Galata Gazete


12 Eylül 2024 Perşembe

Travmadan çıkmak yerine travma içinde yaşamaya alıştırıldık…

Travmadan çıkmak yerine travma içinde yaşamaya alıştırıldık…

 

12 Eylül geçeli kaç yıl oldu, fakat hala etkisi arzuladığı ılımlı İslam iktidarı gerçek olmuş, on iki eylül tüm hedeflerine ulaşmış, sol bir daha asla eskisi gibi ne gücü, ne illüzyonu ne de ütopyası kalmış, Kürt ve CHP içinde eriyen bir konumda, başkasının şemsiyesi altında meclise girip, güya sol muhalefet yapıyormuş gibi yapan konuma bürünmüş... Bugün hala ortada ele avuca sığacak kadar bir sol muhalefet oluşmuyorsa, oluşturulamıyorsa tüm suçu 12 Eylül askerlerine atmaya gerek yok, suçun büyüğü bizde olduğu gerçeği ile yüzleşmek gerek… Neden ve nasıl oldu da 11 Eylül günü muhatap alınan sol, bir gün sonra ciddiye alınmayacak kadar halktan kopuk hale geldiği, 11 Eylül 1980 yılında konuşamadıklarını birkaç sene sonra örgütsel yapısını sistem içine taşıyan, liberal politikaları açıkça savunur hale geldi? 

Ekonomik krizin bu kadar geniş tabanı ezdiği dönemde solun başkasının şemsiyesi altında söz söylemesi doğal mı, olağan mı? 

Bağımsız, özgür bir gelecek rüyasından kopuk, güya "yeniden" kuracakları cumhuriyeti, güya eşit vatandaşlık ülküsünü sağlayan cumhuriyeti "yeniden" yaratacaklarını iddia eden tarihten kopuk resmi tarihi aşamamış siyasi yapıların sol olarak tanımlandığı günümüzde geleceğe hoşgörü ve umut ile bakmamız ne kadar mümkündür?

Bağımsız, işçi sınıfına dayanan, özgür bir dünya hayali edenlerin resmi tarih ve resmi söylemlerden uzak olması gerekirken, daha fazla AKP düşmanlığı, Erdoğan kişiliği üzerinde tepinenlerin geleceği kuracaklarına dair inanç toplumda var mı? Elbette yok, büro kirasını ödeyemediği için sürekli büro kapatanların geleceği kuracakları hayali gerçekçi değildir... 

Bugün işçi sınıfı greve giderken elinde Türk bayrağı ile halay çekmesi, onu devlet ile çelişkisini ortadan kaldırmıyor. Bugün devlet, işçinin değil sermayenin hakkını savunuyor. İşçi grevde salladığı bayrak, sınıfı değil elbette sermayeyi temsil eder ve o yüzden her sermaye grubunun önündeki direklerde Türk bayrağı yanında kendi şirketinin logosunu taşıyan flama asılıdır... Kısaca greve giden işçi elinde taşıdığı Türk bayrağı ile güvenlik güçlerine ve devlete verdiği mesaj "ben sizdenim, bana saldırma, bizim kavgamız siyasi değil, ekmek kavgasıdır" imajını kimse ciddiye almıyor, işverenin çıkarına dokunduğu an o grev ya zorla ya da yasal gerekçeler ile ortadan kaldırılır...

İşçi sınıfının elinde tek alın teri kalır, tüm flamalar gaz bombası altında yok olur gider... 

Tüm ezilenler evlerinde, işyerlerinde, araçlarında Türk bayrağı asmaktadır, çünkü o bayrak ile "bana saldırmayın" demektedir, tüm toplumun belleğinde ve her sene tazelenen acılar insanların DNA'sına kadar işlemiştir...

Bayrak bir anlamda kurtarıcı gibi gözükür ama güçlü olan ötekileştirdiğini istediği gibi ezme ve asimilasyon etme özgürlüğüne sahiptir, diğeri ise direnme hakkı yasal olarak elinden alınmıştır... 

12 Eylül ulus devletin resmen ortadan kaldırılması liberal ekonomi politikalar ile küreselleşme ve onun ihtiyacı olan ılımlı İslam iktidarların kurulmasıdır... (elbette bu ülkemiz için ve yeşil kuşak içinde yer alan ülkeler için geçerlidir) 

Yukarıdaki öngörüye ve arzulanan hedeflere ulaşmıştır, bir anlamda darbeciler başarmıştır... Başaramayanlar ise bugün dahi örgütsüz olan, partileşemediği, örgüt olamadığı için yok olan yapılar ve bireylerdir... 

