Galata Gazete


22 Haziran 2025 Pazar

Burjuvaziye Akıl Veren Yorumcu Sendromu

Burjuvaziye Akıl Veren Yorumcu Sendromu

TV yorumcularının moda akımı, son günlerde Trump’a — daha doğrusu siyasi liderlere ve burjuvalara — akıl verme yarışına dönmüş durumda. Şaka gibi! Adam Amerikan başkanı olmuş; o, kanalizasyonda kullanılan boru değil ki!

Dünyanın en güçlü ekonomilerinden birinin tepesine çıkmış birinden bahsediyoruz. Sadece siyasi değil, ekonomik anlamda da devasa bir güce sahip. Her ülkede yatırımı var; otelleri, gayrimenkulleri, milyar dolarlık anlaşmaları var…

Yorumcunun üzerinde giyecek doğru düzgün kıyafeti yok; olan da büyük ihtimalle Trump gibilerinin ürettiği markaların ürünü. Sonra çıkıyor ve ekran karşısında “Trump şöyle yapmalı, böyle yapmalı.” diye akıl veriyor. Dümdüz komedi bu! Kapitaliste hayat dersi vermek... Bu ne özgüven arkadaş?

Trump, askeri eğitim almış, stratejiyle yetişmiş biri. Oteller kurmuş, dünyanın en değerli arazilerini toplamış, Amerika gibi bir ülkenin başkanlık koltuğuna ikinci kez oturmuş. Bizimki ne yapıyor? Kanalın kahve köşesinde “Ben olsam şöyle yapardım.” diyor. Ya kardeşim, sen değilsin işte! Ve bu gidişle hiç olamayacaksın da.

Elinde hiçbir başarı hikâyesi olmayanların “her şeyi bildiği” bu yeniçağda, özgüven ders olarak okutulmalı. Hele o klasik söylem yok mu: “Tüm Amerikalılar aptal, bir biz zekiyiz.” İyi de, madem bu kadar zekisin, neden sen üretmedin o teknolojiyi? Neden senin aklından bir marka, bir buluş çıkmadı? Hâlâ içinde bulunduğun ülke, gelişmekte olan ülke kategorisinde. Amerika’dan habersiz, izinsiz adım atamıyorsun!

Sonra işin içine bir de “her şeyi tek kitapla açıklayan” tipler karışıyor. Bilim insanı yıllarını veriyor, keşif yapıyor; adam çıkıyor diyor ki: “Zaten kutsal kitapta vardı.” Vardıysa, neden sen bulmadın? O kitap yeryüzüne ineli yüzyıllar olmuş; hâlâ bir ampul bile icat edememişsin ama ekran karşısında ahkâm kesiyorsun. Kitabı sürekli okuyorsun ama okumaktan başka hiçbir şey yapmıyorsun.

Aslında başka açıdan yapıyorsun: Kitabı referans gösterip işlenen katliamların, cinayetlerin temelini oluşturuyorsun; o suçları meşrulaştırıyorsun! Yaşamı değil, ölümü yücelterek insanlık ileriye gidebilir mi?

Kullandığın ekranı, kamerayı, mikrofonu, yayını emperyalistlerin teknolojisiyle alıp “onlara karşı” konuşuyorsun. Ne tuhaf çelişki değil mi? “Hepsi kitapta var.” diyerek o teknolojiyi meşrulaştırıyorsun ama o teknolojiye en ufak katkın yok!

Sarık takıp, şalvar giyip kadını siyah çarşafa hapset; zihin hâlâ Orta Çağ’da. Ama lüks arabaya bin, beş yıldızlı otelde kal, son model telefondan paylaşım yap. Modernliğin sadece konfor kısmı sende. Bilim yok, üretim yok. Ne varsa ölüm, kin, şiddet, nefret var. Kadına şiddet sende, rüşvet sende, kelle kesmek sende. Ama “Biz haklıyız.” diyorsun.

Sonra ne oluyor, biliyor musun?

Bu zihniyetten etkilenmiş ama kravatını takmış, modern kıyafetler giymiş bir yorumcu daha çıkıyor. Kendini entelektüel zannediyor. Oturmuş, Trump’a akıl veriyor. “Trump aslında şöyle yapmalıydı...” diyor. Sanki sabah birlikte kahvaltı etmişler!

Ama üretmek yok, araştırmak yok, öğrenmek yok. Eleştirmek bol, küçümsemek daha bol. Konuşmak zaten sınırsız. Her konuda bir fikir var ama arkasında tek bir katkı yok.

Trump’a akıl vermek mi? O her zaman var!

Sonuçta Trump bu yorumcuların yorumunu hiçbir zaman duymayacak. Yorumcular Trump’ın duyacağını bilmiş olsa acaba o yorumları yapabilir mi, çünkü Amerikan vizesi alımında bu yorumlar öne çıkma tehlikesi ya da resen hakkında açılan bir davanın öznesi olma durumu yok!

Özneleri değiştirin, yorumcular hep benzer davranış içinde rahatlıkla konu olan kimse ona akıl vermeye devam ediyor…

Yorumcular konuştukları kanaldan alacakları yevmiyeyi düşünüyor olabilir ama yorumcuların sahip olduğu her hangi ticari başarı belgesi bile yok, olsa ekran başına çıkıp konuşmak yerine ticari kaygılarını ortadan kaldırmak için uğraş veriyor olabilirdi! Üniversitelerden alınmış diplomalar ile işin uzmanı olduğunu ilan eden ama küresel olarak ciddiye alınmayan diplomaları sayesinde ekranlara çıkıp konuşuyorlar…

Yazıya konu olanlar profesyonel yorumculardır, ekranların vaz geçemediği profesyoneller… Profesyonel tanımı olarak işverenin ihtiyacına uygun olarak para karşılığında üretim yapan, tez geliştiren ya da proje yürütendir.

İsmail Cem Özkan

İspanya’dan İran’a Uzanan Tarihsel Kırılma

İspanya’dan İran’a Uzanan Tarihsel Kırılma

İkinci Dünya Savaşı öncesinde İspanya, savaşın genel bir provasıdır. İç savaş başlamış; dünyanın tüm devletleri oraya askerini, teknolojisini göndermiş; sol ve anarşist birliklere karşı savaşmış, son silahlarını onların üzerinde kullanarak bir genel prova yapmıştır.

İspanya İç Savaşı’nda Stalin, solcuları ve anarşistleri Hitler ile yaptığı anlaşma doğrultusunda satarak, lojistik desteğini çekmiş; böylece yenilginin ortamını hazırlamış ve 30 yıl sürecek bir diktatörlüğün kuruluşunu ilan etmiş oldu.

İspanya, faşizme karşı direnişin, destanın yazıldığı yerdir. Ama aynı zamanda ihanetin, arkadan bıçaklanmanın da tarihidir.

İran-İsrail savaşı, Üçüncü Dünya Savaşı'nın genel provası olarak ortaya çıkmıştır. Tıpkı İspanya gibi bir ülke seçilmiştir. Din birliği ile oluşturulmuş bir devlette, ulusların durumu; yani tarihsel olarak parçalanmanın yaşandığı bir yerde, uluslaşma ve ayrılığın yerini bir diktatörlük doldurmuş; din, iç savaş sonrası yapıştırıcı bir unsur olarak korunmuştur.

Bugün dahi İspanya, din birliği ve krallık bayrağı altında tek bir devlet gibi görünse de; aslında içte üç ayrı devletten oluşmaktadır.

İran’da ise dinî iktidarın gideceği artık kesindir. Peki, yerini nasıl bir diktatörlük alacak? Sonuçta ABD ve İsrail, İran üzerinde travmatik bir etki yaratmış ve bu etki, orada yaşayan halkların zihninin arka fonuna sessizce yerleştirilmiştir.

Bu savaş, sonuçta ABD ve emperyalist devletlerin onayı ile kurulmuş olan İslam Devleti’nin; yani “yeşil kuşak” politikasının artık tarihe gömüldüğünün ilanıdır. Çünkü yeşil kuşak politikasının tek amacı; solun, yani işçi sınıfı devletlerinin Ortadoğu coğrafyasında iktidara gelişini engellemek ve sol örgütleri yok etmektir.

