Kurtuluş sözlü tarihini oluşturuyor!
Bazı kitaplar elimizde olan ve okumakta olduğumuz kitabın
önüne geçebilir, bu okuyanın ilgi alanı ile ilgilidir. Kurtuluş Örgütü 40.
yılını doldurmuş ve ‘Kurtuluş Kendini Anlatıyor, Kurucular I ve II*) kitapları
kısa bir süre önce yayınlandı. Kitap tanıtım toplantısını İstanbul’da yaptılar.
Ben de o toplantıya gözlemci olarak katıldım ve orada elde ettiğim kitabı henüz
yoldayken okumaya başladım. Çünkü kurucu üyelerden ve üyelerden birçoğunu
dostluk ilişkisi içerisinde zaman içinde tanımıştım. Elbette, benim tanıma
sürecim 12 Eylül öncesi mahallemizde oturan Kurtuluşçular ile başlar. Yabancısı
olmadığım bir örgütün 40 yıl sonra yaptığı tarih çalışması elbette ilgimi
çekmişti.
Kurtuluş örgütü kırk yıl önce bir cezaevi süreci içerisinde
başlayan dostluk – yoldaşlık (68 kuşağında dostluklar önemli yer tutmaktadır,
her ne kadar yoldaş da olsalar dostluk ve insani ilişkiler öne
çıkabilmektedir.) ilişkisinin yoldaşlık ilişkisine dönüşmesi
sürecinde oluşmuş. Bir birine güvenen, yenidünya perspektifi oluşmakta iken bu
sürecin basamakları okumuş olduğum iki ciltlik kitapta ayrıntılı bir şekilde
işlenmiş. Her bir kurucu kendi duruşuna göre olayları yorumlamış. İlhami Aras,
Ali Demir, Şaban İba, Mahir Sayın, Mustafa Kemal Kaçaroğlu, İsmet Öztürk ve
Doğan Tarkan Kurtuluş Örgütü kurucuları duruş noktalarına göre ve o gün ki
algılayışlarını da eleştirel bir göz ile sohbet ve soru yönlendirmesi eşliğinde
okuyucuya içtenlikle sunmaktalar.
Her biri kendi gözlemleri ve algılarına göre aynı olaya
farklı bir açıdan yaklaşmışlar. Örgüt içinde oluşan ve var olan ayrışmalar,
farklı tepkiler, 12 Eylül öncesi zorunlu olarak sürüklendikleri siyasi ortam ve
o ortam dışında yapmayı planlandıkları ama zamanı ‘iyi kullanmamaktan’
kaynaklanan geriye düşüşler. Tespitler yapılıyor ama o tespite uygun örgütsel
esneklik sağlanamaması içtenlik ile her bir kurucu kendi açısından aktarıyor.
Sadece içinde bulundukları, dedikoduya kaçmadan, yaşadıklarını anlatıyorlar. O
şöyle demişti, bu böyle demişti dedikodusuna kaçmadan ve bir birinin hakkını
vererek duruş noktalarına göre ince göndermeler ile eleştiri oklarını
sakınmadan kullandıkları başarılı sözlü tarih olmuş. Resmi Kurtuluş Örgütü
tarihi dışında kurucuların bakışı ile sübjektif bir tarih artık elimizin altındadır.
Araştırmacılar resmi Kurtuluş Örgütü tarihi (Kurtuluş Siyasi Dergi
ve o dönem içinde çıkarılmış el ilanları, afişler, haftalık dergi, aylık dergi,
yeraltı yayın organı, yurt içi ve dışında yayınlar, örgüt içinde yapılmış
kongre ve konferans, Merkez Komite Tutanakları…) dışında oluşturulmuş olan bu
sübjektif tarih ile zengin bir kaynağa kavuşmuş oldular.
12 Eylül öncesi ve 12 Mart sonrasını daha iyi anlayabilmek
ve o dönemde örgütlenme ve insan ilişkilerini yakalayabilmek için sol
pencereden açılmış bir fırsattır. Her şey yolunda gider gibi gözükürken,
önceden tespit edilmiş 12 Eylül faşist darbesi söz konusu edilmişken, darbe
geldiği gün ve sabahı yaşanan olayları kurucuların gözü ile başka bir alandan
görme imkanına eriyoruz, çünkü kabaca bizim yaşadıklarımız ile örgüt
liderlerinin yaşadıkları ve onların tepkisi farklıdır. Biz onlara göre daha az
sorumluyuz ve bizim saklayacağımız, yönlendireceğimiz fazla bir şey yokken,
örgüt liderleri birden kendi ağırlıklarının çok üstünde bir yükün altına girdiler.