12 Eylül’den bugüne kadar tüm algılar, kelimeler, söylem biçimleri değişmiştir. Kavramlara yeni anlamlar yüklenmiş ve tarih devletin resmi anlayışına uygun bireylere dikte edilmiş ve sürekli Hacivat Karagöz kavgasında olduğu gibi cepheleştirmiştir… Gölge oyunu siyasi bir strateji olarak uygulanmış ve toplum cepheleştiği için ülkenin ortak ruhu ortadan kalkmıştır… Parçalanmış ülkede tüm seçimleri iktidarın kazanımı ile sonuçlanmıştır, iktidar belediye seçimleri kaybederken yine de iktidar koltuğunda oturmaya devam etmiş ve meclisi etkisizleştirerek seçilenlerin değil atananların hakim olduğu bir düzene dönüştürülmüştür… Kısaca seçim artık göstermeliktir, belirleyici olan para ve onun gücü ile her kaybediş aslında kazanç olmuştur…

12 Eylül tarihi yine geldi kapımızı çaldı, her yıl dönümünde farklı duygular ile o geçmiş günleri yeniden anlamaya çalışan bizleriz ama genç kuşaklar, AKP iktidarı süresi içinde doğup büyümüş olanlar için 12 Eylül hiçbir şey ifade etmiyor, onlara anlattığımı her hikaye onlara komik gelmekte ve acılara gülebilmekteler, tıpkı Almanya’da Nazi dönemini anlatılan her olaya hadi oradan diyerek alinin tersi iten gençlik gibi, orada faşizm yeniden büyümekte, sadece Almanya değil, tüm dünyada, çünkü yeni kuşaklar acıları ve yaşananları bilmiyor ve öğrenmekte istemiyor... İnsanlık yeniden yeniden acılı günlere doğru eğiliyor, tarih kırılıyor ama bu sefer tarih benliksiz kırılmakta…

Resmi tarihlerin hepsi hikayedir, buna resmi sol tarihte dahildir. Resmi tarih yerine daha gerçeğe yakın tarih neden reddedilir, sorgulamadan resmi olana inanılır… Olmayan şeyleri var gibi anlatmak sadece rakı masasında olmuyor, üniversite kürsülerinde ve doktora çalışanlarında da aynı yalan devam etmektedir… Bir şey gerçekler üzerine oturmayınca elbette sonuç hep istenilmeyene ulaşmak anlamına gelir ve emperyalist devletlerin elinde birer piyon oyuncusuna, ihtiyaç duyulduğunda savaşacak bireylere dönüşüyor…

Bir daha asla diyoruz ama hep asla dediklerimiz tekrar tekrar yaşıyoruz ve onu engellemek içinde hiçbir şey yapmıyoruz…

İsmail Cem Özkan 

 

24 Ağustos 2024 Cumartesi

Ak saçlı ve boyalı saçlıların direnişi devam ediyor!

Ak saçlı ve boyalı saçlıların direnişi devam ediyor!

Tüm eylemlerde ak saçlı delikanlı, deli kızları görüyoruz...

Hepsi 78 kuşağının devrimcileri...

Hepsi hep direndi, direnmeyi yaşam biçimi olarak kabul ettiler. Hiç biri lider olma derdinde değil, var olan soruna çözüm arayışında, onlar devrimci 78'liler...

Onlar eylemlerde ön saflarda, hala bildiri dağıtıyor, hala slogan atıyor, hala yumruklarını havadan indirmiyorlar...

Onların yanında kimse yok, eskiden de yoktu, liderleri "aman bizi öldürtmek mi istiyorsunuz" diyerek her türlü baskıyı kabul ederken, onlar direndi... “Direnmeyen” liderlerin emri ile açlık grevlerine katıldılar, devrimci onur, devrimci anlayış olarak kabul ettiler liderlerini eleştirmeden hep desteklediler, hep endişeli, hep kuşku içlerinde taşımalarına rağmen liderdir dediler, değerdir dediler, sessizce onlara yol verdiler...

Onlar devrimci 78'liler...

Tüm eylemlerde hep öndeler... Çoğu dede oldu, nine oldu ama meydanları boş bırakamadılar...

İmkanları zorlayarak çocuklarını, torunlarını okuttular, yurt dışına kaçan yoldaşlarının yanına gönderdiler... Şimdi torunlar, çocuklar yurt dışında başka yaşam kurdular ama onlar bu ülkede kalıp eylemlere devam etti, edemeyenler ise rakı masasında devrim yapmaya devam ettiler...

Ülkemizin alnı ak, yüreği Karacaoğlan bir kuşağa sahip oldu, o kuşak acıların en büyüğünü, direnişin en onurlusunu yaptılar... Onlar Bedreddin oldular "yarın yanağından gayrı her yerde, hep beraber oldular..." kısaca devrimci oldular ve hala devrimci mücadeleye devam ediyorlar...