Kısaca: emperyalist ve kapitalist sistem için tehlikeli olan her şeyi yok edip, sistemle asla sorunu olmayacak dini yerleştirmek; din savaşlarını görünür kılarak Batı’da oluşmuş göreceli demokrasilerin yerini neo-faşistlerin iktidara getirilmesiyle doldurmak ve böylece küreselleşmenin tamamlanmasını sağlamaktır.

Ancak küreselleşme, ulus-devletin güçlü olduğu coğrafyalarda tam olarak kurumsallaşamaz. Çünkü yerel şirketler, küresel şirketlerin çıkarlarına çomak sokmaya devam eder. Küreselleşme, yerel şirketlerin küresel şirketler içinde erimesidir. Yerel şirketler, ulus-devleti güçlendirir ve onun koruyucusudur. Çünkü yerel şirketi yaratan da yine ulus-devlettir.

Ortadoğu’da yeşil kuşak politikasının yerini “Büyük Ortadoğu Stratejisi” ve onun pratik ayağı olan “Arap Baharı” almıştır. Bu, küresel şirketlerin ihtiyaç duyduğu enerji topraklarını ele geçirmek için devreye sokulmuştur. Çünkü enerji olmadan şirketlerin üretim yapma ve küresel düzeyde verimli olma ihtimali yoktur.

Şirketler her ürününü, parası olana göre biçimlendirmekte; her sınıfın tüketeceği ürün, o sınıfın kullandığı mağazalarda yerini almaktadır. Ülkemizde “üç harfli” mağazalar, işçi sınıfı ve yoksul halkın mağazalarıdır. O mağazalarda onların parasına uygun ürünler bulunurken, AVM’lerdeki markaların benzer ürünleri, daha kaliteli ve daha gösterişli hâliyle yer almaktadır.

Sınıflar artık daha görünür hâle gelirken; geçişin zorlaştığı, özenilen bir hayat ise işçi sınıfının çocuklarına dayatılmakta ve onları, emekten uzak, sanal bir gerçeklik içine çekmektedir. Bu hayat, yalnızca aileden alınan para ile ya da satılan uyuşturucudan elde edilen kazançla yaşanabilir bir hâle getirilmiştir.

Sonuçta, var olan tüm örgütsel yapılar dağıtılmış ve yeniden biçimlenmektedir. İşçi sınıfı, yeni duruma göre örgütsel yapısını zaman içinde oluşturacaktır. Ancak bugün için var olan birçok yapı; sadece protesto eden, küçük ekonomik damlalarla zafer ilan eden, fakat siyasi sonuç üretemeyen yapılara dönüşmüştür.

Küreselleşme yalnızca ulus-devleti değil; yerel olan tüm örgütlerin de altını boşaltmaktadır.

Emperyalizm, yeni savaş stratejisine uygun olarak İran gibi dinci-emperyalist devletleri ortadan kaldırmaktadır. Bu, sömürgeci İspanya’nın sonlandırılması gibidir.

Peki bu yeni dünya düzeni, Üçüncü Dünya Savaşı’nın fiilen başlamasını daha da yakına mı çekmiştir?

Çünkü İran-İsrail savaşı, artık tarafları ve blokları daha görünür kılmıştır.

İsmail Cem Özkan

21 Haziran 2025 Cumartesi

Sivrisinek Boyutunda İHA'lar ile Savaş

Sivrisinek Boyutunda İHA'lar ile Savaş

“Çin'de Sivrisinek Boyutunda Keşif ve Muharebe İHA'sı Geliştirildi

Çin'de sivrisinek boyutunda keşif ve muharebe İHA'sı geliştirildiği bildirildi. Söz konusu İHA'nın çubuk şeklinde, yaprak benzeri bir yapıya sahip iki minik kanadı olduğu aktarıldı.”*

Mikro İHA’lar: Gelecek Değil, Bugün

Bu haber, Çin'in İHA teknolojisinde ulaştığı seviyeyi gözler önüne seriyor. Ancak unutulmamalı ki, Usame Bin Ladin’in öldürülmesi sırasında ABD, arı boyutunda İHA’lar kullandığını açıklamıştı. Sonrasında Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülke, bu tür mikro İHA’ları üretmeye başladı ve çeşitli operasyonlarda aktif biçimde kullanıyor.

Bu kadar küçük boyuttaki araçların içine ses kaydı, kamera, uydu bağlantısı sağlayabilen antenler ve dijital yayınları algılayıp yönlendiren parçalar yerleştirilebiliyor. Yani bu cihazlar yalnızca birer hava aracı değil; aynı zamanda gelişmiş birer istihbarat aracıdır.

Nokta Atışı Teknolojilerde Görünmeyen Rol

Son zamanlarda İsrail’in gerçekleştirdiği “nokta atışı” füze saldırıları, kamuoyunu şaşkına çevirdi. Apartmandaki yalnızca bir kat vuruluyor; alt, üst veya yan daireler neredeyse hiç zarar görmüyor. Bu saldırıların “dönen kılıç” teknolojisiyle gerçekleştirildiği açıklandı: Duvar delindikten sonra içeriye yayılan bıçak benzeri sistemlerle hedef imha ediliyor.

Füzelerin yönlendirilmesinin İsrail’deki merkezlerden yapıldığı tahmin ediliyor. Ancak bu kadar hassas atışlarda mikro İHA’ların rolü nedense hiç gündeme gelmiyor. Oysa hedefin bulunduğu dairenin tespiti, dışarıdan değil; içeriden alınan görüntü, ses ya da elektromanyetik dalga verileriyle mümkündür. Hedefin hangi odada, hangi saatte bulunduğu gibi ayrıntılar, yalnızca içeride bulunan bir istihbarat kaynağıyla veya sızdırılmış bir cihazla elde edilebilir.

Böcek Boyutunda Cihazlarla Gözetleme

Böceklerin istihbarat ve silah olarak kullanılması yeni bir teknoloji değil. Ancak bu alandaki gelişmeler genellikle kamuoyunun dikkatinden kaçıyor. Biyolojik silahların yanında, böceklerin boyutlarında geliştirilen yapay İHA’lar da artık görev başında. Doğa belgesellerinde bu tür “böcek kameraların” daha büyük ve ilkel versiyonlarını izliyoruz. Gerçekte ise doğadaki canlılar gibi görünen bu cihazlar, hayatın doğal akışı içinde görüntü ve veri topluyor.

Sonuçta insan da bu canlılardan çok farklı değil. Üstelik en az dikkat çeken cihazlar; arı, sivrisinek, karasinek ya da hamam böceği boyutundaki araçlardır. Bu tür cihazlar her yere kolaylıkla sızabilir ve çoğu zaman öldürücü kimyasallardan bile etkilenmeden görevlerine devam eder.

Sabit bir noktaya yerleştirilmiş mikro bir İHA’yı etkisiz hâle getirmek, yalnızca gelişmiş anti-İHA teknolojileriyle mümkündür. Fakat bu da kolay değildir. Çünkü bu cihazlar izlendiklerini fark ettikleri anda iletişimi keserek kendilerini “uyku moduna” alabilirler. Bu tür “uyutma” teknikleri, özellikle uzay çalışmalarında ve askeri operasyonlarda yaygın olarak kullanılır.

Savaş Teknolojisi: Görünmeyen Güç Dengesi

Mikro İHA teknolojisi, savaşın ve istihbaratın geleceğini değil, bugününü temsil ediyor. Artık savaş, yalnızca tanklarla, uçaklarla ya da büyük insansız araçlarla değil; sivrisinek boyutundaki cihazlarla yürütülüyor.

Savaş, sadece cephede değil; iletişimde, yazılımda ve pazarlama stratejilerinde de yürütülüyor. Her ülke, geliştirdiği silahları “dost ve kardeş” ülkelere pazarlamak için çabalarken, bu araçlara genellikle müdahale edilebilecek bir arka kapı bırakıyor.

Teknolojiyi geliştiren ve bu alanda öncü olanlar, her zaman “dost ve kardeş” ülkelerin önünde, kendilerine bağımlı bir ilişki kurar. Çünkü:

Ülkelerin ve şirketlerin dostları ya da kardeşleri yoktur; sadece ticari partnerleri ve müşterileri vardır.

