Galata Gazete


10 Mayıs 2021 Pazartesi

Onuru ile yürüyenler, onurumuzdur…

 Onuru ile yürüyenler, onurumuzdur…

 

Yıllardır resmi söylem içinde 12 Eylül öncesinden bahsedilirken sağ sol çatışması varmış gibi konuşulur, bu bilerek ve bilinç içinde yapılmış bir konuşma metnidir, çünkü resmi tarih yazıcıları öyle olmasını uygun görmüşlerdir.

 

12 Eylül ise sağ ve sol çatışmasını bitirmiş kaynaştırmıştır!

 

İlk kaynaştırma deneyi cezaevlerinde sağ ve sol davalardan yargılananların aynı hücreye ve koğuşa konması ile başlamış, sonra bir sağdan bir de soldan olmak üzere dengeli idam cezaları verilmiş ve infaz edilmiştir… Önce “sağ adım” atmak kutsallık içinde bir anlamı olduğu kabul edildiğinden olsa gerek sağcı birinin idamı için idam sehpaları kurulmuş, cellatlar sabaha karşı mesailerine başlamışlar. Sağcı asıldığında medyaya yansıyan onun ne kadar tepkili ve acınacak olduğu haberleri yansıtılmış, ideolojik nedenler değil de kullanıldığı için idama gitmiş bir mazlum fotoğrafının oluşması için haber bültenleri oluşturulmuştur… Arkasından solcu bir genç, suçu olmadığını bilinerek cuntanın bir kurbana ihtiyacı vardı ve o yüzden davası çok hızlı sonuçlandırılıp, kesinleşmiş karar hakimlerin ağzından çıkarılmış, kayıtlara hemen geçirilmiştir. Apar topar idam edilmesi gerekliydi, çünkü sağcıya karşı solcu idam edilmesi gerekliydi, edildi de… Cunta generallerin istediği oluyordu ve karşılığında bir toplumsal tepki olmuyordu, çünkü ölümden korkanlar idamları izlemeye razı edilmişti, halk değimi ile sıtmaya razı edilmişlerdi ve toplum sıtmaya tutulmuştu…

 

Antifaşist mücadele…

 

"12 Eylül öncesi sağ sol çatışması vardı" tezi aslında yanlış, sağ sol çatışması yoktu, faşist katliam vardı ve faşist saldırılara karşı devrimcilerin direnişi vardı ve biz ona "antifaşist" mücadele diyorduk. Ne yazık ki sivil faşistlere karşı direnişi gelen cunta ve faşist idareye karşı yapamadık, çünkü 12 Eylül öncesi devrimcileri öyle bir olayların içine çektiler ki, sivil faşist dışında bir saldırı olacağı akıla bile gelmiyordu...

 

12 Eylül’e giden en son “test” operasyonlardan biri olan “Nokta Operasyonu” bile devletin saldırısı gibi gösterilmedi, sanki “sivil faşistler ispiyonluyor, devlet tutukluyor” olarak yansıtıldı... Orada direniş çizgisini koyamayanlar elbette 12 Eylül’de varlık göstermesi şaşırtıcı olurdu, beklenen oldu, kısa sürede "merkez komite" yakalanarak “direniş çizgisi” “direniş komiteleri” de birer “ütopya” olduğu ortaya çıktı, teoride iyi olan pratikte karşılığını bulamamıştı...

 

Antiemperyalist mücadele…

 

68 kuşağı ise daha farklı bir yol izlemişti, orada "antiemperyalist" çizgi daha belirgin ve küresel emperyalistler için karabasan olacak kadar korkunç sonuçları hesaplanmıştı. Henüz yolun başında, ilk adımlar atılırken 12 Mart muhtırası sol gibi gözüküp sağdan vurarak devrimcileri önceden hesaplayamadıkları bir noktada yakaladı, "madem kavgaya davet var, bizde bu daveti kabul ederiz" mantığı içinde kavganın içinde orantısız bir güç karşısında yenildiler...

 

68 kuşağı devlet ile hesaplaşmaya, köylüler ile birlikte emek mücadelesine, 15–16 Haziran’da işçiler ile barikatlara giden bir güçtü, devlet vardı karşılarında ve devlete karşı bir direniş...

 

Devrimciler ile devlet arasında görünürde suni denge vardı ama hesap edilemeyen ise dengeyi bozacak kadar güçlü bir devrimci örgütsel yapı henüz yoktu. Devrimci gençler gençlik mücadelesinden devlete karşı örgütlü bir siyasi güce dönüşürken yaşlarının getirmiş olduğu acelecilik ve kürsel olarak gelişen antiemperyalist mücadeleye eklenerek ülkemizde de kısa sürede başarıya ulaşacağı ütopyasını Küba’dan esinlemişlerdi… Her ne kadar “somut durumun somut tahlili” yapılmış olsa da pratikte oluşan ortamın yaratmış olduğu girdabın içine hızlı bir şekilde durup düşünecek zaman bırakmadan girmiş oldular…

 

Kontrgerilla “sürek avı” yapmak için siyasi ortam oluşturdu…

 

Devrimci mücadele ve onu yönlendiren siyasi örgütsel yapılar henüz filizlenirken, topraktan başlarını kaldıran bir filizin ucuyken onların üzerine devlet kontrgerilla gücü ve taktikleri ile bir “sürek avı” olduğunu görüyoruz... 12 Mart darbesinden sonra yapılan tüm operasyonlar merkezi olarak planlanmış ve canlı yakalamak yerine “öldürerek” bugünün dili ile söylersek “etkisiz hale” getirmek üzerine kurulmuştur… Yani öldürerek sisteme karşı “alternatif” olma ihtimali olan uyanışı yok etmişlerdir… Kontrgerillanın varlık sebebi; devlet tehlikedeyse onu tehlikeye sokanı “yok etmek” üzerine yer altından ve örtülü ödenekten beslenerek oluşturulmuş bir yapı değil miydi? NATO’ya girdiğimizden bu yana zaten bu amaçla oluşturulmuş bir gizli yapının görünür eylemleri düşmana korku, dosta bayram havası yaratmak için hayata geçirilmiştir… tarihinde en büyük ve kitlesel olarak kendisini kanıtlamak için fırsattı ve o fırsat bir “muhtıra” ile önlerine ödev olarak konmuştu…

 

Devrimciler henüz örgütlenemeden, örgüt ismini propaganda amaçlı ilan edip, çevre oluşturamadan bir sürek avının “avı” oldular...

 

Elbette 68 devrimcileri inanmıştı, yoldaşlarına çok güveniyorlardı, henüz yolun başında olmalarına rağmen yol ayrımı içinde tartışmalar ile uğraşırken, üzerilerine düşen görev çok ağırdı ve ağır yükü kaldırıp dik olarak yürümesini ve onurları ile bildikleri sona doğru gittiler...

 

Onların açtığı mücadele çizgisi ve birikimi 12 Eylül öncesi devrimcilere aktarıldı ama oluşan ortam içinde “antifaşist mücadele” daha ağır bastı... Devrimci yapılar dergilerinde yapmış oldukları tartışmalarında “somut durumun somut tahlilinde” üzerlerine “antifaşist mücadele” konduğunu ilan etmiş ve ona göre örgütlenme modeline uygun davranmışlardır. Onlarda ağır koşullar altında, mazlumların yanında faşist saldırıları durdurmak için canları ve başları ile çalıştılar, üstlerine düşen her görevi yerine getirdiler...

 

Devrimci yapılar ne yazık ki gerçek anlamda örgüt olamadan 12 Eylül karanlığında, zindanlarda direniş ve ölümler ile kendilerini korudular...

 

Elbette 12 Eylül darbesinden sonra devrimciler sadece cezaevlerinde direnmediler, yurtdışına sürgüne gidenler, yurtiçinde kalıp küçük çaplı direnişler koydular ve bu direnişlerde bir çok devrimci hayatını kaybetti, onların bir bölümünün anıları kitap ya da röportaj olarak yayınlandı…

 

Cezaevlerinde başlatılan “kaynaştırma” sivil siyasi yaşam içinde de karşılığını buldu, “24 Ocak Kararları” alan Turgut Özal’ın kurduğu parti bu kaynaştırmanın siyasi görünümü olarak karşılığını buldu… Uzun süre iktidarda kalan bu siyasi parti, 12 Eylül darbesinin amaçlarının bir bölümünü hayata geçirdi, geriye kalan amaçları ise “Ilımlı İslam” modeline uygun rejim değişikliği geçiş süreci ise gerçek anlamda bugünde halen iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi” ile hayat buldu. Liberalizm ülkemizde kendisine uygun söylemler ile toplumu illüzyon etmiş ve kullanılır olduğu süreç içinde toplumu değiştirmiş ve bu suret ile kullanılmış ve bir süre sonra tarihin çöplüğüne atılmıştır.

 

Bugün 68 kuşağı devrimcileri ve 78 kuşağı devrimcilerin birikimleri ve daha öncesi olan TKP tarihi birikimi ile daha deneyimli ve daha olgunlaşmıştır. Elbette tarihi birikim ile hareket edebilmenin ilk koşulu özeleştiri ile tarihe bakmak ve oradan ders çıkarılmasıdır…

 

Hayatını kaybeden tüm devrimciler onurumuzdur...

 

Onların anılarını, birikimlerini ileriye taşıyanlara bin selam!

 

İsmail Cem Özkan

8 Nisan 2021 Perşembe

Tarihe dip notu olarak bırakılan görseller üzerine kısa değerlendirme…

Tarihe dip notu olarak bırakılan görseller üzerine kısa değerlendirme…

 

Uzun zamandır ölen / öldürülen devrimcilerin portrelerini çizdim, doğum tarihleri ve ölüm tarihlerini araştırdım ve bir şeyin farkına vardım; ailesi biraz orta düzeyde geliri varsa, bürokratsa, iyi eğitim almışsa onların doğum tarihleri ve ölüm tarihleri belliyken, ingilizce "noname" denilen, fakir ailenin çocukları, inanmış, hayatını ortaya koymuş ya da tesadüfen orada olan ve bir kaza ya da hedef gözetilerek öldürülen insanlar/ devrimciler... Onlar hakkında bilgi bulmak için ince eleyip sık dokumama rağmen haklarında hiç bir iz yok ama yere düşmüş bir beden, kavgaya bırakılmış son nefeslerini hissettim...

 

Devrimci hareketler belki illegalite adı altında kayıt tutmadılar, belki var olan arşivleri polisin eline geçti falan filan bahaneler olsa da bu "isimsiz" devrimcilerin anıları ne yazık ki yok...

 

Hani sahneye çıkan ve sahne tozuna sesini bırakan oyuncular gibi, baş rolde değilse, tiyatro sahibi değilse, sürekli amatör ruhla profesyonel oyuncu olarak sahnede yer almışların isimleri öldükleri ya da sahnede yer alamayacak kadar yaşlandıkları durumda unutulmaları gibi...

 

Sahne unutmaz derler ama insanlar unutuyor...

 

Devrimciler de "anıları mücadelemizin yolunu aydınlatıyor" dedikleri hakkında bilgi yok, isim, ölüm tarihleri bile tartışmalı bir çok devrimci var... Hadi fotoğrafları yok kabul edelim ama ölüm tarihi belli olmaması nasıl bir durum, doğum tarihi bilinmeyen devrimciler devrim yolunda hangi kaldırım taşının üzerinde yerlerini alıyor?

 

Her insanın hayatı var, eğer bu dünyada doğmuşlarsa, her birinin kişisel tarihi var ama o tarih birikim yapacak kadar değerli gözükmediği için sanırım unutulmuşlar...

 

"Unutulmadığı" söylenen ama yanlış bilgiler ile anılanlar, kullanılan fotoğraf, kullanılan bilgiler, yaşanan olayların çelişkileri içinde o kişinin gerçek yaşamı nerede duruyor?

 

Yanlış bilgi ile nasıl bir birikim sağlanır?

 

Portreler altına iki rakam arasında çizgiyi siz bulun, araştırın diye tarih için dip notu oluştururken rakamları dahi olmayan bir çok portre sayfamda (https://www.facebook.com/galatagazete34/photos_albums) yerlerini korumaya devam ediyor...

 

Tarih unutmayacak denir ama insan unutursa tarih ne yapsın?

 

Tarih ile yüzleşilecek denir ama öz eleştiri için birikimlerin olduğu hayatlar flu olunca nasıl yüzleşilecek, nasıl ders çıkarılacak?

 

"Unutursak kalbimiz kurusun" sözü çok söylendi, bakalım kaç kalp kurumuş bu dünyada?

 

Tarihte öyle olaylar var ki, örneğin bir olay olmuş, birden fazla devrimci katledilmiş... Orada orta düzeyde eğitimi olan, ilişkileri olan ailenin çocuğu sürekli değişik yerlerde adı öne çıkarılıp anılırken, aynı olayda toprağa düşmüşler hakkında hiç bir bilgi olmaması nasıl açıklanır?

 

Sadece liderler mi anılacak?

