde kemik olmayan anıt mezarlar vardır. İdam edilmiş ama mezarı olmayan devrimciler bu ülkededir. İşkence tezgahlarında son nefesini verenlerin ölüleri yollara atılmış ya da kimsesizler mezarlıklarında toprak altındadır. Kısaca ölüye bile saygı yoktur, çünkü düşman olarak gördüğü solu yok etmek için her türlü yol mübah görülmüştür. 

Devlet bakışı içinde sol düşmandır. Peki, sol bakış açısı içinde geçmişte yaşanmış iç savaş koşullarında solu nasıl görmüştür?

Sol, sol içi çatışmalar diye kabul edilen bir süreci yaşadı. Sol cephe içinde yer alan ve savunma konumunda bulunan sol içinde homojen değildir. Dünyada ki sol devletlerin ülkemizde temsilcileri ya da modern söylemi ile lobi faaliyeti yürüten taraftarı vardır. O lobi işinde yer alanlar bir anlamda akıllarını ve hedeflerini o devletin çıkarı yönünde belirlemiştir. İç savaş koşulları içinde sol içi çatışmada yer alan sloganlara bakarsak, “sosyal faşist” diyerek, Sovyetleri “sosyalist” olarak görenleri “düşman” olarak görmüş ve Çin / Arnavutluk dış politikasına uygun olarak kendilerini konumlandırmışlar. Onların karşısında yer alanlar ise onları “goşist” olarak suçlamış ve yaşanan iç savaş koşullarında savunma gerisinde birbirini düşman görmüşlerdir. Ülkede devrim olmuş da iktidar mücadelesi yapıyor gibiler. Peki, bu iktidar mücadelesi bazı ülkelerin dış politikası ile örtüşmesi ne kadar gerçekçidir?

Geçmişte duyduğumuz bir söz vardır, “bilmem ne ülkesinden yayın yapan radyoyu dinleyip, ona göre dergi hazırlayanlar.” Kısaca başka ülkenin çıkarı ve düşünce yapısına göre kendisini biçimlendirenler akla ihtiyaç duymuyorlar, oradan aldıkları hazır reçeteler ve tasfiyeler ülkemizde taraftarları tarafından emir kabul edilmiş ve karşısında “gördüğünü” düşman olarak algılamış ve sıcak çatışma içine girmiştir. Sıcak çatışmanın olduğu alanlar “alan kapmaca” yerleridir ama “kurtarılan” bölgelerin aslında onlara ait olmadığını 12 Eylül sabahı yaşayarak öğrendik. Kurtarılmış bölgelerde saklanacak yer bulamayanlar ilk elde işkence tezgahlarında örgütsel konularda sorguya tabi tutulmuştur, devletin hedefi ilk elde sorunları çözmek olmamış, tersine var olan ama çözülmemiş gibi gözüken olaylara fail bulunmuştur. 12 Eylül gelme sebebi; aydınlatılmayan cinayetleri çözmek! Failler bulununca olay aydınlanmış kabul edildi, sorunlar işkence tezgahlarının altına atılmıştır, yani üstü örtülmüştür. Sorun darbeden sonra da darbeciler devlet yönetimi sivillere devrettiği dönemde yaşamaya devam etmiş ve ‘Susurluk Kazası’ adı verilen olayda ortalığa saçılmıştır. Ona rağmen hala olayların üstü açmak yerine üstü örtmeyi seçmişlerdir.

Sol, 12 Mart yenilgisinden sonra daha da parçalanmıştır. Kızıldere ve idamlar sonrası bir araya gelenler geçmişin eleştirisini yaparak birden fazla aynı kaynaktan doğan yapıların oluşmasına ortam hazırlamıştır. Parçalanan ve daha da genişleyen sol zenginlik olarak algılanmamış, devrim yolunda engel olarak görülmüştür. Yaşanan ortamında ‘rekabet’ adı verilen şey aslında kendisi gibi düşünmeyeni yanlış ve tek doğrunun kendisi olduğunu ileri sürmesidir. Tek doğrunun olduğu yerde rekabet çatışmadır… Güçlü olan kendisini kabul ettirme telaşı içinde örgütlenmiş ve bu telaş içinde yapması gerekenleri daha fazla kitleye ulaşmak için bir çok örgütlenme aşamasına hatalar yapmalarına yol açmıştır. Sol örgütlenirken zaaflarını rekabet koşuları içinde kendisi yaratmıştır.  

Sol birbiri ile çatışarak arasında güven sorunu yaratmış ve ortak mücadeleden uzaklaşmıştır. Ortak bir savunma hattı yaratamayan sol, kendisinin üzerine gelen darbenin ayak seslerini duymuş olmasına rağmen önlem alacak ortam yaratamamıştır. Darbeye hazırlıksız yakalanmıştır. Sol, haberi olmak ile hazırlıklı olmak arasında ki farkı yaşayarak öğrenecektir. Çünkü yapılan operasyonlar ile örgüt olduğunu düşünenlerin birlikleri kısa sürede dağılmış ve yenilgi kaçınılmaz olmuştur.

Sol, kendi aklını kullanır. Başkasının tecrübelerinden yararlanır, onlardan ders çıkarır ve sol bilimsel (burada “bilim” kelimesinin en anlama geldiği sorgulanmamıştır) bakar hayata, ama bilimin olmazsa olmaz duygulardan sıyrılmış akıl yürütmesi 12 Eylül öncesi sol içinde ne yazık ki yoktur. Daha çok duygusal ve yandaş cephesinden bakılmış ve kendisinin hakim olduğu alanlarda diğer solun yaşamasına izin vermemiştir. Örneğin bugün çok gündeme gelen Fatsa gerçeği içinde diğer sol yapılar ve örgütler yoktur, Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi ve de CHP vardır ama diğer sol yoktur. MHP ve diğer sol dışında yer alan her yapı Fatsa’da “direniş komitesi” içinde yerini almıştır.

Akıl, bazı sol yapılar için savaş koşullarında “uzaktan” gelendir. Duruşları ve öncelikleri uzaktan gelen tasfiyelere uygundur. Tasfiye verenin siyasi çıkarı ülkede yaşanan sol içi çatışmanın da belirleyicidir. Hatta bazı örgütlerde genel sekreter sadece görüntüdür, tasfiyeye en iyi uyan ve aldığı tasfiyeleri kendi yapısına tartışmasız iletendir. Yani tartışmadan itaat etmeyi kendisine rol biçendir. O yüzden bazı sol yapılarda genel sekreterden daha çok tasfiye verenlerin aldığı kararlar ülkemiz gerçekliğine bakmak için daha belirleyicidir. Bunun en çıplak gözüken yapı TKP’dir. Komintern kararları genel sekreterin kararının üstündedir. Genel sekreteri komintern uygun görülürse değiştirme hakkına sahiptir, tabana ve ülkede örgütlenmeye sormayı gereksiz bulur. Çünkü komintern Sovyet haklarının çıkarı yönünde davranır ve kararları ve üyelerini bağlayıcıdır. Sovyetler Birliğinin dağılımından sonra en son sekreterin neden devlet politikasını ve iktidara yaklaştığını anlamak için bu bilgi önemlidir. Çünkü hayatını bir yere bağımlı yaşayanın özgün karar alma ne cesareti ne de birikimi vardır. TKP bir anlamda Sovyetlerin Türkiye lobi faaliyeti yürütmüş ve Sovyet çıkarları yönünde alınan kararlara uymuştur.