İsmail Cem Özkan

 

https://anlatilaninotesi.com.tr/20250620/cinde-sivrisinek-boyutunda-kesif-ve-muharebe-ihasi-gelistirildi-1097208374.html

 

13 Haziran 2025 Cuma

Filler Savaşırken Ezilenler

Filler Savaşırken Ezilenler

Müslümanın Müslümanı vurması, tarih boyunca hep yaşandı; bugün olanlar da bu tarihsel zincirin bir halkası. Ne yazık ki, İslam dünyası hiçbir dönemde tam anlamıyla bir birlik içinde hareket edemedi. Dini kuran peygamberin vefatından sonra bile, rivayetlere göre cenaze namazı bile doğru dürüst kılınamamıştı; çünkü son nefesiyle birlikte iktidar mücadelesi başlamıştı. Bu rivayetlerin doğruluğunu tarihçilere bırakalım. Ancak gerçek şu ki, İslam tarihinin ilk yıllarından itibaren neredeyse tüm liderlerin ölümleri ya kuşkuludur ya da doğrudan en yakınları tarafından gerçekleştirilmiştir.

Halifelik kurumu inşa edilirken, Ehlibeyt soyunun sistematik biçimde dışlandığı, hatta yok edildiği tarihsel bir gerçektir. Kellelerin kesildiği, çocukların çölde susuz bırakıldığı o karanlık dönemlerin izleri, bugün hâlâ Şam’daki Mevlevî Camii’nde belgelenmiş şekilde durmaktadır.

Kuruluşta başlayan ayrılık, günümüzde de farklı biçimlerde sürmektedir.
İslam dünyasındaki bu parçalanma tarihi yalnızca geçmişte kalmadı; bugün de aynen devam ediyor.

İran Gerçekten Bir Ulus-Devlet mi?

İran bir ulus-devlet değildir. İçindeki etnik ve mezhepsel yapılar, merkezi otoriteyi her an sarsabilecek potansiyele sahiptir. Günün birinde bu yapı çöker ve içinden ulus-devletler çıkarsa —ki ben bunun daha sağlıklı olacağını düşünenlerdenim— bu durum, Pakistan, Afganistan ve Hindistan gibi ülkelerin de peş peşe dağılmasına neden olabilir. Belki de Ortadoğu için gerçek çözüm budur. Umarım gerçekleşir.

İslam dünyasında “cihatçı” bakış açısı her zaman var olmuştur. Ancak bu bakış genellikle kim güçlüyse onun arkasına dizilme eğilimi taşır. Din, doğuşundan itibaren kendi içine bir tür çöküş mekanizması da yerleştirmiştir. Bu yüzden İslam tarihi, bir anlamda güçlülerin kendi kendini yok ettiği bir tarih olmuştur. Genişleme bile çoğu zaman bu iç savaşlar üzerinden gerçekleşmiştir.

Dinin toplumlar üzerindeki hâkimiyeti sürdükçe, otokrat liderler, baskı, katliam ve zulüm de varlığını sürdürecektir. Çünkü dinin olduğu yerde, çoğu zaman sorgusuz itaati emreden bir otokratik iktidar yapısı da bulunur.

Biz Ne Yapıyoruz?

Bugün savaşanlar birbirlerini öldürüyor. Peki, biz ne yapıyoruz?

Tarihte zavallılar, mazlumlar, güçlüler arasında çaresizce ölümlerini beklemiştir. Katliamlar, soykırımlar hep bu güçler arasında kalanlara yapılmıştır. Mazlumlar savaş sırasında “kurtuluş için ne yapmalıyım?” sorusunu önlerine koyamazlar.

Tarih bize hep aynı şeyi anlatır; bir kez daha seslendirelim:
"Filler savaşırken, altında ezilen hep güçsüzler olur."

Mazlumun tek çığlığı vardır:
"Savaşı durdurun!"

Ama savaş durmaz. Çünkü savaşanlar, ölümden değil, kazançtan beslenir. Kan akmaya devam ederken, silah tüccarları kasalarını doldurur.

İsrail, İran’ı Neden Vurdu?

Son gelişmelerde İsrail, İran’ı vurdu. Ancak bu saldırının ardında yalnızca İsrail yok. İsrail, arkasına bazı Müslüman güçlerin desteğini almadan böyle bir hamleyi yapmazdı. Bu yüzden bu savaşı “Yahudilerin Müslümanları vurduğu” şeklinde yorumlamak eksik bir bakış açısı olur.

Bu savaş, doğrudan emperyalist çıkarların bir ürünüdür. İran ise uzun süredir mezhepçi bir yayılma politikası izliyor. “Şii Kuşağı” oluşturma çabası, onu İsrail’in başlıca hedeflerinden biri hâline getirdi. İsrail’e yönelik sert söylemler ve düşmanlık politikaları da bu sürecin doğal sonuçlarından biridir.

İran, tıpkı kuruluş sürecinde olduğu gibi bugün de Batı emperyalizminin bir ürünü olarak varlığını sürdürüyor. ABD ve İngiltere desteğiyle kurulan bu yapı, artık işlevini yitirmiş görünüyor. Onu kuran güçler, şimdi onu ortadan kaldırmaya hazırlanıyor. Çünkü emperyalizm, kurduğu yapıları zamanı geldiğinde parçalamaktan çekinmez. İçine yerleştirdiği “çöküş dinamiği” her zaman hazırdır.

Bugün olan biteni sadece bir İran-İsrail savaşı olarak görmek, yaşanan büyük oyunu küçümsemek olur. Asıl mesele, güçsüzlerin bu savaşın neresinde durduğu. Çimen olmak istemiyorsak, gözümüzü gökyüzündeki fillerle değil, toprağın üzerindeki gerçeklerle açmalıyız.

İsmail Cem Özkan

29 Mayıs 2025 Perşembe

Kürt Sorunu, Yüzleşme ve Gerçek Demokrasiye Giden Yol

Kürt Sorunu, Yüzleşme ve Gerçek Demokrasiye Giden Yol

Ülkemiz öyle kırılganlıklar üzerine kurulu ki; Kürt sorunu, Alevi meselesi gibi konular üzerinden bu hassas noktalar öylesine derin çatlaklar yaratabilir ki, hiçbir yapıştırıcıyla bir arada tutulamaz.

Siyasetin bir oyuncak gibi oynanması geçmişte kısa vadeli başarılar getirmiş olabilir, ancak içinde bulunduğumuz coğrafya ve zaman öyle bir dönüşüm geçirdi ki, en sağlam ve en güçlü görünenlerin bile kâğıttan kaplan gibi dağıldığına tanık olduk. Siyaset bazıları için bir güç alanı olabilir; fakat güç, çöl kumunda yürümeye benzer; tutunması zordur, zemini kaygandır.

Bugün geldiğimiz noktada, “Bir daha asla” diyebilmek için bir denklem kurmak zorundayız: Yüzleşme + Hakikat + Adalet + Barış.

Açılım mı, Zorunluluk mu?

Kürt sorununun çözümü konusunda hem devlet hem de Kürt tarafı hazırlıksız yakalanmış bir görüntü çiziyor. Popüler bir söylemle ifade edersek: “Dış güçlerin baskısıyla açılım yapılıyor.” İçsel bir ihtiyaçtan çok, dış etkenlerin baskısıyla atılan adımlar söz konusu gibi görünüyor.

Açılımımız da bize benziyor: dedikodu üzerine yapılan saflaşmalar!

Kapalı kapılar ardında sürdürülen görüşmeler hakkında elimizde somut veriler yok. Yalnızca kulaktan dolma bilgiler ve söylentiler dolaşıyor. Ancak şunu net olarak ifade etmek gerekir: Kürt meselesine dair her gerçek açılım, aslında bir yüzleşmedir.

Ve unutulmamalı: Geçmişle yüzleşilmeden açılım olmaz.

Savaş suçları, insan hakları ihlalleri, faili meçhul cinayetler, katliamlar… Hepsi tek tek gün yüzüne çıkmalı, hukuk önünde hesap verilmelidir. Açılım süreci, ancak bağımsız bir yargı sistemiyle anlam kazanabilir.