12 Eylül darbesine kadar olan süreçte sağlı sollu beş bin insan ölmüş, ülke
cephelere bürünmüş, katliamlar ve sokak cinayetleri artık sıradanlaştırılmış,
ki darbe için ortam oluşturulmuş, bu süreç içinde taraf olan ve muhatap
olanların yaşadıklarına lider kadroların gözü ile bakıyoruz.
THKP-C’si lider kadrosunun toprağa düştüğü süreç içerisinde
onun devamı olan kadrolar o dönemde cezaevinde süreç hakkında tam bilgiye sahip
olmadan, geçmişin analizlini yapmaktadır. ‘Öncü Savaş’ kavramı sesli olarak
eleştirirken, öte yandan yeni bir ayrılığın tohumu ekiliyordu. 12 Mart
yenilgisi kesin olarak ortaya çıktığında ve af yasası ile cezaevleri
boşaldığında, o dönemin radikal gençlik örgütünün yaşayan kadroları yeni yol
ayrımına gelmiş ve birden aynı kökten ama farklı ideolojik zemin üzerinden
örgütlemeye giriştiler. Aslında girişmek yanlış bir kelime zorunlu oldular,
çünkü yaşam boşluk kabul etmiyordu ve yeni ortam geleceğe doğru adım atacaklara
ilk adımı zorunlu kılmıştı. İlk adım atmadan kendi köşesine çekilenler
çekilmiş… Gençlik içinde arayışlar birlik zemini üzerinden tartışmalar ve fikir
alış verişleri üzerinden yürütülürken, yan yana olduğu düşünülenler başka bir
kulvarda dergi çıkarmak ile ayrılıyor, bunun yaratmış olduğu bir hayal
kırıklığı ve ‘artık baş başa kaldık, yapacak başka şey yok, yola çıkalım’
içgüdüsü ile geri kalanlar da örgüt olmadan önce hareket olmak için yapılanmaya
gidiyorlar. Önceleri geçici olarak kurulan yapılanmalar kurumlaşma yolunda adım
atıyorlar. Kendilerinden önce dergi çıkaran ve gençlik içinde büyük bir taban
bulan Devrimci Gençlik onların önünde bir rol modeli olarak ortaya çıkmıştır.
Onlar ile aynı zemin ve benzer düşünceleri savunarak (her ne kadar söylemde
fark olsa da pratik söylenenlerin yerine geçmişin eleştirisini oluşturuyordu.) kamuoyunun
önüne önce bir bildiri arkasından dergi ile çıkıyorlar… Devrimci Yol dergisini
çıkaracakların ilk adımı Devrimci Gençlik Dergisidir. Ve bu dergi birlik
arayışlarını daha sonra kendilerine Kurtuluşçu diyenler için birlik toplantıları
bir anlamda sonlandırması ve örgüt kurmak için adım atılmasını zorunlu kılmış.
Devrimci Yol – Kurtuluş ayrılığı Kurtuluşçular ile başlangıç noktası kabul
edildiğini bu kitaptan öğreniyoruz. O ayrılık bir anlamda dostlukların yeniden
adlandırıldığı ve altının doldurulduğu, dostluğun ötesine geçen yoldaşlık
ilişkisine doğru evirilmesidir. İki kitabın içeriğinde bu ayrılık ayrıntılı
olarak işlenmekte ve kişilik tahlillerine kadar bilgi bulunmaktadır.
Yetmişli yıllar anti faşist mücadelenin yükseldiği yıllardır
ve yaşam; o yıllarda örgüte katılanlara bir çok şeyi yaşama imkanı vermeden
silahlı mücadelenin içinde bulduğu zaman birimidir. 68 kuşağı gibi tercih ile
değil, zorunluluk ile bir hareketin içinde taraf olma ya da karşı olma daha
doğrusu kendisini tanımlaya rakip gördüğü harekata göre yaptığı süreçtir. Aynı
kökten gelen Devrimci Yol ülke çapında ve gençlik içinde önemli bir örgütlü
güce ulaşırken Kurtuluş Harekatı bu kulvarda biraz daha geç başlamasının
zorluklarını yaşamaktadır. Fakat duruş noktaları ve örgüte bakışları da artık
farklıdır. En önemli farklılık Kürt sorununa bakış açısındadır. Kurtuluş
Kürdistan örgütü kurmak için adımlar atmakta ve ona yönelik yapılanma
çabasındadır ama süreç bunu pek olanaklı kılmamış. Kürdistan örgütleri arasında
bir Türk devrimci harekatının ayrı bir seksiyon örgütü olarak var olması
zordur, kadro harekatı için yetişmiş bir bakış açısı olsa da kadro sorunu bunu
12 Eylül darbesi sürecinde yarım bıraktıracaktır.
Sol içi çatışmalardan Kurtuluş’ta örgütlülüğü artığı oranda
kendi payına düşeni alacaktır. Tarihe damgasını vuran aynı kökten gelen ve aynı
kesimlere seslenen Devrimci Yol ile kanlı çatışmalara sahne olacaktır.