 

Bir katliamdan geriye isimler kalır, bazen isim de kalmaz tartışmalı rakamlar kalır. Bir çok katliam yaşadı bu ülkede insanlarımız, rakamlar bile tartışmalı katliamlar ile dolu tarihimiz.

 

Tartışmalı rakam nasıl olur?

 

Kayıt tutulmazsa, sağlıklı bir veri akışı olmazsa, sadece duygusal sözler dışında bir şey bırakılmazsa geleceğe aktarılan ne kalır? En yakın katliamın rakamları bile tartışmalıdır, bırakın biraz uzak olan katliamları...

 

Katilleri arıyoruz, katliamda ölenleri de arıyoruz anmak için...

 

Acaba o olayda öldüğü söylenenlerin kaçının mezarını, geçmişini, hikayesini biliyoruz?

 

Sanırım bizler günü kurtaran, ihtiyaç olan bir kaç "markalaşmış" isim dışında olanları görmezden geliyoruz, çünkü ihtiyaç olursa anımsanacaklar hanesinde ekliyoruz...

 

Umarım tarihimiz gerçek veriler üzerine oturur bir gün, belki o zaman geleceğe daha umut ile bakma fırsatımız olur...

 

Görsel tarihin oluşumunda büyük katkıları olan ve hiçbir çıkar gözetmeden gönüllü katılan arkadaşlarımız Uğur Yıldız, Gazi Çağdaş benim porte çizimlerime en büyük katkıyı sağladılar ve sağlamaya da devam ediyorlar, özellikle Uğur Yıldız, araştırıyor, buluyor ve bulduklarını renklendirip, görünür kılıyor… Elbette “unutulmasın diye” oluşturulan sayfalar, kişisel tarihinden kendi arkadaşını, yoldaşını paylaşanların katıkları önemlidir, her biri sol tarihin görsel oluşumuna katkı sundular… Anı kitabı çıkaranlar, 68 ve 78 sürecin örgütlü yapıları ve ardından gelen hareketlerin sayfaları, albümleri büyük katkı sundu. Onların kattıkları ile uzun bir çalışma ortaya koydum, iyi ki varlar ama yeterli mi bütün bunlar, sanırım yeterli olsaydı bu notu yazmazdım…

 

Bu yazıyı sadece görsel tarih dip notu için yazdığım unutulmasın, çünkü öyle belgeler ile çok ince ve titiz çalışan çok arkadaşımız/ vakıflar/ yayınevleri var ki, onların emekleri asla unutulmamalıdır…

 

İsmail Cem Özkan


23 Mart 2021 Salı

Newroz aydınlatıyor!

 Newroz aydınlatıyor!

 

Her 21 Mart’ta Newroz kutlamaları var, başta Kürt halkı olmak üzere, Ortadoğu ve Asya’da Nevruz kutlayanlar ailecek orada, kadın, çocuk, erkek ve kendisini cinsiyetsiz olarak tanımlayanlar, yani aile içinde kim varsa meydanda oluyor...

 

Newroz kutlamalarından öğreneceğimiz çok şey var, çünkü Newroz bir halkın yeni günü değil, değişimi ve dönüşümü anlamına da gelir...

 

Yaşadığımız ülkede uzun yıllardır devrimciler neden görünür değil, bir iki cinayet/ katliam ile gündeme gelmeleri dışında...

 

1 Mayıs mitingine ailesi ile katıldığı zaman devrimciler bu ülkede söz hakkına sahip olur, evde eşini bırakıp kendisi mitinge geliyorsa orada göstermelik bir şeylerin olduğu anlamına gelir.

 

Yakın tarihimize baktığımızda devrimciler gerçekten devrim için mücadele etti mi sorusu ortaya çıktığında, ben etmediği konusunda fikir beyan edenlerdenim...

 

Devrim için yola çıkan bazı hareketler “antifaşist mücadele”yi devrimci mücadelenin “merkezine” koydular. Devlet, yanına sivil faşist güçleri almadan devrim için mücadele eden hareketlere karşı operasyona başladığında, antifaşist mücadele yapan hareketlerde bir belirsizlik ortaya çıktı ve o anı en iyi değerlendiren devlet, devrimci hareketleri toplumdan izole ederek etkisiz hale getirdi. Bu sürecin özeleştirisi yapmak yerine devrimci hareketler “devlet karşısında yeterli gücümüz yoktu” dediler ve sanki bir şey yokmuş gibi yeni bir antifaşist mücadele yapılacak ortamın oluşması beklenmeye başlandı.

 

Antifaşist mücadele, devrime giden yolda sadece bir mücadele alanı olduğu, asıl hedefin iktidarı devirmek değil, nihai hedef olan işçi devletin oluşturması kavramı mücadelenin merkezine muğlak olarak konulduğunda; antifaşist mücadele sonunda olur ya kazanılırsa “tesadüfen” oluşacağı gibi söz edilmeyen ve anlatılmayan absürt bir mantık var olduğunu düşünüyorum…

 

Antifaşist mücadele rejim değiştirmez, sonuç itibarı ile var olan içinde kazanılırsa “demokratik haklar” için bir gelişme söz konusu olur, yani reformdan başka bir sonuç doğurmaz.

 

Elbette “somut durumun somut tahlilinde” yakıcı olan antifaşist mücadele bir zamanlar “tesadüfen” ortaya çıkmamış, devrimcilerin önüne konmuş bir gündemdir/ görevlendirmedir. Sivil faşist saldırılar (kontrgerillanın denetiminde ve gözetiminde) ülke sathına yayılmamış olmasaydı, belki de devrimci hareketler merkezine antifaşist mücadeleyi değil, işçi devletini koyacak ve ona göre örgütlenebilecekti. Kısaca burada anlatmak istediğim, devlet bilerek kendi amacı ve hedefi için ortam hazırlamış ve de o ortam içine devrimcilerin üzerine görev yükleyerek olayların içine çekmiştir.

 

Devrimcilerin doğal refleksinde zaten olması gerekendir, mazlumun ve masumun yanında yer almak ve onlar ile birlikte mücadele etmek. Devlet, elbette kendi denetiminde olan kargaşadan beslenecektir, ülkede her işlenen cinayetten, dökülen her kandan beslenmiş ve nihai ulus devletin dönüşümü için ortam oluşturmuştur. 24 Ocak kararları değişim zamanın geldiğinin ilanıdır, darbenin geleceğini o dönemde meydanlarda, alanlarda olan tüm devrimci yapılar tarafından da tespit edilmiştir…

 

Devrimci yapılar oluşturulan bu ortamda devletin belirlediği kuralları içinde kavgayı kabul etmiş ve dahil oldukları mücadelede, binlerce birbirinden değerli yetişmiş devrimcilerin toprağa düşmesi ile 12 Eylül sürecinde bir anlamda noktalanmıştır.

 

Elbette devrim olacağına inanıp hayatını ortaya koyan devrimciler bu genelleme içine alınmaz, onlar onurumuz ve tarihimizdir, hiç biri unutulmasın, onların mücadelesi sayesinde bir aradayız. Onların hayatları ülkemizde devrimci yolun tarihidir, onların mücadelesinden elbette devrim gibi bir sorunumuz varsa çok şey öğrenmek zorundayız…

 

Yenilgi sürecinde mahkemede yapılan savunmada; “Siz bizi örgütlendiğimiz için yargılıyorsunuz ama gelecek nesiller daha iyi örgütlenemediğimiz için yargılayacaklar.” denmiştir.

 

Kadınlar, devrimci örgütlerin içinde söz sahibi olması dışında yetki ve karar sahibi olduğunda o yapı devrimci bir yapıya dönüşmüş demektir, sadece erkeklerin merkez komitesi olduğu örgütler erkek örgütü olur ve erkekçe mücadele eder, o yapılar içinde kadın erkek çelişkisinde kadın görünmez olur ve genelde yaşadıkları ne yazık ki yok sayılır...

 

Türkiye'de devrim olacaksa eğer, Newroz kutlamalarından öğreneceğimiz çok şey var. Bir mücadeleye birey olarak katkı sunmamız, aile olarak katkı sunamızdan çok büyük fark vardır. birey olarak katkı sunmuş ama eşi tarafından ihbar edilerek devrimci mücadelenin en zayıf halkası olmak bu bireysel tercihin sonucu olduğunu yaşayarak öğrendik. Mücadele birlik ve bütünlük içinde verildiğinde bir anlam ifade eder, eğer bir greve işçi ailesi ile katılmazsa o işçi kısa sürede grev kırıcılığı yapmak ile karşı karşıya kalabilir, ailelerin isteklerin bireyin isteğinden farklı ve aciliyet gösterebilir. Bir çok grev kırıcısı olanların hayalarına bakın, ailesine götürmesi gereken acil bir şeyleri ya da ödemesi gereken borçları olduğunu görürsünüz, ailenin en zayıf noktasını oluşturan beklentiler, arzular ve zorunda olduğu tüketim için harcamalardır.  

 

Newroz ateşini yakmaya tüm aile katılmakta ve en güzel kıyafetleri ile meydanlarda olanlar elbette bir çok şeyin farkındadır. Her türlü olasılığı göz önüne alarak her yıl o ateşi yakmaya devam ediyorlar… Newroz ateşi sadece dünü değil, bugünü değil, geleceği de yakarak aydınlatıyor...

 

İsmail Cem Özkan

21 Mart 2021 Pazar

Oyun içinde oyun mu var?

Oyun içinde oyun mu var?

 

Ulusalcılar ya da başka değim ile klasik Kemalistler neden bugün ki rejimin olabileceğini düşünemediler, nasıl oldu da saç üzerine düşüp, alttan alta kısık alev ile sacın ısındığının yani rejim değişikliğinin farkına varamadılar?

 

Aslında oyun 24 Ocak kararları ile başlamıştı, ülkenin bekası için “Nokta Operasyonu, Maraş Katliamı, Çorum Olayları ve Kemal Türkler cinayeti…”, bir de gelmekte olanın adil olduğunu göstermek adına sağcıların öldürülmesini de onaylamış olmasını ve onların ölümüne yol açacak ortam oluşturmasını kimse o sıcak günlerde belki düşünecek konumda değildi. Gelmekte olan belliydi; sağda solda, muhalefette bulunan Ecevit bile anlamıştı; oyun oynanıyordu ve seyircileri “sahaya” çağırıyordu ama artık bir şeyler için geç kalınmıştı.

 

Devrimci örgütler antifaşist mücadele derken devleti göz ardı etmişler, devlet eli ile işlenen cinayetleri ise faşistlerin devlet içinde örgütlü yapıları olduğu fikri ağır basıyordu, direkt hedefte devlet yoktu, çünkü onun yerine koyacağı işçi devleti için hazırlıklarının yok olduğunu düşünüyorlardı, sol söylem ile nüve vardı ama henüz nüve vücut bulmamıştı...

 

Kısaca ülke rejimi sacın üzerindeydi, halk bu değişime gönüllü katılacaktı...

 

Anayasa oylaması ile bu gönüllü tavır topluma dayatılmış, hayırlar diyenlerin gözüktüğü bir seçim ile korkunun ve gönüllü işbirliğinin iç içe geçtiği bir süreç yaşanmıştı. Popüler kitle parti liderleri cezaevlerinde konuk edilirken, sol muhalefet ise devleti yok etme bahanesi ile her türlü işkenceye tabi tutuluyor ve derin devletin suçları onların üzerine faili belliymiş gibi yıkılıyordu.

 

Gelmekte olan ılımı İslam rejim adı Rabıta ile hayatımızın bir parçası oluyor, "satarım, sattırmam" söylemleri içinde liberalizmin sağ yüzü hedeflenen değişimin zemini oluşturuyor ve sac üzerinde olanlar her şey doğal ve normalmiş gibi değişime katılıyordu.

 

Önce itiraz et, sonra sessizce kabullen...

 

En son itirazlar “Cumhuriyet Mitingleri” ve “Başörtüsü Yasakları” ve ona karşı yapılan eylemler meşrutiyet kazanıyor ve meşru yollardan değişim sessizce gerçekleşiyor...

 

Bugün tek parti, tek başkan, tek politika, tek bilen sistemi artık adı konulmadan hayat buldu.

 

Peki, nasıl oldu da klasik ulusalcılar bu değişime karşı koyamadılar ve sessizce iktidarın dilini kabullendiler?

 

İktidar istediği dili, kelimeyi muhalefete kabul ettiriyor ve kendi mantığı ile olayları yönlendiriyor. Cepheleşme, ak ile kara seçenekleri ile Hacivat Karagöz gölge oyunu bir anlamda politikanın ve değişen rejimin yöntemi oldu.

 

Ulusalcılar ulus devletinin ordusuna ve istihbaratına çok güvendiler ve devlet kendi önlemini alacağını düşündüler ve hiç bir riske girmeden devletlerinin yanında yer aldılar. Bugün, örneğin yurt dışından Erdoğan iktidarına karşı bir eleştiri gelse devlet mantığı içinde tek vücut olarak devletinin yanında yer alabiliyor, yurt dışına asker gönderilmesi oylamasında tek vücut karar alabiliyor ve devletin çıkarı ne gerektiriyorsa onu yapmaya devam ediyor...

