Sermaye bir yere girdiğinde oranın dokusunu bozar, çünkü yağmalamak için oradadır. Oradan elde edeceği artı değeri kendi kasasında biriktirir ve yeni emperyalist politikalar için oradan elde ettiği birikimi kullanır. Sermayenin olduğu yerde tüketim kaçınılmazdır, hem emeği, hem doğayı hem de var olan tüm değerleri tüketir. Sermayenin o yüzden ne ulusu ne de coğrafyası vardır, her yerde benzer özelikleri ile varlığını korur. Ama sermaye aynı zamanda çok kurnazdır, çünkü kendisini daha güçlü kılmak için yerel işbirlikçileri kendisine kapı kulu yapar ve onlar üzerinden rakip gördüklerini yok etmek için gizli bir savaş yürütür.
Bizim ülkemizde sermayenin serbest dolaşım hakkı ulus devletin temeline 24 Ocak 1980 günü alınan karar ile çakıldı. İlk çatlak böyle oluştu ve o alınan kararların uygulanabilmesi için 12 Eylül kaçınılmazdı. Kaçınılmaz olan darbe bir sabaha karşı radyolarda marşlar çalması ile başladı ve o dönemin tek kanalından generaller konuşarak ülkenin gidişatına el koydular. O el koyma aslında büyük bir rota değişikliğinin habercisi olduğunu o anlayamamıştık, çünkü sıcak iç savaş koşullarında insanlar bu darbeye bilerek ve açıkça hazırlanmıştı ama ona direnecek örgütler ne yazık ki hazır bile değildi. Darbenin ayak seslerinin yerini panzer sesleri aldığında bile direniş yapması gerekenler bir biri ile çatışıyor, ‘pantolon kavgasını’ nasıl önlerizi konuşuyorlardı.
Panzer bir çok direnişçiyi yanımızdan aldı, yaratılan suçlara suçlu bulunması ve davaların çözülmesi için işkence tezgahları genişletildi, en ufak direniş noktasında bile okullar işkence tezgahlarının mekanı oldu. İşkenceler ile olayların failleri yaratıldı, bu sayede olaylar işkence tezgahlarında üstleri örtüldü. Birçok insan işlemediği, hiç bulunmadığı olayların failleri olarak ekranlarda, gazetelerde fotoğrafları yayınlandı, geriye dönüşü olmayan bir şekilde tüm direnlerin, potansiyel olarak direnebilecek olanların üstünden panzer, işkencedeki tazyikli su, Filistin askısından geçerken, toplum sessizce yeni rotasına yani Ortadoğu ülkesi olması yoluna girdi. Siyasi iradenin iradesi başka ülkelerde “bizim çocukların” başarısı için şampanyalar patlatılıyordu.
24 Ocak karalarında ulus devletin korumacı gümrük kapıları açılacaktı. Dışarından her türlü mal ve şirket ülkemizde serbest dolaşım hakkına kavuşacaktı, devlet küçülecek, devletin vermiş olduğu hizmetler özel firmalar ve kişilere devredilecekti. Alınan kararlar hemen uygulamaya kondu, çünkü dünya yeni sistemine kavuşuyordu ve bizlerde yenidünya düzeninde bize verilen rotaya hemen uyum sağlayacaktık. Yenidünya düzeni dedikleri bizim için ‘yeşil kuşak’tı…
12 Eylül günleri ile birlikte hayatımıza birden Rabıta diye bir şey girdi, arkasından Arap sermayesi değişik isimler ile ülkemizde şubeler açtı... Bugün de o şirketler faaliyetlerine devam ediyor, hatta ülkemizin en büyük bankaları Arap sermayesi ile faizli bankacılık yapmaya devam ediyor...
Peki, bu tesadüfen mi oldu?