İyi ki varlar 78 kuşağı…

Ondan önceki kuşaklar doğanın yasası gereği camilerden imamların duası ile bir bir yolculadık, kalanları da sanırım camiden imamların duası ile yolculayacağız... Tüm din kurallarına, tüm düzen karşı olanlar son yolculuklarında tüm düzene, tüm yobazlığa, tüm dini inançlara uygun olarak teslim olup anılarını bırakıp gittiler...

Onlarda iyi ki bu dünyada yaşadılar, anıları kaldı, iyi kötü... Sadece anıları kalmışlara da saygı duymak gerek...

Madalyonun iki yüzü var, kahramanların da!

78 kuşağı içinde her türlü duruşu bulursunuz, mutlak itaat, mutlak itirazı da ama hepsinin günahları yanında kahramanlıkları da var...

Bizler hep kahramanlık hikayeleri okuduk, duyduk, peki yüz kızartan, yüzleşilemeyen bölümü...

Örgütü kutsallaştırdık, sorgulamadık!

Geçmişe ait bilgiler yayınlanırken birkaç örgütün ismi ve öldürdüklerinin isim listesini bulursunuz, sadece bir kaç örgüt mü, elbette değil, onlar cinayetler ile öne çıktı, peki çıkmayanlar... Örgütler üzerine öyle bir örtü örttük ki, kutsadık… Mekke’deki örtüden belki daha kutsal şekle getirdik ve üstlerini asla açmadan, onların resmi tarihine ve söylemlerine inandık… Hep devletin resmi tarihinden bahsedilir ama en ufak kurumun bile resmi tarihi vardır ve bizler uydurulmuş gereklik içinde yaşamaya mahkum edildik. Ya inanırsın ya da gidersin anlayışı hep oldu, resmi tarihi savun, itiraz edenleri düşman belle…

Sadece 80 sonrası mı, öncesi...

Devrimci devrimciyi öldürdü, faşistler ile çatışmayı bırakıp devrimciler birbirlerini kurtarılmış bölgelerinde silah sıktılar birbirine...

Neden?

Çoğu bu yaşanmış çatışmaların nedenini bilmez ama dergide yazılanlar doğru kabul edilir ve düşman gördüğüne bir isim tak ve kurşunu gönder, faşistlerden pek farkları yoktur. Ya aktır ya da kara, arası olamaz, arası olursa örgütler arası geçiş olur ki, kazanılmış üyeye kaybedilmez!

78 kuşağı çoğu şeyi bilmez, çünkü lider kadrosunda onlar yoktu! Olanlar ise kendisinden önceki kuşağın kötü karikatürü gibidir, yaşları ufak ama akılları hepsi önceki kuşağa emanet! Yaşanan olayların arka yüzünü bilmesi gerekenler (kuşaklar açısından bakıldığında) liderlik kadrosunda olan 68 kuşağı, belki öncesi...

Daha ileriye gidelim Stalin, Mao...

Tüm liderler tanrılaştırıldı, çünkü tanrı hata yapmaz, liderler de hatasızdır!

Sorgulanmaz, vardır her zaman bir bildikleri, eylem kararı almışsa sorgula yap, sonra sorgularsın ama sonrası hiç olmadı...

Örnek aldıklarımız, taklit ettiklerimiz bize hep ideal olandan bahseder ama bir de karanlık yüzü vardır, o karanlık yüz bizi yok etti, sakat bıraktı, travmalar içinde yaşamamıza neden oldular... Direnmeyi seçmiş olana direnme teslim ol diyenlerde onlar, teslim olana ise neden teslim oldun diyerek ölüm fermanı da verenler onlar...

İyi direnmeden poliste diyerek çözülmüş olana çözmüşler! ...

Tarih bir bütündür ama biz tek bir parçasını gördük ve algıladık…

Kısaca karanlık yüzümüz de var ak yüzümüz de ama tarih bir bütündür değil mi? Değil, biz tarihin hep kahramanlık bölümünü kabul edip, diğerini konuşmaz yapıyoruz...

Yaşandı mı, yaşandı, ret edildi mi, edilmedi... Peki, ders çıkarıldı mı, çıkarılmadı...

Yakın tarihimizde devrimciyi öldürmek sadece devletin görevi değil, sanki solunda görevi olmuş...

O şiddet sarmalından yara alanlar bir kenara itilmiş, aforoz edilmiş devrimcilerin bir bölümü çevre hareketi içinde direnmeye devam ediyor...

Lider olmuş 78 kuşağından bireylerde kendisinden öncekilerini taklit etti, onlar kadar acımasız, onlar kadar öngörüsüz, onlar kadar kibirli oldular... Eğer onların yaptıklarından ders çıkarsalardı sol bugünkü halinde olmazdı...

