Kurtuluş Kendini Anlatıyor…
“Yıkmaya çalıştığınız şeye benzerseniz, ortaya çıkan
felaketin telafisi olmaz.”
Bu sıralar 12 Eylül öncesi ve kısa sonrası anıları okuyorum.
Anılarda Devrimci Yolcular Kurtuluşçulara KSD demeye itina
ettiklerini belirtiyorlar ama kaderin bir cilvesine bakın ki Dev-Yol ana davası
savunmasında kendilerini bir “dergi çevresi” olarak tanımladılar...
Kime niyet, kime kısmet...
Dergi çevreleri, dergi çevresi olarak elbette kalmadılar ama
gerçek anlamda da örgüt olamadılar, örgütlenme yolunda adım atmışlar ama günün
acil sorunlarına yanıt aramaktan, gelmekte olan “freni boşalmış kamyonun”
nereye vuracağını da fark etmiş olmalarına rağmen acil sorunların peşinden
ayrılamamışlar... Bu durumun kendilerince belki yüzlerce açıklamasını
bulmuş olabilirler ama sonuç ortada. Yenilmiş bir sol!
Miras, yenilgi ile devredilmişti…
“THKP-C örgütlenmesi silahlı eylemlere henüz hazır değildi,
bir anlık ihtiyaçtan doğan ilişkiler üzerinden giden bir süreç
vardı. THKO silahlı mücadeleyi başlatması THKP-C önderliğini
düşünülenden erkenden silahlı mücadeleye sevk etti. Rekabet ve onlar yaparsa
ben de yaparım hırsı ölüme giden yolu açıyordu.”
“Tarihte ne olduysa öyle olması gerektiği, başka türlü
olamayacağı için öyle olmuştur". Marx
Erken ve hazırlıksız girilen kavga THKP-C önderliği
için Kızıdere’nin yolunu açıyordu…
Kızıdere bir dönemin kapandığını ilan ediyordu.
1974 yılından sonra ki solun yükselme dönemi, o güne kadar
olan örgütlenme şamasında sol örgütlerin yenilgisi üzerine oldu.
Kızıldere sonrası Türkiye yeni bir yol ayrımına doğru ilk
adımını atıyordu. O dönemde yenilgi ile çıkan THKP-C taraftarları ne
yapmalı, nasıl bir arada olunmalı konularında kendi aralarında tartışmaya veya
görüş alış verişine başlamışlardı.
Cezaevinden çıkan kadroların bir araya gelerek yol
haritasını çizme süreci daha çok geçmiş arkadaşlıklar üzerinden kuruludur. Yol,
yol ayrımı ile kendisine kulvar açacaktır.
Ankara’da birkaç noktada buluşmalar gerçekleşmeye
başlamıştır. O noktalarda tartışma içinde yer alanlar “doğal” merkez
olacaklardı. THKP-C yeni yoluna bu doğal merkezin etrafında kendi
kulvarını açacaktır.
Kurtuluş Kendini Anlatıyor – Kurucular I ve II bu
süreci ilk elden Kurtuluş Hareketi penceresinden okumuştuk. Elimizde tuttuğumuz
iki kitap ise; (Kurtuluş Kendini Anlatıyor -3, Fırtınalı Bir Denizdir İçimiz,
Kurtuluş Kendini Anlatıyor -4, Daha Dinmiş Değil Fırtına) daha ağırlıkta ikinci
halka olarak kabul edilen Merkez Komitesi dışında kalan kurucuların döneme
ilişkin görüşleri, anıları ve eleştirileri ile önümüze başka bir tarihi
perspektif sunuyor.
Kitapta yer alan bütün devrimcilerin kendi geçmişlerine
belli bir mesafeden ve soğukkanlı baktıklarını söylemek gereklidir. Ama
hikayenin bütününe baktığımızda anlatanların kendi geçmişleri, aslında salt
kendi geçmişleri olmadığı, Türkiye Sosyalist hareketinin 1960’lardan bugüne
kadar ki politik süreci olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız Yani Kurtuluş salt
kendini anlatmıyor.