Komintern, ülkemizin kuruluşundan bugüne kadar (ki komintern Sovyetler birliği dağılınca yok olmuştur)  ülkemizde ki her gelişmeyi kendi çıkarı yönünden ele almış ve yaşanan darbe ve insan hakları ihlallerini bilerek görmezden gelmiştir, yeter ki iki ülke arasında sorun olmasın… Bazı eylemler sembolik düzeyde kalmış ya da hiçbir tepki vermeyerek sessiz kalmak ile sessizce onaylamıştır. Deniz Gezmiş’lerin idamı karşısında sessizlik bunun ifadesidir.

12 Eylül öncesi solun hedefi nettir. Devrim! “Devrim için” ya da “kurtuluş”u için yola çıkanların mirasını almış ve onu geliştirmiştir. Yenilgi yani 12 Eylül sonrası bir kopukluk söz konusudur. Hedefleri içinde artık geçmişin mirası değil, yıkılmakta olan ulus devletin içinde kendisine mevzi aramak şeklindedir. Çünkü ülkenin şartları hızla değişmekte ve siyaset yapılan zemin değişmiştir. Yeni durumun somut tahlili yapmak yerine günü kovalayan ve güncel sorunlar üzerinden geçmişin muhasebesini yapmak iyi niyeti üzerine kurulmuş bir yenilgi sürecidir. (Burada genelleme yapılmıştır, öznel durumlar söz konusu olabilir ama genel görümün böyle algılıyorum) Elbette ne muhasebe gerçek anlamda yapılmıştır ne de somut durumun somut tahlili, geçmişte yayınlanmış dergilerde yazılan yazılara atıfta yapılarak bir anlamda geçmişin güzellemesi ile karşı karşıya kaldık. Geçmişin güzellemesini yapanlar, elbette 12 Mart koşulları sonrası bir ülkede olmadığımızı biliyorlardı ve iyi verilmemiş bir sınavın sonucunu kabul etmişlerdi. “Hareket sol düşünceyi doğuracak, düşünce de hareketi” söyleminin hareket bölümü zaman zaman ortaya çıkan kitlesel eylemler içinde iyi değerlendirilememiş, ki değerlendirelememesinin en büyük nedeni ise kendisini bir yere ait hisseden ve canı pahasına savunan bir kuşağın olmamasında yatmaktadır. O ölümü göze almış 78 kuşağı yoktur. Günümüzde kitlesel ve birlikte kurtulmak yerine bireyse kurtuluş daha genel geçerdir.

İç savaş koşullarında elbette kendisine ve ülkeye özgü söylemleri olan ve bir ülkenin çıkarından daha çok halkın çıkarını gözeten, canı pahasına saldırlar karşısında duvar ören, direnişi geliştiren solda vardır. Ne yazık ki onlarda gelmekte olanı görmüş olmalarına rağmen, gerçek anlamda örgüt olamadıkları ve kontrol edemedikleri bir güç karşısında yenilgi yaşamıştır. Solun yenilgisi büyük bir yıkıma yol açmıştır, kırılma sol ve sol düşünceye yakın kesim içinde travmalara yol açmış ve onu atlatacak yeni bir çıkış için hareket yaratamamıştır. Birlikte, bir arada, ortak bir hareket yaratılıp, içinden devrimci hareketin çıkması beklentisi boşa düşmüştür. Bir çok inisiyatifler kurulmuş olsa da o inisiyatifleri finanse edenlerin ve ağırlıkta olanların beklentileri karşılanmadığı için inisiyatifler kısa sürede dağılmış ya da pasif konuma düşmüştür. 12 Eylül sonrası solun elinde sonuçlanmamış inisiyatifler çöplüğünden başka bir şey kalmamıştır.

Ulus devletinin çöküşü sırasında ortaya çıkan projeler solun görünmeyen parazitidir ama ilk anda yarar sağlanması ve kısa süreli iş olarak görülmüş olsa da proje yapmak ve proje üzerinden hayat kurmak daha çekici gelmiş ve projeler üzerinden yeni bir yaşam biçimi yaratılmıştır. projeler ile kendini kurtarma telaşı içinde olan eskinin ilişkilerini kendi üzerlerinde taşıyanların tercihleri elbette bugün yaşadığımız kaosun ve dağınıklığın da sebeplerinden biridir. Mülteci konuma düşmüş olanların yurtdışında ellerine geçirdikleri projeler ile yeni ilişki ağını yaratmış ve bu projelerde birileri maddi kazanç sağlarken, birileri sadece katılan ve imza veren konumda pasifleşmiştir. Kısaca geçmişin heyecanını geçmişin yaşanmışları ve acıları üzerinde projeler adı altında para kazanmaya dönüştüğünde yenilgi kalıcılaşmış ve kronikleşmiştir.  Bugün örgütlenme konusu konuşulduğunda sorunun nedeni olarak 12 Eylül yenilgi sürecinde “eteklerde biriken taşlar” olarak belirtiliyor olsa da artık o taşların yerini “ilişikleri kendi amacına” göre kullananların yaratmış olduğu tahribattan başka şey değildir. Çünkü proje yapmak için akla ihtiyaç yoktur, parayı verenin amacı yönünde araştırma yapmak ve biriktirdiğin bilgiyi parayı verenin hizmetine sunmaktır. Proje bir anlamda bilgi toplama amaçlıdır ve o bilgi, bilgiyi kullanması gerekenler; bilgiyi kullanamadan bilgiyi karşı tarafın hizmetine vermiştir.

Hayat, solun ortadan kalması sonrası oluşan boşluğun doldurulduğunu ve bizi beklemediğini göstermiştir.

Sol güçlü olduğu sürece kapitalist sitem içinde dahi özgürlüklerin artacağı, işçi sınıfının hakları ve kazanılmış mevzilerin olduğunu korunduğunu yaşanmışlıklar bize göstermiştir. Bugün işçi sınıfı kazanımlarını kaybetmiştir, var olan mücadeleleri siyasi hak almak yerine daha fazla maaş almak, işten atılmamak ya da atılan işçilerin yeniden işe girme mücadelesidir. 

Sağın akla değil, duyguya ihtiyacı vardır, solun ise akla... Akıl ile oluşacak toplumlar daha özgür ve insancadır. Duygular ile oluşan toplumlarda ise aile adı ile anılan hanedanlıkların yolu açılması ve otokrasidir, onların verdiği alan kadar özgür olunur. O yüzden sol akıl, duygularını bertaraf ederek yan yana gelip yeni dünyayı kurma ütopyasına geri dönmelidir.

İsmail Cem Özkan



25 Ekim 2018 Perşembe

Savaşta akıl yoktur, çıkarlar vardır.


Savaşta akıl yoktur, çıkarlar vardır.

Ortadoğu’da ki savaşlarda taraf olanların önemli bölümü başkasının çıkarı adına öldürmekte ve işgal etmektedir. Başkası adına savaşanlar kendi idealleri için savaşıyormuş gibi söylemlerde bulunmaktalar.

