Galata Gazete


14 Eylül 2025 Pazar

Sanki Her Şey Normalmiş Gibi

Sanki Her Şey Normalmiş Gibi

Belediye zamları sonrası oluşması muhtemel tepkilere bakıyorum. Sanırım büyük bir kanıksama var. Hayır, itiraz eden — benim gibi — insanların dışında kurumsal bir tepki yok. Kurumsal tepki vermesi muhtemel olanlarsa, “Ne tepki veririm, ne de kırlangıcımdan vazgeçerim” anlayışı içinde, bu kanıksamanın içine kendilerini âdeta embedded (gömülü) yapmış gibi...

Eskiden, göstermelik olarak Mecidiyeköy metro ya da metrobüs istasyonuna gelinir, turnikeden atlanır, özel güvenlik müdahale eder ve o eylem ya da protesto orada biterdi. Zam yürürlüğe girer ve o zamlı geçiş, büyük çoğunluğu rahatsız etmeden devam ederdi. Çünkü belediye yapmıyor bu zammı. Peki, kim yapıyor? Piyasa!

Kanıksama...

Kadın cinayetleri, ortaokul çocuklarının motosikletle dükkân taraması, valilik izniyle her durakta para toplayan, arabesk sunumlu, çaresiz annelerin yüksek sesli isyanı:

“Ne olur, çocuğum yaşasın!”

Bir de durakların güvenliğin görmediği yerlerinde para toplayan dilenciler…

Otobüs içinde yara bandı satan insanlar...

Her şeyi kanıksadık:

Her cuma muhalefet belediyelerine operasyon, pazartesi günleri iktidar partisine geçmek için istifa eden meclis üyeleri...

Sonuçta Erdoğan’ın iktidarını bile kanıksadık.

Tek adam rejimi kimseyi rahatsız etmiyor.

İstifa edemeyen bakanlar kurulu üyeleri, kişiliksiz bürokratlar, müdürüne göze girmeye çalışan; bu yüzden her türlü tacize, mobbinge sessiz kalan muhtaç insanlar…

Bunlara da kanıksadık.

Peki, kanıksamadığımız ne kaldı?

Çok eşlilik mi?

Boşanmış insanların aynı evi paylaşması mı?

Diyanet İşleri Başkanı’nın cinsiyetçi açıklamaları mı?

Dalga geçen zam haberleri mi?

Ölümler, toprağa gömme töreni ve ardından gelen; “mezar yapıyorum” bahanesiyle acılı aileyi soyup soğana çeviren yeni gelenekler mi?

Kaldırım taşı ya da Arnavut kaldırımı şeklinde döşenmiş yollarda yürürken ayak parmağı kırmak mı?

Gereksiz yere düdük çalanlar mı?

Çakar araçların garip böğüren kornaları mı?

Direksiyon başındaki sürücünün, sinyal vermeden sadece baş hareketiyle nereye döneceğini kaldırımda yürüyene göstermesi mi?

Sinyal lambasını sadece araç muayenesinde kullanan büyük çoğunluk mu?

"Geçici" diye gelen ama kalıcı hale gelen vergiler mi?

Gerçekten, biz neye şaşırmıyoruz?

Neden hiçbir şeye itiraz etmeden her şeyi doğal gibi görüp kanıksıyoruz?

Tepki vermemek, tepki verememek; artık hayatta kalmanın, akıl sağlığını korumanın bir yolu haline gelmiş gibi.

Bu noktada tepki vermemek bir tercih değil, tükenmişliğin dışa vurumu oluyor.

Eleştiri kültürünü yitirmiş bir muhalefet, iktidarı yalnız bırakır. Bu yalnızlıkta en çok da halk kaybeder, seçilmişler ise hapishanede yapacaklarını anlatarak kendilerini avuturlar...

Kanıksamak, sessizliğe kapı aralar. Sessizlik de iktidarın ve güçlünün işini kolaylaştırır.

İsmail Cem Özkan


12 Eylül 2025 Cuma

12 Eylül: Kırmızı Bir Gün

12 Eylül: Kırmızı Bir Gün

Bugün 12 Eylül, dün 11 Eylül’dü. Şili’den Türkiye’ye uzanan Amerikan patentli darbenin yıl dönümü. Birbirinden bu kadar uzakta iki ülke, aynı metot ve yöntemlerle Amerikan güdümünde yeni bir rotaya sokuldu. Ulus devletin yok edilip yerine ılımlı İslam soslu, küresel firmaların çıkarına uygun bir liberalizm sürecinin başlangıç ya da sonlanış tarihidir. Kıbrıs çıkarması adı verilen süreçle başlayan ambargonun resmen sonlandığı gündür...