“12Eylül gelinceye kadar hep faşistlerle kavga halindeydik.
Bizi ayakta tutan, diri tutan şey buydu.”
Elimizde tuttuğumuz iki cilt olarak yayınlanan ‘Kurtuluş
Kendisini Anlatıyor’ kitabında Kurtuluş’un oluşmasında hayatlarını ortaya
koymuş, inançlı, hiçbir karşılık beklemeden tüm benlikleri ile kavganın içinde
bulmuş insanların anıları ve döneme yönelik eleştirilen bakışlarını
okumaktayız. Onların anıları ve eleştirel yaklaşımları aslında dünün eleştirisi
gibi gelebilir ama aslında bugünü eleştirmektedir. Bugün dahi yan yana
gelemeyişimizin temelinde ki sorunlar, geçmişimizden kaynaklanan kibirli, “her
şeyi bilen” anlayışımız ve davranışlarımızın bütünüdür.
“Farklılıklar, ayrılıkta rol almış olan insanların düşünsel
dünyasında embriyonal olarak mevcutmuş.”
12 Mart yenilgisi sonrası olan tartışmalarda ayrılıklar
ideolojik değil, kişisel tutumlardan kaynaklandığını ve “doğal” liderlerin
kendilerini farklı bir şekilde tanımlamaları ve konumlandırmaları, onları
tanımlayanların duygu ve düşüncelerinden farklılık arz ettiğini yaşanan sürecin
eleştirel bakışında ortaya çıkmaktadır
.
“Nasuh; “Bizim ilişkimiz güvene dayalı bir
birliktelikti, Kaçaroğlu bu güveni yıktı, o nedenle ayrıldım.”
dedi. Bu sırada Mahir Sayın ile
Oğuzhan Müftüoğlu “Kesintisizler” eleştirel bakış açısı ile
incelemeye devam ediyordu. Sonuçta iki örgütün doğal kurucular olarak kabul
edilenler arasında bir “güven” sorunu çıkmış ve ayrılığın temeli belki de daha
önce atılmıştı. Yol ayrımı kaçınılmazdı ve o kaçınılmaz
gerçekleşmişti. Bu belki de ilk kırılmaydı, ayrılıklar daha önce de
olmuştu ama bu kırılmanın travması örgütler ayakta kaldığı sürece devam etti.”
“O koşullarda devrimin milimetrik çıkarını düşünen
insanların ayrılmaması gerekirdi.”
Ankara Şehir Derneği (Şeh-Der) siyasi kopuş ve ayrılığın
temellerini atarken başka açıdan da rekabetin ve kim daha fazla THKP-C
geleneğine sahip çıkacağı yarışının da fitilini ateşliyordu. Devrimci Yol
kurucu kadrosu Mahir Çayan’ın tezlerini “olduğu gibi” savunduğunu iddia ederek
kendisini tanımlarken, daha sonra Kurtuluş olarak kendisini ifade edecekler
eleştirel olarak yaklaştıklarını ama olduğu gibi geçmişe sahip çıktıklarını
iddia edeceklerdi.
Bu toplantıda taraflar birbirlerine bakarak kendilerini
tanımlamışlardı ve 12 Eylül yenilgisine kadar olan süreçte çatışmalar,
kavgalar, ölümler bu rekabetin birer yansıması olarak sürekli kendisini
anımsatacaktır. Aynı çevreye, aynı kitleye, birbirine yakın örgütlenme modeli
ile yenilgi kaçınılmaz olarak her iki tarafı farklı tarihi süreçler içinde
yakalayacaktı.
“1970’li yıllarda inanılmaz bir cesaret, atılganlık ve
enerji ile sürülmüş olduğu çalışmaların yarattığı sonuçtur.”