Ortadoğu, emperyalist devletlerin kendisine yandaş gördükleri grup, devletçik, örgüt gibi kavramlar içinde olanların birbirini boğazlattığı alan olmuştur.

Hibrit savaşları adı verilen bu yöntem aslında isim verilmeden öncede uygulanmaktaydı ama savaş stratejilerinde ad verildi mi bazı şeyler görünmez ve sanki ilk defa yapılıyormuş gibi “yeni bir savaşın” ve “sürecin” içinde olduğumuz algısı yaratılır. Savaşanlar bu sayede yandaş olmaktan çıkar ya da açıkça yandaş olur ve bir gücü arkasına alıp savaşır ya da arkasında kendisini kollayan bir güç olduğunu düşünür ve de arkada ki gücün çıkarı yönünde kargaşa yaratır.

Ortadoğu, açık savaşın yaşandığı bir alandır. Silah üreticilerin kendi silahlarını alanda kullanıldığı, test ettiği yerdir. Kuralları vardır ama ara sıra “kurallar bozluluğunda” emperyalist güç kendi varlığını hissettirmek için savaş alanını uzaktan bombalar. Savaş sırasında ve savaş alanında gerçekler kendi kamuoyuna yansımaz. Yaratılan gerçekler ve yaratılan görüntüler ajanslara düşer ve o görüntüler eşliğinde yorum kargaşası yaratılarak savaşın gerekli olduğu ve insanlık düşmanı karşı savaşıldığını emperyalist ülkeler kendi iç kamuoyunu biçimlendirerek yansıtır.

Kısaca savaş alanında savaşanların akla ihtiyacı yoktur, daha çok duygulara seslenilir ve duygular ile hareket edilmesi için çaba sarf edilir. Barış görüşmeleri bile yeni saldırılar için sadece nefes alma zamanıdır. Barış görüşmelerinde güçler gözden geçirilir ve güce uygun pozisyon almak için danışmanlar her türlü hizmeti verir. Savaşın uzaması emperyalist devletlilerin çıkarınadır, çünkü ülkelerinde işsizlik azaldığı gibi gerek duyduğu insan organı el altından ülkesinde sağlık sektörünün hizmetine verilir. Savaş sadece silahların test edildiği alan değildir, her türlü karaborsanın ihtiyacı duyduğu karanlık noktaların içinde yapılan kontrollü ticaret alanıdır aynı zamanda.

Savaş içinde yaşayan için dünya o sıcak alanın olduğu yerdir, dünyanın diğer taraflarında neler yaşandığı ile ilgili pek bilgi bulunmaz ama ideolojik olarak sadece kendisi gibi savaşanların başarılı hikayeleri abartılarak savaş alanında savaşanlara iletilir. Dünyayı kurtaracaklardır! Aslında kurtardıkları dünya değildir, batmakla olan firmanın can suyudur, savaş alanında akan her kan…

Hibrit savaşları kendi vatandaşları dışında yer alan vatandaşların kullanılmasıdır, kendi adına savaştırılmasıdır. Ortadoğu’da bahar, sadece batmakta olan firmaların ikinci baharıdır. Halklar orada soykırıma uğrayabilir, uğrarsa dünya barış ödülü olan “Nobel” verirler olur biter. Ödül verilince savaşın gerçek suçlusu gözükmez, sadece görünür olanlar ki zaten onlar insanlık düşmanıdır ve yok edilmesi gerekenleridir. Onları yaratan kendi stratejileri ve öncelikleri olduğu unutturulur.

İsmail Cem Özkan

20 Ekim 2018 Cumartesi

Sazansın be kardeşim!


Sazansın be kardeşim!

Her canlının hafızası vardır ama elde ettiği tecrübeyi bir başka kuşağa aktaracak hafıza sadece insanda var olduğu söyleniyor, çünkü henüz evrenimizde ki evrim devam ediyor bir bakmışsınız bizim gibi tecrübesini kendisinden sonra ki kuşağa aktaran bir canlı bulunur. Var olan bilgi ile sadece insan vardır elde ettiği tecrübelerini aktaran. İnsan zaman içinde kendi hayatı içinde biriktirdiği bilgileri kendisinden sonra ki kuşağa aktararak bir itici güç konumundadır. İnsanlık sürekli ilerleyecektir her ne kadar görünümde öyle gibi gözükmese de! Yani diyalektiğin temel maddesi neydi “ben babamdan ileri çocuğumdan geri olacağım”…

İnsanlık tarihi binlerce yıldır devam ediyor, birikmelerini ileriye taşıyarak ilerliyor ama teknolojinin insanı teslim aldıktan sonra ki hızı konusunda yapılmış bir araştırma yok, çünkü teknoloji insanlık hafızası olan arşivin dijitale dönüştürülmesi ile tarih boyunca görülmemiş bir bilgi kirliliği ve bilgi eksikliği ile karşı karşıyayız diye düşünüyorum… Her insan elinin altında ki dijital aletin aracılığı ile her türlü yaratılmış ya da gerçek bilgiye ulaşabilir ama Marks’ın değimi ile nereden baktığı önemini hala koruyor, çünkü bizler artık nasıl baktığımız ile ilgileniyoruz ve nereden baktığımız ile birbirimize hava atar konumunda küçümseyen bakış açısı içindeyiz. Şimdi biri bir fikir ortaya attığında, diğeri hemen internete girip istediği kanıtı bularak karşısındakini çürütecek kadar bilgiye ulaşabiliyor.  Ama o bilginin ne kadar sağlıklı olduğunu kontrol edecek her hangi bir denetim mekanizması yok, çünkü dijitalleşme her şeyi kolaylaştıracağını sanırken, insanları denetime almaya çalışan iktidarın elinde, bir silaha dönüştü.  iktidarı ve bilgiyi yayanı denetleyecek mekanizmayı bilerek ve isteyerek o mekanizma yaratılmadan görmezden gelindi… Ulus devleti ortadan kaldıran liberal ekonomi ve onun siyasi ayağı iktidarda elbette sermayeyi ve sermayenin ihtiyacına ve sermayenin özgürlüğü adına ulus devlet mekanizmasını çökertti ama yerine yeni bir devlet sistemi kuramadı. Bugün küresel boyutta yaşanan ve bir domino taşı gibi bir birini yıkan her karar bir kaos yaratmakta ve belirsiz ortamdan gücü olan güçsüzü içinde eritmeye çalışıyor ya da denetim altına almaya çalışıyor. Mutlak itan bekleyen ulus devletin iktidarı ve diktatörlerin yerini sermayeden güç alan ama ulusal çıkarları görmezden gelen köylü kurmazı liderler almıştır. Bu liderlerin tüm işlevi ulus devletin varlık sebebi olan sermeye birikimi için duvarları yıkmak ve ulusal firmaları teşviki ortadan kaldırarak küresel çaplı firmaların saldırınsa açık bırakmaktır. Orantısız rekabet koşulları altında elbette güçlü olan güçsüzü hiçbir yasayı dikkate almadan (ama dikkate alıyormuş gibi yapan) içinde eritiyor.