12 Eylül, bizim için duvarda yazılı olan “Faşizme ölüm, tek yol devrim!”, “Faşizme ölüm, halka hürriyet!”, “Kurtuluşa kadar savaş!” … sloganlarının silinmesi anlamına geliyor. Çünkü sabah marşlarla uyandığımız o sabah, elimizi hemen boya alıp yazıları silmedik; sildirmediler elbette. Ama ekmek alma dışında sokağa çıkmanın yasak olduğu bir gündü. Çıkmaz sokağımıza gelen jandarmanın o sokakta silahıyla oturanlara gücünü gösterdiği gündü...

Marşlar çalıyordu. Eğer marş çalınmamış olsaydı, o akşam büyük olasılıkla bizim eve bomba atılacaktı. Çünkü sözleşmesi olmayan bir anlaşma vardı iç çatışmada: Kim elini daha yükseltirse, karşı taraf da o kadar yükseltiyordu. Evimizin arkası “sınır”dı. Sınırları ilk defa orada gördüm; siyasetin çizdiği, insanların değil. Evimizin arkası faşist, önü devrimciydi...

O sınırdan geçişler olmazdı. Çünkü geçene bir kurşun gelmeyeceğini kimse söyleyemezdi. Bugün sınırlarda it dalaşı yapan uçaklar gibi, biz de “it dalaşı” yapardık. Sınırların ötesine geçer, silahlar konuşur, varsa fırsat duvar yazılarının üzerine biz de yazımızı yazar, geri dönerdik. Geçiş dediğin, karşı tarafın direnişini kırmaktır. Bir sabah, bu geçişlerin ortadan kalktığına şahit olduk...

Devrimci istihbarat, karşı tarafın sanatçılarını, ileri gelenlerini, silah tutan tetikçileri hakkında bilgi toplamakla uğraşırken; karşı istihbarat ise kendisini devlet istihbaratına teslim etmişti. Onlar güya devlet adına cinayet işliyor, devletin Türk olması için çatışıyordu. Hiç akıllarına gelmiyordu ki devlet, zaten Türk kimliği üzerine inşa edilmişti; ama faşist yapılar bunu yeterli görmüyor, bu kimliği daha da tekleştirici, dışlayıcı hale getirmek istiyordu. Diğer ırkların bu devlet içinde temsil edilmesi bile yoktu. Hangi ırktan olursan ol, bu ulus-devlet içinde Türk ırkı ve “dünyaya bedel” olan Türk halkı için çalışmak, onu büyütmekle yükümlüydün. Dini, mezhebi söylemeye gerek yok: İslam, Sünni. Yani Osmanlı’dan alındığı gibi devam ediyordu. Halife yerine Diyanet İşleri Başkanı oturmuştu. O zamanlar göstermelik bir makamdı; bugünkü gibi lüks araçlar, lüks seyahatlerle anılan, elinde kılıçla fetva veren bir kurum değildi...

Sonuçta Türk devletini korumak adına yaratılan düşmana saldırılıyordu. Öteki taraf ise hayatta kalmak için kendini savunuyordu. Bu çatışmaların neden yapıldığını hissettiğimiz, yaşadığımız gündür 12 Eylül. O sabah marşlar çaldı, bildiriler okundu. Sivil hayatın yerini yarı askeri yaşam, sonra da tam askeri yaşama bıraktı.

12 Eylül’e karşı direniş göstermesi beklenenlerin gücü, darbeciler tarafından daha önce test edilmişti. Nerede, ne kadar direnecekleri, ellerindeki silahların yapısı ve niteliği hakkında ayrıntılı raporların olduğu; darbe yapan generalin anılarında var. Sonuçta sağlam bir zeminde, sokak dili ile söylersek “kılçıksız” bir darbe yapıldı. 27 Mayıs gibi bir ulusçu/ Türk ırkı üzerine oturan anayasa, daha da ırkçı, daha az özgürlükçü, daha fazla kontrol mekanizmasının kurulduğu ve daha İslamî bir devlete dönüşümle sonuçlandı.

Bu darbe, liberal ekonomi adı altında devletin mal varlıklarının yağmalanmasının önünü açtı. İştahı kabaran sermaye, siyasi iktidarın yetiştirdiği yeni bir sermaye birikimi yapan şirketlerin doğum günüdür bu gün. Darbe, işçi sınıfını örgütsüz kılmak için yapılmış ve işçi sınıfı buna karşı direnmeden, Selimiye Kışlası ve diğer teslim olma noktalarında sıraya girip teslim olmuştur.

