Galata Gazete


20 Haziran 2016 Pazartesi

Kurtuluş sözlü tarihini oluşturuyor!

Kurtuluş sözlü tarihini oluşturuyor!


Bazı kitaplar elimizde olan ve okumakta olduğumuz kitabın önüne geçebilir, bu okuyanın ilgi alanı ile ilgilidir. Kurtuluş Örgütü 40. yılını doldurmuş ve ‘Kurtuluş Kendini Anlatıyor, Kurucular I ve II*) kitapları kısa bir süre önce yayınlandı. Kitap tanıtım toplantısını İstanbul’da yaptılar. Ben de o toplantıya gözlemci olarak katıldım ve orada elde ettiğim kitabı henüz yoldayken okumaya başladım. Çünkü kurucu üyelerden ve üyelerden birçoğunu dostluk ilişkisi içerisinde zaman içinde tanımıştım. Elbette, benim tanıma sürecim 12 Eylül öncesi mahallemizde oturan Kurtuluşçular ile başlar. Yabancısı olmadığım bir örgütün 40 yıl sonra yaptığı tarih çalışması elbette ilgimi çekmişti.
Kurtuluş örgütü kırk yıl önce bir cezaevi süreci içerisinde başlayan dostluk – yoldaşlık (68 kuşağında dostluklar önemli yer tutmaktadır, her ne kadar yoldaş da olsalar dostluk ve insani ilişkiler öne çıkabilmektedir.)  ilişkisinin yoldaşlık ilişkisine dönüşmesi sürecinde oluşmuş. Bir birine güvenen, yenidünya perspektifi oluşmakta iken bu sürecin basamakları okumuş olduğum iki ciltlik kitapta ayrıntılı bir şekilde işlenmiş. Her bir kurucu kendi duruşuna göre olayları yorumlamış. İlhami Aras, Ali Demir, Şaban İba, Mahir Sayın, Mustafa Kemal Kaçaroğlu, İsmet Öztürk ve Doğan Tarkan Kurtuluş Örgütü kurucuları duruş noktalarına göre ve o gün ki algılayışlarını da eleştirel bir göz ile sohbet ve soru yönlendirmesi eşliğinde okuyucuya içtenlikle sunmaktalar.
Her biri kendi gözlemleri ve algılarına göre aynı olaya farklı bir açıdan yaklaşmışlar. Örgüt içinde oluşan ve var olan ayrışmalar, farklı tepkiler, 12 Eylül öncesi zorunlu olarak sürüklendikleri siyasi ortam ve o ortam dışında yapmayı planlandıkları ama zamanı ‘iyi kullanmamaktan’ kaynaklanan geriye düşüşler. Tespitler yapılıyor ama o tespite uygun örgütsel esneklik sağlanamaması içtenlik ile her bir kurucu kendi açısından aktarıyor. Sadece içinde bulundukları, dedikoduya kaçmadan, yaşadıklarını anlatıyorlar. O şöyle demişti, bu böyle demişti dedikodusuna kaçmadan ve bir birinin hakkını vererek duruş noktalarına göre ince göndermeler ile eleştiri oklarını sakınmadan kullandıkları başarılı sözlü tarih olmuş. Resmi Kurtuluş Örgütü tarihi dışında kurucuların bakışı ile sübjektif bir tarih artık elimizin altındadır. Araştırmacılar resmi Kurtuluş Örgütü tarihi  (Kurtuluş Siyasi Dergi ve o dönem içinde çıkarılmış el ilanları, afişler, haftalık dergi, aylık dergi, yeraltı yayın organı, yurt içi ve dışında yayınlar, örgüt içinde yapılmış kongre ve konferans, Merkez Komite Tutanakları…) dışında oluşturulmuş olan bu sübjektif tarih ile zengin bir kaynağa kavuşmuş oldular.
12 Eylül öncesi ve 12 Mart sonrasını daha iyi anlayabilmek ve o dönemde örgütlenme ve insan ilişkilerini yakalayabilmek için sol pencereden açılmış bir fırsattır. Her şey yolunda gider gibi gözükürken, önceden tespit edilmiş 12 Eylül faşist darbesi söz konusu edilmişken, darbe geldiği gün ve sabahı yaşanan olayları kurucuların gözü ile başka bir alandan görme imkanına eriyoruz, çünkü kabaca bizim yaşadıklarımız ile örgüt liderlerinin yaşadıkları ve onların tepkisi farklıdır. Biz onlara göre daha az sorumluyuz ve bizim saklayacağımız, yönlendireceğimiz fazla bir şey yokken, örgüt liderleri birden kendi ağırlıklarının çok üstünde bir yükün altına girdiler. 12 Eylül darbesine kadar olan süreçte sağlı sollu beş bin insan ölmüş, ülke cephelere bürünmüş, katliamlar ve sokak cinayetleri artık sıradanlaştırılmış, ki darbe için ortam oluşturulmuş, bu süreç içinde taraf olan ve muhatap olanların yaşadıklarına lider kadroların gözü ile bakıyoruz.