 

Kısaca istihbaratı kim veriyor ve yönlendiriyorsa o toplumu da biçimlendiriyor...

 

Erdoğan bugün bana göre hata (göreceli bir kavramdır hata ya da doğru kavramı, bana göre hata olan başkasına göre strateji olabiliyor) yapıyor ve bol bol hataları ile gündeme geliyorken ve de her aldığı önlem başka hataları doğruyor… Peki, bu hatalara yol açan zincir neden son yıllarda fazlalaştı? Daha önce yaptığı hatalar neden görünmez oluyordu ve birden gündem değişince unutulurken, şimdi neden gündemde kalmaya devam ediyor?

 

Sanırım sac üzerinde olan sadece bizler değiliz…

 

Değişim kaçınılmaz sanırım...

 

Önümüzdeki günlerde neler yaşayacağız ama sanırım en çok kaybeden ekonomik olarak zayıf olanlar olacak gibi...

 

Cumhurbaşkanlığı sistemi zengini daha zengin, fakiri daha fakir yaparken, fakirler arası dengelerde de eşitlemeye doğru gidiliyor gibi...

 

İsmail Cem Özkan

28 Şubat 2021 Pazar

Savaşmak isteyenlere düşman yaratılır!

 Savaşmak isteyenlere düşman yaratılır!

 

İran tarihi Ortadoğu tarihi ile doğrudan bağlantılıdır, çünkü emperyalist ülkeler birçok toplumsal olayları yön verecek denemeleri bu ülke topraklarında yapmıştır. 19 Ağustos 1953 darbesi Amerika’nın Ortadoğu’da ilk defa CIA eli ile gerçekleştirdiği askeri operasyondur. CIA denetiminde yapılan darbe ile Şah ülke yönetimine el koymuş ve ulusallaştırılan petrol işletmesini (Anglo-İran Petrol Şirketi daha sonra BP oldu) yeniden İngilizlerin denetimine / kullanımına kısıtlı olsa da açmıştır. CIA ile Ortadoğu’ya adım atan Amerika İngilizlerin arka bahçesinde kendi hegomanyasını ve siyasetinin de ilk adımını atmış olmaktadır…

 

Emperyalist devletler tarafından çizilen sınırlar, emperyalist devletlerin rekabet alanı olmuştu. Korku sınırları çizilen devletler için birer araçtı. İşgal edilmek, var olan gücün paylaşılması ya da başka sınırı çizilen devlet tarafından işgale uğraması… Kısaca piyonlar arası rekabet karşılıklı nefret söylemleri ve korku ile biçimleniyordu.

 

Ortadoğu ülkelerinde darbe emperyalist devletlerin çıkarına ters gelen bir iktidarı uzaklaştırmak için kullanılan birer araç haline gelmiştir.

 

Darbe emperyalist devletlerin çıkarına hizmet eder, darbe olan ülkede yaşayanlar genelde otokrasi, monarşi, diktatörlük kelimelerin kullanıldığı seçeneklerden birine sahip olur… Darbe öncesi hep kötüdür, darbe sonrası hep halkın iyiliği için yapıldığı için güzeldir ama her darbenin amacı emperyalist devletlerin çıkarına hizmet etmek, küreselleşen firmaların önüne engel olan ne varsa o var olanların törpülenmesidir. Pürüz varsa pürüz darbeler ile tıraşlanır ve küresel olanın hizmetine sunulur…

 

Şah iktidarını bir darbe ile güçlendirmiştir ve ülkede tek adam rejimi ile emperyalist devletlere başta hizmet ederken, zaman içinde şah emperyalist devletlerden istekleri rahatsızlık yaratmış ve ülke içinde şahın gücünü zayıflatacak toplumsal bir dalganın da yaratılması kaçınılmaz olmuştur. Şah darbe ile yok edilemeyecektir ama şahı ortadan kaldıracak bir emperyalist devletlerin çıkarına uygun yeni bir devlet kurulması için ortam yaratılacaktır… Amerika’da insan hakları kuruluşları yayınladıkları raporlar ile şah rejiminin ve onun gizli servisinin yaptığı insanlık suçları teşhir edilmeye ve ülke içinde daha görünür kılınmaya başlamıştır… Elbette ortam hazırlanmıştır ama kuzeyde yer alan Sovyet tehdidi de göz ardı edilmemesi gereklidir, Sovyet rejiminin İran içinde de temsil eden bir güç odağı vardır ve o 1953 darbesinden bu yana gücünü geliştirmiştir… İran’da gerçekleştirilecek her hangi bir rejim değişikliği cumhuriyeti getirecektir ama hangi cumhuriyet? İşçi ya da İslam sorusu şah gidene kadar İran üzerine kafa yoranların önünde soru olarak kalmıştır.

 

İran şahtan kurtulup Humeyni darbesi ile ülkenin yönetim biçimi İslam (Şubat 1979) olunca, yeni cumhuriyet kendi iktidarını kurmak için zamana ihtiyacı vardır. Şeriat mahkemeleri ile önce şah taraftarları idama mahkum edilip hemen uygulanmış arkasından rejim değişikliği için güç birliği yaptığı TUDEH (İran Komünist Partisi) ve diğer sol güçlerin taraftarlarını idam ederek ülkede İslam cumhuriyeti tüm dünyaya ilan edilmiştir. yeni rejim ülke sathında değil, dünya sathında kendisine muhalif olanları öldürmekten çekinmemiştir. İslam cumhuriyeti elbette göreceli olarak batıya karşı gibi gözükmüş olsa da aslında Sovyet bloğuna dahil olmadığı için batının korkusu olan işçi devleti tehdidini ortadan kaldırmıştır. Rejimin yerleşmesi için ülkede hakları bir arada tutacak bir düşmana ihtiyaç vardı, o da 22 Eylül 1980 günü batıdan gelecekti. Saddam Hüseyin İran’a savaş açarak Humeyni’nin istediği ortam için muhteşem bir olanak sunacaktı. Yurtsever İran halkı iç mücadele yerine düşman ile savaşmak için cepheye gidecekti. Üstelik İran silah dengesi olarak ıraktan daha zayıf ama insan gücü olarak ondan fazlaydı… Irak yurtdışından her istediği silahı elde edecek gücü ve olanağı varken, İran bu açık silah pazarından teçhizatı el atından almak zorundaydı… Çünkü ambargo altındaydı ve ambargoya neden olan duruşuydu. Ambargo uygulayanlar hem ırak’a hem de silah satarak bu işten kar elde etmelerinin yanında ucuz petrol alıp pahalı olarak petrol fakiri olan ülkelere satarak savaşın yeteri kadar uzaması için olanak yaratmıştır…

 

İran’da rejimin değişimi, rejimin ülke sathında yerleşmesi elbette dışarıdan bakanlar için çok fazla anlaşılır gibi değildir, çünkü emperyalist devletlerin çıkarına gibi durmamaktadır. İran İslam cumhuriyeti bir siyasi dalga yaratacak ve diğer ülkeleri de etkileyecekti…

 

Ilımlı İslam modeli ve ihraç edilen İran devlet anlayışı…

 

Gerçi İran’dan önce tüm Arap devletleri İslam devletleriydi ama İran İslam modeli farklı bir sıçrayışında habercisi olmuştu… İran’ın komşusu ülkemiz 24 Ocak kararları ile başlayan liberalizm dalgası ve onun uygulanması için yapılan askeri darbe ılımlı İslam modelinin İslam devletleri içinde batıya yüzünü dönmüş devletin İslam devletleri ya da başka deyiş ile Ortadoğu devletleri modeline dönüşü anlamına geliyordu. O güne kadar Suudi sermayesi Türkiye topraklarında yokken, birden Türkiye pazarı Arap sermayesi ile tanışacak ve özelleştirme adı altında birçok işletmede ve bankacılık sektöründe Arap sermayesi ülkenin vazgeçilmez bir parçası olacaktı. İslam modeli olarak sunulan tüm kapitalist ilişkilerde yeni bir örtü örtülüyordu İslam dünyasının üzerine…

 

İran İslam cumhuriyeti oluşmasının en somut sonucu Filistin Kurtuluş Örgütünün parçalanması ve Yaser Arafat’ın liderliği sembolik hale dönüşmesidir. İsrail için tehdit eden örgüt işlevsileştirilmiş ve barış yolu açılmıştır… İsrail’in “Filistin açılımı” ya da “Arap açılımı” İran rejim değişimi ile doğrudan ilgili olduğu bugünden o güne bakarak daha iyi anlamlandırabiliriz…

 

İran’daki değişim sadece ülkemizde değişim anlamına gelmiyordu, Afganistan İslam’ın yeni yorumu ve mücadele biçimi ile de tanışacaktı, Taliban ülke yönetiminde söz sahibi olması elbette komşu ülkelerde mezhep çatışmalarını da körükleyecekti. Dinler ve mezhepler arası savaş İslam dünyasının yeni normali olmaya başladı ve kanıksatıldı. Batı dünyasında arzu edilen İslamofobi başlatıldı, batının yeni düşmanı İslam olarak gösterilirken, kendisini yeniden konumlandırıyordu.

 

Küreselleşme yeni nefret söylemleri ile kendisini tüm ülkelere dayatıyordu…

 

“Projeler”, “baharlar” adı atlında İslam dünyası yeniden hizaya sokulurken, günümüzde yeni bir yol ayrımına geldiğini görüyoruz. Çünkü İran rejim değişiminin yerleşmesine olanak veren Saddam Hüseyin artık tarih sahnesinde yerini almıştır. Körfez ülkeleri Amerikan üssü olmuş, Suudi Arabistan topraklarında Amerikan askerlerin yaşadığı kasabaların oluşmasına izin vermiştir. Bugünlerde Suudi prensesi İstanbul başkonsolosluğunda öldürülmesi üzerine yapılan soruşturmada katil olduğu ilan edilmiş, Yemen’de yaşanan iç savaşta dostlar ve düşmanlar tanımında emperyalist çıkarına uygun olarak değişim yaşanmaktadır.

 

Peki, ülkemizdeki ılımlı İslam’a verilen rolde değişim olacak mı?

 

İran İslam devletinin varlığı bugün hangi emperyalist çıkarlara hizmet etmeye devam ediyor? Eğer emperyalist devletlerin çıkarına uygun olmasaydı bugüne kadar yaşaması İran tarihine bakarak imkansız olduğunu görebiliriz. 

 

Darbeler bir rejim yaşaması için yapılabilir ya da o rejim liderlerinin yerine daha çok emperyalist çıkarlara hizmet etmek için yeni liderler ile değiştirilmesi anlamındadır… Darbeler “ülkenin iyiliği için” yapılan dıştan planlanan ve uygulanan bir yöntemdir…

 

Ülkemiz darbelere yabancı değildir, her darbe bizi nereye savurduğu ortadadır. Gerek olduğunda iktidarı değiştirmiş, gerek olduğunda var olan iktidara daha fazla güç vermiş ve ülke yeni bir rotaya sokulmuştur. Kısaca darbeler ya iktidara yeni olanaklar yaratmış ya da yerine yeni iktidar güç getirmiştir ama her darbe iktidarda kim olursa olsun daha fazla yetki ve güç vermiş, insan hakları alanı daha da daraltılmıştır. 

 

İslam dünyasında savaşmak isteyenlere düşman yaratılmıştır.

 

Emperyalist devletler tarafından yaratılan güçler, emperyalist devletlerin çıkarına dokunduğu an panzehiri yine o topraklar üzerinde yaşayan başka güçler yaratılarak oluşturulmuştur. Saddam Hüseyin yıkıldıktan sonra Irak topraklarında oluşturulan güçlerin kökeni Afganistan’da, İran’da olması tesadüfi değildir, modeller önceden oluşturulmuş ve daha kanlı, daha vahşi yapılar oluşturularak batı dünyasında oluşan İslamofobi için kaynak oluşturulmuştur.

 

IŞİD oluşturulması bir Sünni ittifak olarak çevre ülkelerin maddi, manevi desteği ile oluşturulurken, emperyalistler tarafından oluşturulan siyasi sınırlar içinde savaş literatürüne “hibrit” kavramı da girmiştir. Göreceli olarak sınırlar ortadan kalmış ama sonuçta sınırlar içinde savaş devam etmiştir.