Darbe, sınıfsal karakterini bu sayede gizlemiş; her “anarşiste” (o zamanlar terör kelimesi pek kullanılmazdı.) karşı yapılmış gibi bir izlenim vermiştir. Faşist militer güçler bu yüzden hayal kırıklığına uğramıştır. Aynı koğuşta “kaynaştır, birleştir” modeliyle, benzer kaba işkencelere tabi tutulmuşlardır. Darbeciler “bir onlardan, bir bunlardan” diyerek idamlara başlamış; liderlerin hepsi tutuklanarak geçmişin üzeri işkence odalarında tutanaklarla örtülmeye çalışılmıştır.

Darbe, ulus tarihini değiştiren ilk adımı; işkence odalarında yaratılan yeni tarihle, savcı tutanakları ve mahkeme kararlarıyla atmıştır. Siyasi savunma yerine kişisel savunma teşvik edilmiş ve o yönde ortam hazırlanmıştır. Çünkü bir ülkenin tarihe bakışını değiştirirseniz, halkın DNA’sını bile değiştirirsiniz. Tüm gelenek, görenek ve alışkanlıklar bu tarihsel bakışla yeniden şekillendirilebilir. Darbeciler bunu büyük bir başarıyla gerçekleştirmiştir.

Sol, bu süreçte muhataptır. Ancak bu muhataplık, masa başında değil; işkence odasında oluşmuş yeni tarih söylemi üzerine oturmuştur. Mağduriyet aslında faşist taraf için söylenebilir ama sol için aynı şeyi söylemek doğru değildir. Çünkü darbenin muhatabı daha önceden belli edilmiştir: Kemal Türkler cinayeti, Fatsa nokta operasyonu ile...

Darbenin muhatap tarafı bellidir; ancak bu tarafın gücü, direnişi örgütlemeye yetecek güçte örgütlü yapısı olmadığını ortaya çıkarmıştır, zaten bir mahkemede dönemin lideri “tarihi bizi örgüt olamadığımız için yargılayacaktır” diye belirtmiştir bu durumu. Eğer örgütlü güç olsaydı, (hep biz var olduğunu düşündük) ülke bugünkü halinden çok daha farklı olurdu. Sonuçta bugün otokrat bir liderin zemini o gün döşenmiştir...

12 Eylül günü ben kişisel olarak, elimde varsa kırmızı bir tişört giyerim. O gün dökülen kanları, işkencede hayatını kaybedenleri, “operasyon var” denilerek infaz edilenleri; sonuçta öldürülen tüm devrimcileri o kırmızı tişörtümle anarım. Solun tek bayrağı vardır: Kırmızı. İşçi sınıfının bayrağıdır o; öldürülmüş bir işçinin gömleğidir.

Bugün benim için kırmızıdır.

O kırmızı içinde adı sanı bilinmeyen, unutturulmaya çalışılan her devrimcinin, her insanın sözü, sloganı, ütopyası, hayalleri vardır.

Bu yüzden bugün, benim için kırmızı bir gündür.

 

İsmail Cem Özkan

9 Eylül 2025 Salı

Kemalist Paradigma ile Sol Yaratılır mı?

Kemalist Paradigma ile Sol Yaratılır mı?

Türkiye’de sol hareketin büyük kısmı, tarihsel olarak Kemalist paradigmadan etkilenmiş ve bu çerçevede şekillenmiştir. Ancak bu etki, solun bağımsız bir ideolojik duruş geliştirmesinin önünde ciddi bir engel hâline gelmiştir. Gerçek bir özgürlük mücadelesi, tarihsel ezberlerin dışına çıkılarak, özgün düşünsel zeminlerin yaratılmasıyla mümkündür.

27 Mayıs darbesi sonrası oluşan ve “68 Kuşağı” olarak anılan nesil, başlangıçta Kemalist’tir. Çünkü onlara öyle bir algı içinde eğitim verilmiştir ki, solcu olmak; Kemalist, laik ve hukuk düzenini savunan biri olmakla eşdeğer görülmüştür. TİP (Türkiye İşçi Partisi), kendi varlığını 27 Mayıs’a dayandırmış ve “O olmasaydı biz olmazdık.” demiştir.

Bunun elbette tarihsel bir derinliği vardır.