THKP-C’si lider kadrosunun toprağa düştüğü süreç içerisinde onun devamı olan kadrolar o dönemde cezaevinde süreç hakkında tam bilgiye sahip olmadan, geçmişin analizlini yapmaktadır. ‘Öncü Savaş’ kavramı sesli olarak eleştirirken, öte yandan yeni bir ayrılığın tohumu ekiliyordu. 12 Mart yenilgisi kesin olarak ortaya çıktığında ve af yasası ile cezaevleri boşaldığında, o dönemin radikal gençlik örgütünün yaşayan kadroları yeni yol ayrımına gelmiş ve birden aynı kökten ama farklı ideolojik zemin üzerinden örgütlemeye giriştiler. Aslında girişmek yanlış bir kelime zorunlu oldular, çünkü yaşam boşluk kabul etmiyordu ve yeni ortam geleceğe doğru adım atacaklara ilk adımı zorunlu kılmıştı. İlk adım atmadan kendi köşesine çekilenler çekilmiş… Gençlik içinde arayışlar birlik zemini üzerinden tartışmalar ve fikir alış verişleri üzerinden yürütülürken, yan yana olduğu düşünülenler başka bir kulvarda dergi çıkarmak ile ayrılıyor, bunun yaratmış olduğu bir hayal kırıklığı ve ‘artık baş başa kaldık, yapacak başka şey yok, yola çıkalım’ içgüdüsü ile geri kalanlar da örgüt olmadan önce hareket olmak için yapılanmaya gidiyorlar. Önceleri geçici olarak kurulan yapılanmalar kurumlaşma yolunda adım atıyorlar. Kendilerinden önce dergi çıkaran ve gençlik içinde büyük bir taban bulan Devrimci Gençlik onların önünde bir rol modeli olarak ortaya çıkmıştır. Onlar ile aynı zemin ve benzer düşünceleri savunarak (her ne kadar söylemde fark olsa da pratik söylenenlerin yerine geçmişin eleştirisini oluşturuyordu.)  kamuoyunun önüne önce bir bildiri arkasından dergi ile çıkıyorlar… Devrimci Yol dergisini çıkaracakların ilk adımı Devrimci Gençlik Dergisidir. Ve bu dergi birlik arayışlarını daha sonra kendilerine Kurtuluşçu diyenler için birlik toplantıları bir anlamda sonlandırması ve örgüt kurmak için adım atılmasını zorunlu kılmış. Devrimci Yol – Kurtuluş ayrılığı Kurtuluşçular ile başlangıç noktası kabul edildiğini bu kitaptan öğreniyoruz. O ayrılık bir anlamda dostlukların yeniden adlandırıldığı ve altının doldurulduğu, dostluğun ötesine geçen yoldaşlık ilişkisine doğru evirilmesidir. İki kitabın içeriğinde bu ayrılık ayrıntılı olarak işlenmekte ve kişilik tahlillerine kadar bilgi bulunmaktadır.
Yetmişli yıllar anti faşist mücadelenin yükseldiği yıllardır ve yaşam; o yıllarda örgüte katılanlara bir çok şeyi yaşama imkanı vermeden silahlı mücadelenin içinde bulduğu zaman birimidir. 68 kuşağı gibi tercih ile değil, zorunluluk ile bir hareketin içinde taraf olma ya da karşı olma daha doğrusu kendisini tanımlaya rakip gördüğü harekata göre yaptığı süreçtir. Aynı kökten gelen Devrimci Yol ülke çapında ve gençlik içinde önemli bir örgütlü güce ulaşırken Kurtuluş Harekatı bu kulvarda biraz daha geç başlamasının zorluklarını yaşamaktadır. Fakat duruş noktaları ve örgüte bakışları da artık farklıdır. En önemli farklılık Kürt sorununa bakış açısındadır. Kurtuluş Kürdistan örgütü kurmak için adımlar atmakta ve ona yönelik yapılanma çabasındadır ama süreç bunu pek olanaklı kılmamış. Kürdistan örgütleri arasında bir Türk devrimci harekatının ayrı bir seksiyon örgütü olarak var olması zordur, kadro harekatı için yetişmiş bir bakış açısı olsa da kadro sorunu bunu 12 Eylül darbesi sürecinde yarım bıraktıracaktır.