 

Korku hem batı dünyasında beslenmiş hem de İslam devletleri içinde körüklenmiştir. Korku ile emperyalistler istediklerini almış ve savaş olan coğrafyalarda insanlığın tüm birikimleri yok edilmiş, yağmalanmış ve ölü toprak yaratılarak emperyalistlerin aleyhine olabilecek her türlü girişimin baştan önlemi alınmıştır. Emperyalist devletlerin satranç tahtasında İslami liderler birer piyon olarak yerlerini almış ve çıkarlara uygun şekilde konumlandırılmaya devam ediliyor, gerek görüldüğünde piyon (Saddam Hüseyin, Kaddafi, Mursi… gibi liderler) oyun dışına bırakılıp yerine yeni liderler almasına olanak verilmektedir. Ortadoğu’da liderlerin hiç biri kalıcı değildir, onlar emperyalist devletlere hizmet ettiği sürece koltuğunda oturup, kişisel şatafatlı yaşamı yaşayabilirler. İstedikleri yere saraylar yapıp, istediklerini işe alıp çıkarabilir, kendi hükümdarlığı altında ki yaşayanlara her türlü eziyeti ve kötü yaşamı dayatabilir ama emperyalist devletlerin çıkarı ile çatıştığı an elinin altında tuttuğu tüm serveti onu koltukta oturmasına yetmez… 

 

Emperyalist devletler Ortadoğu’da istikrar istemez, çünkü çıkarları çatışmalar üzerine oturmaktadır. İran’da 1953 darbesi ile başlayan sınırlar değişmeden, sınırlar içinde yeni çatışma alanları yaratılarak ve gerek görüldüğünde sınırları aşan ama sınırların değişimini gerektirmeyen çatışmalar teşvik edilmiş ve çatışan taraflara el altından ya da açıktan destek verilerek istikrarsız ortam istikrarlı bir şekilde devam etmesi sağlanmaktadır.

 

İsmail Cem Özkan

30 Ocak 2021 Cumartesi

Patent halk sağlığını tehdit ediyor…

 Patent halk sağlığını tehdit ediyor…

 

Aşı konusunda yazı yazarken çok araştırıp, ince ince bilgileri süzdükten sonra yazmaya özen gösterdim, çünkü her kelimeyi yanlış anlayıp akıl vermeye kalkan günümüzde ne yazık ki çok oluyor. Dünyaya ben merkezinden bakan ve her şeyi bildiğine inanların çok olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz ve bu zamanın ruhunda akıl verenler karşısındaki kim olursa olsun kendi bildiğini bilmiyormuş gibi davranır… Her şeyi bilen karşısındakini bilgisi ile tokatlamak ister, fakat fizik yasası gereği o tokadı kendisi yediğinin farkında değildir… Medyada okudukları ve gözüne çarpanları doğru kabul eder ve sorgulamaz bile, kendi yaşam deneyimi ile birleştirip bir sentez oluşturup, doğru ve gerçeğe hemen erişir… O konuda kendisi yazı yazmaz ama yazılmış bir yazının üzerine fikrini dikte edercesine çatışma dilini kullanarak ilan eder… Çünkü yazıyı yazan bilmiyordur, yanlış yazmıştır, en doğrusu kendi yazdığıdır, tartışma dahi götürmez…

 

Medyada popüler olan yaygınlaşan bilgiler magazin bilgileridir ve o bilgileri doğru olarak paylaşır, çünkü haber işlenmiş ve yeniden yaratılmıştır..  .

 

Liberalizm ile birlikte gazetecilik bitti, kurgusal medya yaratıldı.

 

Medya patronları iş insanı olması ile birlikte gazetecilik bitmiş yerini kurgulanmış magazin almıştır. Çünkü medya patronları haberi çıkarı için yeniden kurgulayarak editöryal olarak değiştirip okuyucuna aktarmaya başlamıştır… Kısaca haber muhabirin elinden çıktıktan sonra sayfaları kontrol etmesi için görevlendirilmiş editörlere ulaşır, editör sayfasına uygun olarak genel kabul görmüş biçimine uygun olarak haberin uzunluğuna ve içeriğinin düzenlenmesine karar verir ve gazetenin genelinden sorumlu olan yönetmenlere sayfasını bitirdikten sonra en son kontrol için sunum yapar. Genel yayın yönetmeni ise haberin kendi kontrolündeki medyada yayınlanmasına patron çıkarını gözeterek karar verir. Çünkü parayı veren “düdüğü” çalar.

 

Parayı verenin çıkarı, sahip olduğu medyada istediği notadan “düdük” çaldırır…

 

İş adamı medyaya neden sahip olur, cevabı açıkça basittir, çıkarı için. Haber çıkar için kullanıldığında ya da maaş ile satın alınan “sorumlu” gazete çalışanları ihale için karar verecilerin koridorunda dolaşırken orada habercilik beklemez, magazin işler beklenir... Kısaca gazetecilik günümüzde editörlerin işin içine girmesi ile birlikte magazin boyundadır, haberin içeriğinden daha çok nasıl yazılması ve patronun çıkarı ile ilgileniyorlar...

 

Medyada sağlık konuları her zaman geniş yer bulur, çünkü hiç eksilmeyen en popüler şeydir sağlık… Pandemi ile birlikte insanların eve kapandığı süreçte en rağbet gören konuların başında yerini almıştır. Pandeminin yaratmış olduğu çaresizlik ister istemez kişileri sağlık ve aşı konusunda ki haberlere yönlendirmiş ve bunu da haber yapma sıkıntısı yaşayan medya patronları için bir fırsata dönüştürmüştür. Bu sayede sayfaları iktidarı rahatsız edecek haberlerin üzerini örtecek kadar geniş bir olanak sunmuştur. Fakat her ne kadar saklanmaya çalışılırsa çalışılsın yaşam içinde çelişkiler bir şekilde sırıtmaya devam etmektedir. Medya patronlarının büyük gayretlerine rağmen rejimin aksayan yönleri bir şekilde medyada yerini almaya devam etmektedir…

 

Magazin boyutu ile sürekli işlenen aşı konusuna gelince; aşının patenti üretimi ve şirketlerin tekelinde olmasını ilk aşının ortaya çıkması ile gündeme gelmesi, aşıyı bulanların kökeni ile ilgili haberler ülkemiz medyasında yerini aldı. Aşıyı bulan bilim insanlarından daha önemliydi ırkları ve kökleri. En azından aşıyı biz bulamadık ama bizim ırkımızdan yurtdışına gitmiş ailelerin çocukları yani “bizden” birileri bulmuştu. Onlar yurtdışında yaşayan hemşerilerimize karşı geliştirilen önyargıları parçalayıcı bir durumu söz konusuydu, bir alman bulmamış, alman eğitimi almış ve uyum sağlamış bilim insanları bulmuştu. Ne kadar gurur duyulsa azdı, çünkü gelişen ırkçılık karşısında aşı bir duvar görevini görmüştür. Medya bunu istediği biçimde gündemde tutacak ve sürekli işleyecekti... ırkçılık yükselen değerdi ve ülkemizde ki ırkçılık zaten genetikti, yükselmesi söz konusu bile değildi… 

 

Gözlerden saklanan bir gerçek vardı; patentli olan işler…

 

Aşı konusunda yapılan buluşlar şirketlerin tekeline bırakıldığında halkın sağlığı değil, şirketin en kadar para kazanacağı önemlidir... Şirket kendi arzını yaratacak, ona göre kendi tekelinde üretim yaparak parası olmayanları dışlayacaktır, çünkü öncelik paradır, sağlık değildir...

 

Pandemilerde genel kural, en kısa sürede pandemiye neden olan ne ise onu çevrelemek ve yayılım alanını kısıtlamaktır... Yayılma hızını düşürüp, bir alanda sıkıştırıp, ondan sonra ona neden olan ile artık ne ise mücadele etmektir... Aşı gündeme gelmesinin birincil nedeni yayılma hızı ile ilgilidir, çünkü aşı pandemiye neden olanın bulaşma alanı daraltıp, tedavi için yapılacak ilaç gibi çalışmalar için zaman kazandırmaktır... Aşı bir şeyi yok etmez, sınırlar, bulaşma riskini en alt düzeye indirmektir. Bulaşma sonrası ise hastalığın en hafif şekilde atlatmasına yardım etmesidir, kısaca vücut direnci ve vücudu o şeye karşı uyarmak ve güçlendirmektir...

 

Peki, şirketlerin tekelinde olunca aşı ya da ilaç ne oluyor?

 

Bugün yaşadığımız sorun! Aşı taksit taksit geliyor, taksit taksit gelme yerine yerinde üretim olsa nasıl olacaktı? Dünyanın her ülkesinde bulunan aşılar kar gözetmeden halk sağlığı için üretilseydi? Zaten aşı araştırmaları için devletler yüklü olarak o alanda çalışan bilim insanlarına yatırım yapmış, bilimsel mekanlar kurmuştu, var olan şirketlere proje adı altında önemli miktarda maddi yardım yapılıyor... Peki şirketler (bilim adına araştırma yapan şirketler) aldıkları proje parasına rağmen bulduklarına patent alıp üretmesi ve kendi tekelinde üretmesi nasıl bir mantık ürünü?

 

Magazin boyutunda aşının ilk duyurulması sonrası “ne güzel işte insanlık için büyük bir şey” diye nara atanlar, neden bugün sesleri çıkmıyor?

 

O aşılar için zaten bizim vergilerimizden oluşan kasadan onlara para gitmişti, onlar yeteri kadar ekonomik olarak desteklenmişti... Devlet güvenceli şirket işleri...

 

Aşılar gibi insanlık için önemli olan şeylerin üretimi şirketlerin tekelinde ve patent ile sınırlandırılmaması gereklidir... Sınırlı olunca (yaşadığımız gibi) ne zamanında müdahale oluyor ne de pandemiyi sonlandırıyor...

 

Bugüne kadar vurulan aşılar belki de boşa vurulmuş olacak, çünkü en kısa zamanda vurulması gereken nüfusa aşı vurulamadığı için virüs aşıya uygun şekilde mutasyona uğruyor...

 

Virüsün yayılma hızı düşeceğine daha da artmıştır, bu artıştan birinci derecede sorulu olan aşı üreten firmaların patent politikaları ve doymayan para hırslarıdır...

 

Aşılar üzerinde patentler kaldırılmalı ve üreten bilen her ülkede aşılar üretilmeli ve ücretsiz olarak aşılar vurulacağı mekanlara ulaştırılıp kitlesel olarak en kısa sürede aşılar vurulmalıdır...

 

Elbette pandemi sadece aşı ile çözülmeyecektir, aşı sadece zaman kazandırır, esas önemli olan tedavi edecek ilacın geliştirmesidir... O konuda da önemli gelişmeler olmaktadır...

 

Halkın sağlığı şirketlerin çıkarından önemlidir… Şirketlerden alınan aşılar ne yazık ki sorunu ortadan kaldırmamış, sorunu daha da çetrefilli ve daha da karmaşık yapmıştır. Dünyamız bir atmosfer içindedir ve virüsler için siyasi sınır yoktur, ırkı, dili, inancı ayrım yapmaz, virüs küresel bir sorun olduğu için pandemi ilan edilmiş ve pandemi koşullarına uygun olarak çarelere şirketlerin çıkarı üzerinden alınmalı ve halkın yararı ne ise o şekilde kullanılmalıdır. Bir kıtada virüsün kontrol edilmesi pandemiyi yok etmediğini Yeni Zelanda örneğinde gördük. Orada yayılma hızı sıfırlanmış olmasına rağmen, en ufak bir gevşemede virüs yeniden ortaya çıkmış ve yayılmaya başlamıştır. Atmosferimizi toraklarda ki gibi siyasi sınırlar ile ayırmayalım, doğa için, insanlık için aşılar üzerinde ki patentleri kaldırıp, her kıtada her insana yetecek kadar üretip en kısa zamanda onlara aşı vurulması için olanaklar yaratılmalıdır…

 

Şirketler için insan sağlığı önemli değildir, paradır… Eğer ilaç firmaları insan sağlığını önemsemiş olsalardı sattıkları ilacın fiyatına göre ilaçların içeriği ile oynayıp, fakir ülkelerde yan etkisi fazla ve daha etkisiz ilaç üretip ülkeye göre ilaç üretmezdi…

 

İsmail Cem Özkan

2 Ocak 2021 Cumartesi

Yüzleşme zamanı geldi mi?

 Yüzleşme zamanı geldi mi?

 

Erdoğan ve ekibinin almış olduğu hatalı kararların sonucunu bu sene ambargo / yaptırım gibi kavramların somut halini göreceğiz gibi... Ne yazık ki bu ekibin hatalarını kararı alanlar değil, geniş bir kesim olan halk çekiyor ve çekmeye de devam edecek...

 

Asgari ücret için rakamlar ile oynayan bir istatistik kurumu, gerçekler üzeri örtsün diye besleme bir medya yaratan bu ekip, silah üretir ve bunun ticaretini de yaparız anlayışına hayat verdi...

 

Devleti şirket gibi görüp, benden olana kimse dokunamaz, öteki olana her türlü nefret söylemi mubah anlayışını geliştiren de bu ekip oldu... Kendi medyasında çıkana “düşünce ve ifade özgürlüğü” olarak gören, “öteki” kabul edilen medyada çıkana ise “kişi haklarına saldırı” olarak yorumlatanda bu ekip oldu.