Sovyet dış politikası, 20. yüzyıl boyunca, anti-emperyalist cephe anlayışı doğrultusunda Türk solunu Kemalist rejimle uyumlu hareket etmeye yönlendirmiştir. Bu stratejik yaklaşım, ideolojik bağımsızlık yerine jeopolitik uyumluluğu öncelemiştir. Nitekim TKP, Moskova’da bir temsilcilik dahi açamamış; bu, Sovyet-Türkiye ilişkilerindeki hassas denge nedeniyle engellenmiştir. Bu teşvik, Sovyetler Birliği yok olana kadar geçerli olduğu gerçeğini hiç unutmamak gerekir.

TİP’i, işgal döneminde kurulan partilerden sonra bu ülkeye özgü sol akımın ilk gerçek adımı olarak değerlendirebiliriz. TİP içinde başlayan tartışmalar, gençlik hareketi ve sonrasında oluşan MDD (Milli Demokratik Devrim) hareketi, Sovyetler Birliği etkisine karşı bir isyanın sessiz hâlidir. Milli temelli başlayan bu ayrışma, zamanla THKO, THKP-C, TKP-ML gibi hareketleri doğuracak gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Bu hareketleri oluşturanlar da başlangıçta Kemalist gençlik hareketi içindeydi; anayasayı savunma adına mücadele etmekteydiler.

Eğer bu hareketlerin yalnızca başlangıcını referans alırsanız, Kemalizm’den kopmanız zorlaşır; bu da sizi, karşı çıktığınız sistemin ideolojik sınırları içinde kalmaya mahkûm eder. Ancak bu farklılaşan gruplar, kendi özgün örgütsel yapılarını kurduktan sonra yazdıkları ve davranışlarına bakarsanız, bu ülkeye özgü “Tam Bağımsız Türkiye / Kürdistan” idealini ortaya koyan bir hareket oluşturduklarını görürsünüz.

O dönemde bazı önder kadrolar, zamanla Kemalizm’le aralarına ideolojik mesafe koyma çabası içine girmiştir. Ancak bu çaba, dönem koşulları nedeniyle çoğu zaman sınırlı kalmıştır.

TİP’in gelişimine baktığımızda, ilk defa — ve partinin kapatılmasını göze alarak — Kürt sorunu masaya yatırılmış, bu konuda kongre toplanmıştır. Partinin içinden de Kürt sorununu merkeze alan farklı sol yapılar doğmuştur.

Bugün hâlâ Kemalizm damarından inatla beslenmeye çalışan bir soldan söz edilmektedir. Ancak bu inatla o yolda yürüyenlerin, düzeni değiştirmek yerine düzeni restore etme derdinde olduklarını görürsünüz.

Kemalizm’le ideolojik bağını koparamayan bir sol, sistemin meşruluk çerçevesi dışına çıkamaz.

Günümüzde bazı sol çevreler, Erdoğan karşıtlığını ideolojik bir çerçeveden çok, refleksif bir muhalefet biçimi olarak kurgulamakta; bu da solun sistem dışı alternatif üretme kapasitesini zayıflatmaktadır.

İsmail Cem Özkan

7 Eylül 2025 Pazar

Aynı Bombaların Altında Farklı Coğrafyada Ölenler

Aynı Bombaların Altında Farklı Coğrafyada Ölenler

Bazen bir haber başlığıyla başlar her şey.  

"Gazze yine bombalanıyor."

Uyku sersemi açtığın televizyonda gözlerin dalar fotoğraflara: yıkılmış binalar, enkaz altında bir çocuk kolu, çaresizce bakan bir kadın, yan yana dizilmiş ölü bedenler ama aynı anda, bir başka coğrafyada, Suriye’nin bir dağ köyünde sessizce toprağa verilen Alevîler ve Dürzîler vardır. Onlar ne kameraya yansır, ne slogan olur, ne gündemde yer alır; çünkü o topraklarda ölenler “bizden” sayılmaz.

Acının bile kimliklendirildiği bir çağdayız.

Ölüme bile aidiyet soruluyor artık: Sünnîysen ‘şehit’, Alevîysen ‘susturulan’ oluyorsun. Filistinliysen “direnişin sembolü”, Êzidîysen “görmezden gelinen kurban”, çünkü mezhebiniz, hangi acıyı görüp görmeyeceğinizi belirliyor. Gazze’de öldürülen siviller için meydanlar dolarken, Suriye’de Alevî köyleri basıldığında yalnızca sessizlik yankılanır.

Peki, neden böyle?

İnsanların öldürülmesini mümkün kılan sistem, zihniyet ve sessizlik yargılanmalı. Ancak biz orada duruyoruz. Suriye’de Alevîler katledildiğinde, mezhepsel bağlar nedeniyle bazıları susuyor ya da üstü kapalı hak veriyor: “Onlar da Esad’ı destekliyordu...” Tıpkı, Hamas’ın Gazze’yi siyasal İslam’ın kalesi haline getirip, halkı güç gösterisinin ortasında bırakmasını meşrulaştıranlar gibi.