Elbette değil, Suudi Arabistan’a yeni bir rol verilmişti, Petrolden ettiği gelirleri kontrollü bir şekilde kara paranın cirit attığı alana kaydıracak ve orada yine kontrollü bir şekilde Yeşil Kuşak içinde ki ülkelerde İslam temelli örgütlenmelere ayrılacaktı. Bahane her zaman vardı, komünizm. Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesi bu yol için fırsat olmuştu. İkinci dünya savaşı sonrası kurulan iki dünya arasında ki tampon ülkelerde yeni bir sürecin de ilk işareti o işgal ile ortaya çıkmıştı. Petrol önemli bir silaha dönmüş ve silahı elinde bulunduranların gündemi dünya gündeminden uzaklaştırılacak ve bu sayede onlar kendi sorunları ve savaşları ile ilgilenirken dünya yeni rotasına krizler ve girdaplara girmeden atlatılacaktı. Plan böyleydi ama evdeki hesap çarşıya her zaman uymaz… Carter başkanlıktan uzaklaşması gerekliydi ve o uzaklaşmada İran’da işgal edilen konsolosluk sağlayacaktı.
Sinema oyuncusu ve arkadaşlarını “komünist” diye ihbar etmekle tanınan Reagan yeni bir rolü beyaz perdede oynamayacak tersine Beyaz Saray’da (White House) sahneye koyacaktı.
Reagan başkan olur olmaz Suudi Arabistan eli ile sermaye komünizm ile mücadele eden Taliban, El Kaide gibi CIA denetiminde Arap sermayeli bir örgütlenmelere akmaya başladı. Petrol sermaye için akarken para da CIA eğitimli Gladiyo’lara akıyordu!
O döneme kadar Filistin mücadelesi FKÖ altında tek bir merkezden yürütülürken HAMAS aldı yapı ile ikiye ayrıldı. Müslüman Filistinliler kendilerini Hristiyan ve laik Filistinlilerden ayırdı. Bunun da sermayesinin İsrail’den çıktığı bilgisi ortalıkta uzun süre dolaştı ama ben İsrail ile Suudi sermayesi arasında büyük fark görmüyorum, çünkü büyük birader Amerikanın çıkarlarına uygun hareket etmişlerdir.
O dönemde bu işleri perde arkasında suflör vererek yöneten Bush ailesi olduğu yıllar sonra ortaya çıktı, görünürde bir sinema artisti başkan, arkasında Bush!
Bush ailesi baba ve oğul amerikan siyasi yaşantısına yön verirken aslında dünyayı da değiştirdiler... Carter İran yenilgisi ile içe kapanan Amerika, Bush’un perde arkasında tam etkili olmaya başlaması ile ve üzerine oynadığı figürlere istediği hamleyi yaptırarak dünya üzerinde sert esecek yeni rüzgarında kaynağı olan ideolojiyi (projeyi) hayata geçirdiler.
Saddam ABD için çok önemlidir, çünkü onun sayesinde liberal ekonomi politikası ve ulus devleti ortadan kaldırma operasyonu meşru zeminde sorgulanmadan kabul edilmiş ve sosyal demokratlarda bu sürece yedek değnek ya da baş rolde gibi gözüken katkıları ile dahil olmuştur. İran devrimi güya Amerika’ya karşıdır hatta konsoloslukta rehin tutunmuş vatandaşları vardır ama Amerika Irak'ı İran’ın üzerine saldırtarak İran devrimini yön değiştirmesine ve Humeyni rejimin oturmasına yardım etti.
O olaylar olurken ülkemizde de değişim olmakta ve bizler hızlı bir şekilde Ortadoğu çöllerine iteklenirken bu işi araştıran Uğur Mumcu nereye çomak soktuğunu tam anlayamadan öldürüldü. Üstelik İslam patenli bir örgüt tarafından...
Arka arkaya laik aydınlar seri cinayete kurban gitti, tetikçileri farklı da olsa...
Ulus devleti çökerken bizde birden özelleştirme furyası başladı ve Arap sermayesi ile yeni Ortadoğu lideri bulundu ve çıkarıldı...
Bugün Bush’ların yarattığı politikanın sonucunu yaşamaktayız...