Dünyada esen rüzgar birbirine benzer popülist liderleri ve partileri sağlı sollu iktidara taşıdı ve bu sayede sağ ve sol kavramlarının da altı boşaltılmış oldu. Bugün sağ ve sol arasında fark sadece söylem düzeyindedir, çünkü iktidara gelen sağ ve sol liderler ve partiler küresel sermayenin hizmetinde hiç kusur ve engel çıkarmadan hizmet etmeye devam ediyor. Bunun en çıplak örneği Almanya başbakanı Gerhard Schröder olmuştur. Almanya Yeşiller partisinin lideri  Joschka Fischer emekli olur olmaz gidip küresel bir firmanın danışmanı olması tesadüfi değildir.  Almanya’da sağ ve sol aynı potada erimektedir, yerini daha popülist partiler almaya başlamıştır… liderleri popülist söylem yapamadığı an kaybetmeye başlıyor, çünkü onların öncüleri ve geçmişleri ne yazık ki popülist politikanın üzerine benzin dökmüş ve daha çok savunur ve uygulayıcısı olmuştur. Bugün alman SPD ve Grüne (Yeşil) Partisinden sol bir söylem beklemek aldatıcı ve boşunadır, çünkü onarlın dayanakları sermayedir ve kurmuş oldukları vakıflar projeler ile bu alana toplumun küçük birimine girecek şekilde hizmet etmektedir. Kısaca sağ sol aynı kulvardadır ve biri birine muhalefet etme yerine birbirini çıkarları gereği beslemektedir. Elbette bu beslemenin de bir sınırı vardır, erimeye başlamışlardır.

Küreselleşme yaşandığı zaman dilimi içinde elbette ülkemizde bunun dışında değildir. Ülkemizde henüz ulus devleti tam oturmadan (ki hiçbir zaman o şansı yoktu, diğer batı devletleri gibi homojen olacak kadar sermaye devleti olarak geçmişi yoktu) ulus devletinin yıkılmasının ilk sesi 24 Ocak kararları ile 1980 yılında hissettik. Ve onu izleyen darbe bu süreci daha sorunsuz ve pürüzsüz bir şekilde sermayenin hizmetine sunacaktır. Artık sermayenin ‘gülme’ zamanı gelmiştir. Bir bir yaratılan karaborsa ortadan kaldırılmış ve ithal ürünler ülkemize girsin diye masum gibi gösterilen gümrük duvarları kalkmıştır. Özelleştirme artık ülkenin gündemindedir ve her gelen iktidar özelleştirmeden bahsetmektedir. Küçük adımlar ile başlayan bu yıkım süreci yeni bir devlet anlayışının da oluşması için ortam hazırlamıştır. Solun cezaevlerinde geçmişi ile baş başa bırakan askeri rejim hızlı adımlar ile yeni Türkiye’yi yaratmış ve halka kabul ettirilebilmesi için gündemler oluşturmaya başlamıştır. İktidar gündemi belirlemeye ve muhalefette ona yardımcı olmaya başladığı süreç liberal ekonominin ortaya çıkardığı bir düşünce ve davranış hali olarak yaşayarak gördük. Toplumsal muhalefet kendisini iktidarın reflekslerine önceliklerine göre belirlemeye başlamıştır. Parlamenter rejimden başkanlık rejimine geçiş bu tepki ile hayat bulmuştur.

Günlük ve bir incir çekirdeğini doldurmayan konular gündem olurken, sorunların üstü ya kapatılmış ya da sorunlar zamana yayılarak çözüme kavuşması beklenmiş ama çözüm olmadığını sık sık içine girdiğimiz sorunlar girdabından da anlaşılıyor. Küreselleşen dünyanın sorunları dışında bize özgü sorunlar yumağı içinde yarını düşünemez ve anını yaşayan bir topluluk oluştu. Denetim tamamı ile ortadan kaldırılmış, var olan hukuk kurallarında yazılı olandan çok sözlü olanın geçerli olduğu bir süreç içindeyiz. Değişen sistemin kendi içinde yapması gereken hukuki düzenlemeler de henüz tam olarak gerçekleşmemiştir ve sorun olarak sürekli hayatın içinde durmaktadır. Dünyanın hiç bir ülkesinde bizim kadar sık gündem değişen ülke yoktur diye düşünüyoruz ama biraz dışarıya çıkanlar ve küresel medyayı incelediğimizde genel sorunlar onlarda da olduğunu görebiliyoruz, bir birinin aynısı olmasa da benzerlikler çoktur…

Küreselleşme ulus devletini yıkmıştır ama yerine henüz hukuki düzenlemesi olan bir devlet anlayışı koyamamıştır. Sermeyenin ihtiyacı olan yardım eski ulus devletinin yıkıntısı içinde işçilerin üzerinden fazla fazla elde edilen artı değer sermayenin hizmetindedir. İşçiler bu küreselleşme ve liberalizm sürecinde elde etmiş oldukları tüm haklarını kaybetmiş gibiler, sendikalar işlevsiz ve daha genel söylem ile iktidarına yardımcı olmaktadır. Kısaca sermaye içinde işçi sendikaları vardır. Var olması muhtemel toplumsal patlamanın sibop görevini layığı ile yerine getirmekteler, o yüzden sendika liderleri maaşları halktan ve üyelerinden genelde saklanmaktadır… Ulusal sermayenin krizi, emekçilerin üzerinden elde edilen artı değerler ve mallarda ki fiyat ayarlaması ile geçiştirilmeye çalışılmaktadır. Bizim cebinizden alınan paralar ile iflas etmiş firmalara para aktarılıyor...

Bugünlerde suni olarak yaratılan gündemlerden biri geçmişte ulus devletinden kalan ilkokullarda okutulan ant meselesi. Kaldırıldı, yeninde okullarda olsun mu tartışmasını bir mahkeme kararı ile yeniden güdeme geldi. Bunu duyan ulus devletine özlem duyan küçük bir azınlık yeninden konsun diyerek iktidarın gündemine balıklama atladı. Çünkü geçmişte yaşanan tartışanları uygulamaları unutmuştu. Sık değişen gündemler elbette kendisine uygun bir kitle yaratır, geçmişini anımsamayan, okumayan, araştırmayan ama popüler söyle açık bir kitle. Popülizm zaferi bu geniş kesimi yaratmasıdır. Çünkü lider düşünür ve diğerleri ona biat eder. Bu geniş kesimin bir kültürü ve geleceğe aktaracağı bir birikimi de yoktur, çünkü dijital ortamda öğrendiklerini veya paylaşımları paylaşmak ve homurdanmaktır. Dikkat ederseniz arşivler ve kütüphaneler eskisi gibi nemli değildir, olsa da olur olmasa da derken eski binalara yapılan restorasyon gibidir. Kaleye çelik kapı yaparlar, çünkü o yaptıkları kapının arkasında çalınmaya uygun son model dijital alet vardır…

Yeniden ant meselesine gelirsek, ulus devleti ihtiyacı var diye, asimilasyona yardımcı olsun diye her sabah çocuklara söyletilen ırkçı antların da başarı oranı ortada, başarılı olamadı...

Antlar ve marşlar kim için yaratılır ve ne için kullanılır? Kısaca bunu düşünün.