Gazze’de bombalar yağarken hepimiz İsrail’in barbarlığını konuşuyoruz, ama kimse şunu sormuyor: Neden bu halk hep aynı ölüm sarmalının içinde?

Hamas gibi örgütler, katleden devletlerin sağcı iktidarlarına adeta can simidi oluyor ve bu denklemde kaybeden hep sivil mazlumlar oluyor.

Gazze için ağlayanlar, Suriye’de öldürülen Aleviler için sessizce izlemeyi tercih ediyor. Bir halk için ağlayıp diğerine sağır olmak, insani değil, ideolojiktir.

Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da Alevîler katledildi ama o dönemin sağ medyasında ve sağcı halk arasında “Ama onlar da kışkırttı” diyenler bulunuyordu ve onlar bugün Gazze için gözyaşı döküyor. Suriye’de Alevî / Ezidi kadınlara yapılanları görmeyip, Gazze için "insanlık suçu" diyenler, ne yazık ki bu acının sadece bir parçasını taşıyor.

Oysa insanlık, seçmeli ders değildir. Aynı anda hem Gazze’deki Filistinli hem de Suriye’deki Alevî olabilmeliyiz, fakat ne yazık ki bu coğrafyada “kim ölüyor” sorusu, “ne hissedeceğiz” sorusunun önüne geçmiş durumda.

Bazı Filistinli çocuklar, Hamas’ın ideolojik hesapları nedeniyle İsrail tarafından öldürülüyor. Bazı Alevî köyler, Sünnî cihatçılığın mezhepsel öfkesine kurban gidiyor. Ama siyasi sloganlar bu gerçeklerin üstünü örtüyor.

Tepkiler katliamın failine göre değişiyor.

Suriye’de Alevîleri katledenler, ideolojik olarak Gazze’de “direnişçi” kisvesiyle anılıyor.

İsrail'de sağcı iktidar, Gazze’ye saldırarak ülke içindeki muhalefeti bastırıyor. Ve tüm bu güç savaşlarının ortasında, çocuklar ölüyor, kadınlar köleleştiriliyor, hastaneler vuruluyor.

Ama insanlar hâlâ hangi ölüye ne kadar ağlayacaklarını hesaplıyor.

Ne Gazze ne Suriye, din temelli devletler sürdükçe huzura kavuşamaz.

İsrail-Filistin sorununu çözmenin tek yolu, iki halkın eşit haklara sahip olduğu laik ve demokratik bir devlet kurmaktır. Suriye’de barışı sağlayacak tek yol, hiçbir mezhebin diğerini ezmediği, Alevî, Dürzî, Sünnî, Hristiyan herkesin eşit yurttaş olduğu bir düzendir.

Suriye’deki katliamları görmezden gelip yalnızca İsrail’i protesto edenlerin tutumu, İslami bir bakış açısına dayanan ideolojik bir duruş olmaktan öteye geçmiyor. Bu yaklaşım, “Bize İslamcılar katliam yapmaz” anlayışının siyasi yansımasıdır.

Bu tür protestolar, Süleyman Demirel’in yıllar önce söylediği “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” sözünü andıran bir yaklaşımdan ibarettir. Diğer yandan, FETÖ’nün, IŞİD’in ve El Kaide gibi cinayet şebekelerinin işlediği suçlara karşı sessiz kalınması, bu duruşun aslında İslamcı örgütleri eleştirmeme tercihinden başka bir anlam taşımadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Laiklik, bu coğrafyada bir lüks değil, yaşamsal bir zorunluluktur.

Dinsel aidiyetle değil, insani sorumlulukla hareket eden bir dayanışma hattı kurulmadıkça; ne Gazze’nin bombaları durur ne Suriye’deki katliamlar biter.

 

İsmail Cem Özkan

5 Eylül 2025 Cuma

Kemalizm ve Sosyalist Mücadele: Yan Yana Durabilir mi?

Kemalizm ve Sosyalist Mücadele: Yan Yana Durabilir mi?

