Hilafetten Komünizme: Devlet, Karşıtlık ve Tarihsel İzler
Türkiye’nin modernleşme süreci, çoğu zaman karşıtlıklar
üzerinden şekillenmiş bir tarihsel yapıyı yansıtır. Kemalizm, kendini
tanımlarken “karşıt”ları referans noktası olarak belirlemiş; bu karşıtlıklar
hem devletin sınırlarını hem de güvenlik reflekslerini şekillendirmiştir.
Devletin bu yaklaşımı, yalnızca siyasi bir strateji değil, aynı zamanda
toplumsal düzeni ve kimlik sınırlarını belirleme çabasıdır.
Hilafetin yeniden canlanması korkusu, modern ulus-devletin
kurumsal temellerini güvence altına alma stratejisinin bir parçası olarak
ortaya çıkmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması, dinin toplumsal bir
fenomen olmaktan çıkarılarak devlet mekanizmasının bir parçası hâline
getirilmesini sağlamış ve dini toplumsal etkilerden bağımsız biçimde denetim altına
almayı amaçlamıştır. Ancak uzun vadede bu strateji, bağımsız dini-siyasal
odakların güçlenmesine ve günümüzde süregelen laik–anti laik gerilimlerin
oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Hilafetin tarihsel deneyimi, günümüz çağrılarını anlamak
açısından kritik bir gösterge sunar. Geçmişte güç mücadeleleri, mezhep
ayrılıkları ve baskıcı yönetimler sıradan uygulamalardı. Bugün bazı kesimlerde
dile getirilen hilafet çağrıları, sadece tarihsel bilgisizlik değil;
Ortadoğu’da hâlâ yaşanan baskıcı yönetimler, mezhep çatışmaları ve toplumsal
karanlık, hilafetin bugünkü en korkunç senaryosunu oluşturmaktadır. IŞİD ve El
Kaide örnekleri, bu tehdidin somut sonuçlarını göstermektedir. Böylece hilafet
çağrıları, tarihsel bir merak değil, modern dünyada hâlâ ciddi sonuçlar
doğurabilecek bir tehlike olarak okunmalıdır.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında devlet, bir diğer karşıtlık
ekseni olarak komünizmi hedef aldı. 1920’lerde bile komünizm “rejim için
tehlikeli fikir” olarak tanımlanmıştı. Devlet, bu tehdidi yalnızca siyasal
düzlemde değil, toplumsal yapının ideolojik biçimlenişinde de kontrol altına
almak istedi. Bu noktada dini çevreler ve tarikatlar, komünizme karşı stratejik
araçlar olarak devreye sokuldu. Komünizm, özellikle tarikatların etkili olduğu
bölgelerde dini bir sadakat göstergesi hâline getirildi; çoğu zaman içeriği
anlaşılmasa da, “dine ve millete düşmanlık” biçiminde temsil edildi. Bu süreç,
tarihsel olarak var olan kimlik temelli önyargıların – özellikle Kürt ve Alevi
topluluklarına yönelik mesafelerin – yeniden üretilmesine olanak sağladı.
Hilafet ve komünizm karşıtlığı, aslında devletin kendini
tanımlama ve toplum üzerinde kontrol kurma stratejisinin iki boyutu olarak
görülebilir. Modern ulus-devletlerin kimlik inşası genellikle “Biz kimiz?”
sorusuna cevap ararken “Biz kim değiliz?” sorusunu merkeze alır. Kemalizm’in bu
iki karşıtlık üzerinden kendini konumlandırması, hem ideolojik sınırlarını
belirlemiş hem de toplumda sürekli bir “öteki” üretme ihtiyacını doğurmuştur.
Devlet, ideolojik tehditleri dengelemek için dini çevreleri kontrollü biçimde
kullanmış olsa da, bu stratejinin uzun vadeli etkisi kalıcı toplumsal
kutuplaşmalar yaratmıştır.
Tarih boyunca devlet-toplum ilişkisi çoğu zaman “denetim” ve
“korku” üzerine inşa edilmiştir. Bugün hilafet çağrıları, komünizm karşıtlığı
veya dini-siyasal kutuplaşmalar yalnızca bireysel hatalar ya da belirli
grupların tepkisi olarak açıklanamaz; bunlar, uzun tarihsel süreçlerin ve
stratejik planlamaların güncel tezahürleridir. Geçmişi doğru okumak, bugünün
toplumsal ve bölgesel dinamiklerini anlamak için hâlâ en güvenilir yoldur. Ve
belki de en önemlisi, tarih bize gösteriyor ki bir toplum kendi kimliğini sürekli
karşıtlar üzerinden tanımladığında, ötekinin varlığı her zaman bir gölge gibi
peşinden gelir.
İsmail Cem Özakn
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.