Ulus devleti homojen olmak ister. Tek bayrak, tek millet, tek din, tek mezhep... Şimdi ülkemiz teklerden mi oluşur, öyle bir şey yok, çok kültürlü, çok dilli, çok dinli ve çok mezhepli bir ülke...

Ulus devleti projesi zaten ülkemizde oturtulamadı, çünkü işin maddi yönü ile ilgilenildi, diğer şeyler zamana iteklendi. Alevi ve Kürtlere karşı marşlar söylendi, antlar içildi... Onları hep sürgün diyarının öteki insanı olarak gördünüz ve algıladınız… Sonuç ne oldu?

Devletin asil sahibi olduğunu iddia ettiğiniz tek mezhep, tek din iktidara geldi, gelirken de yeri geldi diğerleri olarak görülen ötekilerin duyguları ve siyasi gücü kullanıldı... Sizi kullananlar ötekilerini de kullandı, siz olmasaydınız bugün ki iktidar olur muydu, çünkü siz kusura bakmayın ama “sazansınız” , onların istediği gündeme atladınız ve ak ile kara gibi onların dediğinin tersini söylediniz, bu sayede var olan desteğinizi de kaybettiniz, bugün iktidarın gücü sizin eseriniz! (burada “sazan” birikimini ileri kuşağa aktaramayan anlamındadır)

İktidarın belirlediği gündeme sazan balığı gibi atlayanlar ve onların “kaldıracağım” dediğini “kaldırtmayacağım,” “satacağım” dediğini “sattırtmayacağım” (12 Eylül’den sonra ki ilk siyasi tartışmayı anımsayan vardır sanırım, Calp (Halkçı Parti)  ve Özal (ANAP) tv ekranlarında ne yapıyordu? Karagöz Hacivat oyununda Özal galip gelmiş “sattırmam” denilen köprü iktidara gelir gelmez halka arz olunmuş ve satılmıştı) oyunu hala iktidarın belirlediği gündem içinde devam ediyor. Bir şey de ısrar ediyorsanız uyumaya devam ediyorsunuz demektir... Sizi uyutan bir çok gündem maddesi var ve sizler de “sazan” gibi atlıyorsunuz, yaşadığınız anı tespit edememiş, elinizden gidenleri göremeyen, kusura bakmayın “sazan balıkları” gibisiniz...

Gelmeyin oyuna diyeceğim ama zaten bu yazımı okuduktan sonra hemen unutacaksınız ve iktidarın gündeminin parçası olmaya devam edeceksiniz...

Her devletin vatandaşı, hak ettiği iktidarı, iktidarda tutar...

İsmail Cem Özkan



11 Ekim 2018 Perşembe

Beyaz


Beyaz

Sahne henüz seyircisini bekliyor, sahne düzenlemesi önceden yapılmış. Bir mutfak. Mutfağa açılan kapılar var. Sessizliği koltuklarını arayan seyirciler bozmakta. Salon hemen hemen bir süre sonra doldu. Oyunu izlemeye gelenlere bakıyorum, gençler ve orta yaş ağırlıkta. Kapıdan salona girişleri, salonda koltuklara oturuşlarında ki davranışlara bakıyorum, her biri daha önce oyun izlemiş gibi, her biri bir tiyatro ve sinema salonlarına aşina gibi. Kapıda bekleyen yer gösterici birkaç seyirciye koltuğunu gösteriyor ve bahşişini de almadan gitmiyor. Sessizlik salonda artık yok, oyuncuları ve başlama gongunu ya da anonsunu bekliyor…

Oyun bir anons ile başladı. Sahnede dekor artık yalnız değildir, oyuncular sahnede yerini almış ve giriş cümlesini mikrofona söylemekteler, çünkü üzerilerine takılan küçük mikrofonlardan gelen sesler salonun sağına soluna duvarlara asılmış. Oradan ses gelmektedir, sanki oyuncu ağzını oynatıyor gibidir, ses bir ses oynatıcıdan geliyor gibidir. Canlı tv dizine bakar gibi hissettim bir an kendimi, belki de bu önyargım tv ekranlarından tanıdığım bir birinden çok değerli oyuncuyu sahnede görmemdir…

Mutfak aslında hasta olarak yatan annelerin evidir. Bir anlamda kardeşler yıllar sonra annelerinin evinde buluşmuştur. Hayat anıların birleşimi değil midir, hele onu çağıracak bir ortam varsa. İşte o ortam annelerin evidir. O ev ve annelerinin hastalığı. Geçmişte yaşananlar bir bir ortalığa serilirken, onları ayıran olalar da gün yüzüne çıkmaktadır. İki kız çocuğu ve baba özlemi, bir anlamda birleşik aile özlemi, çünkü anne ve babası ayrılmışlardır. O ayrılmaya iki kardeşin ısrarı da etki yapmıştır, belki içten içe bir suçluluk duygusudur dillendirilenler.

Büyük abla sanatçıdır, aslında bir oyuncudur, iş bulduğu zaman evinin kirasını vermektedir, aksi halde ne yapacağını bilemez haldedir, iş bulmak ve ne olursa olsun çalışmak zorundadır, iş tercih yapmak gibi lüksü yoktur. Anneleri hastalanamadan önce bir iş için randevu yapmış, hatta ön çekim bile yapmıştır. Nihai görüşme ve anlaşma için randevu yapılmış ama annesinin hastalığı için randevuya gidemeyecektir. Onun telaşı ve hesaplaşması içindedir. Tren son yolculuktadır ve o tren ya gelecek ya da hiç gelmeyecektir. Annesinin son yolculuğu için orada olduğunu bilmektedir ve hastaneden son zamanlarını evde yaşasın diye çıkarılmıştır. Bekardır. Ailenin istediği gibi sanatçı olmuştur ama ile aynı zamanda bir doktor da istemiştir ama doktor olması gereken küçük kız kardeşi olmamış başka bir tercih yapmıştır. O evlenmiş ve bir oğul sahibidir ve oyun içinde öğreneceğimiz gibi eşini aldatmıştır…

Bir aile içinde yaşanmış trajedinin iç hesaplaşması ya da yüzleşmesidir. Toplumdan ve yaşadıkları çevreden bağımsız her hangi bir yerde herhangi biz zamanda geçebilecek bir konudur. Oyunun yazarı her ne kadar Fransız toplumunu aile boyutu içinde eleştiriye tabi tutmuş olsa da, zamandan ve üretim ilişkilerinden ve onun yaratmış olduğu çevre faktöründen bağımsız bir iç hesaplaşma üzerinden olaylara bakmaktadır. Oyuncular zaman zaman her hareketlerini, düşüncelerini, dış sesleri kendilerini ilgilendirdiği noktada sahnenin diğer alanları karartılarak bir spot altında seyirciye anlatmaktadır…