Yüzleşme Neden Zor?

Dünya örneklerine baktığımızda, yüzleşmeden çok geçmişin üzerine “sünger çekme” anlayışı benimseniyor. Genellikle iki taraf da, geçmişle hesaplaşmaktansa, genel af gibi yollarla sorunları örtmeyi tercih ediyor. Çünkü gerçek bir yüzleşme, her iki taraf için de tehdit olarak algılanabiliyor.

Eğer ortada bir savaş suçu varsa, bu tek taraflı değildir. Suç, ilişkiler yumağının karmaşıklığı içinde birçok etmeni barındırır.

Demokratikleşme Kaçınılmaz

Kürt sorununun çözümünün kaçınılmaz sonucu demokrasidir.

Demokrasi, otokrasinin ve otokrasiye zemin hazırlayan ortamın dağılmasıdır. Demokrasi, eşit hakların kabulüdür. Ancak eşitlik, farklılıkların olduğu gibi kabul edilmesiyle ve alışkanlıkların terk edilmesiyle sağlanabilir.

Peki, bugün her iki taraf da bu sözleri söylemeye ve gereğini yerine getirmeye hazır mı?

 “Kanlar akmasın, silahlar sussun” demek elbette güzel. Ancak bu güzel sözlerin altını dolduracak yasal düzenlemelerin yapılması da kaçınılmazdır. Bu, ulus-devlet anlayışından—yani her şeyin homojen olduğu bir ülke tasarımından—çok kültürlü bir ülke tasarımına geçiştir.

Çok kültürlü, çok dilli, çok dinli bir ülkeye hazır mı bu ülkenin insanları?

Alışkanlıkları Terk Etmek Kolay mı?

“Hadi yaptım, oldu” demekle bu işler yürümüyor. Çünkü bu dönüşüm; geçmişte “bölücü” olarak görülenlerin bugün kurucu unsurlar olarak tanınması anlamına geliyor. Bu da tüm söylemlerin, zihinsel kalıpların ve alışkanlıkların sarsılması demek.

Özellikle Orta Anadolu ve Batı’daki, kendisini ülkenin asli sahibi olarak gören geniş kesimlerin kendileriyle yüzleşmeleri ve yeni bir tarih anlayışını içselleştirmeleri için kaç kuşağa ihtiyaç var?

Bir yandan açılım söylemleri sürerken, öte yandan yasaları ciddiye almayan ve kendi ihtiyacına göre yorumlayan bir anlayışın bu alışkanlığından vazgeçme olasılığı nedir?

“Teslim olun, zamanla sorunlarınızı ben çözerim” anlayışıyla mı ilerleyeceğiz, yoksa gerçekten samimi ve dönüştürücü bir sürece mi gireceğiz?

Yeni Bir Evreye Geçme Zamanı

Tarafların artık kapalı kapılardan çıkıp, her şeyin açık, şeffaf ve topluma hesap veren şekilde yürütüldüğü bir sürece geçmeleri gerekiyor. Çünkü kapalı kapılar ardındaki her gelişme, toplumda sadece kuşku ve güvensizlik yaratıyor.

Bu yol, zorlu ama gerekli bir yol. Gerçek bir barış, hakikatle yüzleşmeden kurulamaz.

İsmail Cem Özkan

18 Mayıs 2025 Pazar

Bu yıl 60. yaş dönümüne merhaba diyeceğim.

Bu yıl 60. yaş dönümüne merhaba diyeceğim.

Babamın ve annemin memleketi olan Hacıbektaş’ta, babamın sonsuzluk yolculuğuna çıktığı noktada, onun fotoğrafının mermere işlenmiş ve yerine konmuş haliyle birlikte olacağım.

Hacıbektaş, yalnızca inancın değil, aynı zamanda direnişin ve devrimci ruhun mekânıdır. Ulaş Bardakçı, Gökhan Harmandalıoğlu ve Hürcan Gürses, Cemal Selmanpakoğlu gibi isimlerin hayalleri burada filizlenmiştir. Bu topraklar, halkların eşitliğini ve kardeşliğini esas alan düşüncenin yeşerdiği yer olmuştur.

Babam da devrimci gelenekten gelen bir öğretmendi. Devrimci öğretmen mücadelesinde yer aldı. Ankara Tuzluçayır İlkokulu’nda görev yaptı. Tuzluçayır Lisesi'nin kurşunlandığı dönemde, beline devrimci afişi sararak kurşunların altından geçip afişi asacağı noktaya kadar yürüyen inançlı bir devrimciydi.

Biz hep cephelerde yaşadık. Abidinpaşa’daki evimiz, bölünmüş bir ülkenin simgesi gibiydi. Penceremiz faşistlerin tarafına, kapımız devrimcilerin tarafına bakardı. Her gece silahlı çatışmaların yaşandığı o dönemlerde çıkmaz bir sokaktaydık. Gecekonduyla yol kapanır, aradan Saimekadın-Cebeci yoluna ulaşılırdı. Biz, karanlık zamanlarda aydınlığın nöbetçisiydik.

Hayatımız ve hayallerimiz devrim için atarken, gelen darbe süreci bıçak gibi kesti. Radyolardan çalınan marşlarla, ekranlardan yayılan mesajlarla daha karanlık günlere savrulduk. O dönemleri hep o mahallede, o sokakta yaşadık. İçimizden ne muhbir çıktı ne de itirafçı. Sokağımız sağlam durdu. Zamanla düzene ve yeni hayata uyum sağlamaktan başka çaremiz kalmadı. Ama o dönemin devrimcileri, hep devrimci kaldı. Farklı okullardan mezun olanlar, dünyanın dört bir yanına savrulsalar da köklerini unutmadılar.

Ne mutlu ki Aydık Sokak’ta yaşadık. Ne mutlu ki Demirlibahçe, Şafaktepe, Saimekadın ve Şehitlik’te o süreci deneyimledik. Babam Tuzluçayır’da işini yapardı, biz de mahallemizde. Kavganın zamanında, en güzel anılarımız sabaha kadar tutulan nöbetlerde, sabaha kadar yazılan kuşlamalarda (yeni nesil bilmez, ispirtolu kalemle küçük kağıda sloganlar yazılır ve en kalabalık alanlarda havaya atılırdı.), duvar yazılarında geçti. Duvar yazıları, o sokağın kimliğinin ifadesiydi. Bu nedenle her yapı, kendi hakim bölgesinde sloganlarla duvar gazetelerini oluştururdu.

Cepheleşmiş bir ülkede, hem faşistlerle hem de sol örgütler arası çatışmaların yoğunluğu içinde iç içe yaşadık. Meğer biz alan koruma (kurtarılmış bölge) için çatışırken, Amerika'da hazırlanmış "kaderimiz" olan yol çizgimizde askerler bize darbe ile vuracakları günleri hazırlıyorlar, gün sayıyorlarmış... Fatsa'daki Nokta Operasyonu meğer bize "nokta koyma" provasıymış.

Anti-faşist mücadele, yıllar sonra öğrendik ki devrimden çok uzak bir mücadeleymiş. Anti-kapitalist, anti-emperyalist mücadele ettiğimizi dergi başlıklarında okurduk, ama bu fikirleri hayata geçirecek atmosferi hiçbir zaman yakalayamadık. Faşistlerle kavga ederken gerçek anlamda örgüt olamadığımız için tarih bizi yargılayacaktı; yargıladı da. Ancak bu yargıyı açıkça kendimize bile itiraf edemedik. Ülkemiz tarihinde olduğu gibi, yüzleşmek yerine kıvırmayı ve başka olaylarla üzerini örtmeyi seçtik. Her şey yolundaymış gibi davranıp “zamanı gelince” bir araya gelmeyi umduk. Bugünkü dağınıklığımız, o günlerden atılan tohumların yeşermesinden ibarettir.

Sol kültürden geldik.

Solu özümsedik. En karanlık dönemlerde bile okuduk, kendimizi koruduk. Ne mutlu ki devrimci kültürü, bizden önce gidenlerin anılarını ve hayallerini yaşattık. Bayrağımızı bizden sonra gelenlere gönül rahatlığıyla devrettik. Zaman bizi daha da damıttı. Tarihi bilmenin, tarihe bakmanın devrimci bir duruş olduğunu öğrendik.