Sosyalizm mücadelesi verdiğini söyleyen birinin tipik bir Kemalist olduğunu gördüğümde, sessizce aralarından çekiliyorum. Çünkü bu, en basit sosyalizm tanımının bile bilinmediğini gösteriyor. Sınıf bilinci taşıyan ve işçi sınıfını savunan birinden Kemalist olabilir mi? Kemalizm hangi sınıfın temsilcisidir? Bunu bile ayırt edemeyenler, sadece Erdoğan karşıtlığı üzerinden, ne olduğu çok net olan bir ideolojiyi —yani Kemalizmi— savunur hâle geliyorlar. Oysa Kemalizm, ulus-devlet mantığına uygun olarak homojen bir toplum yaratmak için farklı olanı dışlayan ve yok eden bir ideolojidir.

Kemalizm; “tek bayrak, tek dil, tek vatan, tek mezhep, tek sınıf” anlayışıyla mutlak bir egemenlik kurmayı hedeflemiştir. Sovyetler Birliği'nin kurucusu Lenin’in, güney sınırlarını güvence altına almak adına Türkiye’deki komünistleri “bağımsız devrimciler” değil, kendi kontrolünde birer lobi unsuru olarak görmesi, Kemalist devleti bu yüzden desteklemesine neden olmuştur.

Lenin kendi çıkarları açısından belki haklıydı. Ama bu ülkenin komünistleri açısından bakıldığında tablo bambaşkadır. Onlar, “tek ülkede sosyalizm” uğruna kurban edildiler. Sovyet çıkarlarına karşı gelen komünistler, bizzat Sovyet elçiliği aracılığıyla Sansaryan Han’da “ağırlanmış”, ardından toplu davalarla yargılanmıştır. Yargılananlara, Sovyetler sadece göstermelik olarak sahip çıkmış; esasen kendi politik ajandasının dışında kalanları gözden çıkarmıştır.

Bu ülkede komünistleri devrimci mücadeleden alıkoyan Sovyet politikaları, ancak 1968 gençlik hareketiyle kırılabildi. O tarihten sonra Türkiye’ye özgü devrimci bir hat oluştu. 68 sonrası kurulan örgütler, bağımsız ve yerli bir devrimci çizginin temellerini attılar. Çünkü Sovyetler, kendi kontrolü dışında anti-emperyalist mücadele yürüten liderlerin infazlarına sessiz kalmış, hatta onları “anarşist” olarak niteleyerek dışlamıştır.

Mahirlerin, Denizlerin, İboların ölümünde Sovyetlerin resmi tepkilerine bakın; kelimelerin altına gizlenmiş sinsice bir gülümseme görürsünüz. Çünkü onların mücadelesi, Sovyet çıkarlarıyla çelişiyordu.

Unutulmamalı ki: Kemalist devrim, Sovyet devrimi değildir. Komünizmle hiçbir ilgisi yoktur. Kemalistler, daha ilk günden itibaren komünistleri, Kürtleri ve Alevileri “tehlike” olarak görmüş, bu gruplara karşı her fırsatta baskı ve yok etme politikaları uygulamıştır. Bu tutumlarından da hiçbir zaman taviz vermemişlerdir.

Bunca tarihsel gerçek biliniyorken, hâlâ bazı sosyalist ve komünistlerin Kemalizmi savunması, bıçağa kendi kellesini gönüllü teslim etmeye benziyor. Anlaşılır gibi değil. Ancak tarihte bir kez yanlış adım atılmışsa, o yanlış hep sürüp gidecek diye bir kural yok. Kemalizmle bağını koparamayan solcuların “devrim” söylemleri hep sözde kalmaya mahkûmdur. Onların özgürlük anlayışı, düşmanın bıçağına boynunu uzatıp ardından “güçlü olmadığımız için yenildik” bahanesine sığınmaktan ibarettir.

Kemalistlerle komünistlerin ortaklaştığı tek nokta, köken olarak İttihat ve Terakki'den gelmeleridir. Aynı siyasi iklimde yetişmiş olmaları, zamanla bazı ortak refleksler geliştirmelerine neden olmuştur. Bu tarihsel bağ, onları duygusal anlamda birbirine yakınlaştırmış olabilir. Ancak farklı sınıf temelleri üzerine inşa edilmiş örgütlenmeler, er ya da geç birbirinden ayrılır ve hatta rakip hâline gelir.

Kemalist kimlik taşıyanlarla “komünist” etiketi altında dolaşan bazı isimlerin iktidar mücadelesi, bu etiketlerin bazen sadece kişisel çıkarlar için kullanıldığını da ortaya koyuyor. Bugünkü kafa karışıklıklarının kökeni tam da burada yatıyor.