Karşılıklı kadroları ölecek ve yararlanacaktır. İki örgüt arasında iletişim
eksikliği çatışmalara zemin hazırlayacaktır. Rekabet koşulları sol içinde
çatışmayı körüklerken o dönemde çatıştıkları esas kesim faşistler ve devlet
güçleri hiçbir şekilde bu çatışmanın arasına girmemiş ve “yesinler
birbirlerini” diyerek uzaktan izlemek ile yetinmişler.
Kurtuluş örgüt olduktan sonra da birlik ve beraber iş yapma
arayışları olmuş olsa da buna zaman ve olaylar izin vermez, insanlar gelmekte
olan darbenin rüzgarına bağlı kalarak savrulmaktalar. O dönemde var olan tüm
sol yapılar gelmekte olanı işaret etmiş olmalarına rağmen ona göre örgütsel
yapılarını konumlandıramamış, örgütsel yapılarını dönüştürememiştir, çünkü
günde en az on kişinin öldüğü zaman diliminde kimse bu değişimi yapacak
örgütsel bağa sahip gibi gözükmüş olsa da yapacak bir nefeslik zaman
bulamamışlardır.
Doğan Fırtına, “ben devrimcinin katili olacağıma o devrimci
benim katilim olsun; ben devrimci katil olarak yaşayamam.” lafını Mahir Sayın
sürekli anımsatmasına rağmen ne yazık ki sol içi çatışmada bu söz o dönem
çatışma koşulları içinde havada kalmıştır.
Kolektif önderlik o dönemin örgütlerinin seçmiş olduğu bir
örgütlenme biçimidir. O dönemde çoğu şey en azından polisin gözünün önünde
oluyordu. Polis bütün örgütlerin lider kadrosunu tanıdığı ve ona göre
operasyonel çalışma yaptığını 12 Eylül ile görecektik. 12 Mart darbesinden ders
alan darbeciler o tecrübe ile en tehlikeli gördükleri örgütlerden başlayarak
merkezi operasyonlar düzenlemiş. Kurtuluş bu süreç içinde diğerlerine göre daha
şanslıdır. Darbe sonrası “geri çekilme taktiği” adı altında kendisini korumaya almaya
çalışmış… İki merkez komite üyesini (yayınlardan sorumlu) darbenin ilk
aylarında yurt dışına çıkaracak örgütlü yapısı olmasına rağmen işler teoride
olduğu gibi gitmeyecektir. Merkez komitesi üyeleri yurt dışına çıktığında ya da
cezaevine girdiğinde merkez komite üyeliği tüzük gereği sona ermektedir.
Onların yerine gelen merkez komite üyeleri ise geçmiş işleyişten birebir
haberleri olmaması işleyişte kopukluk yaratmıştır. Her üye kendi duruşuna göre
ve acil ihtiyaçlara göre karar almakta ve iletişimden ve lojistikten kaynaklı
habersiz kalmışlardır. Yurt dışında çıkan bir dergi ayrılık olarak algılanmış
ve o algılayışlar örgütsel zaaflara yol açmış…
Örgüt kendisini koruma altında almış olduğu karar gelmekte
olanı biraz ötelemiş olsa da diğer örgütler gibi hemen değil ama zaman içinde
dağılmaya ve yenilgi sürecini yaşamış.
Yenilgi sonrasında bu kitap örgütsel ayrılığı ayrıntılı
olarak işlememektedir. O sürece kısaca dokunulduğu ama ayrıntısını başka bir
çalışmaya bırakılan bir noktadır…
Kitap başlamış ve bitmiş bir harekatın yaşadıklarını
sübjektif tarih bilgisi eşliğinde yalın, abartısız, tahlilleri tamamı ile
anlatanın duruşuna göredir… İki ölen merkez komitesi üyesinin (Doğan Tarkan ve
İsmet Öztürk) tekrar gözden geçiremediği ama olduğu gibi alınan tutanaklar bu
kitapta yer bulmaktadır. Tekrar gözden geçirdiklerinde mutlaka bir şeyler
ekleyip çıkaracaklardı ama bütünü bozan görebildiğim bir anlatım yok…
Kitap da bulabileceğiniz birçok ayrıntı var, elbette duruş
noktanıza göre bazı ayrıntılar sizin için önemli olabilir. Geçmişin
değerlendirmesi yapılırken o dönemde yer almış örgütler ve o örgütleri
oluşturan merkez (çekirdek) kadronun anıları önemlidir.