Annenin görüntüsü bölüm geçişlerinde beyaz olan mutfağın duvarına yansımaktadır. O görüntülerde acı çeken ve son yolcukta olan bir annedir. Annelerin son anını acı çektirmeden itina ile titiz şekilde yaklaşan iki kardeş… Videolar oyun ile duygusal bağ kuruyor, seyirciyi kelimelerin ve söylemlerin dışında sahneye çekiyor… Başarılı bir çalışma diye düşündüm ama zaman zaman mikrofondan çıkan ses, sahneden doğal geldiğinde seyirciyi oyunun içinde kendi ile hesaplaşacağı bir ortam hazırlayabilirdi ama ses hoparlörden gelince yapaylaştırıyor, yabancılaşıyor… Neyse ki her an ses mikrofondan yankılanmadı, zaman zaman ses doğal olarak salona yayıldı ve çok mutlu oldum doğal seslerini duyduğum an…

“Zaten bu ölümlü dünyada hiçbir şeyin önemi yok” 

Oyunun sonunda karamsarlık içinde belki de bir umut taşıyan cümle gibi geldi… Beyaz üzerine yansıyan her şeyi yansıtır, sanki tüm sorunlar yansımış ve yeni bir başlangıç yapmışlar gibi, çünkü annesi ve babası son bir kere buluşmuş ve anne “seni bekliyordum” diyerek babası ile yılar sonra kucaklaşmıştır bir anlamda. Kapalı kapılar arkasından çocukların bilmediği olaylar yaşanmıştır ve çocuklar hiçbir zaman bilmeyecekler ne yaşandığını. Her şey beyaz gibi saflaşmıştır bir anlamda…

Salon boşalırken bir kere daha baktım seyircilere… Hemen salonu terk edenler, hala alkışlamak için ayakta duranlar, boş boş bir birine bakanlar… Seyirci bu oyuna günlük hayattan uzaklaşmak ve ünlü olan oyuncuları sahnede görmek için belki geldi, belki aradığını buldu, belki usta oyuncu oldukları için ayakta alkışladı, belki gerçekten başarılı buldu… Salon boşalırken bu oyundan bana ne kaldı diye düşündüm, keşke dedim kendi kendime bu kriz yaşayan ülkede değil de şöyle refah, sosyal bir devlette yaşamış olsaydım, tüm sorunlardan sıyrılmış, biraz derlenmek için oyun seçmiş olsaydım, bu oyunu hiç kaçırmazdım.

Usta oyuncuları sahnede görmek bile bu oyuna gitmek için bir neden, sanırım o yüzden usta oyuncular ile yeni oyun koyan prodüksiyon firmaları kuruluyor ve yatırım yapıyorlar. Elbette yatırılan paranın karşılığı alındığı sürece bu firmalar ayakta kalacaktır… Seyirciler oyunun içeriğinden daha çok kimin oynadığına bakarak gidiyor… Seyirci de haksız sayılmaz değil mi bu tercihte… Çünkü bu sırlarda sahneye konan oyunlarda genelde ünlü olan oyuncular vurgu yapılarak tanıtım broşürleri hazırlanıyor…

İki ustayı sahnede görmek için gidin derim, aksi halde plazma ekranlarda bir dizi de görmektesiniz oyuncuları…

İsmail Cem Özkan

Beyaz
Yazan: Emmanuelle Marie
Çeviren: Zeynep Utku
Yöneten: Özen Yula
Dekor Tasarımı Ve Styling: Tomris Kuzu
Işık Tasarım:  Yakup Çartık
Müzik: Çiğdem Erken
Fotoğraf: Muhsin Akgün
Oyuncular: Deniz Çakır Ve Derya Alabora

26 Eylül 2018 Çarşamba

Yenildik…


Yenildik…

Yenildik ve ayağa kalkamadık, kalkmak içinde yan yana gelip konuşma yerine, birbirimizden uzak durduk, çünkü eteklerde biriken taş ağırdı ve sonucu ne olacağı belli değildi... Eteklerinde taş olanlar izleyici oldu, fırsat kollanıldı, yakalayan tam taşı atacakken süreçler ve gündem değişti… Kimse etek giymiyordu ama taş vardı eteğinde, etek giyenler ise cezaevlerinde onurlu mücadele yapmışlar, çok ağır bedeller ödemişlerdi…

Özeleştiri solun olmazsa olmazı dendi ama özeleştiri sola uğramadan yanında gelip geçti… Sol adına yapılan her iş sorgulanmadı, çünkü ölüm kalım savaşının içinde savunmadaydı… sol içi şiddet ve çatışmalar ne için başladığı ve bittiğini 12 Eylül sonrası yazılan anılardan öğrenecekti bir çok insan… Vakit yoktu ve nereye doğru savrulduğumuzu tam olarak kavrayamadan birilerin açtığı yoldan aşağıya doğru savrulduk…   

Eskiden iki solcu yan yana gelse devrim yapardı masa başında, şimdilerde ise iki solcu yan yana gelince nerede kaybettik muhabbeti var...

Masa başında yapılan sohbetler içinde sonunda ben kendimce neden ayağa kalkamadığımız konusunda bir sonuç buldum! 

Bütün sonun başlangıcı 12 Eylül ile başladı derler ama ben daha öncesine gidip bir şeyler söylerim ama bu sefer gerçekte de bir daha ayağa kalkamamızın nedenini solun (SHP ve benzeri partilerin) belediyeleri almasına bağlıyorum...

Belediyelerde içeriden dışarıya çıkmış ya da hiç girmemiş solcu olduğunu söyleyenlerin başka yardımcısı ve başkan danışmanı olması sonucunda çevresine topladığı arkadaşları ile ihale işlerine girmesi ve projelere merak salmasında buluyorum sorunun yanıtını...

Sol yenilebilir… Yenilgi doğaldır, ilk yenilgisinde değildir aslında…

Yenilgiler tarihine bakarsanız solu bulursunuz bol bol ama bu sefer ayağa kalkıp dövüşe devam edemedi. Popüler bir partinin içinde düzene muhalefetmiş gibi yaparak düzenden faydalanmaya soyundu. Sol adına girenler - belediye seçimini alması sonrasında,- uygulanmakta olan liberal politikalara uygun politik tercihin devam etmesinde sakınca görmediler. Sol, kazandıkları yerlerde değişim yapmak yerine, düzenin ihtiyacına ve zamanın ruhuna uygun işler yapmış olması yenilginin ve bir daha ayağa kalkamamanın nedenleri arasında bana göre yatmaktadır... Çünkü düzen; üzerinde ki kiri gönüllü olarak sola da bulaştırdı, sol da buna itiraz etme yerine hemen “devletin malı deniz, yemeyen domuz” felsefesine uygun kendisini konumlandırıverdi.

İhaleler, projeler… kısaca emek harcamadan elde edilen gelirler, banka kartı veya cüzdanı alıp hiç uğramadığı işyerinden maaş alanlar... Tek yaptıkları iş; arkadaşlarının üzerinden para kazanmak, onların ilişkilerinden yararlanarak kendi bacağını kurtarma telaşı ve bir an önce köşeyi dönmece... “Çocuklarının geleceği için” para kazanmak zorundaydılar, onlar için her türlü “emeksiz” ama “çok kazandırılan” işlere el attılar ve sol artık sol olmaktan çıktı.

Parayı bulan ise kendi anısını yazdırıp üzerine imzasını atıverdi...

Geçmiş uydurulurdu, çünkü parası vardı ve o para ile bir geçmiş satın alındı ya da yeniden yaratıldı...