Sol içi çatışmalardan Kurtuluş’ta örgütlülüğü artığı oranda kendi payına düşeni alacaktır. Tarihe damgasını vuran aynı kökten gelen ve aynı kesimlere seslenen Devrimci Yol ile kanlı çatışmalara sahne olacaktır. Karşılıklı kadroları ölecek ve yararlanacaktır. İki örgüt arasında iletişim eksikliği çatışmalara zemin hazırlayacaktır. Rekabet koşulları sol içinde çatışmayı körüklerken o dönemde çatıştıkları esas kesim faşistler ve devlet güçleri hiçbir şekilde bu çatışmanın arasına girmemiş ve “yesinler birbirlerini” diyerek uzaktan izlemek ile yetinmişler.
Kurtuluş örgüt olduktan sonra da birlik ve beraber iş yapma arayışları olmuş olsa da buna zaman ve olaylar izin vermez, insanlar gelmekte olan darbenin rüzgarına bağlı kalarak savrulmaktalar. O dönemde var olan tüm sol yapılar gelmekte olanı işaret etmiş olmalarına rağmen ona göre örgütsel yapılarını konumlandıramamış, örgütsel yapılarını dönüştürememiştir, çünkü günde en az on kişinin öldüğü zaman diliminde kimse bu değişimi yapacak örgütsel bağa sahip gibi gözükmüş olsa da yapacak bir nefeslik zaman bulamamışlardır.
Doğan Fırtına, “ben devrimcinin katili olacağıma o devrimci benim katilim olsun; ben devrimci katil olarak yaşayamam.” lafını Mahir Sayın sürekli anımsatmasına rağmen ne yazık ki sol içi çatışmada bu söz o dönem çatışma koşulları içinde havada kalmıştır.
Kolektif önderlik o dönemin örgütlerinin seçmiş olduğu bir örgütlenme biçimidir. O dönemde çoğu şey en azından polisin gözünün önünde oluyordu. Polis bütün örgütlerin lider kadrosunu tanıdığı ve ona göre operasyonel çalışma yaptığını 12 Eylül ile görecektik. 12 Mart darbesinden ders alan darbeciler o tecrübe ile en tehlikeli gördükleri örgütlerden başlayarak merkezi operasyonlar düzenlemiş. Kurtuluş bu süreç içinde diğerlerine göre daha şanslıdır. Darbe sonrası “geri çekilme taktiği” adı altında kendisini korumaya almaya çalışmış… İki merkez komite üyesini (yayınlardan sorumlu) darbenin ilk aylarında yurt dışına çıkaracak örgütlü yapısı olmasına rağmen işler teoride olduğu gibi gitmeyecektir. Merkez komitesi üyeleri yurt dışına çıktığında ya da cezaevine girdiğinde merkez komite üyeliği tüzük gereği sona ermektedir. Onların yerine gelen merkez komite üyeleri ise geçmiş işleyişten birebir haberleri olmaması işleyişte kopukluk yaratmıştır. Her üye kendi duruşuna göre ve acil ihtiyaçlara göre karar almakta ve iletişimden ve lojistikten kaynaklı habersiz kalmışlardır. Yurt dışında çıkan bir dergi ayrılık olarak algılanmış ve o algılayışlar örgütsel zaaflara yol açmış…
Örgüt kendisini koruma altında almış olduğu karar gelmekte olanı biraz ötelemiş olsa da diğer örgütler gibi hemen değil ama zaman içinde dağılmaya ve yenilgi sürecini yaşamış.
Yenilgi sonrasında bu kitap örgütsel ayrılığı ayrıntılı olarak işlememektedir. O sürece kısaca dokunulduğu ama ayrıntısını başka bir çalışmaya bırakılan bir noktadır…  
Kitap başlamış ve bitmiş bir harekatın yaşadıklarını sübjektif tarih bilgisi eşliğinde yalın, abartısız, tahlilleri tamamı ile anlatanın duruşuna göredir… İki ölen merkez komitesi üyesinin (Doğan Tarkan ve İsmet Öztürk) tekrar gözden geçiremediği ama olduğu gibi alınan tutanaklar bu kitapta yer bulmaktadır. Tekrar gözden geçirdiklerinde mutlaka bir şeyler ekleyip çıkaracaklardı ama bütünü bozan görebildiğim bir anlatım yok…
Kitap da bulabileceğiniz birçok ayrıntı var, elbette duruş noktanıza göre bazı ayrıntılar sizin için önemli olabilir. Geçmişin değerlendirmesi yapılırken o dönemde yer almış örgütler ve o örgütleri oluşturan merkez (çekirdek) kadronun anıları önemlidir.
Tarih resmi yazılabilir ama karşılaştırmalı tarih araştırması yapanlar için bu anılar çok önemlidir.