Devrimci Gençlik dergisi ayrılık sonrası çıkmış ve daha
sonra Devrimci Yol’a doğru eğilecekti. Kitleselleşme ve ülke sathında
kadroların hareketi Kurtuluş çevresinde bir an önce bizde başlayalım algısını
güçlendirmiş ve “Yol Ayrımı” ile örgütlenme yolunda somut ilk adımı atmışlar.
“Politik faaliyet gösteren bir örgüt, kendi varlığını
gizlemez, bağlantı ve ilişkilerini gizler.”
Haziran 1976 yılında Kurtuluş Sosyalist Dergi (KSD) yayın
hayatına başlamış ve örgütlü çalışmalarına merkezi bir şekil vermişler.
Kurtuluş THKP-C mirasına eleştirel sahip çıkan ama aynı zamanda tarihsel
olarak sahiplenme olarak kendisini ifade etmiştir. Geçici Merkez Organı Ocak
1977 yılında oluşturarak örgütsel inşasına devam etti, Büyük illerde yerel
komiteler kurdu.
Elbette oluşan her yapı gibi topluma müdahil olmak ve kedi
gücünü görmek için kampanyalar düzenledi. Kitleselleşen bir hareket
elbette devletin de ilgi odağı olması kaçınılmazdır.
29 Ekim 1978 yılında Ankara’da Kurtuluş hareketinin
merkezinde yer alan kişilere yönelik “ak operasyon” olmuş. O gün sivil
kıyafetler ile bir grup kendisini illegal gören ve ona göre örgütlü gören
kişilerin evlerine akşam saatlerinde 19 – 20.00 gibi saatlerde eş zamanlı
baskın yapılmış ve hiç konuşmadan ayrılmışlar. Yalnız Mahir Sayın o gün
gözaltına alınmış. Ertesi gün öğlen saatlerinde Mahir gelmiş... Olayın aslı ne
olduğunun aslında pek bir önemi yok, “bal kabağı gibi hepimiz açıktaymışız,
güya biz gizli örgütüz.”
Örgüt o operasyondan sonra kendisince önlem almış ve lider
kadrosunun bir bölümünü Ankara’dan İstanbul’a almıştır. Bu arada yayın hayatına
yeni çıkardığı dergiler ile devam etmektedir.
“Temelsiz ajitasyon ve propagandanın aşırı kullanımı,
giderek, beklenen sonuçların tersini doğurur. Propaganda, ajitasyon çok önemli
bir sanattır. Çizgi ötesine geçtin mi tersini üretirsin. Biz de çizgi ötesine
geçen şeyler yapmaya başlayınca, sokak çatışmalarının hızla artması ve
yaygınlaşmasının da etkisiyle bir süre sonra kitlesel hareketlerde
daralmalar görmeye başladık.
“Memleketin en kral devrimcileri ve 1971’in esas mirasçıları
biziz! Tabii böyle hissedersen herkesle ilişkine bu durum şekilde yansıyor… Bu
his bir kibir gibi geldi oturdu bizim üstümüze ve ondan sonraki bütün hayatımız
boyunca bir virüs gibi içimizde durdu.”
Rekabet ve sekterlik…
Sol içi çatışma gündemdedir. O gün kimse çatışmanın
sonuçları hakkında uzun vadeli düşünmez, amacına ulaşınca çatışma sonlandırma
görüşmeleri başlar ve sonlanır. Kısa vadeli çıkarlar uzun vadeli solun
toplumdan kopmasına yol açacaktı. 12 Eylül’e giden süreçte devlet, sol iç
çatışmayı sadece izliyor ve olayların arasına girmemeye özen gösteriyordu.
“Kurtuluş Devrimci Yol çatışmasında sanki polis şehri terk
etmiş, meydanı çatışanlara bırakmış gibiydi, kısaca “çatış çatışabildiğin
kadar” diyordu.”