İstenilen bir geçmiş, onurlu mücadele ve mücadele sonunda elde edilen yaralar, onur nişanıydı, o nişan her türlü ilişki içinde rakı masasında kullanıldı... Karşısında ki onun üzerinden para kazanmak adına olanaklar yarattı ve o olanaklar ile sol ikinci dövüş için ringe çıkmak yerine koltuğa oturup para kazanmayı seçti…

Ringde dövüşenler üzerinden para kazanmak...

Eğer sol yapılar devamlılığını koruyabilseydi ve yenilgiyi küçük sıyrıklar ile atlatabilmiş olsaydı (12 Mart daha ağır bir sonuç yaratmıştı, var olan radikal örgütlerin hepsinin merkez komitesi yok edilmiş, sempatizan düzeyde olanlar cezaevinde ya da dışarıda kalmıştı, onlar yok olan merkez yerine merkezi yapılar kurmuşlar ve daha fazla kitlesel bir sürecin de başlamasına sebep olacaklardı.) onlardan bağımsız ve geçmişin emeği üzerine para kazanma hırsı içinde olanlar bu kadar rahat kendilerine olanak bulamayacakları büyük olasılıkla… Çünkü her şeyin bir sahibi vardır ve geleneklerinde sahipleri, geleneklerine sahip çıkıp geçmişin özeleştirisi yeni kuracakları yapılar üzerinden olacaktı… Ama olmadı… 12 Mart sürecinde olduğu gibi lider kadrosu yok edilmemiş, canlı yakalanarak onlar toplu davaların sanıkları olacaklardı… Onların izni olmadan “sempatizan” konumuna gelmişlerin adım atması söz konusu elbette olmayacaktı, olamadı da… Piyasada iş yapanlar para kazandıkça ve kazandıkları paralar ile yeni bir çevre yaratırken, içeriden çıkanların maddi olanaksızlıkları ve ‘denizden çıkmış balık gibi’ “çaresiz” olmalarını kendi lehlerine kullandılar… Kendisinden özeleştiri isteyecek sol yapı ortada olmayınca, çürüme artık kaçınılmazdır ve geçmişin üzerine benzin döktüler... Özeleştiri isteyecek bir yapı olmadığı sürece her türlü kazanç “meşru”ydu ve sorgulanmazdı...

Sol, 12 Eylül’de yere düştü, belediyelerde işe girerek ve belediye işlerini zamanın ruhuna uygun öğrendikten sonra sol artık sol değildi, sağa kaymış zeminde, zemine uygun pozisyonlar alındı ve liberalizm adı altında projeler, sorgulanmadan emek harcanmadan gelen AB ve Amerika kaynaklı paralar ile hayat daha bir anlam kazandırıldı.

Yazlıklar alındı, yazlıklarda dostlar ağırlandı, rakılar içilirken ölenler anıldı, sağ kalanlar ve parası olanlar ile konuşuldu, parası olmayanlar ise akla bile gelmedi... Geldiği zamanda “kimdi, nerede tanışmıştık” diyerek uzun uzun hatırlanmaya çalışıldı... Hayat rotasını çizmişti, zaman böyle olmasını istiyordu, yeni paradigmaya uygun olarak “çürüyenler” istenileni yaptı...

Zamanın ruhu “üretme” dedi, “tüket!”

Solcu da tüketti geçmişini de, bugünü de...

Para hırsı içinde her şeye saldıranlar ve arkadaşlarının üzerinden para kazananlar “her şeyi çocukları okusun ve kariyer sahibi olsun” diye yaptı... Onların çektiklerini yeter ki “çocukları çekmesin, yaşamasın bir daha yaşadıkları acıları”…

Para bir çok kapıyı açıyordu, hatta gençliklerinde düşünemedikleri bir çok şeyin de sahibi olmuşlardı. Geçmişte “lider” konumda olanların ihtiyacını karşılıyor ve onların sorunlarına hemen çare bulur konuma dahi gelmişlerdi… Liderlerin ihtiyacı karşılanırken onların üzerinden çevrelerine “bakın ben önemli biriyim” imajını da sessizce vermiş oluyorlardı.  Para ve liberalizm önlerine isteyemedikleri kapıları bile açmıştı, olmaz diye düşünülen her şey olur konumuna gelmişti…

Eski arkadaşlarını kendi işlerine bulaştırmıyordu ve yeni bir çevrenin yaratmış olduğu ilişkiler içinde çocuğunu istediği gibi yetiştiriyor ve soldan uzak tutuyordu… Çünkü o yeteri kadar acı çekmişti ve sol; “acı çekmek, dayak yemek ve her türlü hakarete maruz kalmak” demekti…

Demokrasi, özgürlük, askeri vesayet ile yüzleşmek…

Her cümle ve kelimenin altı yeniden dolduruluyordu…

Sol, binlerde bir ile ifade edilen konuma kadar küçülmüştü... Devletin yeni sahipleri ise solu devlet içinde söküp atmış ve bilgiden uzaklaştırmıştır…

Bilgi olmadan gündem belirlenemez…

Eksik bilgi ile yapılan her ön varsayımlar sürekli boşa düşmesi tesadüfi değildir, çünkü verilen bilgi yanıltıcı ve sizi yönlendirir… Verilen bilgiler üzerinden siyaset yapanlar ve siyaseti ve gündemi takip edenler sürekli kaybetmeye ve daha da küçülmeye doğru gittiler, çünkü çevrelerinde olması gerekenler onlardan artık bir şey öğrenemiyor ve sürekli geçmişe duyulan özlemde çekiciliğini zaman içinde ortadan kaldırıyordu.

Aynı içerikte kaç kitap yayınlanmıştı, artık okuyan var mıydı, çünkü yeni yetişen kuşak okumadan da uzaklaştırılmıştı… Ellerine verilen teknoloji ile yaratılan gerçeklik içinde yaşamaya teşvik ediliyordu… Teşvik başarıya ulaştı…

Solun elinden kuşaklarda alınmıştır, onlara yabancılaşmıştır…

Biz nerede gerçekten hata yapmıştık?

İsmail Cem Özkan

9 Eylül 2018 Pazar

Göçmenler…


Göçmenler…

Göçmenler geldikleri ülkeye göre nasıl algılandığı aslında hepimiz biliyoruz ama tekrarlamakta yarar var sanırım;

Göçmenler anavatanlarına göre para gönderen ve sağılması gereken birer saf yatırımcı…

Göçmenlerin lobi olarak kullanılan bir nüfus harekatı ve var oldukları ülkede ki demokrasinin izin verdiği gösteri yapma hakkını kullanarak ülkelerini cennet olarak gösteren eylemlere katılmaları… Lobicilik sorunların görmezden gelmek ve sorunların üzerini ülkelerinin lehine örtmeleridir…

Göçmenler ülkeleri için pozitif anlamda katkı olarak görülürken, ekonomik krize düşen ya da siyasi krizden kurtulmak için yurtdışında birikmiş sermayenin kendi lehlerine kullanımı amaçlı da kullanılmaktadır… İç siyasete sağ güçlerin daha fazla kullanıldığı potansiyel sermaye ve oy anlamına da gelmektedir. Göçmen bulunduğu ülkede kendi çıkarına uygun siyasi hareketleri desteklerken, kendi ülkesi içinde sağ siyaseti ve daha tutucu muhafazakar siyasetin potansiyel seçmeni olabilmektedir… Elbette sol siyaset içinde sağ seçmen yanında küçük katkısı göz ardı etmemek gereklidir… Ulusal çıkarlar ve ulusalcı bakış açısı içinde taraf olabilmekteler…