 

Bu sene yakın tarihimiz ile yüzleşeceğiz gibi bir şeyler var ama gerekten yüzleşeceğimize de inanmıyorum, çünkü madalyonun bir yüzünü sürekli görüyoruz, muhalefetin görevi madalyonun öteki tarafını göstermek ama bizim muhalefet madalyonun tek yüzünde iktidarın belirlediği zeminde söz geliştirime yarışına girmiş durumda... O yüzden madalyonun öteki yüzünü göremediğimiz bir süreçte yüzleşme olmaz...

 

İktidar, kendi yarattığı muhalefet ile gücü azalsa da etkinliği devam etmektedir. Muhalefet, iktidardan bağımsız değildir, onun gündemi içinde kendi gündemini yaratmaktadır…

 

Muhalefet, iktidara aday ve iktidar yolunda kendi politikasını koyandır.

 

Erdoğan, "benim işim ekonomi" diyerek ekonomistleri iş bilmez olarak görüp, kendi "eğitiminden kaynaklanan" bilgisi ile ekonomiye yön vermeye çalışması ve piyasaya uymayan “beş büyükler” ve diğer yandaşlarının çıkarını koruyan kararlar alması ile popülaritesini yok etmektedir... Ülke gerçekliği ile uyuşmayan bu kararlar, yaşadığımız kaosu ve krizleri yaratmış ve beslemeye devam etmektedir...

 

Erdoğan, her ne kadar işi ekonomi ile olsa da ekonomist değildir (Adam Smith vb. gibi), ortaya koyduğu bir doktrini yoktur...

 

İktidara geldiğinde elinde olan formülü liberal bakış açısına uygun olarak devam ettirmiş ve küresel firmaların çıkarına uygun olarak “özelleştirme adına” devlete ait olan kalanı da elden çıkartmıştır. Ülkemizde açık ve şeffaf olan fazla bir şey yok gibi; veriler gizlidir ya da devlet sırrı adı altında açıklanamaz konumdadır. Bizlerde elde veri olmayınca olaylara bakıp, sonucunu görebildiklerimizden tahminler yürütmek dışında fazla bir şey yapamıyoruz, çünkü elde veri olmayınca ancak görünen kadar olguyu tahlil edebiliyoruz.

 

Devleti üreten değil, ihraç/ithal edilen mallara vergi koyan veya sıfırlayan hale getirmiştir...

 

Devlet yandaş şirketlere ihale veren bir mekanizmaya dönderilmiş ve bu yüzden de dünyada en fazla kamudan ihale alan sıralamasına ülkemizin beşli rakamını lider konumuna getirmiştir...

 

Eğer ülkemizde bir erken seçim olursa iktidarın mutlak değişmesi gerektiğine inanıyorum, çünkü ekonomiyi halkın çıkarına uygun olarak düzeltemeyenler, geniş kesim ve muhalefet olanların özgürlükleri yok ederek kendi güçlerini korumak için kararlar almaya devam edeceklerini düşünüyorum. Siyaseten yok edemediklerini kayyum atayarak denetim altına almaya çalışmaları bu özgürlük alanın ne kadar daraldığını kanıtlamaktadır.

 

Bugün reform kavramlarının havada uçtuğu ama alınan ve meclisten geçen kararnameler ve yasal düzenlemeler ile özgürlük alanın kapsamı iktidar için genişlerken, halk ve muhalefet için dalmaktadır...

 

Demokrasilerde ise "en öteki" olarak görülen ve dışlananların özgürlük alanları o demokrasinin işlevselliğini gösteren kriterdir ve ne yazık ki demokrasinin beşiği olduğunu söyleyen ve yaşattıklarını iddia eden ülkelerde de bu kriterlerde (suuni olarak yaratılan nefret söylemleri ile beslenen düşmanlıklar ve pandemi süreci) daralma ve kazanılmış haklarda yok edilmektedir. Onlarda yok olurken bizde de yok olmasını savunacak değiliz, aksine bizler demokrasiyi, özgürlüğü, aş, iş mücadelesini yükseltmek ve halkın/ işçi sınıfının refahını yükselmesini savunmak zorundayız.

 

Her kimden gelirse gelsin özgürlüğe karşı yapılan her adımı engellemek için mücadele etmek ile yükümlüyüz, eğer geleceğe, çocuklarımıza özgür ve refah ülkesi bırakmak istiyorsak...

 

Ülkemiz için ne istiyorsak dünya içinde istemek ile yükümlüğü olduğumuzu yaşadığımız pandemi süreci ile daha iyi anladığımızı düşünüyorum. Bir ülkede başlayan otokrasi, nasıl bir domino taşı gibi bütün ülkeleri kucakladığını ve işçi sınıfının kazanılmış haklarını yok ettiğine şahitlik ettik. Bir ülkede özgürlük adına kayıp tüm ülkeler için kayıptır, o yüzden demokrasi ve özgürlük için atılan her adım, yükseltilen her mücadele bütün ülkeleri için de geçerlidir…

 

Amerikan seçimleri ve sonrasında otokrasi ile özdeşleşen bir liderin gidişi, yeni bir yüzleşme sürecini başlatacak mı? Otokrasinin demokrasiye, özgürlüklere ne kadar zarar verdiğini gelişmiş ülkeler kendi içinde alacağı “bir daha” olmasını engelleyecek kararlar ile kendisini gösterecektir. Otomobil üreten gelişmiş ülkelerde en ufak bir trafik kazası bile ders alınacak sonuçları ile kaza ile yüzleşilir ve üretilen her yeni araç bu kazayı göz önüne alarak yeniden düzenlenir ve üretilir… Bizde ise kazalar “kader” olarak algılanır ve “trafik canavarı”nın bir eseri olarak haber bültenlerinde yerini alır…

 

Ülkemiz tarihinde geçmiş ile yüzleşildiği ve yasal düzenlemelerin yapıldığına şahitlik etmedik… Yapanın yanında kar kaldığı ve demokrasi ve özgürlükler güç kimin elinde ise onun lehine olacak şekilde düzenlendiğine şahitlik ettik… Umarım demokrasi ve özgürlükler adına bir geçmiş ile yüzleşmek için ortam yaratılır ve tarihimiz ve kaderimiz yeniden biçimlenir…

 

Ülkemizin kaderini değiştirmek ancak “yüzleşme” ile mümkündür.

 

Demokrasi ve özgürlük kavramının altı bu sefer gerçekten öteki kabul edilen ötekileştirilenlerin lehine doldurulacak mı?

 

İsmail Cem Özkan

 

30 Aralık 2020 Çarşamba

Değiştirin!

 Değiştirin!

 

Değiştirmek için önce bakış açısının ve düşünce biçiminin değişmesi gereklidir. İnsan nasıl düşünür ve yöntem izlerse hayata öyle bakar… İnsanın düşüncesini kullandığı dil belirler… Nefret söyleminin hakim olduğu yerlerde yetişen tüm bireyler nefret söylemini ileriye taşır ama onun farkında bile olmaz, çünkü o içinde bulunduğu kültürde o söylemin doğal olduğunu düşünür ve öyle yaşar.

 

İslam Arap topraklarında kız çocukların kuma gömülüp öldürülmesine karşı çıkarak doğdu, bugün ülkemizde uygulanan İslam ise kadın cinayetleri ile anılır oldu...

 

İslamı siyasiler yorumlayınca var olanı değil, olmasını istediği gibi yorumlar ve uygular...

 

Kadın cinayetlerini durdurun diye isyan eden kadınlar, öte yanda İslam adına fetva verenler…

 

Fetva verenler ne yapıyor, İslam’da seks konusu tartışmak dışında...

 

Birde sürekli tekrarladıkları "kadının ayağı altında..."

 

Kadının ayağının altında cennet, sırtında bıçak...

 

Bir dönem karnından bebeği eksik etme bakışı vardı, eksik edilmeyen bebelerin durumu ortada değil mi, ucuz işçi ya da cennette gitmek için adam öldüren, kendisini canlı bomba yapan mücahit...

 

Bunlar İslam dinin doğuşunda var mı?

 

Siyasilerin yorumlamasında var, vicdanların yorumlamasında yok...

 

Hiç bir din öldürmeyi kutsamaz, ölüm sonrasına insanı hazırlar, o da doğal ölümdür.

 

Din, insanları ölüme yani doğal akışında olan doğumdan gelen ölüme hazırlamak için ortaya çıkmıştır... Doğum varsa ölüm var, doğuma kimse hazırlanamıyor ama ölüme hazırlamak şarttır...

 

İnsanı manevi hazırlamak dışında var olan tüm din yorumları bir çıkar gurubuna hizmet için vardır...

 

Dini çıkarlarınızın aracı, hizmetkarı olmaktan çıkarın, insanı sevin...

 

İnsan sevgisi içinde kadın, erkek, çocuk doğa... sevgisi vardır, sevgi ayrım yapmaz...

 

Kadın cinayetleri İslam’ın farklı yorumunun sonucudur bugün yaşanan...

 

Kendisini can alan olarak gören cihatçı kafası...

 

Erkeklerin dinidir var olan tüm dini kurallar, kadınları kirli diye dışlar... Kir ise cinayet ile temizlemek olarak algılayan ve yorumlayan bir dini ne yazık ki yaşıyoruz ülkemizde...

 

Bu algıyı değiştirin!

 

Değiştirmek sizin elinizde.

 

İsmail Cem Özkan

18 Aralık 2020 Cuma

Unutmayın!

 Unutmayın!

 

Maraş katliamının bir yıldönümüne daha yaklaşıyoruz... Unutmadık acıyı yaşatanları ve yaşayanları...

 

Maraş bir dönüm hatta kırılma noktasıdır.

 

Katliamda elde edilmek istenen sonuç ortada değil mi? 12 Eylül.

 

Katliamı yapanlar 12 Eylül’ü yapanlardır, organize edenlerdir, arkasında ki lojistik ve ideolojik güçtür...

 

Peki, ne yaptılar Maraş’ta?

 

Cevabı açık, katliam!

 

Peki, sonucu ne oldu?

 

Sol, o güne kadar toplum içinde kitleselleşmesi nicel olarak durduruldu, o katliamdan sonra sol kitle kaybeder oldu, kadrosu nitelik olarak iyi olmasına rağmen kitle içinde sola olan güven de göreceli olarak azaldı, çünkü katliama karşı yeterli kadar direnememiş, orada yaşanan göçü engelleyememiştir... Elbette elinde olan imkanlar ile direnen sol güçler oldu, fakat yeterli olamadı...

 

Sol, 12 Eylül’e giden ilk kırılmadan başarısız çıktı, sonra sol içi çatışmalar arttı...

 

Solu toplum içinde itibarsızlaştırmak ve gücünün olmadığını göstermek için amiral gemisi gazeteler ve onu izleyen medya ile büyük bir algı operasyonu yapıldı.

 

Fatsa seçimleri sonrası yaşanan 7 ay ikinci büyük kırılmayı ifade eder, çünkü Türkiye’nin en büyük kitle örgütü Devrimci Yol'un gücünün test edildiği bir alan ortaya çıkmıştır... Eğer Devrimci Yol Dersim seçimlerini kazanmış olsaydı belki orada başka bir test yapılırdı, fakat Fatsa seçimi kazanılmış, Devrimci Yol yönetime kendi kadrosu ile gelmiş ve soyut halden somuta dönüşmüş bir örgüt konumundadır.

 

O güne kadar Devrimci Yol ile faşistler eli ile kontrgerilla zaten mücadele ediyor ama bölgesel olduğu için onun gücünü test edilme şansı yoktu, Tariş grevi ve sonrası İzmir’de yaşananlar solun gücünü test edemezdi, genel fikir verebilirdi ancak ama Fatsa! Orası Devrimci Yol'un somut olarak ortaya çıktığı alan.

 

Orada yaşanacaklar Devrimci Yol'un gerçek gücünü göstereceği en önemli alan. Öte yandan yer altında örgütlenmiş olan TKP'ninde gücü test edilecekti. DİSK genel başkanı Kemal Türkler.

 

12 Eylül’e karşı direnişi ve sonrası gelişecekleri tahmin etmek isteyen ideologların yönlendirmesi ile kontrgerilla iki güce karşı bir darbeye karşı direniş testi yaptı ve 12 Eylül tarihini netleştirdi...

 

Bir suikast, yani siyasi cinayet, diğeri nokta operasyonu...

 

Sivil faşist güçlere ihtiyaç kalmayacak şekilde 12 Eylül darbesi yapılabilirdi artık, yapıldı da, çünkü nokta operasyonunda sivil faşistlerin kullanılması direnişi ülke sathında yok etmediği gözlenmişti...

 

Sivil faşistleri de hedefe koyan darbe nokta operasyonu yönetenlerin kafasında netleşmişti...

 

Maraş katliamı, Nokta Operasyonun ve Kemal Türkler cinayetinin habercisiydi, bugünden o günlere bakınca daha net anlaşılıyor...

 

Maraş katliamını unutmayın, çünkü bugünü anlamak istiyorsanız o katliam ve sonrası gelişen olaylar zincirine bakın, solu geniş toplum içinde itibarsızlaştırmakla kalmadılar, partileşmesinin ve gerekli örgütlenme yapmasının da önüne geçtiler...