İsmail Cem Özkan

16 Ağustos 2024 Cuma

Harun düştü usuma...

Harun düştü usuma...

 

Yıllar yıllar öncesiydi... İlk karikatür sergimi açmak için Side’yi seçmiştim. Side bereket tanrısının elinde tuttuğu nardır... Yani berekettir... İlk adımı Side’de atacaktım… Oranın müze müdürü aracılığı ile sergi açmak için elimde karikatürlerim, diğer elimde yarın dergisi arka kapağında Harun Karadeniz...

O dönemde tek çıkan sol gençlik dergisi Yarın...

Dayanışma kaçınılmazdır, gittim dergiden bir koli dergi aldım ve çıktım yola... Sergiyi açtım, yarın dergisini de satıyorum... Karikatürümü yabancılar alıyor, çok ucuz onlar için, ticareti bilmiyorum ben üretendim, satan değil…

Hala da üretiyorum hala da satışı öğrenemedim...

Harun Karadeniz derginin arka kapağında ve jandarma sergiyi bastı... Karikatürler ortalığa saçtılar, dergiler elden ele, ee daha 12 Eylül rüzgarı hala sert esiyor… Neyse apar topar toparladım ve kaçtım sergi yerinden, çünkü bir de jandarma, dal falan işleri ile uğraşmamak gerek...

Dergileri kurtardım diye anımsıyorum ama soluğu Ankara’da aldım... Soruşturma açılması kaçınılmazdı diye düşünüyorum ama Harun Karadeniz benim 12 Eylül sonrası ilk korsan eylemim oldu, çünkü dergileri orada satışa sunduğumu müze müdür bilmiyordu...

Yıllar sonra evim ve yolum onun mezarının olduğu Karacaahmet Mezarlığının yanına düştü... Her geçişte onun oradan mezarlığına uğrar yaban otları temizlerdim. Yolun kenarında duvar ile sırt sırta, Allahtan yol açacağız diye onun mezarının üzerinden yol geçirmemişlerdi.

Yaşamı tam sınırdan kurtaramadı ama mezarı tam sınırdan kurtarmış...

Yıllarca her geçişimde saygılarımı oradan sundum...

Sonra ne mi oldu, Çetin Uygur ile tanıştım. Çetin Uygur onun yoldaşı... Çetin abiye hep sordum ama o hep anlatmaktan kaçındı, yazdık be dedi, anlatacak bir şey yok…

Şimdi Çetin abi de hiç bir şey anlatamaz, o da hafızasını kaybetti...

Yaşamdan, insanların arasından çekildi nefes alırken girdi bir odaya, yalnızlığını yaşıyor... Sorarım dostlara ara ara Kartal’a gittiğimde... Arayan soran var mıdır diye, çekilmiştir artık yoktur, tarihe kaldı hepsi…

Harun Karadeniz benim örnek aldığım güzel insanlardandır...

12 Eylül öncesi parçalı gençlik, her parçanın kahramanları vardı… Benim kahramanım Mahir Çayan’dı... Sonra Deniz oldu, sonra öğrendikçe hepsi olmaya başladı, sonra evimize gidip gelenler, sonra aramızdan ayrılanlar, sonra duvar yazılarında isimlerini geçirdiğimiz ama hep isminin arkasından ölümsüzdür, mücadelemizde yaşıyor dediklerimiz...

Sonra mücadele ortadan kalktı, onlarda tıpkı çetin abi gibi bir odaya kapatıldı, hayattan kopardılar ve o odaya gidip gelenlere sorar olduk, Mamak türküleri, samsun asfaltı, kömür deposu derken zaman akıp geçti, o odadan çıkıp gelenler oldu…

Alime Mitap için sergi yaptık karanfillerin boynunu koparıp sergi defterinin yanına koymuştum... Sembolikti...

Odaya kapananlardan yaşama dönenler oldu ama artık hiçbir eskisi gibi kahramanım değildi, mücadele mi sonlanmıştı yoksa hepten mi değişmişti?

Harun Karadeniz, Çetin Uygur... İki kahramanım yıllar sonra bir yazıda birleşti...

Harun'u anan paylaşımlar gördüm sosyal medyada, küçük bir grup bayrağını almış mezarına gitmiş... Küçük de olsa umudum hala filiz olarak durur, neden filizler ağaç olamaz???

 

İsmail Cem Özkan

14 Ağustos 2024 Çarşamba

Tarihin dipnotlarından güncele bir katkı..

Tarihin dipnotlarından güncele bir katkı..