Kök olmadan hiçbir ağaç toprak yüzüne çıkamaz. Bizim kökümüz Hacıbektaş’taydı. Görünür olduk, görür olduk.

Hacıbektaş’a devletin her zaman müdahalesi olmuştur. Onu “ıslah” etmek için her yolu denemiştir. Osmanlı'dan bu yana dergâha Nakşibendi tarikatından devlet görevlileri atanmıştır. Bu da yetmemiş, Hacıbektaş’a zamanında olmayan Türkçülük sokulmaya çalışılmıştır. Oysa inancın ırkı olmaz. Çünkü inanç, her dönemde yaşayana kucak açar, onu yoluna davet eder. İnancın içine ırk kattığınız anda Hitler ortaya çıkar.

Almanya’daki Protestan mezhebinin, Hitler’in iktidar yürüyüşüne verdiği destek ve bugün hala Protestan bölgelerde neo-Nazi hareketlerinin güçlü olması tesadüf değildir.

Bu yüzden Hacıbektaş, halkların buluştuğu turnaların diyarıdır. Turna semahı insanlık için döner; saz, insan-ı kamili anlatır; ulu ozanların deyişleriyle bugüne taşınır.

Bugün ise faşist, Alevi katili (Maraş, Sivas, Çorum...) MHP ve onun lideri Hacıbektaş’ta Cemevi yaptırıyor. Sanırım açılışı bu yıl yapılacak. Bu, devletin açık bir saldırısından başka bir şey değildir. Oraya masumca değil, ırkçı köklerini o topraklara salmak için geliyorlar. Hacıbektaş’ın yüzyıllardır koruduğu alana, tüm devlet organlarıyla açık bir saldırı düzenliyorlar. Alevi kültürünün içini boşaltmaya çalışıyorlar.

Kısacası, Hacıbektaş’tan gelen Ulaş Bardakçı geleneğini yok etmeye çalışıyorlar. Ama Hacıbektaşlıların içinden Ulaşlar, Gökhanlar, Hürcanlar, Cemaller çıkmaya devam edecek.

Bu arada yazmayı unuttum: TKP’nin kuruluşunda yer alan bir Hacıbektaşlı öğretmen vardı, ama adını hatırlayamadığım için yazamadım.

Kökümüzü ararsanız, insanlığın ilk nefesini bulursunuz.

Bizim Kâbe’miz insanlıktır.

İsmail Cem Özkan

15 Mayıs 2025 Perşembe

Krizden kangrene dönüşen travmalar…

Krizden kangrene dönüşen travmalar…

Osmanlı İmparatorluğu, yıkılmak için çok uzun süre can çekişmiş; bu uzun süreçte yaratılan travmaların kalıcı hale gelmesiyle birlikte, kolektif bilinçaltımızı şekillendiren bir kültür ortaya çıkmıştır. Yeni kurulan ulus devletimiz, bu travmatik bilinçaltı üzerine inşa edilmiş; ne geçmişle yüzleşebilmiş, ne de var olan sorunları açıkça tartışabilmiştir.

Yıkımın Sürekliliği ve Travmatik Miras

Osmanlı İmparatorluğu, klasik anlamda bir çöküşten çok, zamanla eriyen bir yapı sergilemiştir. Bu erime sürecinde yaşanan savaşlar, göçler, soykırımlar ve kitlesel travmalar, yalnızca bireysel değil, toplumsal hafızayı da derinden etkilemiştir. Travmaların kolektif bilinçaltına yerleşmesi, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarını da etkilemiş; geçmişi reddetmeden ama onunla yüzleşmeden bir "yeni" inşa edilmeye çalışılmıştır.

Bunların üstünü örterek, sanki hiç yaşanmamış gibi davranmıştır.

Her yıl tekrar eden "ABD Başkanı 1915 olaylarına ne diyecek?" gerilimi, aslında Türkiye'nin bu tarihle ne kadar yüzleşemediğinin somut bir yansımasıdır. Geçmişle hesaplaşmadan ilerlenirken ortaya çıkan endişeler; yüzleşilmemiş tarihin dışa vurumundan başka bir şey değildir.

Ulus Devletin İnşasında Kurucu Travmalar

Bir devletin yıkımı bu kadar uzun ve sancılı olursa, o devletin kurumlarında yetişmiş bireylerin kurduğu yeni devlette, benzer travmaların daha da büyüyerek devam etmesi kaçınılmaz olur.

Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti, Balkanlar'dan sürülen veya orada hayatını kaybedenlerin acısı ve bu kayıplar üzerine şekillenen duygusal tepkiler ve sonucunda ortaya çıkan nefret söylemleri üzerine kuruldu.

Devletin inşa süreci, özellikle Balkanlar’dan gelen göçmenlerin yaşadığı trajedilerin merkezine oturmuştur. Kaybedilen topraklar, kaybedilen aileler, öldürülen ya da sürülen insanların acısı üzerine şekillenen yeni devlet, bir yönüyle “intikamcı” ve dışlayıcı bir karakter taşımıştır.

Sakallı Nurettin Paşa örneğinde olduğu gibi, bireysel travmalar kolektif politikalara dönüşmüş; devletin "öteki"ye yönelik politikalarında bu duygusal miras etkili olmuştur. Ne bu eylemlerin nedenleri sorgulanmış, ne de bu eylemlerin yarattığı travmalarla yüzleşilmiştir. Resmi tarih, bu noktada acıları değil, başarı anlatılarını ön plana çıkarmış; kuşaklar boyunca gerçekler yerine mitler / yaratılan gerçeklikler öğretilmiştir.

Kürt Meselesi: Bastırılan Kimlik ve Süregelen İnkar

Kürt meselesi de, Balkanlar’dan bugüne taşınan ayrılık korkusunun bir devamı olarak şekillendi. Devlet, ayrılmak isteyenleri bastırmak, onları emperyalist devletlerin ajanı olarak görmek, sorunları çözmek yerine sürgün etmek, ekonomik olarak geri bırakmak, sadık aileleri aşiretleştirip onları güçlendirmek ve koruculuk sistemini desteklemek gibi politikalar izledi. Osmanlı'nın çok uluslu yapısından ulus devlete geçiş sürecinde, Kürt kimliği ya görmezden gelinmiş ya da tehdit olarak algılanmıştır. Öncelikle ve ilerleyen zamanlarda Kürtlerin kimliğini yok saymak, meclis ve mahkeme tutanaklarına "bilinmeyen dil" konuşanlar olarak geçmeleriyle resmiyet kazandı. Ancak yok sayılan gerçekler zamanla görünür hale geldi ve yüzleşmek artık kaçınılmaz.

Yüzleşememe Hali: Bilinçli Sessizlik ya da Bilinçsiz Kayıp

Toplumumuzun büyük bir çoğunluğu, tarihsel travmalarla yüzleşmeye henüz hazır değil. Hala "Benim hakkımla ötekinin hakkı arasında fark var mı?” gibi sorular, eşitlik algısının yerleşmediğini göstermektedir. Bu durum, yalnızca bilgi eksikliğinden değil; geçmişin bastırılması, inkar edilmesi ve resmi anlatılarla şekillendirilmiş eğitim politikalarının bir sonucudur.

Travmalarla yüzleşmeden yeni bir gelecek inşa etmek mümkün değildir.

 "Öteki"nin neden "öteki" olduğunu ve bu farklılığı gidermek adına ne yapıldığını sorgulamak yerine, onu kendine benzetmeye çalışmak dışında bir çözüm düşünülmedi. Türkçeden başka dil bilmeyen bir Kürt’ü, artık Kürt saymamak; ya da "O da benim gibi yaşıyor" diyerek onun anadilinin kaybolduğunu fark etmemek oldukça yaygın bir durum. Elbette sorun sadece dil değil; insan olmanın evrensel normları var. Bu normlardan hangileri toplumumuza layık görülüyor, hangileri görmezden geliniyor, bunlar tartışılmalıdır.