 

Sol, 12 Eylül sabahı örgütsüz yakalandı, her ne kadar darbenin geleceği aylar öncesinden belli olmasına rağmen... Sola direniş için örgütlenmeye fırsat vermediler darbe yapanlar, halk değimi ile “yılanı henüz baştan başını ezmişlerdi”...

 

Maraş'ı unutmayın, 12 Eylül Maraş’ız anlaşılmaz...

 

Bugün yaşadıklarımız Maraş katliamın bir devamıdır.

 

İsmail Cem Özkan

5 Aralık 2020 Cumartesi

Ateş düştüğü yeri yakıyor...

Ateş düştüğü yeri yakıyor...

 

Corona yüzünden toprak ile buluşanlar her gün medyanın sayfalarına düşüyor… Her birinin öyküsü var, her birinin yaşanmışlığı var. Sanki ilk defa oluyor gibi, “sende mi”, “olamaz”, “ihmal yüzünden” diye acılarını paylaşıyor yakınları ve sevenleri. Elbette haklıdır acıyı yaşayan, ilk defa ocağına ateş düştüğü için acı içinde bağırması, isyan etmesi ama ondan önce ölenlere karşı biraz saygısızlık değil mi? Ondan önce ölen, o kadar sağlık çalışanı, yaşlı, genç, çocuk... Cinsiyetçi bakış açısı içinde erkek, kadın olanlar ve bir de kendi hemcinsine bakıp şevk duyanlar, tecavüzcüler, tecavüze uğrayanlar... Kısaca hangi bakış açısını kabul ederseniz edin acı ocaklara düşüyor... Düştüğü yeri de yakıyor...

 

Bazı meslek gurubu içinde kendisini tanımlayanlar, kendi mesleklerinde olunca hep birlikte acı duyumları bana çok ilginç geliyor, sanki kendi meslekleri bu yaşananları yaşanmayacakmış gibi... Yaşandığı zamanda “ihmal var” demeleri...

 

İhmal bu pandemi ortaya çıktığı andan itibaren var, adının konması bile uzun bir süreç oldu ve adı konana kadar bile on binlerce insan öldü...

 

Ateş düştüğü yeri yakıyor, ölen insan. Kadın, erkek, çocuk... Meslek ayrım yapmadan, coğrafya ayrım yapmadan, hangi kültüre ait olduğunu düşünmeden… Ölen her insan arkasından aynı acıyı, aynı hüzün duyduğumuz an, belki insan olmaya başlıyoruz diye düşünüyorum, çünkü sadece kendi meslek gurubu içinde görüp, o meslek gurubu içinde hayata bakanların insanlığından bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyorum. Bir insan ister pandemiden dolayı ölsün, ister trafik kazası, ister iş kazası denilen iş cinayeti sonrası, bu ölümlerin kader olmadığını ve birilerinin ihmal etmesi, daha fazla para kazanmak için bu cinayetlere göz yumduğunu unutmadan “acı düştüğü yeri yaktığını” aklınızdan çıkarmayın...

 

Bir doktor bugünlerde ölüyorsa bunun sorumlusu kim olduğunu bilin, o bir cinayete kurban gitti, katili belli, üstünü örten de belli, acıyı iliklerine kadar hisseden ve ona rağmen çalışmaya devam eden de belli...

 

Bir meslek erbabı ölmüş, bütün meslek erbapları isyan ediyor, olamaaaaz... Oldu, hem de binlerce insana olan oldu, öldürdüler, önlenebilir ve basit önlemler ile bu ölümlerin önüne geçilebilinirdi...

 

Ölenleri suçlu ilan ediyorlar, “maske, mesafe, hijyene” uymadığı için! Belki direkt suçlamıyorlar ama sürekli ekrana çıkıp tekrarlanıyor, bakın diyorlar sessizce ve açıkça söylemeden, onlar uymadığı için ölenler rakamları arasında yer alıyorlar. Bugün ölenler rakamı diye veriliyor, “yüzü açtı, tehlike daha yakınımızda!” , “Çember daralıyor!”

 

Ölenler aslında tüm kurallara uydu, uyuyor… Uyuyor da, bir kuruş veriyorsunuz ve o kuruşun bedeli canı oluyor... Onu görün lütfen ve “acıyı hep birlikte yaşayalım!”. Acı, toplumsal olduğunda belki çözüm yolları açılır, tek tek ölümler ile bu sorunların çözülmediği açık...

 

Bireysel yaşayın acıyı diyorlar, bazı meslek gurupları acıyı yaşasın istiyorlar, acıyı da kategorize ettiler...

 

Acı, kategorize edilmez, dünyanın her yerinde acı aynı şekilde yaşanır.. Ateş sadece düştüğü yeri değil, kelebek etkisi ile hepimiz kuşatır ama artık bu acının farkına varın! Hep beraber acımız dillendirelim!

 

İsmail Cem Özkan

 

30 Ekim 2020 Cuma

Kışkırtan mı suçlu, yoksa…?

 Kışkırtan mı suçlu, yoksa…?

 

Gelişmekte olan yani geri bıraktırılmış devletler krize düşünce liderleri sokak mantığı ile hayata bakar, çünkü krizi yönetmek diye bildikleri şey; sokak kavgasından başka şey değildir.

 

Sokak dilini kullananlar için “görünendir” düşman ya da dost. Her ikisini de abartılı şekilde yaşarlar… “Ya toprağım olacaksın ya da benim!” mantığı içinde arabesk bir bakış açısı ile sürekli karşı tarafın provokasyonuna gelir. Çünkü yaşanmışlıklardan ders almak yerine kendi bildiğin doğru olduğuna inanır.

 

Provokasyon = kışkırtma...

 

Son on yıllık ülkemizde yaşanan olaylara bir bakalım, batıda bir yerde bir karikatür yayınlanır ve toptan olmasa da devletçe bir tepki verilir. Buna karikatürcülerde katılır, bazı “dokunulmaz hassas konular var” diyerek ama “mizahın dokunmayacağı hiçbir şey yoktur, tam özgür olduğu için mizahtır” lafını unutuverirler, çünkü onlarda kendilerini aşmadıkları bazı manevi duygulular içindedir.

 

Mizahçı otosansürünü uygular, çünkü ağzına geleni değil, aklına geleni ölçerek kamuya açarlar eserlerini. Mizah yapmak gerçekten çok zordur, o zorluk derinin yüzülmesine kadar giden tepkilerdir. Osmanlı dönemi mizahçılarından/ hiciv ustalarından derisi yüzülen, başı vurulan, denize atılıp boğdurulanları tarih sayfalarında bulabilirsiniz…

 

Mizahçı ancak kendi esprisini anlayacak bir kamuoyu önünde rahat eder, en söylenmeyecek şeyleri bile öyle bir usturuplu söyler ki, karşısındakine çuvaldız batırır, iğne batırmış hissi verir… Mizah yapmak gerçekten birikim işidir, birikim olmadan mizah yapılamaz. İyi bir izleyici, iyi tahlil eden, gelişmeleri iyi okuyan ve önceden hissedip dillendirendir…

 

En çok hafife alınan mizahçılar aslında toplumun yüz aklarıdır, onlar toplumun hem vicdanı hem de tarihin taşıyıcısıdırlar.  Mizahın doğasında olanı her mizah okuru hisseder, ona göre algılar ve kendisini şartlandırır bir anlamda. Her mizahçının da bir kitlesi vardır. Her kesim o mizahçının dilinden hemen algılaması söz konusu değildir, mizahçı kendi okurunu yaratır ve geliştirir. Mizahçı genel topluma göre değil, kendisi oluşturduğu ve geliştirdiği okuruna, izleyicisine seslenir…

 

Şimdi bir karikatür ne kadar provoke eder bir insanı?

 

Karikatür sonuçta mizah eseridir.

 

Kışkırtır.

 

Rahatsız eder.

 

Alay eder.

 

Küçümser…

 

Mizah, beklenmedik bir anda insanları şaşırtarak güldüren bir eylemdir. Mizah, zeka gerektiren bir durumdur. Her olayla ilgili mizah yapmak da mümkündür.

 

Her provokasyon mizah değildir. Tersinde ise her mizah içinde kışkırtma vardır, dozajını üreten sanatçı belirler.

 

Bunu örneklemeye kalkarsak, çok uzaklara gitmeye gerek yok, her sene üzülerek anımsadığımız ve “bir daha asla!” diye söz verdiğimiz 6-7 Eylül olayları…  Ne yazık ki “bir daha asla” dediğimiz bir şeklide tarih çizgimiz içinde yerini alır ve üzücü sonuçları ilk defa yaşıyormuş gibi yeniden yeniden aynı acıları, benzer acıları yaşarız. Homojen toplum oluşturmak isteyen devletlerde benzer olaylar bol bol ve fırsat buldukça olur.

 

Kurbanlar değişir ama katilleri destekleyenler genelde değişmez…

 

Yani provokasyon varsa hedefte o kişinin o beklenilen ve istenilen davranışı göstermesi gerekli, yoksa provoke etmenin bir anlamı yok...

 

Provokasyonda tepki “beklenilen” olması gerekli...

 

Tepkinin ölçüsü de önemli...

 

Çünkü hedef savaş açmak ve karşı tarafa konumlandırmak ise iş basit, çünkü her toplumun yumuşak karnı vardır oraya dokunmak yeterlidir... Onlar klasikleşmiş ve beklenilen tepkiyi verir...

 

Bu boks oyunlarında çok sık kullanılır, sözlü sataşma, vurulmaması gereken yere vurup cezayı göze alıp, sonra rakibini sinirlendirerek kontrol dışına düşmesini sağlamak... Yani provoke edenin hedefini iyi koymalıyız ki, ona karşı verilen tepkiden ne elde edileceğini öğrenmek zorundayız...

 

Bir karikatür yayınlandı, aslında yayınlanan karikatürlerin içeriğinin hiç bir önemi yok, çünkü ona verilecek tepki için önce ortam hazırlandı...

 

Provokasyon için önce ortam hazırlanılır, ortam hazırlamak için rakibinin en zayıf noktaları tespit edilir ve o tespit edilen noktalara nasıl tepki vereceği öngörülür...

 

Buraya kadar tepki, öngörü kavramlarına kadar geldik...

 

Peki, bütün bunların oluşumunu kim sağlayabilir?

 

Sizi, sizden daha iyi tanıyanlar...

 

Onların istediği tepkiyi verince vicdan mı rahatlatılıyor, yoksa onların istediğini değil de soğukkanlı bir şekilde var olan krizi mi yönetmek daha önemlidir...

 

Provoke eden kazanacağı oyuna girer, kaybedeceği oyunda olmaz...

 

Her provokasyonu mizah diye sunmak yanlıştır, her mizah ama içinde kışkırtma vardır, o ince çizgiyi kaldırmak bir kültürel ve siyasi birikim gerektirir, çünkü her toplum, kültür o mizahi dokunmayı kendisine göre yorumlar ve mizahçının amacında olmayan sonuçlar çıkarır, çünkü mizah evrensel değil, yapıldığı kültür ile çok ilgilidir… Amerika’daki MAD dergisinde yapılan eserleri ülkemize uyarlayamazsınız, Amerika’da çok seyredilen mizahi bir filmi, diziyi ülkemizde en çok izlenen yapamazsınız, olmaz… Elbette seyircisini bulur her eser, ama çoğunu kucaklamaz. Ülkemizde yayınlanan mizah dergileri aynı şekilde Almanya’da en çok satan mizah dergisi olmaz. Hababam sınıfı filmleri Arap dünyasında çok gösterilmez, onun yerine drama dizileri, filmleri bol bol izlenir ve üstelik aylardır ülkede en çok izlenen, okunanı bile olabilir…

 

Gözyaşı, acı bütün ülkelerde aynı şekilde toplumlar içinde tepki toplar ama mizah yani gülmek aynı tepkiler üzerine oturmaz… Mizah içinde bulunduğu devletin, kültürün, coğrafyanın içindedir, kendi dilini içinde bulunduğu ortamdan alır. O kültürden olmayanın o mizah eseri üzerine baskı kurma, yargılama hakkına sahip değildir, çünkü her toplumun duyarlılığı o toplum içinde geçerlidir. O toplum içinde dikkat edilir, başka toplumların o toplum için hassas konularını gözetme şansı yoktur, öyle olsaydı eğer ülkemizde bol bol yapılan İsa esprilerin hiç biri olmazdı, inekler üzerine espri yapılması Hindistan’da ayaklanma olacağı göz önüne alınarak yasaklanması gerekliydi…

 

Mizahçılar başka ülkelerin mizahçılarına “sen o espriyi yapma hakkına sahip değilsin” deme özgürlüğüne sahip değildir… O zaman başka ülkenin mizahçıları da o sözü söyleyene bir şeyler deme hakkını vermiş olur…

 

Mizahçı isterse kendi içinde oto sansürünü uygular ama mizaha sansür uygulanamaz…

 

Mizaha sansürü bir mizahçının savunması ve dillendirmesi kabul edilemez…

 

Zamanında yazdığı hiciv şiirleri yüzünden derisi yüzülen Nesimi, 4. Murat’ı eleştiren Bayram Paşa sözlerinin arkasında durmuşlardır, geri adım atmamışlardır. Onlar tarihimizin gerçek aydınlarıdır. Sürgünü, işkenceyi göze almış, hiçbir zaman geri atmamış yakın tarihimiz içinde nice aydınlarımız/ mizahçılarımız var. Onların bir bildiği vardır elbette, o bildiklerine sahiplenmek ve onların gittiği yolda olmak her mizahçının görevidir, fakat her mizahçı kendi tercihini yapmak hakkına sahiptir ve o haklarını nasıl kullanacakları mizahçının tercihidir.

