Alevilik, Bektaşiliğin Gölgesinde mi Eriyor?
Yıllar önce Hacıbektaş Dergâhı'nda, Hacı Bektaş Veli’ye
atfedilen özlü sözler yer alırdı. O dönemde dergâhın müze müdürlüğüne ilk kez
Alevi inancına mensup bir kişi atanmıştı. Üstelik bu kişi Kürt kökenliydi. Bu
durum, Cumhuriyet’in ilanından sonra bir ilk olma niteliği taşıyordu. Zira
Osmanlı döneminden başlayarak dergâhın kapatılıp müzeye dönüştürüldüğü yıllara
dek, genellikle Nakşibendi tarikatına mensup kişiler bu tür kurumlara yönetici
olarak atanırdı. Bu kişiler aracılığıyla dergâh, Bektaşiliğin merkezî bir
yapısı gibi işlev görmeye devam etmişti.
Dışarıda ise Ulusoy ailesine ait, halk arasında “Çelebiler”
olarak bilinen evler fiilen dergâhın yerini almıştı. İnananlar o evlerde el
alır, dua eder, gönüllerini güvercinin hafifliğiyle, turna kuşu gibi
hafifletirlerdi. Turnalar Semahı, Hacıbektaş Semahı’dır. Elbette birçok yörede
semah, turna figürüyle özdeşleşmiştir.
Dergâhın en üst duvarında “Türkçe konuş” ifadesi yer alırdı.
Bu söz, birçok Alevi kaynağında “Bu yurtta Türkçe konuş, Türkçe sev ve Türkçe
yakar” biçiminde geçer. Yıllar sonra Hacıbektaş’a tekrar gittiğimde bu yazının
kaldırıldığını fark ettim. “İsabet olmuş,” dedim içimden. Ancak bu değişiklik,
Bektaşilik inancında Türkçe ibadet meselesini yeniden gündeme taşıdı.
Bektaşilik, özellikle Balkanlara açılım sürecinde yeniden
keşfedildi. Yeni kurulan devletler içinde Bektaşilik, kurumsal olarak varlığını
koruyordu. O kurumlara gidip gelmeler başladığında fark edildi ki, ibadet eden
birçok kişi dualarını ana dillerinde değil, anlamadıkları bir dilde ettiklerini
fark ediyordu. Bektaşi babaları duaları Türkçe ezberden okuyordu; ancak çoğu,
Türkçeyi bile anlayamıyordu.
Türkiye’de ise başlarda devlet, şehirleşen Alevilerin
ihtiyaç duyduğu Cemevlerini tanımadı. Ancak zamanla bu yapının kendi işine
yaradığını fark etti. Türkiye’nin her bölgesinde farklı biçimlerde yaşanan
Alevilik, süreç içinde homojenleşmeye başladı. Baskın anlayışlar, daha zayıf
olanları sindirmeye başladı. Genel kurallar geçerliydi; ancak farklılıkları
ortaya koyan birçok geleneksel davranış ve ibadet biçimi yok olmaya başladı.
Her derneğin kendi “bileni” ya da “otoritesi” ortaya çıkıyor, kendisine “dede”
diyenler için yeni kapılar aralanıyor, fikirlerini yaymak isteyen bazı kişiler
baskı aracına başvuruyordu.
Avrupa’da kurulan Alevi dernekleri bu süreci hızlandırdı.
Hangi şehirden gelenler çoğunluktaysa, o dernekte o bölgenin Alevilik anlayışı
baskın hâle geldi. Bugün birçok Alevi, hem cuma namazına gider, hem Sünni
İslam’ın orucunu tutar, hem de 12 İmam orucunu yerine getirir. Dernekleşme
süreci, heterojen olan Aleviliği hem homojenleştirdi hem de giderek
Türkleştirmeye başladı.
MHP kökenli Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek, bu
homojenleştirme sürecinin izlerini Kazakistan’da da bulmuştu. Orada kurulan
Ahmet Yesevî Üniversitesi’nin mütevelli heyeti başkanlığını üstlendi. Bakanlığı
döneminde Hacı Bektaş Veli ile Hoca Ahmet Yesevî arasında bir bağ kurulmaya
çalışıldı. Ona göre Yesevî, Sünniydi ve Alevilikle doğrudan bir ilgisi yoktu.