 

Eskiden Katolik dünyasının iki merkezi vardı, roma tek değildi, bugünkü Fransa sınırları içinde yer alan Avignon. Katolikler birlik adına birçok girişimde bulunsa da bir türlü birlik sağlanamıyordu... Bu arada kutsal kitap konusunda da tartışmalar oluşmaya başlamıştır.. Giordano Bruno, "tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar." dediği için yakılarak idam edilecektir... Ondan bir yüzyıl sonra ise alman martin Luther Katolik kilisesine köklü bir eleştiri getirecek ve ona Jean Calvin destek verecektir. Fransa'da tutunamayan Jean Calvin İsviçre’ye kaçacak ve orada görüşlerini yazmaya ve ulaştırmaya devam edecektir... Protestan kilisesinin doğması katliamları da beraberinde getirdi. Fransa'da Jean Calvin taraftarı olarak 10 bin insan öldürülmüştür. Kısa sürede köylü savaşları diye adlandırılan 30 yıl savaşları başlayacaktır. Milyonlarca insan bir birini boğazlar... Sonuç alınamaz, her iki tarafta mutlak üstünlük sağlayamaz ve Osnabrück ve Münster'de taraflar bir araya gelir ve ilk laik devletin temeli atılır, devlet din işleri ile uğraşmayacak ve insanların inancına karışmayacaktır... Karıştığında ne olduğu ortadadır, milyonlarca insan ölmüştür... Westphalia anlaşması ulus devlete giden yolunu açacaktır... Bugün ki Avrupa Birliği görüşünün de temelidir... Konumuza dönelim efendim, Katolikler birlik, birlik derken parçalanmıştır. Ortodokslar Moskova ve Kostantiye merkezi olarak kendilerini Roma’dan zaten ayrı tutmuşlar, takvimleri de farklıdır... Birlik söylemleri hep ayrılıkları körüklemiştir...

Birileri ne zaman birlik derse hemen ayrılık arkasından geldiğini yakın tarihimizde gördüm, o yüzden ben tüm birlik girişimlerine karşıyım!...

Gücünüz yetiyorsa eylemlerinizi ortaya koyarsınız, o eylemler sokakta birliği ortaya çıkarır, yoksa tartışmalar ile., program arayışları ile zaman hızlı tükeniyor ve 12 Eylül sonrası oluşmuş olan tüm inisiyatifler hepsi tarihin çöplüğünde kimse dönüp bile bakmıyor...

AKP gidici, bu gidiciliğini sağlayan ne yazık ki muhalefet değil, keşke muhalefetin eylemleri, inatçı direnişi, kitlesi ile olsaydı, olmuyor...

1 Mayıs İstanbul eylemlerinde iki bayrak sopası sallayarak barajın açılmadığını gördük, neden 15 -16 Haziran tarihi hiç göz önüne alınmaz, çünkü o zamanki liderlik anlayışı bugün yok, iş zora gelince hemen kıvır ve kaç taktiği... Yıllardır Taksim Meydanı çağrısı olur, iktidar izin verince meydana çıkılıyor, izin vermediği an uzaktan bir iki çıkma girişimi oluyor ya da otelde oda kiralayıp bir grup insanı çıkarıp dava konusu ediyor, sonrası, sonrası yok...

Çünkü devamlılık inatçılık yok...

Ülkemizin en uzun inatçı eylemi Haydarpaşa Gar eylemidir, bir avuç insanın inadı var orada, sahip çıkmaya gelince o bir avuç insan yok sayılıyor, büyük büyük isimler sıralanıyor... Ortada hiç biri yok...

Kısaca birlik arayışları yerine, gücü yeten sokağa çıkacaktır, Karacabey’de köylüler yola çıkıp trafiğe kapattı, önceden planlı, programlı, düzenli bir eylem değil ama neden bu eylemler ülke sathında inatçı bir lojistiği engelleyen eylem olmasın? Bunu yapacak güçtür değişimi yapacak olan, süslü laflar değil...

Bu arada son Saraçhane’deki 1 Mayıs günü yaşananları çağrıcı olanların hiçbiri yaşanmış olan hayal kırıklığının ne hesabını verdi ne de istifa ettiler... O olay başlı başına yüz kızartıcı ve yüz karası bir duruştu, ya sözün arkasında sonuna kadar duracaksın ya da hiç çağrı yapmayacaksın, gidip Maltepe dolgu alanında kuzu kuzu bayrak sallayarak kutlayacaksın...

Ben yaptım oldu anlayışı olduğu sürece ülkede hiç bir şey olmayacağını düşünüyorum...