 

Mizah, iktidarda olmaz, hangi rejim olursa olsun, hangi sistem olursa olsun mizah muhaliftir, yağcılık yapmaz, övgüler dizmez… Her mizahçının muhalefeti farklı olur, kimisi altından girer, üstünden çıkar, kimi çuvaldız batırtmayı sever, kimi sessiz kalıp başka noktalardan hayata bakmayı tercih eder…

 

Bırakın mizahçılar işini yapsın, mizahçıların yaptığına bakarak provokasyonlara gelmeyin!

 

İsmail Cem Özkan

28 Ekim 2020 Çarşamba

Hedef doğru mu ?!

 Hedef doğru mu ?!

 

Sol hareketler 12 Eylül öncesi antifaşist mücadele ettiler ve 12 Eylül sabahı ile var olan yapıların birçoğu darmaduman oldu, çünkü sol, antifaşist mücadeleye uygun bir mücadele taktiği tutturulmuş ve yapılanmalarını ona göre kurgulamışlardı.

 

Elbette baştan itibaren kurgulanarak bir düzenleme söz konusu olmuşsa ki, benim okuduğum kaynaklara göre gelişen olaylara ve ihtiyaçlara göre bir yapılanma söz konusu ve çoğu zaman yapılan ittifaklar ve birleşmelere bakarak kafa karışıklıkları da mevcut olduğunu düşünüyorum. Ortada kurgu yok, gelişen ihtiyaca cevap veren yapılar söz konusuydu.  

 

12 Eylül öncesinde Sistem ile kavga ve nihai hedef güncel olayların içinde yok olmuş gibiydi. Bir yandan da olayların gelişimine bakarak doğal bir süreç, çünkü solu öyle bir ortamın içinde bıraktılar ki sol ister istemez faşist saldırlar karşısında savunma konumunda yer almak zorunda kaldı. Sokakta ki sıcak gelişmeler, sol yapıların karar verici konumunda olanların da acil sorunlara yanıt aramasına sebep olmuş ve güncelin içinde bir anlamda kısır döngü içinde kalmalarına sebep de olmuş olabilir. Teoride olan bir çok şeyin karşılığı sokakta olmayabilir, sokak ya da hayat değişimleri ile kendisini dayatır ve ona göre var olan siyasi, kültürel yapının da değişimine zorlar. Somut durumun somut tahlili, ona karşı gelen çözüm önerileri zaman zaman nihai hedefin göz ardı edilmesine sebep olabilir. Acil görevler diye başlık açılır ve o hiç sonlanmaz.

 

Sokaklarda ki gelişmeler bir anlamda cepheleşmeyi ve iç savaş koşullarının oluşulmasına neden oldu. Var olan yapılarda ayrılıklar solun egemenlik sorunu oluşmasına neden oldu, çünkü sol kendi mücadelesi ile oluşturmuş olduğu kurtarılmış alanda başka bir solun kök salmasına ve kazanılmış olan ne varsa onun paylaşımının taraftarı olmadı…  Zaten oturup tartışılacak, teorik sorunların konuşulduğu ortamlarda pek söz konusu değildi, dergilerde yapılan tartışmalar sokaktaki karşılığı kaba güç olarak kendisini ifade eder olmuştu. Sol, kendi egemenlik alanında başka sol bir gücün olgunlaşmasına izin vermedi...

 

Sol yapılar arası çatışmalar zaman içinde sanki sıradan bir antifaşist mücadele gibi algılandı...

 

Sokak, solu anti faşist mücadele ile oyalarken 12 Eylül’ün gelişini gören sol kadrolar, darbe sabahında hazırlıksız, kadrolarını yönlendirecek kadar lojistik destekten yoksun, darbe konusunda alınmış istihbaratın sadece darbe geldiği konusunda bilgisi alınmış ama darbenin içeriği konusunda bilgisiz halde yakaladı... Bu da solun kısa sürede merkezi yapılarının çözülmesini ortaya çıkardı...

 

Peki, bugün neden o günleri anımsadım?

 

Bugün yaşananlara bakıyorum, ortada antifaşist bir mücadele yok, çünkü öyle bir ortamın yaratılmasını istemeyenler 12 Eylül sonrası oluşturdukları ortam ile bunu imkansız hale getirip yerine başka şeyleri ikame etti…

 

Solun boşalttığı alanı dinci yapılar doldurdu.

 

Zamanın ruhunda yükselen güç dindi. Ülkemize başka bir rol biçilmişti, bu rolü ülkemizde uygulayacak darbecilerde bu işe bir anlamda gönüllüydüler.  Elinde Kuran ile meydanlara çıkıp ayetlerden alıntılar yaparak konuşmalarını sürdürürken bir anlamda kulaklara fısıldanıyordu, artık devri tarikatların devriydi, hazır olanlar bu zaman içinde yükselecekti.

 

Liberalizm dalgası, kazanılmış hakların zor ile ya da zaman içinde alınarak örgütlü işçi sınıfını örgütsüz ve sisteme sorun çıkaramayacak düzeye kadar geriletmekti...

 

Ülkenin şartlarına uygun dört eğilimi birleştiren partiler ortaya çıktı... İktidara kim gelirse kendi muhalefetini de kendisi oluşturuyordu, çünkü kendi oluşturduğu gündeme muhalefeti alet ederek, kendi gündemi üzerinden hedeflerine ulaşıyordu. Özal dönemi, anti Özal ve ANAP üzerine kurgulandı. Muhalefet, Özal’ın tüm uygulamalarına gözü kapalı “hayır” diyordu. Evet - hayır çekişmesi, dönemin en eğlenceli yarışma programı dahi olmuştu. Evet dedi ve kaybetti! Evet ve hayır denilmeyecek oyunlar ekranlarda çok seyirci topluyordu…

 

Özal sonrası bir geçiş süreci yaşadık...

 

Liberalizm sadece ekonomik anlamda hayatımızı etkilemiyor, siyasi olarak da etkiliyordu. Var olan Kürt Sorunu ve çevresinde Kürt realitesinin tanınması ile ister istemez geçmiş ile yüzleşmek ve yeniden tarih yazımını ortaya çıkardı, çünkü o güne kadar katı şekilde uygulanmış olan ulus devleti artık yerle bir oluyordu ve yerini dolduracak yeni bir sistem inşaat edilmesi gerekliydi…

 

Liberalizm yıkmıştı ama yerine yenisini koyamadı...

 

Sol toparlama sürecindeydi, üzerinden panzer geçmiş ve dövüşte yere düşmüştü…

 

Sınıflar ortadan kalkmamıştı, fakirlik daha da artmış, şehirler daha fazla kalabalıklaşmıştı. Fakat bir türlü sol toplanamıyordu. İktidar ortağı olmuştu ve bir anlamda onlarda liberal ekonomiyi ve düşünce biçimini benimsemişler ve radikal solun yerini sol söylemli liberalizm almıştı…

 

İki partili rejimde ister istemez “zararsız solun” olması gerekliydi… Koltuk kavgası, koltuk mücadelesi devlet ihalelerinde pay kapma yarışından ister istemez her kesimi kucaklıyordu. Cezaevinden çıkan bir çok şanslı solcu var olan belediyelerde ya danışman ya da ihale işleri takip eder konuma gelmişti… Liberalizm 12 Eylül öncesini nostaljik bir konuma indirgemiş, oradan elde edilen ilişkiler kendi çıkarı için kullanılan bir ağa dönüşmüştü.

 

AKP kuruluşu ve sonrası süreç 12 Eylül darbesini planlayanların, yapanların ve destek verenlerin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde kendisini gösterdi… ANAP gibi AKP’de kendi muhalefetini yarattı… Ve ne yazık ki bu AKP iktidara geliş süreci ve iktidar koltuğunda kalış sürecinde solun tercihleri önemli rol oynamıştır. Çünkü başörtüsü ile başlayan bir süreçte, evet -  hayır oyunun başka bir versiyonu oynanmıştı, tutucular ve özgürlükçüler adı verilen iki kutba dönmüştü, aslında orada da bir kavram karmaşası yaratılmıştı. Çünkü özgürlükçü olduğunu söyleyenler tutucuydu ve hedefleri yolunda her role bürünebileceklerini açıkça ilan etmişlerdi…

 

Kavramlar ile oynanıyordu, çoğu kavramın o güne kadar alışılagelmiş tanımları değiştiriliyordu.

 

O süreç içinde solun küçük bir bölümü belki de büyük bir bölümü sadece AKP ve Erdoğan karşıtı tutum içinde kendisini tanımlamaya başlamıştı...

 

Antifaşist mücadele yerini sanki Erdoğan karşıtlığı almış gibi...

 

Bir bölüm sol bugün var olan kaosun ve krizin nedeni sadece Erdoğan ve onun beceriksiz ve bilimden uzak, sadece duygusal olarak İslam hayaline bağlamakta... Bu bize sunulan ve muhalefet olarak kim varsa üzerine ödev gibi yüklenilmiş bir bakış açısı gibi...

 

Günlük olaylar, günlük yapılan hukuk dışı uygulamalar, keyfi hukuk kararları ile oluşan bir kaos ve krizin içinde muhalefet olmak var olan iktidar ile mücadele etmek gibi bir bilgi pompalanıyor...

 

Burada sanki senaryo aynı ama bazı kelimeler değiştirerek tarihin tekerrür halini ortaya koymuşlar gibi...

 

Sol ve işçi sınıfı ekonomik mücadele ediyor, siyasi mücadelenin yerini geçmişin değerlerine sarılmak şeklinde ve onun ile AKP karşıtlığı oluşturuluyor gibi bir durum söz konusu... Bundan da en çok kimler yararlanıyor sorusu aklımın bir köşesinde duruyor...

 

12 Eylül öyle sıradan bir tarih değildir, ulus devletinin yıkılışı ve yerini liberalizm görüntüsü altında küreselleşme ve yeni kapitalist düzenin oluşturulması süreci. Kısaca tarihin kırılma noktalarından biri bizim özgün tarihimiz içinde ama dünyada buna paralel olarak kırılma bizden önce başlamış ve halen devam eden bir süreç...

 

Henüz kırılma devam ettiği bir zaman diliminde sol neden siyasi hedefler yönünde yapılandırmak yerine basit olanı seçiyor?

 

Var olan ve gözle görünen yel değirmenleri... Antifaşist mücadele yerini lider ve partisi karşıtlı almış gibi…

 

Yel değirmeni orada duruyor, küresel rüzgar ile zaman zaman dönüyor, çoğu zaman kendisini öğütürken ve hiç bir zaman gerçekleşmeyecek olan ümmet dünyası için kendi ütopyaları içinde debelenirken sol bu var olan iktidar ile savaşmayı ya da mücadele etmeyi takıntı olarak kendisine seçmiş durumda?

 

Ulusal bayramları bazı komünistler Türk bayrağı eşliğinde kutlama eğiliminde. Sanki işçi sınıfı iktidarda, işçi sınıfının bayrağı ve o bayrak altında mücadele ediyorlar... Şenlikler düzenliyorlar...

 

Bundan ben hiç bir şey anlamadım...

 

Karadeniz'de öldürülen komünistlerin mirası mı kaldı? Katiline tapınma ya da biat etme gibi bir durum mu yaşanıyor? İşkencelerden geçirilmiş, acılar çektirilmiş, sürgünler yaşanmış, devletin derelerinde kaybolan öldürülenler sanki bu ülkenin tarihinde hiç olmamış gibi bir tavır içindeler?

 

Sol hala yel değirmenleri ile mi mücadele ediyor?

 

Sancho Panza çoktan yanımızdan gitti, tek başımıza kaldık, yel değirmeni rüzgar oldukça dönmeye devam ediyor...

 

Bugün AKP karşıtlığı CHP ile ortak iş yapmaya kadar gelmiş durumda. AKP aslında CHP demektir, çünkü onu iktidar koltuğunda tutan CHP’nin tercihleri ve AKP’nin istediği söylemleridir. Şöyle bir düşünelim, Erdoğan gitse, yerine Kılıçdaroğlu ya da başkası gelse ne değişecek işçi sınıfı adına? Biraz daha mı özgür olacağız, daha mı az sömürüleceğiz, daha fazla mı demokrasi gelecek?

 

Sınıf temelli bakar hayata sol.