Gerek ulusal kimlik, gerekse birlikte yaşama kültürü, bu yüzleşmelerle anlam kazanabilir. Gerçeklerle yüzleşmek, sadece bireysel değil, toplumsal bir iyileşmenin de anahtarıdır.

İsmail Cem Özkan

23 Nisan 2025 Çarşamba

İstanbul’u Deprem Vurdu!

İstanbul’u Deprem Vurdu!

İstanbul, 6.2 büyüklüğünde bir depremle sarsıldı. Yıllardır beklenen bu deprem belki bir uyarıydı, belki de beklenen tam olarak buydu. Zaman, hangisinin doğru olduğunu gösterecek. Ancak bu depremde de gördük ki, her şey sadece sözde kalıyor. Çünkü felaket anında bile birlikte hareket edemediğimiz acı bir şekilde ortaya çıktı.

Deprem sonrası her siyasi çevreden farklı açıklamalar geldi. Yerel ve merkezi yönetim arasındaki ayrışmanın tam ortasında bir "deprem yarığı" oluştuğunu fark ettik. Anlaşıldı ki, "birlik" kavramı bizde yalnızca sözde var; gerçekteyse siyasi partiler, ittifaklarına göre bölünerek sadece kendi taraflarının sesi oluyor.

Uçları yaşarken, zıt kutuplar bir arada bulunabiliyor...

Siyasi partilerin ve yerel/merkezi yönetim temsilcilerinin uzlaştığı tek nokta, halkı parklara davet etmek oldu. Bir gün içinde yeni bir depremin olabileceği varsayımıyla evlere girilmemesi istendi. Bu çağrı yapıldığında hava güzeldi; fakat ilerleyen saatlerde serinledi, rüzgâr şiddetlendi. Uzun süredir istikrarsız olan hava koşulları da bu dengesizliğe eşlik etti. O kadar uçları yaşamaya başladık ki, hava bile bize benzedi!

Peki, insanları parklara yönlendirmek, aslında korkuyu yaymak değil midir?

Bu tür çağrılar, "evleriniz güvenli değil" demenin dolaylı bir yoludur. "Evine güvenen evinde kalsın, güvenmeyen parkta" söylemi de benzer bir anlam taşır. Sonuç olarak, bu ülkede evine güvenemeyen bir birey, siyasete ve bölünmüş iktidar yapılarına da güven duyamaz. Çünkü haber bültenlerinde "evde kalmayın, parkta kalın" denmesi, aslında "hiçbir şeye güvenmeyin" anlamına gelir. Parklar geçici bir güvenlik alanı olarak sunuluyor; ancak bu alanların altyapısı yeterli mi? Soğuk hava, salgın hastalıklar, zatürre gibi riskler göz önünde bulunduruluyor mu?

Ülkemizde iktidar yapısı çift başlıdır.

Bu durum İstanbul'da açıkça görülüyor. Hükûmet projelerinde bakanların isimleri büyük puntolarla öne çıkarılırken, belediye projelerinde belediye başkanlarının isimleri vurgulanır, ancak belediye logoları küçültülür. İstanbul metrosu bile iki ayrı sistemden oluşur: biri “M”, diğeri “U” harfi ile tanımlanır. Karayollarındaki bakım çalışmaları da iki farklı otoriteye aittir. Hangi yolun hangi kuruma ait olduğu ve hizmetin kim tarafından verildiği bellidir. İhaleler ve hizmetler bu çift başlı yapı üzerinden yürütülmektedir. Hükûmet, istemediği bir hizmeti “kamulaştırma” adı altında belediyeden alıp kendi logosu altında sürdürmektedir. Son örneklerden biri de İstanbul metrosunun sahiplenilmesidir: Yolun bir kısmı “M”, diğer kısmı “U” harfiyle gösterilmektedir.

Birlikte hareket edemeyenler, toplumun ortak sorunlarını çözebilir mi?

Siyasi ve ekonomik kriz, merkezi ve yerel yönetim arasında derin bir bölünme yaratmıştır. Koordinasyon sağlanamamakta; biri neyi savunursa, diğeri mutlaka karşı çıkmaktadır. Ortak akıl ve ortak yol geliştirilememektedir. Felaket anlarında bile kimin süreci yöneteceği belirsizdir. AFAD ve AKOM gibi iki ayrı merkezden benzer açıklamalar yapılmakta; ancak biri belediyeye, diğeri hükûmete bağlıdır. Bilim insanları bile ikiye ayrılmıştır: Devlet maaşı alanlar susarken, diğerleri ekranlarda konuşarak geçinmektedir.

Deprem fakiri vurur, zenginin kasasını doldurur…

Geçmiş depremlerden çıkardığım sonuç şudur: Zenginler daha da zenginleşirken, yoksullar evsiz, çaresiz ve muhtaç bırakılmıştır. Her felaketi fırsata çevirmek, sermayenin doğasında vardır.

Şehirlerin dokunulmaz alanlarında yer alan tarihi değeri olan ama bakımsız bırakılmış binalar, aslında restore edilmesi gerekirken, yıkılarak yerine daha kârlı yeni binalar yapılmak istenmektedir. Deprem, bu amaçlar için bir bahane; rant ise asıl hedef olabilir. Bu depremde sit alanı ilan edilen bölgelerde binalar yıkılmış olabilir. Büyük bir tesadüf müdür ki, yıkılması beklenenler yıkılmış, yıkılmayanlara ise yangın çıkartılmıştır. Yangına sığınan evsizlerin sebep olduğu öne sürülebilir. Bahane arandığında, her yol mubah sayılır.

Ülkemizde sürekli "milli irade"den söz edilir; ama gerçek irade doğadadır, ve doğa bunu bir kez daha sarsıntıyla gösterdi.

İstanbul’da bir deprem, devletin temelinin sarsılması anlamına gelir. Çünkü devletin atardamarı burada atar.

Deprem İstanbul’u vurdu!

Sonuç olarak, parçalanmışlık her alanda kendini göstermektedir. Ancak siyasiler her defasında ülkenin birlik içinde olduğunu, “bu ülke bölünemez” diyerek vurgular. Oysa gerçekte, bu parçalanmış yapıyı yaratanlar bizzat kendileridir ve topluma bu durumu kanıksatmışlardır.

Deprem, bu bölünmüşlüğün kronikleştiğini bir kez daha gözler önüne sermiştir.

İsmail Cem Özkan

Uluslar Bayramsız Olmaz

Uluslar Bayramsız Olmaz

Her ulusun bir ya da daha fazla ulusal bayramı vardır; zira ulus olmanın temel koşullarından biri, ortak bir toplumsal ve ekonomik hedef etrafında birleşmektir. Bu birlik, genellikle sermaye birikimi sürecini destekleyen bir sosyal yapının oluşmasını gerektirir. Toplum, bu süreçte ekonomik güce sahip olan kesimlere emek ve maddi kaynak sağlayarak onları güçlendirir; böylece sosyal yapıda zengin daha zengin olurken, yoksulun mevcut durumu korunur. Dolayısıyla, uluslaşma süreci içinde bir sermaye sınıfının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Kısaca, ulus olmak için öncelikle bir sermaye grubu yaratmak gerekir. Sermayesi olmayan bir ulusun ilk adımı ise Ankara'da açılan ilk meclisle atılmıştır.

Tarihçiler, ulus-devlet olmayı amaçlayan meclisin Ankara’da 23 Nisan günü açıldığını yazar. Ancak aslında bu, bir açılıştan çok, son Osmanlı Meclisi'nin –İstanbul’daki meclisin– Ankara’da bulunan İttihat ve Terakki Partisi’nin binasında toplanmasıdır. Tarih yazıcıları bunu bilinçli olarak göz ardı eder ve böylece ulus-devletin yeni ruhu, yeni bir tarih yazımıyla başlatılır.

Fakat ulus olmanın en önemli koşullarından biri zaferdir. Zaferi olmayan ulus olur mu? Bu nedenle Çanakkale destanının Ankara’daki meclis ruhuna taşınması gerekir. Çünkü o dönemde herhangi bir yeni zafer yoktur; aksine, yenilgiler, kayıplar ve dağılmanın her türlü emaresi görünmektedir. Mevcut olanla idare edilmesi zorunludur. Bina açılışı dahi bir ulusun bayramı olabilir başlangıçta; çünkü her adım önemsenmek zorundadır.