Solcuların en büyük sorunu hep kendilerini haklı, doğru karşısındakinin haklı olabileceğini düşünememesidir... Ortak hareket edemiyor, güçlü olan kendisini dayatıyor ve istediği gibi olmadığı an hemen o isteğe uymayanı dışlıyor…

Tek maddi sorunu örgütler yaşar gibi algı yaşatıp örgüt ile dayanışma, bireylerin sorunlarına uzak durma durumu söz konusu... Bireyler artık yol ücretini, simit ve çay parasını düşünür hale geldi… O ekonomiyi düşünen birinin çağrılan herhangi bir eyleme gelme şansı ne kadardır?  Kendi insanına sahip çıkamayanların ülke sathında ülke sorunlarına sahip çıkabilir mi? Toplumun en küçük birimi ailedir ve eylemlerde gördüğünüz aile reisi (yasal olan) orada, diğerleri evinde ya da tablet başında video seyrediyor... Burada bile anlayış birliği yok, ailesini örgütleyemeyen birinin işçi sınıfının önünden gitme hakkına sahip olabilir mi? Burjuva siyaseti bile meydanlarda eşini alıp sahneye çıkıyor, Erdoğan öyle, İmamoğlu öğle, peki solcular ne yapıyor, tek tabanca! Hiç gördünüz mü TİP başkanını eşi ile birlikte poz verdiğini? Popüler siyaset yapıyor ya, o yüzden TİP dedim, diğerleri de aynı... Eş başkanlar var, başkanlar kurulu var ama hepsi eşsiz meydanlarda konuşmacı, konuşmacı olmadığı eylemlere zaten gitmiyor...

Sözü çok dolandırdım sanırım, ben birlik sözünü duyduğum an ayrılıkların olduğunu, ayrılıkları örgütlediğini düşünüyorum...

 

İsmail Cem Özkan

 

5 Ağustos 2024 Pazartesi

Arap imajı, gerçekliğin üzerini örtmektedir…

Arap imajı, gerçekliğin üzerini örtmektedir…

 

Yaşadığımız çağda 25 Arap devleti var, 25'ide birbirine benzer şekildedir. İnsanlığa kazandırdıkları dinleri hariç hiçbir şeyleri yoktur. İslam dinini sahiplenirler ve tüm geleneklerini İslam dini gibi gösterip, onlara kutsallık katarlar. İslam dininde olmayan birçok uygulama İslam devletleri tarafından sorgulanmadan uygulanmaya devam etmektedir.

25 Arap devletinin bayraklarının renkleri de ortaktır. Siyah, yeşil, kırmızı ve beyaz ve bunların türevleri ile oluşturulmuştur...

Hepsi şeriat ile yönetilir ve kelle, el kesmek, recm uygulamaları ile dünya gündemine gelmekteler... Bir de zengin Arap fakir Arap devletlerini köle gibi görüp, uygun gördüklerinde bombaları üzerlerine atmaktadır. Yemen, Suudi devleti arasında çatışma büyük biraderin küçüğünü hizaya getirmesi şeklinde devam etmekte, Amerikan silahları ve füzeleri karşılıklı olarak birbirinin toprağına göndermek dışında halkı için hiçbir şey yapmamaktadırlar...

Petrol, gaz zengini olan bu ülkelerde laiklik yoktur, kadın hakkı erkeklerin izin verdiği kadardır, daha ileri bir kadın hareketi asla bu ülkelerde söz konusu olamaz... Şatafatlı yaşamın yanında en fakir yaşamda iç içe geçmiş, aileler Arap dünyasına yön vermekte ve doğumdan gelen güçlerini kullanmaya devam etmektedir...

El- Kaide örgütünün öldürülen lideri bile bir Suudi ailesi üyesidir, iktidar kavgasının içindedir...

Tüm soylu ailelerin çocukları Amerika’da ve Avrupa’da eğitim görmüş olmalarına rağmen, ülkelerinde bilim için herhangi bir yatırım yapmamaktalar... Sadece onlar için bilim küçük silahlar üretmek, satın almak ve petrol çıkarımında kullanılan teknolojidir...

Arap denilince akla göbek dansı gelmektedir, çünkü Arap “omurgasızdır, kıvırmayı çok iyi bilir” imajını desteklemek için “göbek dansı” ile birlikte bu önyargı beslenir...

Parası kadar çağdaş dünya içinde gözükmekte, parası bitince görünmez olurlar, Kuveyt böyle bir ülkedir... Zengin Kuveyt olduğunda dünyanın her yerinde Kuveyt şeyhleri gözükürken, şimdi görünmez olmuşlardır...