Tarih resmi yazılabilir ama karşılaştırmalı tarih
araştırması yapanlar için bu anılar çok önemlidir.
Bir örgütün tarihini incelerken, rekabet içinde olduğu ve
çatıştığı Devrimci Yol’u anlamak için Kurtuluş kuruluş sürecini ve 12 Eylül’e
giden sürece bakmak önemlidir, bakılmazsa büyük bir eksiklik olur
düşüncesindeyim.
Kurtuluşçular da kendi tarihlerini başka örgütlerin içinde
yer almış lider kadrosunun anılarını okuyacaktır. Çünkü o dönemde devrimci
olanlar üstelerine düşen görevi yapmıştır ve birbirlerinden etkilenmişler ve
bir birileri ile rekabet içinde olmuşlardır.
Düşünce yapısı, çatışmaları, ortaklaştıkları noktalar,
duygusal tepkileri hepsi bir bütünün parçasıdır. Tek bir paçayı doğu kabul
ettiğinizde orada tarih size birçok şeyi yalan söyler... Tarih size yalan
söylemesini istemiyorsanız, resmi tarihi yazılarını ve belgelerini araştırmacı
göz ile okuyun, çünkü resmi tarih ve söylem sadece bir bütünün parçasıdır.
Yenilgi süreci ve bugün bir türlü ayaklarının üstüne
kitlesel olarak basamayan yapıların sorunları geçmişin ilişkilerinde yaratılmış
sorunlar ve çatışmalar da duruyor… geçmiş ile gerçek anlamda yüzleşmeyenler
eteklerine biriktirdikleri taşları fırsat bulduklarında birlik için değil
ayrılık için kullanarak bir birlerini suçlamışlardır. Bugün geçmiş
ilişki içinden gelen ve bir birine selam vermeyen, görüşmeyen birçok devrimciyi
görmemiz şaşırtıcı değildir. Bunun temelinde geçmişin acılarının yaratmış
olduğu travma ve o travmanın gerçek anlamda analiz edilememesinden
kaynaklanıyor. Elbette kişisel olarak birçok insan hata yapabilir, hata
yapılmamış olsa zaten yenilgi olmazdı. Her türlü yenilgide hepimizin biraz da
olsa katkısı vardır, fakat bu katkıyı görmezden gelip kendi düştüğü durumu ve
yaşadığı acıyı başkasını suçlayarak kurtulmaya çalışmak, sahip çıkılmadı, bizi
ortalıkta çaresiz bıraktı diye suçlamak işin en kolaydır. Elbette örgütler bütün
kadrolarına ve sempatizanlarına ve onların ailelerine sahip çıkabilecek güçleri
olsaydı, ne yazık ki yenilgi sürecinde her birey bir şekilde feodal ilişkiler
içinde kendi ailelerinin katkıları ile bir şekilde ayakta durmuş ve ortak
oluşturdukları bütçe ile bir nebzede olsa parçalı olarak yararlanmışlardır.
Örgüt duygusal olarak devam etmiş, aidat duygusu bireylerde hep var olmuş
olması örgütün olduğu anlamına gelmiyor. Ne yazık ki bu yaşanan yenilgi süreci
dağınıklığın temel birikimini yaratmıştır. Onun üstüne ideolojik olarak
zayıflama ve Sovyet sisteminin tamamı ile tarih sahnesine yer alması ayrı bir
basınç uygulamıştır. Her ne kadar bireyler bu saldırılar karşısında dik durmak
için çareler aramış, bir birinden habersiz yayınlar çıkararak nefes alabilecekleri
ortam yaratmış olsalar da bugün yaşanan dağınıklığın ne yazık ki önüne
geçilmemiştir. Kurulan ve dağılan ve yeniden kurulan bir araya gelmeler her ne
kadar yasal parti, dernek, vakıf adları ile olsa da sadece geçmişin aidat
duygusu ile orada olunduğu gerçeğini ortadan kaldıramıyoruz. Aynı kökten
gelenler sorunlar karşısında ortak tepkiler vermesi bir kültürün varlığını
ispat eder ama o kültür ne yazık ki eteklerde birikmiş taşları ortadan
kaldırmaya yetmiyor.
Her devrimcinin yapması gerekeni zamana ve zamanın ruhuna
bakarak anlaşılır kılmak önemlidir, bugünden bakarak birilerini suçlamak
kolaydır, ama o dönemi suçlayıcı değil anlamaya dayalı anılar okumalıdır diye
düşünüyorum. Eğer anlayabilirsek o geçtiğimiz yollardan bir daha karbon kağıdı
lekesi ile geçmeyiz…
İsmail Cem Özkan
* Kurtuluş Kendini Anlatıyor. Kurucular I ve II, Dipnot
Yayınları – Ankara, 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.