Son meclisin Ankara’da açılması ve İstanbul’dan Ankara’ya yönetici kadroların taşınması, yeni devletin kurumsallaşma sürecini hızlandırmıştır. Meclisin açılması doğrudan devletin kurulduğu anlamına gelmez; fakat bu, önemli bir adımdır. Devlet, ancak başka devletler tarafından tanındığında resmiyet kazanır. Tanınmadığı sürece "Ben devletim" demenin bir anlamı yoktur.

Tanınma süreci, İstanbul Hükümeti’nin resmen ortadan kaldırılması anlamına gelir. Artık bir koltukta iki karpuz taşınmasına izin verilmeyecektir. Ankara merkezli bir devlet, Balkanlar’da ve Avrupa’da oluşan “Türk sorununun” çözümünün anahtarıdır.

Aslında Ankara’da kurulan devlet, Balkanlar’da oluşmuş olan devletin Anadolu’ya taşınmasıdır. Balkanlar’daki modernleşme sürecinden gelen birikim, teknoloji ve idari alışkanlıklar Anadolu’ya aktarılmış; böylece Anadolu’da unutulmuş bir coğrafya yeniden inşa edilmeye başlanmıştır.

Anadolu’ya taşınan halkın (Balkan göçmenleri) gelişi öyle plansız ve rastgele değildir. Balkanlar'da başlayan uluslaşma süreci, Rusya ve İngiltere’nin iş birliğiyle çok iyi yönetilmiştir. Ulus fikri olmayan halklara bile bu fikir din aracılığıyla işlenmiş, birçok ulus bu şekilde yaratılmıştır. Balkanlarda uluslaşma, öncelikle dinin yeniden örgütlenmesi ve bu örgütlenmeye göre ideolojilerin geliştirilmesiyle başlamıştır.

Türkler Balkanlar’da bir sorun olarak tanımlanmış; bu tanım başlangıçta ırk değil, din temellidir. Daha sonra bu din birliği içinde de parçalanmalar yaşanmış, Boşnaklar ve Arnavutlar bu birlikten ayrılmıştır. Sonuç olarak, Türkler din kisvesi altında hedef hâline getirilmiştir. Bu dindaşların (Türklerin) planlı bir şekilde uzaklaştırılması için çatışmalar örgütlenmiş; savaşlar, katliamlar, hatta soykırımlar yaşanmıştır.

Balkan devleti olan Osmanlı, Anadolu topraklarına taşınmıştır. Böylece, Osmanlı temelinde ama farklı dinlerde yeni devletlerin Balkanlar’da oluşması için zemin hazırlanmış; devletler uluslaştırılmış, ırk temelli ayrışmalarla yapılandırılmıştır. İlk uyanan ve ulus-devleti olan Yunanlar ile Bulgarlar arasında toprak kavgası yaşanmış, Makedonya bu mücadelede parçalanmıştır.

Balkan savaşları ve göçleri sırasında muhacirlerin Anadolu'nun iç bölgelerine yayılması tesadüf değildir. Bu süreç, Osmanlı devletinin kurulduğu toprakların doğuya doğru yayılmasıdır. Ege ve Marmara bölgelerine gelen göçmenlerin İç Anadolu’ya yayılması, ilk meclisin kuruluşu ve Yunan işgaline karşı verilen mücadelenin temelidir.

Yunan işgali, İngilizlerin Yunan Krallığı içindeki Selanik merkezli bir darbe sonucunda başlatılmıştır. Ancak tarihimiz bunu göz ardı eder. Krallık, sanki büyük Yunanistan hayaliyle Anadolu’ya geçmiş gibi anlatılır. Oysa işgale karşı Yunan halkı içinde de ciddi bir tepki vardır. Çünkü nüfus yapısıyla “Küçük Asya”ya çıkmanın sonunun hüsran olacağı bellidir.

İngiliz darbesiyle iktidara gelen ekip, İngiliz çıkarlarına uygun olarak İzmir’e asker çıkarır. Bu işgal, Anadolu’ya yerleşmiş Balkan göçmenleri arasında büyük bir tepki doğurur. Direniş, yerli halktan çok, Balkanlardan göç edenler arasında başlar. İzmir işgalinden bir gün önce İstanbul’dan hareket eden vapur da İngiliz denetimi ve bilgisi dâhilinde yola çıkmıştır.

Ulus yaratma konusunda tecrübesi olan İngiliz beyin takımı, Anadolu’da bir ulus-devlet kurarak ileride oluşabilecek “Türk Sorunu”nu ortadan kaldırmış; Balkanlar’da işlenen cinayetlerin ve katliamların üzerini, kurulan bu devletle örtmüştür. Balkanlar’da yapılan katliamların hesabı hiçbir zaman sorulamamış; Anadolu’ya taşınan Türklerin içinde bu acılar hâlâ kanamaya devam etmiştir.

Yunan işgalini ortadan kaldıran şey emperyalizme karşı verilen bir muharebe değil, Mudanya Mütarekesi’nde İngiliz, Fransız, İtalyan temsilciler ile Ankara hükümeti arasındaki anlaşmadır. Bu anlaşmayla Osmanlı Devleti hukuken tarihe karışmıştır. Bu anlaşma sürecinde Yunan temsilcisi salona dahi alınmamıştır. Kısaca, devlet emperyalist devletlerin onayıyla Anadolu topraklarında resmen kurulmuştur.

Birinci Meclis'in açılışının ulus-devlet anlayışı içinde kutlanması, uluslaşma süreci için önemlidir. Bu süreci içselleştirenlerin ertesi gün Ermeni "tehciri"ni anması ise çelişkiden başka bir şey değildir. Ancak bu ülkede her şey zıtların birliği üzerine kurulmuş gibidir; solcu, faşisti savunur konuma gelmiş bir zamandan geçiyoruz.

İsmail Cem Özkan

 

22 Nisan 2025 Salı

Ölüm Üzerinden Bir Sektör: Mezar Ekonomisi

Ölüm Üzerinden Bir Sektör: Mezar Ekonomisi

Taziye geleneğinden tröstleşmiş mezar sanayisine…

Babamın vefatının ardından mezar yaptırmak üzere çıktığım yolculuk, bana sadece bir mermer parçası arayışı değil, aynı zamanda ölümün nasıl bir ekonomik çark haline geldiğini gösteren çarpıcı bir deneyim yaşattı. Görüştüğüm ustalar, incelediğim firmalar ve araştırmalarım; bu alanda sessiz ama devasa bir piyasanın varlığını ortaya koydu.

Google’da Aynı Numara, Farklı Firmalar

Mezar yaptırmak için ilk adımı Google’da atarsanız, sizi belli başlı birkaç telefon numarası karşılar. Fakat dikkatli bakıldığında bu numaraların, farklı firma isimleriyle tekrarlandığını fark edersiniz. Aynı yapı, farklı yüzlerle karşımıza çıkar. Bu farkındalıkla araştırmamı derinleştirdim.

Çevremdeki tanıdıkların yaptırdığı mezarları inceledim. Fotoğraflara baktım, kim nerede, ne zaman yaptırmış, öğrenmeye çalıştım. Gördüğüm şey, aynı tipte, aynı taşların kullanıldığı, benzer font ve sembollere sahip standart mezarlardı. Farklı gibi görünen ama aslında birbirinin kopyası olan mezarlar...

Granit, SNS Makineleri ve Lojistik Ağlar

Mezar yapımı iki ana aşamada gerçekleşiyor: İlk olarak briket veya tuğlayla iç duvar örülüyor. Ardından, kalınlığı 1 cm'den 15 cm'ye kadar değişen mermer plakalar bu yapının üzerine kaplanıyor. Vidalar içeriden atılıyor. Asıl fark yaratan detay ise başlık taşıdır; burada kabartmalı yazılar, fotoğraflar veya çizimler kullanılabiliyor. İşte bu noktada, SNS (Sensörlü Gravür) makineleri devreye giriyor.