Arap devletleri ve Yahudi milleti çatışması ile gündeme gelmişlerdir ve bu iki milletin çatmasından “üçüncü dünya savaşı” çıkacağı vurgulanır ama şimdiki zamanda İsrail devleti ile hiç bir Arap devleti çatışmıyor... Yanlış imaj verilmektedir... İran, Arap devleti değildir ve İranlı diye bir halk yoktur... İran devleti gereğinden fazla gücü abartılmış ve teknoloji üreten İsrail ile çatışarak İran devletini parçalanmasından oluşacak bir uluslar devletçikleri kurulması planlanabilir ama İran’ın ulus devletlerine parçalanması demek Asya içlerine kadar yayılacak yeni devletçiklerin oluşmasını tetikler… Afganistan, Pakistan, Hindistan, Malezya, Endonezya gibi ülkeler ulus devleti değil bir üst kimlik yaratılarak oluşturulmuş devletlerdir... Bir parçalanma bu ülkelerde yaşanmakta olan iç çatışmaların şiddetlenmesi ve yeni devletçiklerin oluşması anlamına gelir. Arap Baharının Asya Baharına dönüşmesi söz konusu olma ihtimali vardır ve bu bahar soykırım, katliamları da beraberinde getirecek kadar şiddetli çatışmalara zemin hazırlar...

Sonuç olarak, Araplar insanlığa kazandırmış olduğu kutsal bir kitap haricinde ki, o kitap referans alınarak cihat, katliam, işgal, yağmalar, savaş ganimeti, İslam dininden olmayan kadınların cariye, erkeklerin köle yapılması meşrulaştırılmış ve bu geleneksel kültürün hala canlı kalmasını sağlamaktan öteye bir anlam taşımıyor. İslam dini ne yazık ki barış dini olarak değil, savaş dini olarak varlığını devam ettirmektedir...

Bugün ülkemiz sıradan bir Arap devleti konumuna getirildi ve güya Arapların abisi rolü oynamaya çalışmaktadır. Sıradan bir Arap devleti gibi olunca özgül ağırlığı da bir Arap devleti kadar olmuştur, görünmez olmuştur. Fakiri açlık sınırı altında yaşamaya tutunmaya çalışırken, parası olan azınlık bir Arap şeyhi gibi yaşamakta, tüm Arap geleneklerini benimsemiş durumdadır... Sonuç olarak elbette ülkemiz bir Arap devletli olmadığını bizzat Araplar bize anımsatacaktır, çünkü biz Arap birliği üyesi olma ihtimalimiz yoktur... Araplar kendi içlerinde işleyişine kendileri karar verir ve bayraklarında taşıdıkları siyah renk Osmanlı egemenliği altında yaşadıkları kötü günleri temsil etmektedir, kısaca onlara göre zalim efendi Türk’ü hiç bir zaman unutmayacaklardır...

 

İsmail Cem Özkan

 

26 Temmuz 2024 Cuma

Karikatür karikatürdür!

Karikatür karikatürdür!

Bugün ülkemizde karikatürün çok bilinen ve çok okunan, izlenen olmasına en büyük katkısı olanlardan biridir Oğuz Aral… Ölüm yıldönümünde Oğuz Aral’ın öğrencisi Yakup Karahan her sene yaptığı gibi ustasını anan bir yazı paylaştı. O yazının içinde Oğuz Aral’a ait bir cümleyi okuyunca aklıma gelenleri bende not edeyim dedim, şimdi Oğuz abi bana yanıt veremeyecek ama tarihe not düşmek adına yazımı bir köşe yazısına dönerdim.

“Karikatür elit sanatıydı, ben halka ulaştırdım, halk sanatı oldu, onun için beni hiç sevmezler” Oğuz Aral

Üstadımın bu sözüne katılmıyorum, çünkü karikatür hiç bir zaman elitlerin sanatı olmadı, elitler karikatür ile ilgilenmezdi, para getiren sanat dalları varken neden hiciv ile ilgilensin ki... Üstadımın (Oğuz Aral) anlatmak istediği bana göre elit değildir ya da başka anlam yüklemiştir.

Okuryazarlık eliti kategorize etmez, elit seçici demek…

Seçici bir okuyucu ve yaratıcısı vardır. Cemil Cem elit değildi, cumhuriyet için karikatür çizdi, cumhuriyet ilan edilince bir daha karikatür çizmedi, çünkü “benim savaşım bitti, zafere ulaştık” dedi... Mim Uykusuz ve diğer karikatürcüler Aziz Nesin, Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa Dergisini çıkardı, teknolojinin izin verdiği kadar halka ulaşabildi, İstanbul’da okunuyor ama Elazığ’da okunmuyor diye soramayız, çünkü Elazığ’a ulaşacak dağıtım ağından yoksun, baskı teknolojisi ona göre değil, tipo baskı yapıyor...