Ancak aynı zamanda onun bir “Türk öğretisi” sunduğu da iddia edildi: özü, sözü
Türk’tü. Böylece Mevlânâ, Hacı Bektaş ve Ahi Evran da “Türk” kimliğiyle
tanımlanmaya başlandı. Yıllarca Hacıbektaş’a gelip Sünniliği anlatmaya çalıştı;
ancak sanırım bu çabalarından sonuç alamadığı için artık o arayıştan
vazgeçtiğini düşünüyorum.
Osmanlı dönemindeki Nakşibendi etkisi, bu kez müze
statüsündeki Hacıbektaş Dergâhı üzerinden yeniden inşa edilmeye başlandı. Çünkü
Hacıbektaş’ı kontrol eden, Bektaşiliği; dolayısıyla Balkanlar’daki Aleviliği de
kontrol edebilirdi. Bu stratejik bir hamleydi. Alevileri sadece kontrol etmek
değil, bazı yapılar onları tamamen asimile etmek amacıyla hareket etti. Bu
hedef doğrultusunda Aleviliği, Bektaşilik içinde eritmek istediler. Bugün bu
süreç, Cemevleri ve dernekler aracılığıyla yavaş ama kararlı bir şekilde
sürdürülüyor.
Sosyal medyada bir Alevi ozanın yaptığı paylaşım, özellikle
Kürt Aleviler arasında hayal kırıklığına yol açtı. Ancak aynı zamanda birçok
Alevi’nin özünü ve sözünü de yansıtıyordu:
“Alevilik, 72 milleti içine alan kadim bir gelenektir. ‘Kürt
Alevi’ ya da ‘Türk Alevi’ diye bir tabir yoktur; Kürtçe konuşan Alevi, Türkçe
konuşan Alevi veya Zazaca konuşan Alevi vardır. Alevilik, ‘lisan-ı hâl’
dilidir; ibadet dili ise Türkçedir.”
— Erdal Erzincan
Bu konu son yıllarda daha sık dillendirilmeye başlandı.
Hatta “Çepni, Türkmen dini” diyenler arttı. Kimine göre Kürtler de Türkmen
soyundandır. Elbette herkes kendini hangi soydan görüyorsa öyle adlandırıyor.
Ancak Kürtçe ibadet neredeyse ya tamamen yok sayılıyor ya da açıkça
reddediliyor.
Devlet Bahçeli’nin 16 Ağustos’ta bir Alevi açılımı yapacağı
yönünde bir öngörüm vardı. Ancak yaptırdığı Cemevi zamanında yetişmediği için
açılımın 29 Ekim’e ertelendiğine dair duyumlar aldım. Fakat 16 Ağustos yaklaşırken
Alevi açılımına dair söylemler ciddi biçimde artmıştı.
Devlet bir bütündür, parçalanamaz.
Bu durum kimilerini şaşırtıyor olabilir, ancak bana kalırsa
şaşılacak bir şey yok. Zira bu mesele ilk kez konuşulmuyor. Hatta birçok Alevi
dergâhında “Cemevinde ibadet dili Türkçedir” denilerek diğer dillerin kullanımı
reddediliyor. Bu yaklaşım, Avrupa’da iki ayrı Alevi federasyonunun kurulmasına
neden oldu. Çünkü Cemevlerinin kurumsallaşması süreci, bu tür tartışmalarla
birlikte başladı.
Öte yandan “Alevi-Bektaşi” kavramı giderek birleşik bir
ifade hâline gelmeye başladı. Bektaşilik, doğrudan Alevilik gibi sunuluyor.
Sözde Bektaşilik, “şehir Aleviliği” imiş. Bu da zamanla kanıksandı. Bugün
neredeyse her Alevi yayını ve söyleminde “Alevi-Bektaşi” ifadesi birlikte kullanılıyor.
Birçok Cemevinde Bektaşiliğe ait simgeler daha baskın hâle geldi.
Katıldığım pek çok cenazede, Bektaşi şapkası takan bir dede
ya da baba, Sünni inancıyla neredeyse birebir örtüşen söylemlerle sohbet
ederken, yalnızca “Hz. Ali” ismini araya serpiştiriyordu. Buna bizzat şahit
oldum.
Sonuç olarak, Aleviler kaybolmaya yüz tutmuş inançlarını
Bektaşi şapkası altında kurumsal bir yapıya dönüştürerek sürdürmeye çalışıyor.
Bu sayede Alevi açılımı başarıya ulaşmış gibi bir algı oluşturuluyor.
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.