 

Sınıf çıkarları açısından bakılınca, onun iktidarı için mücadele etmek yerine, bir burjuva partisi yerini başka burjuva partisi alsın diye ittifak içinde olmanın bir anlamı var mı? Elbette ortada küçük nüanslar olacak ama yaşam kalitemizin yükselmesi hayat standartlarımızın artması için mücadele ediyoruz, bir çok şeyi riske atıyoruz, çünkü kaybedeceğimiz çok şey var…

 

Sınıf mücadelesi nihai hedefi gözden çıkarıp günlük olayların peşinden koşan hale geldiğinde yeni yenilgiler kaçınılmazdır…

 

Bunu yaşayarak, ölerek öğrendik.

 

İsmail Cem Özkan

25 Ekim 2020 Pazar

“Our boys have done it”

 “Our boys have done it”

 

Bizim tarihimizin içinde bir kırılmanın olduğu anda uzak bir ülkede söylenen sözdür… bir ülkenin kaderi, gelecek projeleri başka bir ülkede bir oval odada verilebilinir, çünkü oval oda sadece bir oval oda değil, dünyanın kaderinin çizildiği, yeniden biçimlendirildiği, sınırların hatta sınırlar içinde yeniden oluşturulduğu yerdir. Bu elbette oval odaya özgü bir şey de değildir, çünkü sömürge döneminde de başka odalarda kararlar veriliyor ve o kararlara uygun sömürgeler oluşturuluyordu. Kıtaların hareket etmesi gibi siyasi tarih de hareket eder ama genel kurallarda pek değişim olmaz, eğer sömüren ve sömürülen ülkeler var ise başka deyiş ile ezen ile ezilen. Sınıfsal bakış açısına göre işçi sınıfı varsa, onu sömüren ve ezen de kapitalist olacaktır, kapitalistin yerini işçi devleti adı verilen devlet kapitalizmi de alabilir ama sonuçta ezilen varsa, orada ezen de mutlaka vardır… 

 

Devletler insanlık tarihinde var olmaya başladığı günden bu yana kendi tecrübesini yaratmış ve her yıkılan devlettin tecrübesini kendisine katarak “ilelebet yaşayacak” bir devlet yaratmak peşinde koşmuştur ama her oluşan devlet bir şekilde yıkılmıştır, yerini içinden doğan başka bir devlete bırakmış ya da başka devletin sömürgesi olmuştur. İdeal devlet henüz oluşmadığı ve o seviyeye gelinmediğine göre devletler oluşacak, yıkılacak, yerine başkası gelecek ve ezen ile ezilen arasında her zaman ezen sınıfın, kesimin çıkarını savunacaktır. Devlet kimin ise ona hizmet eder. Feodal dönemde devlet aile adı verilen toprak sahiplerine aitti, onlar adına hizmet etmiştir, onlar adına savaşlar açmış, yağmalar yapmış, vergi yöntemleri geliştirmiş ve köle kültürünü yaratmıştır… Köle kültürü hala varlığını bugün dahi korumaktadır, kölelerin haklarını savunan, onların özgürlüklerini pozitif ayrımcılık ile yasal düzenleme ile yerine getiren ne yazık ki köle geçmişi olan devletler yoktur… Hala göreceli özgür olan Afrikalı köleler, hala toplum içinde hedef olmayı sürdürüyorlar, elbette onarlın kanları üzerine oluşan bir kazanılmış yasal haklar mevcuttur ama hela yeterli olmadığını Amerika’da siyahi insanlara yapılan polis baskısı ve cinayetleri aktüel olarak varlığını korumaktadır…

 

Bizim gibi batı tarihinden farklı bir şekilde gelişen devlet geleneğinde yağma kültürü ile oluşturulan bütçeler ve savaşlara dayalı devlet anlayışı sonucunda oluşan bir tarihi birikimimiz vardır. Elbette bizim tarihi birikimlerimiz feodal ülkeler ve sanayileşmiş ülkelerden farklı olacaktır, çünkü biz sanayi, teknoloji geliştirme yerine yağmadan, yağmalayamayınca borçlanmayı seçen, üretmeden var olanı, yaratmadan yaratılanı kullanan bir tüketim toplumuyuz… Osmanlı devletinin en refah dönemi aynı zamanda gerileme döneminin başlangıcı sayılır, çünkü yağmadan yağmalanan ülkeye dönüşümüzdür… Fransa’da yaşanan sanayi devrimi ve ulus fikri ve onun oluşturmuş olduğu ulus devrimleri ile yeni bir devlet anlayışı oluştu. Osmanlı devleti için son nokta bu uluslaşma sürecinde olmuştur. Osmanlı devleti sonuçta Türkiye cumhuriyeti adını alan devlete dönüşerek bu tarihin kırılmasından yeniden biçimlenerek çıkmıştır… İmparatorluktan ulus devletine…

 

Her devlet başka devletlerin tecrübesinden yararlanır, çünkü tarih; geçmişin geleceğe aktarılmasından başka bir şey değildir… Geçmişi iyi bilmeyen, yorumlayamayan ve ondan ders çıkaramayanlar genelde yarını olmaz. Ulus devletin mantığında halkına yalan söyle ama devlet arşivinde bilgiler açıklanandan daha farklıdır. Genelde devletler ellerinde ki verilerin uygun görülen kadarını açıklar, çünkü veriler devletin güvencesidir, bu sayede istedikleri ortamı hazırlamak için ellerinde ki en büyük avantajdır. Elde veriler olmayınca somut durumun somut tahlili olmaz, sadece o anın görünen kısmının tahlili olur ve fikir yürütülür…

 

Tüm zamanlarda devletler genelde operasyon yapmak istediklerinde, operasyon yapmak için ortam hazırlarlar ve sonra düğmeye basarlar, fakat daha öncesi operasyon alanında güç dengesi küçük vuruşlar ile test edilir ve sonucu kesin olacak bir planlanmış operasyon için zamanın olgunlaşması beklenir. Ve düğmeye basıldığı an şampanyalar patlar ve "bizim çocuklar başardı" denir... Denize indirilen savaş gemisinin burnuna şampanya patlatmak gibidir! Zafer, denize inen en son savaş gemisinin vurucu gücünde yatmaktadır…

 

Yakın zamanda bizim tarihimizden örnekleyerek bakarsak eğer; 12 Eylül sabahının ilk anlarına elimizdeki bilgiler ile kısa bir bakalım. Elbette bu bilgileri devletler açıklamıyor ama olaya şahitlik edilmesine izin verilen gazetecilerin veya bürokratların anılarından bilgileri topluyoruz.  

 

Amerika’da olan bir gazetecinin anısında (şimdi Türkiye’de yandaş medyanın içinde hala gazeteciliğe devam etmektedir.) bizde 12 Eylül sabahı olduğunda Amerika’da henüz toplantılar sonlanmamış devam ediyormuş. O toplantılarda bulunan gazetecimizin anlatımında “toplantı anında Türkiye’de darbe yapıldığı haberi gelir, CIA’nin Türkiye şefi olan Paul Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’a “our boys have done it” diye haber vermiş...

 

Elbette bu strateji devletlerin her zaman kullandığı yöntemdir... Bir mahalleye, bir kasabaya operasyon kararı alınmışsa eğer, orada ortam yaratılır, göreceli özgürlükler verilir, hatta rakip olarak görülen kendisini daha güçlü hissetsin diye samanlar toplanır ve alevler yakılır, balonlar uçurulur...

 

Ve bir gece sabaha karşı düğmeye basılır...

 

Ölen ölür kalan sağlar bizimdir, genel istenilen alınmıştır artık, orada acılar orada kalır ve tarih önünde kimse bunun hesabını bile sormaz...

 

Şimdi burada daha ilginç olan şey ise, bizim 12 Eylül darbesi yapanların anılarında anlattıkları… Onlarda tıpkı Amerika’da şampanya patlatanlar gibi olayların olgunlaşmasını beklemiş… hatta olaylar daha fazla alev alsın diye, saman toplayıp yakmışlar.. düşman olarak gösterilenlerin güçleri o kadar abartılmış ki, buna dönemin başbakanı bile inanmış, "Çorum'u bırakın, Fatsa'ya bakın." diyerek darbecilerin istediği ortamın hazırlanmasına bilinçsizce yardım etmiş… Eğer bilmiş olsaydı sanırım o sözü söylemezdi, çünkü Fatsa’da parti teşkilatı Fatsa’da ki bağımsız belediye başkan ile birlikte meclisler aracılığı ile ilçeyi yönettiğini, söz haklarının olduğunu, karaborsanın kalktığını söylerlerdi. Orada başka devlet değil, sorunları birlikte çözen bir deneyimin yaşandığını vurgularlardı… Demirel Fatsa teşkilatını dinlememiş, kendisine generallerin verdiği raporu doğru kabul etmiş ve ona göre tavır almıştır… Fatsa “Nokta Operasyonu” sadece bir testti darbe yapacak generalleri için, sürpriz istemiyorlardı tanklar ile sokakları kapattıklarında… Elbette tek test ile sonuç alınmaz, generaller ortamın olgunlaşması için sıkıyönetim koşulları altında her türlü testi yaptılar, güvence aldılar… Maraş katliamı ile Ecevit’e askerleri sokaklara indirtmişler, Demirel ile düğme basma tarihini netleştirmişlerdir…

 

Elbette devlet içinde verileri iyi kontrol eden, bilgi akışını başka unsurları karıştırmadan sağlayabilen her devlet kendisini kontrol altına alırken, başka Ülker hakkında da bilgi sahibi olur. Ülkeler arası veri toplama işi için devlet çok büyük bütçe ayırır ve devlet başkanlarına da örtülü ödenek adı altında sorgulanamayan ve açıklanmayan bütçeler oluşturulur… hepsinin amacı bilgiyi sağlıklı ve başkasının bilgisi üzerinden veri almamak içindir. Eğer bir ülke verileri başka ülkelerin gizli servislerinden elde ediyorsa, o ülke sömürge ya da yeni yarı sömürge adı verilen ülke kategorisi içindedir…

 

Tarihin en önemli/kanlı olaylarından biri Yahudi soykırımıdır ve kimse o soykırım ile gerçek anlamda bugüne kadar yüzleşmedi, göstermelik bir mahkeme kuruldu Dresden’de ve orada işine gelinenler alındı, suçlu olanlar suçun mahiyeti fazla yüzleşilmeden karar verildi ve kapatıldı... Çünkü Almanya’dan gerekli veriler alınmıştır ve onlar ve teknolojileri kendi çıkarları için kullanılacaktır… Yahudiler yaşadıkları ile kaldılar ve göstermelik birkaç pozitif ayrımcılık! Avrupa’da bugün dahi Yahudi düşmanlığı toplum içinde karşılık buluyorsa eğer, toplumsal olarak yüzleşilmediği içindir…

 

Tarih önünde geçmiş ile yüzleşildiğine dair bugüne kadar gerçek anlamda bir belge ne yazık ki bulamadım...

 

Kazananlar tarihi kendilerine göre yazıp geçmişi mahkum etmişlerdir...

 

Irak ve Saddam Hüseyin, Libya ve Kaddafi unutulmaması gereken dersler ile doludur… İşgalci devletlerin liderleri kendi toplumuna nasıl yalan söylediği bugün artık ortada, saklanmıyor bile… Peki, işgal edilmiş olan ülkede yaşayanların kaçı bunun farkında, çünkü farkında olsalar kendi içlerinde koltuk kavgasında birbirlerini boğazlıyor olmazlardı… Savaşın içinde yaşayanlara öyle bir ortam yaratıyorlar ki, insanların can kaygıları yüzünden düşünmeye fırsatları bile olmuyor. İnsanın elinden düşünme hakkını bile alıyorlar, bırakın yaşam hakkını… Düğmeye basılarak oluşturulan ortamda başta kim olursa olsun, yaşam hakkı oldukları için şükreder konuma getiriliyor halk…

 

Bugün ülkeler içinde iç savaş devam ediyorsa eğer, oradan çatışmadan yararlananların var olduğu içindir. Savaş, kan üzerinden büyük kar elde edilmesidir ve emperyalist devletlerin en büyük gelir kaynakları ve giderleri savaş üzerine oturtulmuştur… Emperyalizm var olduğu sürece iç ve ülkeler arası savaşlar eksik olmayacaktır, çünkü onların savaş alanları teknolojilerin alanda denenmesinden başka şey değildir.

 

Devletlerin tarihi veriler ile bakıldığında somut durumun somut tahlilini yaparken falcıya ihtiyaç duyulmaz, çünkü devlet arasında düşmanlık ve kardeşlik yoktur, sadece çıkarlar ve çıkar çatışmaları vardır. Vazgeçilmez diye bir şey olmaz, her kişi/ şey devlet içinde çıkarlara göre vazgeçir ve yerine hemen yenisi ikame edilir... Kimsede yeni gelene karşı bir şey diyemez, “giden paşam gelen ağam olur”, “ağa gider atanmış gelir” olasılıklar çoktur ve bu değişimin çarkına çomak sokmak için de elde kontrol dışı bağımsız verilerin olması şarttır…

 

 

İsmail Cem Özkan