Karikatür tek bir söylem biçimini kabul etmez, her türlü teknik söz konusudur ve kullandığın tekniğe göre dili vardır... Her çizgi tekniği ile her konuyu aynı biçimde ya da bezer işleyemezsin... Turhan Selçuk, Semih Poroy, Semih Balcıoğlu, Ali Ulvi, Ferruh Doğan... Elit bir çizer miydi? Bunlar yazısız karikatürün ustaları... Çalıştıkları kurumun olanakları ile okuyucusuna ulaşmaya çalıştılar, sadece galeri galeri gezip eserlerini sergilemediler, gazetelerde yazdılar çizdiler... Dersin ki çizer sadece zenginlere hitap eder, onların göz zevkine göre eser üretir, işte elit bunlardır... Bizim öyle elit bir tayfamız olamazdı, çünkü siyasi atmosfer ve gelişmişliğimiz ona uygun değil, kapitalistimiz (sermaye sahibi) var ama burjuvamız yok… Elit kavramı burjuva kültürü ile ilgilidir... Satın alacak, değerlendirecek bir burjuva kültüre sahip zenginimiz hala yok... Bak, Ali Koç Fenerbahçe Kulübünün ağzından küfür eksik etmeden yönetemiyor...

Gırgır dergisi ofset baskı sayesinde daha fazla bastı, dağıtım ağı ile ülkenin her yerine ulaştı… Dağıtımı ve baskı sayısı yüksek olan her yayın daha fazla okuyucuya ulaşır. Kıt basıp, basılanın hepsini satmak gibi iddiası olanlar büyük hayal kırıklığına uğrarlar, arkasında güçlü bir ekonomik destek olmadan yüksek satış rekoru kırmak gibi bir beklenti olamaz.

Zamanın olanaklarına göre değerlendirmek gerek...

Oğuz Aral, TİP (Türkiye İşçi Partisi) kurulurken parti üyesidir ve sosyalist kimliğini hiçbir zaman saklamış değildir... İşçi sınıfının gerçek bir yoldaşıdır... Çizgileri ile ortadadır...

Oğuz Aral karikatürü gerçekten her bireyin alıp okuyacağı ve anlayacağı bir hale getirdi, bu konuda emeği, çabası asla unutulamaz... Haftalık dergi yanında günlük gazete çıkardı, kolay bir şey mi haberleri mizahi açıdan yorumlayıp günlük gazete çıkarmak... Mizah alanında her aracı kullandı, elitlere ve iktidara karşı gerçekten mizahi bir silah olarak kullandı...

Dönemin iktidarları tarafından yasaklandı, toplatıldı ama ona rağmen tabana yayıldı, sahiplenildi...

Gırgır okuyucusunu yarattı ama sahiplenecek, içselleştirecek bir kitlesini yaratamadı. Sadece okudular ve bir balon gibi kısa zamanda unuttular... Dergiyi bugün Sözcü Gazetesi çıkaranlar satın alıp, gölgede bıraktılar, yayınlanmış ve çıkacak sayı için hazırlanmış tüm karikatürlere el koydular, tüm birikimlere el koyup onları yaratanları işten çıkardılar. Dönemin iktidarının istediği, uysallaştırılmış dergiyi yarattılar ve çıkardılar...

Mizah dergiciliği ve okuyuculuğu Gırgır en popüler olduğu en üst noktada satış yaparken birden yok edildi…

Gırgır Dergisi yaşarken ve el konulduktan sonra içinden onlarca dergi çıktı, devamcısı olduğunu iddia edenlerin önemli bölümü dergicilik alanında Gırgırın başarısına ve Oğuz Aral anlayışına yaklaşamadılar...

Gırgır içinden hep yeni dergilerin çıkmasına olanak verdi ama çıkanlar Gırgırın gölgesini aşamadı, bir sıçrama göstermediler...

Bugün Gırgır sözcü gazetesinin eki olarak çıkmakta ve cemaat gazetesinin karikatürcüsü orada kapak çizmektedir...

Gırgır bugün sistemin istediği kıvamda adını yaşatıyor ama içeriği ortada yok, çünkü Oğuz Aral solcuydu, mizahta devrim yaptı...

O gerçek bir usta, öğretmen ve sanatın her alanından çizgiye katkı yapacak her şeyi denedi. Pandomim sanatının çizgi halini gördü, onu balon ile yeniden yarattı...

Geçmişte yaşanan yazısız yazılı karikatür ayrımını ancak laf dolsun, saflar belli olsun gibi şeydi, birileri “biz karikatürü sanat alanında temsil ediyoruz” diye bir saçmalığın ürünüdür, ciddiye alınacak tarafı yoktur, karikatür karikatürdür, hangi teknik ile çizdiğin, hangi mizah anlayışa sahip olmanın bir anlamı yoktur...

Ustayı ölüm yıldönümünde saygı ile anıyorum...

Ananlara bin selam gönderiyorum…

İsmail Cem Özkan