İttihatçı Serteller’in zamanla “komünist” Serteller’e dönüşmesi, onları geçmişteki siyasal sorumluluklardan azade kılmaz. Elbette tarih içinde pozisyonlar değişebilir, insanlar dönüşebilir. Ama bu, geçmişin yükünü görmezden gelmek anlamına gelmez. Geçmişle hesaplaşmadan bugünü anlamak ve sağlıklı bir gelecek kurmak mümkün değildir.

İsmail Cem Özkan

2 Eylül 2025 Salı

Sorgu Odasındaki Sol: Devlet Arşivinde Kalan Bir Tarih

Sorgu Odasındaki Sol: Devlet Arşivinde Kalan Bir Tarih

Polis ve MİT dosyalarında, bugün faal olan ya da artık tarih sahnesinden çekilmiş tüm yasal ve yasadışı örgütlerin kayıtları yer alır. Zaman zaman bu konuda çeşitli yayınlar çıkıyor. Eskiden "anarşist", şimdilerde "terörist örgütler" başlığını taşıyan birçok kitabı ve PDF halini internet ortamında bulabiliyoruz.

Tarihe olan merakım nedeniyle buna benzer bir şey bulduğumda alıp okurum. Her okuyuşumda şaşırıyorum; çünkü tek tek açıklanırken, kimler tarafından kurulduğu, hangi eylemlerde bulunduğu, nasıl sönümlendiği, kim kimden ayrıldı, kim kimle birleşti gibi bilgilerle — alfabedeki tüm harflerin kullanıldığı bir sol tarihle karşılaşıyoruz. Kısacası, sol tarihini soldan daha iyi tutulmuş sorgu ifadeleri ve bu sorguları yapan birimlerin özenle aldıkları notlarla görüyoruz.

Bu belgelerde yer alan bilgiler sadece devletin bakış açısını değil, aynı zamanda solun içsel dinamiklerini ve çelişkilerini de ortaya koyar.

Sol içinde elbette itirafçılar, itirafçı olmasa dahi öyleymiş gibi ifade verenler; gönüllü ifade sunanlar ve polis olmamakla birlikte, polisten daha fazla gözaltında ifade veren kişiler olması kadar doğal bir şey yoktur. Her insan direnecek, her insan çelikten yapılmış değildir. Zaten bu yola gönüllü ya da şartların dayatmasıyla girmiş bireylerden oluşan bir sol mevcuttur.

Solcular kendi tercihleriyle solcu olur; ancak her solcu Marksist değildir. Bu, Marksizmi bildiği ya da o çizgide düşündüğü anlamına da gelmez. Birçok kişi Marksist olduğunu söyler ama olaylara en temel düşünme yöntemiyle değil, daha çok duygusal yaklaşır. Daha fazla feodal ilişkiler geliştirir; hatta çoğu, hemşericilik ya da aynı inançtan gelenlerin birliği şeklinde topluluklar oluşturur.

Bu duygusal yön, kimi zaman solun içine farklı sosyal bağlar taşıyan bireylerin de girmesine yol açar. Etkilenme, kendine rol model alma ya da devletin ötekileştirdiği ve kendisini ifade etme olanağı bulamayan bireylerin sol içinde yer bulması olağandır.

Solcular genelde daha duygusaldır. Akıllarını ve fikirlerini daha özgürce ifade edebileceklerine inanırlar. Aydınların genelde soldan çıkmış olması da bu fikri pekiştirir; çünkü onlar, olmayan bir özgürlüğü arayan, daha özgürlükçü bireyler olarak öne çıkarlar.

Geleneksel sağ çevre içinde yer alıp da sonradan solcu, hatta sorumlu kadrolar haline gelen kişiler de sol tarih içinde önemli bir yer tutar.

Bir insan neden sağdan sola ya da soldan sağa hızla kayar, bunu bilmem; ama bu geçişler tarih boyunca hep olmuştur. Ancak bana en ilginç gelen şey, bir bireyin yer aldığı siyasi parti ya da dergi çevresinden diğerine geçişinin çok nadir olmasıdır. Çoğu zaman inadına kendi çizgisini korumaya çalışır; hatta bu uğurda aynı cenahtan sayılan diğer yapılarla silahlı çatışmayı bile göze alabilir.

Toplumun tüm kesimlerine hoşgörü çağrısı yapılırken, sol içinde yer alan yapılara karşı hoşgörünün yerini çoğu zaman düşmanlık alır. Bu durum, solun kendi içinde var olan çatışmacı ve katı hiyerarşik yapının da bir yansımasıdır.