Bir örgütün tarihini incelerken, rekabet içinde olduğu ve çatıştığı Devrimci Yol’u anlamak için Kurtuluş kuruluş sürecini ve 12 Eylül’e giden sürece bakmak önemlidir, bakılmazsa büyük bir eksiklik olur düşüncesindeyim.
Kurtuluşçular da kendi tarihlerini başka örgütlerin içinde yer almış lider kadrosunun anılarını okuyacaktır. Çünkü o dönemde devrimci olanlar üstelerine düşen görevi yapmıştır ve birbirlerinden etkilenmişler ve bir birileri ile rekabet içinde olmuşlardır.
Düşünce yapısı, çatışmaları, ortaklaştıkları noktalar, duygusal tepkileri hepsi bir bütünün parçasıdır. Tek bir paçayı doğu kabul ettiğinizde orada tarih size birçok şeyi yalan söyler... Tarih size yalan söylemesini istemiyorsanız, resmi tarihi yazılarını ve belgelerini araştırmacı göz ile okuyun, çünkü resmi tarih ve söylem sadece bir bütünün parçasıdır.
Yenilgi süreci ve bugün bir türlü ayaklarının üstüne kitlesel olarak basamayan yapıların sorunları geçmişin ilişkilerinde yaratılmış sorunlar ve çatışmalar da duruyor… geçmiş ile gerçek anlamda yüzleşmeyenler eteklerine biriktirdikleri taşları fırsat bulduklarında birlik için değil ayrılık için kullanarak bir birlerini suçlamışlardır.  Bugün geçmiş ilişki içinden gelen ve bir birine selam vermeyen, görüşmeyen birçok devrimciyi görmemiz şaşırtıcı değildir. Bunun temelinde geçmişin acılarının yaratmış olduğu travma ve o travmanın gerçek anlamda analiz edilememesinden kaynaklanıyor. Elbette kişisel olarak birçok insan hata yapabilir, hata yapılmamış olsa zaten yenilgi olmazdı. Her türlü yenilgide hepimizin biraz da olsa katkısı vardır, fakat bu katkıyı görmezden gelip kendi düştüğü durumu ve yaşadığı acıyı başkasını suçlayarak kurtulmaya çalışmak, sahip çıkılmadı, bizi ortalıkta çaresiz bıraktı diye suçlamak işin en kolaydır. Elbette örgütler bütün kadrolarına ve sempatizanlarına ve onların ailelerine sahip çıkabilecek güçleri olsaydı, ne yazık ki yenilgi sürecinde her birey bir şekilde feodal ilişkiler içinde kendi ailelerinin katkıları ile bir şekilde ayakta durmuş ve ortak oluşturdukları bütçe ile bir nebzede olsa parçalı olarak yararlanmışlardır. Örgüt duygusal olarak devam etmiş, aidat duygusu bireylerde hep var olmuş olması örgütün olduğu anlamına gelmiyor. Ne yazık ki bu yaşanan yenilgi süreci dağınıklığın temel birikimini yaratmıştır. Onun üstüne ideolojik olarak zayıflama ve Sovyet sisteminin tamamı ile tarih sahnesine yer alması ayrı bir basınç uygulamıştır. Her ne kadar bireyler bu saldırılar karşısında dik durmak için çareler aramış, bir birinden habersiz yayınlar çıkararak nefes alabilecekleri ortam yaratmış olsalar da bugün yaşanan dağınıklığın ne yazık ki önüne geçilmemiştir. Kurulan ve dağılan ve yeniden kurulan bir araya gelmeler her ne kadar yasal parti, dernek, vakıf adları ile olsa da sadece geçmişin aidat duygusu ile orada olunduğu gerçeğini ortadan kaldıramıyoruz. Aynı kökten gelenler sorunlar karşısında ortak tepkiler vermesi bir kültürün varlığını ispat eder ama o kültür ne yazık ki eteklerde birikmiş taşları ortadan kaldırmaya yetmiyor.
Her devrimcinin yapması gerekeni zamana ve zamanın ruhuna bakarak anlaşılır kılmak önemlidir, bugünden bakarak birilerini suçlamak kolaydır, ama o dönemi suçlayıcı değil anlamaya dayalı anılar okumalıdır diye düşünüyorum. Eğer anlayabilirsek o geçtiğimiz yollardan bir daha karbon kağıdı lekesi ile geçmeyiz…

İsmail Cem Özkan

* Kurtuluş Kendini Anlatıyor. Kurucular I ve II, Dipnot Yayınları – Ankara, 2016


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.