Göçmeler kaba anlamda geldikleri ülkeye gönülden bağımlı ama vücutları para kazandıkları ülkede olanlardır… para kazandıkları ülkede yaşadıklarını görmezden gelip, anavatanları için sözde çalışırken o zorluklar neticesinde daha rahat ve toplumdan kopmuş yaşamı tercih etmekteler. Daha fazla hemşehrilik ve aynı duygu içinde olanlar daha fazla ilişki içinde yaşamaktalar… Göçmenler “getto” yaşamın içinde kendi tercihleri dışında yaşamaya çalışmaktalar…

Göçmenler kendi tercihleri dışında dayatılan yaşam içinde olmalarına rağmen aslında hangi yaşamın kendilerine dayatıldığın da pek farkında değillerdir, onlar anlık sorunu çözmek ya da kriz koşulu içinde yaşamaya çalışmaktalar. Daha fazla iç dayanışma ile ayakta kalmaya ve daha fazla para kazanmak için her türlü şartı zorladıkları gözükmektedir…

Göçmen bir arada yaşamaya zorlanmış, içinde bulunduğu toplumun genelinden dışlanmış küçük alanlarda kendine uygun bir yaşam kurmuş olandır… İşten eve, evden işe tek düzeliğinden çıkmış, işsiz ve eğitimin kendilerine uygun kadarı almış, projeler üreten ve projeler içinde yaşamaya zorlanan bir işsizler ve niteliksizler topluluğu konumuna gelmiş bir bölümü… Göçmen olmadan önceki yaşamları her ne kadar “gastarbeiter” (misafir işçi) konunda olsalar da artık “gast “denilecek konumdan çıkmış durumda olmalarına rağmen “gast” oldukları dönemden gelen tercihler hala varlığını ülke siyaseti içinde yerini korumaya devam etmektedir… bulundukları ülkeler onları “entegrasyon” adı altında geliştirebildikleri tek siyaset ve çözüm asimilasyondur… Asimilasyon olmayanlar ile yaşanan sorunlar bugün görünür olmuştur, çünkü asimilasyon isteyenler aslında asimile bile etmek istemediklerini yaşanan süreçten daha iyi anlıyoruz…

Peki, göçmenler kendileri üzerine geliştirilen politikalar karşısında söz sahibi midirler?

Fikrileri belki soruyormuş gibi yapılmış olması, hatta meclisler kurulmuş olması, meclislerde görev yapılacaklar seçim ile seçilmiş olsalar dahi etkili olamadıkları ve genel göçmen politikası içinde bulundukları ülkenin çıkarların yönünde biçimlenmiştir…

Kendi üzerilerinden gelişen bir düşmanlık ve nefret söylemi karşısında göçmenler ne yapmaktadır?

Onlarda Yahudiler gibi ikinci dünya koşulları içinde bir gün evlerinden gelinip alınmayı ve kapılarının önünde bir metala yazan isim olmayı mı bekliyorlar?

Göçmenlerin ülke içinde gelişen göçmen düşmanlığı karşısında gerçekten yapabilecekleri bir şeyleri var mı?

Sınıf mücadelesi yapması gereken partiler artık göçmen karşıtı veya dostu siyaset yapmaya başladılar, peki bu siyasetler nefret söylemlerini artırıyor mu, yoksa popülist sağın oylarını düşürüyor mu?

Görebildiğim kadarı ile göçmen dostu söylemlerin ve sokak eylemlerin sağın yükselişine her hangi bir engel olmadığı gibi sanki her gösteri sonrası biraz daha göçmen düşmanı bir bakış açısı toplum içinde hakim oluyor…

Ortada garip bir durum söz konusu değil mi?

Son yıllarda genelde almanya merkezli ölüm ya da yaralama ile sonuçlanan olaylar daha mı görünür kılınıyor?

Burada tercihi kimler yapmaktadır?

Ülkemiz iç siyaseti ile uğraşmaktan veya ülkemize gelip kur farkından dolayı daha lüks tatil olanağına kavuşması dışında göçmenler kendilerine sahip çıkabiliyorlar mı? Örneğin işyerlerinde göçmen oldukları için aşağılanmaları ya da daha kirli işlerde çalışmaya zorlanmaları gündeme geliyor mu?

Uzun süreli işsiz kalanların iş dünyasına kazandırmak tehdidi ile sağcıların yoğun yaşadığı yerlerde işe gönderilmeye çalışılması ve sonrasında uğradıkları hakaretler ve can güvenliği sorunları gündeme geliyor mu?

Göçmenler, göçmenler ile birlikte yaşamaya ve göçmenlerin oluşturduğu bir etnik pazar içinde bulunmalarına zorlanmaları gündem içinde konuşuluyor mu?

Pozitif ayrımcılık yerine negatif ayrımcılık içinde olanların daha da yalnızlaşması ve daha fazla geldikleri ülkeler üzerine konuşmaları ve oradan kopmaları ne anlama geliyor?

Kısaca göçmenler birer kurban konumuna gelirken neden kurban olmadıklarını gündeme taşıyamıyorlar?

Kur farkından kaynaklanan yaşam kalitesi ve algısı ile oynamak aslında sorunların üzerini örtmekten başka işlevi yok, sosyal yardımlar ile ülkemizde yaşamaya çalışanların durumları ya da kara para ile lüks yaşamaları karşısında özellikle son günlerde Alman hükümetinin ve eyaletlerin gündemine gelmektedir...

Göçmenlere karşı yapılan operasyonlar göçmenlerin gözü ile ne anlama gelmektedir?

Kısaca sorunlarını görmezden gelinenler neden sorunları yokmuş gibi yaşamaya devam ederler? Küçük başarılarını abartarak anlatmaları, paraları karşılığından hayallerini satın almalarını bir türlü anlam veremiyorum... Aslında fakir ama zengin rolünü yapan donanımsız, dışlanmışlar her konuşmalarını nokta koyarak yapamaya devam ederler...

Yurtdışında yaşayan dostlarımın paylaşımlarını, tatillerini görüyorum bir de gündemlerine bakıyorum, orada vücutları dışında yaşamıyorlar sanki...

Göçmenler yarattıkları gerçekleri gerçek sanıyorlar ve o sandıkları gerçeklerin ideal bakışı içinde kendilerine rota çiziyorlar… Bir “kiosk” içinde hayata bakan göçmen habersiz gelen bir faşistin namlusuna hedef olabilmektedir. O faşistin ise devletin içinden yetişme ve yönlendirme olduğu ise yaşanan bir mahkeme sürecinde öğreniyoruz. Halk ve toplum bu yaşanan davada gerçek ile yüzleştiler mi?

Faşizm ile gerçek anlamda yüzleşemeyen toplumlarda göçmen düşmanlığı artmaya ve nefret söylemleri beslenmeye devam etmektedir…

İsmail Cem Özkan