Sol içi çatışmalar da daha ağırlıkta “bende varım, beni
dikkate alın” boyutunda kendisine alan açma mücadelesi şeklinde oluyordu ve
genelde bir fraksiyonun hakim olduğu yerde diğer fraksiyonların yaşama ve
propaganda hakkı genelde tanınmazdı...
“Kendini orada kanıtlamak isteyen, icabında ‘Biz faşistler
karşısında gerilemiyoruz, devlet karşısında gerilemiyoruz da sizin karşınızda
mı gerileyeceğiz?’ dilini de kullanan bir örgüttük. Çatışmayı yatıştırıp
gündemden çıkarmak yerine, ancak belli bir güç dengesi oluşturup, ondan sonra
problemin çözümünü sağlamaya dönük tutum alıyorduk.”
“Gazetelerimizde, dergilerimizde, bunlar yanlış şeyler,
bizim temel şiarımız ‘İlkelerde savaş, devrimci kardeşlik’ filan desek de o
çatışmalarda, tabiri caizse ‘Biz de sizin kadar delikanlıyız’ tarzı bir
duruşumuz vardı.
Çatışmalar biri bitiyor öteki başlıyordu. Sol bir yandan
kendi içi ile kavga ederken faşistler ile parçalanmış ülkede kurtarılmış
bölgelerin sınırında çatışmaya devam ediyordu. Ülke bir kaosun içindeydi ve
toplu katliamların da artık hayatımızın içine girmesi söz konusu olmaya
başlamıştı. Maraş, Çorum, Sivas olayları o güne kadar yapılan direniş hattının
farklılaşması anlamına geliyordu. Sıkıyönetim altında ülke 12 Eylül’e doğru göz
göre göre adımını atıyordu.
“Kibirli insanlar kendi haklılığını kanıtlayabilmek için
düşmanlığı beslerler ve uzlaşmaz çatışmaları körüklerler.”
Maraş katliamından sonra…
“Maraş katliamından sonraki süreçte sosyalistler arasındaki
dayanışmanın artması gerekirken azalması, birbiriyle daha çok boğuşur hale
gelmeleri, toplumsal mücadelenin yeniden yükselmesini, canlanmasını ilerletecek
kanalları yapabilmemizi engelledi.”
Sol artık yükseliş döneminde değildi, durağan hatta birçok
bölgede gerileme sürecine girmişti, çünkü devrimci devrimciyi öldürmesi toplum
içinde hoş karşılanmıyor ve halk o öldürenlerin yanından uzaklaşıyordu.
“Burjuvaziye karşı çok yönlü mücadelede, aynı tarafta
olduğumuzu birbirimize anlatamadık.”
12 Eylül darbe marşları okunduğu gün faşistler sokaklardan
çekilmeyip devrimcilerin olduğu tarafa doğru saldırılarını devam ettirmiş
olsalardı acaba 12 Eylül başarılı olur muydu? Darbenin en büyük başarısı bence
faşistlerin sokaktan çekilmiş olması ve sonra darbecilerin oyuna gelmiş
olmasıdır... Çünkü devrimciler o zamana kadar antifaşist bir mücadele
yapıyordu ve savunmada kendisini öyle konumlandırmıştı. Örgütsel yapıları ve
kurumlaşamamış ilişkileri yenilgiye açılan kapının anahtarını darbecilerin
eline vermiştir.
Hırs ve kibir yok edicidir...
Darbeciler solun gücünü test eden birçok olaya imza atmış ve
o operasyonlardan elde ettikleri veriler ile kendi stratejilerini çoktan çizmiş
olduklarını 12 Eylül sonrası başlayan operasyonlardan anlıyoruz.
“İçimizde küçük devletçikler ya da küçük diktatörlükler
yaratarak sınıflı toplumdan kurtulamayız.”
12 Eylül darbesinin ardından ortalıkta kalmışlık hissi…
“Birçok insan kelle koltukta dolaşıyor ve yaptığı her
eylemin örgüt için yaptığını düşünüyor ama o örgüt üyesi bile değil, böyle şey
olur mu?”