Solda birey önemli değildir; önemli olan toplumun kurtuluşudur! “Toplum ortak karar alır” gibi bir düşünce de çok geçerli değildir; çünkü o toplumun bir lideri ya da lider konumundaki partisi vardır. Her şey, bu üstten bakışla alta dikte edilir. Tartışılacak metinler gönderilir; fakat çoğu zaman tartışılmadan, tartışılmış gibi kabul edilerek benimsenir. O metin, artık o topluluğun yol haritası oluverir.

Sol, çatıştığı kesimin kimi zaman bir yansıması gibidir. Çünkü sağ ile solun biçimsel yapılarında zaman zaman iç içe geçmiş unsurlara rastlanır. Kimin hangi eylemi yapacağına, kimin öleceğine, kimin kendisini bir silaha dönüştüreceğine karar veren; bu karara uymayanı cezaevinde bile infaz eden bir sol geçmişte mevcuttu. Bu gerçekle ise hiçbir zaman tam anlamıyla yüzleşilememiştir. Biçimsel cenaze törenleri ve anmalar dışında; bu ölümlerden çıkarılan ciddi bir ders yoktur. Ölen, hâlâ liderliğe bağlıysa “şehit”, değilse “unut gitsin” ya da “hain” olarak anılır.

Sol, gerçekten geçmişine eleştirel olarak bakabiliyor mu? Yoksa “Şimdi çatışma ortamı var, henüz başarıya ulaşılmış değil; sonra geçmişe bakarız.” mı deniliyor?

Bu noktada, geçmişle hesaplaşmanın hem solun hem devletin ortak sorumluluğu olduğu ortaya çıkar. Bu bağlamda MİT ve polis arşivlerinin erişime açılması, tarihsel yüzleşmenin ilk adımı olabilir.

MİT ve polis, en azından Avrupa'da olduğu gibi, dosyalarını iletişime açıp sol tarih yazıcıları için bir kaynak yaratmalıdır diye düşünüyorum. Sol tarih, sadece söylem düzeyinden ve ulaşılabilen dergilerden çıkartılmamalı; gerçek veriler ışığında, devletin bu konudaki bakış açısı da değerlendirilmelidir. Çünkü devlet her şeyi not eder: bu, devlet olmanın bir gereğidir. Ancak bu notlar hep gizli kalmamalı; tarihsel yüzleşme ve sağlıklı bir toplumsal hafıza için paylaşılmalıdır.

Sol, kendi kaynağına bakarken oluşturduğu tarih bilinciyle resmi sol tarihini yaratır. Ancak daha bağımsız bir bakış açısı geliştirebilmek için, karşılaştırmalı tarih yazıcılığına ihtiyaç vardır. Bu noktada, karşı cephedeki bilgilerin de tarih yazımı açısından önemi büyüktür.

Devlet (özellikle Türkiye bağlamında), solu her zaman düşman olarak görmüş; yok edilmesi ya da en azından kontrol altında tutulması gereken bir unsur olarak değerlendirmiştir. Bu nedenle çok katı önlemler almış, en küçük bir örgütlenmeyi ya da girişimi zor yoluyla bastırmak için her türlü araca başvurmaktan çekinmemiştir. Her olayın faili bulunabilsin diye, zaman zaman açık ya da gizli biçimde işkenceyi meşru görmüş; “düşman” olarak kabul ettiği kişilerin insan hakları ve savunma haklarını yok saymıştır.

Polis kaynaklarının tümünü doğru kabul edemeyiz. Çünkü çoğu zaman, suçun failleri bulunamadığında bir suçlu yaratılmış; işkencede alınan ifadelere dayanarak cezalar verilmiş, idamlar gerçekleştirilmiş, hatta idam edilen kişilerin cesetleri ailelerine teslim edilmeyerek tamamen yok edilmiştir. İdam edilmiş ve hâlâ mezarı olmayan birçok solcu, tarihimizin bir parçası olarak yer almaktadır. Cumartesi Anneleri ise hâlâ kaybettikleri evlatlarını aramaya devam etmektedir. Hakikatle yüzleşilmesi için annelerin sesi, hâlâ meydanlarda adalet arayışını sürdürmektedir.

Tüm arşivler halka açık ve herkesin ulaşabileceği bir hâle getirilmelidir. Ancak arşivler, resmi tarihi oluşturmak adına çoğu zaman ya gizlenir ya da laf kalabalığı ve belge yığını içinde görünmez hâle getirilir. Çünkü arşive kimin, hangi pencereden baktığı önemlidir. Her açıklanan belge, tarihi doğru biçimde yansıtmıyor olabilir. Tarihçiler, bu belge kalabalığı içinde kendi yollarını bulacak ve kendi tarihlerini yazacaklardır.

İsmail Cem Özkan