Ulus devleti çöktü, yerine konacak herhangi bir sistem henüz tam olarak hayat bulmadı. Küresel liberalizmin dünyada ki temsilcilerinden Soros ve benzerleri Amerika’da yapılan başkanlık seçiminde kaybettiler, çünkü kendi sonlarını bilmeyerek hazırladılar. Soros karşısında duran bir sermaye grubu dünya imparatorluğunu Amerika devletinin olmasını istiyor, kısaca diğer ülkelerin sermaye grupları ile paylaşmak gibi niyetleri yok!…
Küreselleşme hakları fakirleştirdi, örgütsüzleştirdi, bireyselleştirdi ve var olan tüm değerleri yok etti, değiştirdi… Toplumlar atom çekirdeği gibi parçalanırken, yeniden bir arada olmanın koşullarını ortadan kaldırmaları sermayenin daha rahat ve sorunsuz hareket etmesine olanak sundu. Fakat bu ister istemez kürselleşme karşıtı hareketin de doğmasına ve güçlenmesine sebep oldu, küreselleşme anlatıldığı gibi pembe bir dünya yaratmamış, var olan ülkelerin de parçalanmasına sebep olmuştur.
Amerika’da son yapılan seçimde Trump’in iktidarı alması tesadüfi değildir, çünkü işyerini kaybeden işçiler, emekçiler örgütlü yapılarını kaybetmişler ve çaresiz kalmıştır. Eskiden işçilerin yoğun olduğu ve şimdilerde işsizliğin hakim olduğu yerlerde Trump beklenenin de üstünde oy aldı. İşçiler sağcı bir lideri ırkçı olduğunu bile bile seçti. İş yeri yoksa işçi sınıfı da yok! “Önce Amerika, önce Amerika işçisi” diyerek iktidara gelen Trump söylemde popüler ama uygulamada daha da karanlık noktaya taşıyacak yeni bir sürecinde başlangıcını da sembolize ediyor.
Trump dünyada ırkçılığın ve faşizm dalgasının aynı zamanda istihbarat ve ordularında önemini artıran bir süreç yeni rekabet koşullarını da açığa çıkarmış konumda…
Peki, Trump Bush’ların ortaya koyduğu liberalizmi rafa mı kaldırıyor?
Hayır, kaldırmıyor! Sadece kendi ülkesini dünya imparatoru ilan ediyor, “ya biat edecekler ya da hışmımızın altında ezilecekler” diyebilecek kadar açık sözlüdür...
Amerika için kürselleşme kendi ülkesini koruyan ama diğer ülkeler için devam eden bir süreçtir… Bizim açımızdan değişen bir şey yoktur, sadece algı ve tepki konusunda biraz sert dönemeçler yaşayabiliriz…
Ulus devlet yok, bugün elinizdeki arsalar ve evlerinizde borsada alınıp satılacak yasal düzenleme yapılıyor... Yanisi bu ülkede yaşayanların elinde hiç bir güvence kalmayacak, Amerikalı gelip borsadan istediği arsayı, evi, bölgeyi alıp, taşeron işçiler, işbirlikçi sermaye ile orayı kendisi için verimli hale getirebilecek...
12 Eylül ile birlikte ülkemize Arap sermayesi geldi, halen de gelmeye devam ediyor. Var olan tüm alt yapımız şimdilerde Arap sermayeli ama farklı sermayelerin karmaşık ilişkisi içinde el değiştirmiş durumda. Ulusal bankalarımızın isimleri değişmekte, devlet olanakları ile yaratılan tüm değerlerimiz özelleştirme adı altında ya tamamı ile ortadan kaldırılmış ya da isim değiştirerek (şimdilerde fon adı altında) yaşamaya devam etmektedir… Ülkemizde henüz siyasi kadrolarımız bizim ülkenin insanı ama onların da ne zaman özelleştireceği ya da kayyum ile ortadan kalkacağı meçhuldür… Gerçi küreselleşmede ulus devleti ortadan kalktığına göre ulusal meclis ve idarelerinde olmasına gerek yoktur! Ama elbette bunda söz karar hakkı bizde değil, sistemden yararlanan sermayenin kara vermesi gerekmektedir.
Değişim kaçınılmazdır ama ona karşı dirençte kaçınılmazdır ama esas görev; tüm bu yaşanan girdabın/kaosun dışına çıkıp farklı bir dünya yaratmak.
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.