12 Eylül aslında bizim yüzümüze başka gerçekleri de
vuruyordu. Örgütler gelmekte olanı biliyordu ama ona göre kendilerini
hazırlamamışlardı. Örgütler arasında yapılan görüşmelerde boşa düşmüştü.
Kadrolar o güne kadar “profesyonel” olduklarını düşünüyorlardı ve örgütlerin
kendilerine bakacağını içselleştirmişlerdi belki de ama örgütün maddi gücü ve
lojistiği bu beklentiye uygun değildi. Çözülmeler hayal kırıkları ile
başlamıştı. Bazıları itirafçı olmuş, bazıları direnmişti ama örgütün küçülmesi
ve gittikçe yok olmasını engelleyecek yeni bir örgütsel önlemler çare
olmamıştı. O güne kadar görünmeyen tüzük ve teknik tartışmalar gündeme
gelmişti. Yakalanınca mahkemede örgüt savunulup savunulmayacağı dahi
belirsizliğini koruyordu. Kendileri bir dergi çevresi olarak mı tanıtacaklardı
kadroları? Direnişte ve mahkemede neyi gündem yapacaktı kadrolar ve kadro gibi
görenler… Belirsizliklerin aslında ne kadar çok olduğu gerçeğini ortaya
çıkarmıştı darbe… Varmış gibi kabul edilenlerin aslında yok olduğu, gözlerde
büyütülen birçok şeyin aslında var olmadığı gerçeği ile karşı karşıya
geliniyordu.
“Tezgaha getirilen gençlik, ölümün ucundan dönen ve kendi
sesini düne bırakanların hikayesinde bir çok ayrıntı bugün gözükmüyorsa elbette
yenilginin üzerimize bıraktığı etkisi olduğunu düşünüyorum…”
Olayların etkisi ile o güne kadar gözükmeyen birçok olgu
gözükür ve göze batar olmuştu.
“Sosyalizm ve dünya devrimine ilişkin yazılmış olan şeyleri,
tüm detaylarıyla araştıramadık. Pratik faaliyet ve tek yanlı okumalarımızdan
bunlara sıra gelmedi. Sanki bir şeyi kaçıracakmışız gibi, dar pratikçiliğe
hapsolurken enerjimizi entelektüel derinleşmemize aktaramadık.”
Belki baştan birileri de kendilerini daha alçak gönüllü
görmüş olsaydı ve “her şeyi yaparız, bize bir şey olmaz” anlayışı içinde
olmadan, geçmiş yenilgilerin tecrübeleri ile örgütlü bir yapı için adım atılmış
olsaydı... Günün acil sorunlarına yanıt verelim derken, örgütlü ve kalıcı olmak
gözden kaçmış, olaylar öyle bir savurmuş ki, bir çok insan bedelini işkence
tezgahlarına son nefesini bırakarak verdi.
Kadrolar eziliyordu. İşkenceler sadece DAL ile sınırlı
kalmamış, cezaevleri birer işkence merkezine döndürülmüştür. İnsan onurunu
postalların altına alanlar ülkenin yeni rotasını ılımlı İslam’a ve liberal
ekonomiye döndürmüştü ve bunun ilk işaretini Maraş katliamı ile açıkça
ülkemizde ilan etmişlerdi. Dünya küreselleşme politikalarına doğru adım atarken
ülkemizde de yeni rotasını oturtmaya çalışıyorlardı.
“Önder kadrosunda yer alan arkadaşlarında yeterli kadar
okumaya vakit ayırmadıklarını düşünüyorum, eğer onlar yeteri kadar okuyabilse
ve araştırabilselerdi bizlere sağlıklı yol gösterebilirlerdi.”
“78 kuşağının fedakar ve adanmış insanları, kapalı bütün kapıları
açmak üzere, arkasına bile bakmadan ileri atlıyordu. Çok iyi mühendisler,
doktorlar, avukatlar, eğitimciler de olabilirlerdi. Herkes eğitimini
tamamlayabilirdi. Ama olmadı…”
Vicdan, bir solcunun çantasında, kalbinde, göğsünde taşıması
gereken ve hiçbir zaman vazgeçmemesi gereken en önemli unsurdur. Eğer bir
başkasının hayatını etkileyecek bir eylemliliğin içerisinde bulunuyorsanız
vicdanlı olmak bir zorunluluktur. Sizin onu anlama, değerlendirme, onun
koşullarını gözetme zorunluluğunuz vardır. Siz bir insanın hayatına mal olacak
bir süreci sadece kararla, kuralla, kaba direktif yansıtarak geçiştiremezsiniz,
geçiştirmemelisiniz.”
Hikayeleri aslında hepimizin hikayesidir, şöyle ya da böyle
benzer süreçlerden geçtik, ortak bir kavganın ortak yenilgisini farklı farklı
yaşadık ve geçmişin bizim üzerimizde bıraktığı etki bugün dostluklar içinde
hala varlığını koruyor.
“Hepimiz özür dilemeyiz. Çünkü arkadaşlarımızdan herhangi
birinin yapmış olduğu yanlışlık, hepimizi bağlar. Bunlar bize ait yanlışlıklardır,
ortak ürünümüzdür.”
Yazıda birçok alıntı yaptım ama isimleri bilerek
kullanmadım, geçmişin dergilerine bir çağrışım yaparak… İsimsiz yazılar ile
çıkan dergiler ile hayatı anlamaya çalıştık… İsimsiz yazılara bakarak
birbirimizi eleştirdik, kavga ettik… Sonuç, yenildik… Bir ders değil binlerce
ders çıkarılmalıdır. Tek yönlü okumanın hakim olduğu süreç bizi yenilgilere
götürdü, gelmekte olanları daha önceden anlayıp ona göre tedbir alamadık… bugün
dahi bir çok anıları okurken “bizden” olan arkadaşlarımızın anılarını okumaya
özen gösteriyoruz, diğerleri hala yok… Var olan siyasi partiler, dergi
çevreleri sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi geçmişin ilişkilerini devam
ettiriyor… Bizim dergimiz, gazetemiz, bizim örgütümüz, bizim derken acılar ile
yoğrulmuş kuşağın alın terlerini, acı ile işkence duvarlarına bıraktıkları
sesleri, vicdanlarında mahkum ettikleri hataları yok saymak yeniden yeniden
yanı süreci yaşamak anlamına gelmektedir…
Hepimiz hala geçmişin hatalarını aynen tekrar ediyorsak özür
dilemeye bile gerek yok demektir… Geçmişin eleştirisi hatalardan ders
çıkarılmışsa olur… bugün aynı geçmişten gelenlerin bir
birini ötekileştirdiği ve yok saydığı süreci ne yazık ki yaşıyoruz,
ortak ne yaparız yerine hala benim şemsiyemin altında bana uysun beklentisi ile
kibir ile hayata bakmaya devam ediyoruz… Kibir ne yazık ki başarı getirmiyor,
acıdan başka…
İsmail Cem Özkan
Kurtuluş Kendini Anlatıyor -3
Fırtınalı Bir Denizdir İçimiz
İsmail Metin Ayçiçeği, İzzet Köylüoğlu, Mustafa Öztürk,
Saim Koç, Seyfi Öngider, Ziya Sümer
Dipnot yayınları, Ankara 2016
ISBN: 978-605-4878-92-5
Kurtuluş Kendini Anlatıyor -4
Daha Dinmiş Değil Fırtına
Burhan Tanrıverdi, Celal Polat, Doğan Fırtına, Haşim
Barış, Süleyman Toklu
Dipnot yayınları, Ankara 2017
ISBN: 978-605-4878-92-5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.