Siyah granit mermerlerin bu işte tercih edilmesinin nedeni de burada ortaya çıkıyor. Diğer mermer türlerinde çatlama ve kırılma riski varken, siyah granit sert yapısıyla ince işçiliğe olanak tanıyor. Bu nedenle özellikle görselliğin ön planda olduğu mezar başlıklarında bu tür tercih ediliyor.

Küçük Esnaf Yerine Tröstler

Bu makinelerle çalışan büyük firmalar, toptan aldıkları mermeri küçük işletmelere göre çok daha ucuza mal edip daha fazla üretim yapabiliyorlar. Kargo destekli lojistik altyapılarıyla da siparişleri ülkenin dört bir yanına ulaştırıyorlar. Artık bu sektör sadece tekelleşmiş değil, tröstleşmiş durumda.

Her ailede bir ölüm vakasının yaşandığını düşündüğünüzde, bu piyasanın potansiyel büyüklüğünü hesaplamak için sıradan bir hesap makinesi bile yetersiz kalıyor.

Taziye Sofraları da Standartlaştı

Ölümün ardından yaşanan süreçte aileler zaten hastane giderleriyle maddi olarak yıpranmış oluyor. Devamında belediyelerin sunduğu ücretsiz defin ve taşıma hizmetleri, taziye yemekleri derken, olay giderek “paket hizmet” sunan bir pazara dönüşüyor.

Ülke genelinde taziyelerde “pide ve ayran” ikilisi standart haline gelmiş. Üç harfli zincir marketler bu ürünleri toplu olarak satarken, küçük esnaf da ne eti olduğu belirsiz pideler üretiyor. Eskiden taziye evine her gelen, yanında yemek getirirken; şimdi ölüm bile menüyle karşılanıyor.

Mezarların da Bir Ömrü Var

Yaptırılan mezarın ömrü, harcadığınız paraya bağlı. Ucuz mermerler 15 yıl içinde yıpranırken, granit siyah mermerler 80 yıla kadar dayanabiliyor. Yani aslında “ölümsüzlük” için ödediğimiz paranın da bir süresi var.

Peki, soralım: Bugün dedenizin ya da onun babasının mezarını bilen kaç kişisiniz? Yok olmuş taşlar arasında geçmişinizi bulabilir misiniz?

Sonuç: Piyasalaşan Ölüm

Ölümün ardından yaşananlar artık bir ritüel değil, baştan sona planlanmış bir piyasa süreci. Önceden acıların paylaşıldığı, birlikte yas tutulan taziye evlerinde; şimdi endüstriyel menüler, SNS makineleri, kargo sistemleri, tröst firmalar var.

Ve insan sormadan edemiyor: Ölümle birlikte yok olacak bir taş parçası için neden bu kadar para harcanıyor?

Ölüm öncesi ve sonrası birikimleri elinden alınan aileler, neden birilerinin belirlediği bu piyasada birer figüran gibi yer almaya devam ediyor?

Eskiden hatırladığım kadarıyla, ölü evine her gelen ziyaretçi yanında yemek getirirdi. O evde acılar doya doya yaşanırdı. Şimdi ise tamamen piyasa koşullarına dönüşmüş bir ilişki halindeyiz.

Belki de artık sormamız gereken şey, "Nasıl yaşadık?" değil, "Öldükten sonra ne kadar şirketlere para kazandırıyoruz?" sorusu…

İsmail Cem Özkan

 

14 Nisan 2025 Pazartesi

Sadece Marx kaldı elimde…

Sadece Marx kaldı elimde…

Eskiden sol konuşulurken, Marksist ve Leninist olduğu vurgulanırdı. Devrim hedefi olan tüm sol yapılar, Leninist olduklarını belirterek aslında “Biz devrim için mücadele ediyoruz. İlk hedefimiz devrim; sonrası, devrim gerçekleştikten sonra olacaktır!” mesajını verirlerdi. Bu yüzden Leninist örgütler katı merkeziyetçiliğe dayanır; tabandan gelen istekler çoğunlukla göz ardı edilir, merkezden alınan kararların tabana yankı bulması istenirdi. Yerel mücadelelerde bile, yerelin ihtiyacından çok merkezin belirlediği politikalar dayatılırdı. Bu politikaların doğru olduğu, sorgulanamayacağı; eleştirinin ancak eylem sona erdikten sonra yapılabileceği savunulurdu. Merkezin kararları kesindi, çünkü “her şeyi gören ve bilendi!”

Sol denilince, her zaman Marx’ın yanında Lenin yerini alır; çünkü Marksizme en büyük katkıyı yapandır. Arkasından Stalin gelir, bazı sol yapılarda da Mao yerini alırdı. Solun sembolleri olan resimlerde Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao yer alırdı. Çünkü sol olmak, onları savunmak; eleştirel değil, idealleştirilmiş ve zamana uygun seçilmiş cümlelerle yüceltmek anlamına gelirdi. Bu idealleştirme olmadan “sol” olunmazdı! Elbette bir de Dördüncü Enternasyonal ve Troçkist bakış açısı vardır. Ancak ülkemizde Troçkist çizgi, taban bulacak kadar özgür bir alan bulamamıştır. Stalinist yapılar için Troçkizm baş düşmandır; nerede görülürse ezilmesi, yok edilmesi gerekir. Faşizmle nasıl mücadele ediliyorsa, Troçkizmle de o şekilde mücadele edilmelidir!

Ülkemiz solunun özgürlük anlayışı, kendine özgü değil; ithal edilmiş bir dikta bakışının, Ortadoğu sosuna bulanmış hâlidir.
Demokrasi, özgürlük, devrim istiyorduk!

Yanlış zemine oturunca, doğru sonuçlar alacak toplumsal dönüşümler olmuyor. Çünkü toplumu değiştirecek olan şey, doğru bir tarih bakış açısı ve geçmişe yönelik “doğru” bir tahlildir. Bizim tarih anlayışımız –Marksist olduğumuza göre– tarihsel materyalizmdir. Peki, gerçekten buna uygun bir bakış açısıyla mı tarihi yorumladık? Günlük ihtiyaçlar, bu soruyu kendimize sormamıza izin vermedi. Zaten bizde her şey merkezden belirleniyordu. Merkez ne derse o doğrudur, sorgulanmaz. Yeni bilgiler geldikçe değişmesi gerekenler değişmezdi. Çünkü tarih “ölü” sayılırdı ve değişmezdi. Ölülerin hâkim olduğu tarihi biz bir kez daha öldürmüştük!

Tarihi öldürdüğümüz gün, aslında yarını da öldürmüş olduk!

Bizim cumhuriyetle imtihanımız, 1. Meşrutiyet (23 Aralık 1876) ile başlar. Anayasayı hazırlayan kişi kısa sürede kellesi bir kalenin karanlık surlarında eline verilmiştir. İlk özgürlük havası kısa sürede (14 Şubat 1878) sonlanır. 23 Temmuz 1908 tarihine kadar istibdat sürecinde özgürlük havası da, insan da boğazlanmıştır. Özgürlüğün ortadan kaldırılması ne Devlet-i Aliyye’yi yok etmiş ne de büyütmüştür. Tersine, sorunları merkezi yönetim disiplini içinde çözmeye çalışırken, Osmanlı tebaası içinde yer alanların ayrışmasını hızlandırmıştır. Askeri çözümler sorunları çözmemiş, aksine daha da katmerlendirmiştir. Bu süreçte yurtdışında sürgünde ya da eğitimde olanlar arasında ortaya çıkan “özgürlük, adalet, vatan” gibi kavramlar; yıkılmakta olan devlet içinde sorunlara çözüm arayışlarını geliştirmiştir.

Bu girişimlerin sonucunda ortaya çıkan İttihat ve Terakki Partisi, iktidar sürecinde başlangıçta yer alan tüm ittifakların zamanla dağılmasıyla; güçlü olan üç liderin etrafında yeni bir istibdat süreci başlatmıştır. Sözde özgürlük ve demokrasi kavramları vardır ama bu üç insanın verdiği kararlar, Devlet-i Aliyye’nin tarihten silinmesine sebep olmuştur. Yerine kurulan yeni devlet, geçmişin devamı niteliğindedir. İktidar mücadelesinin kazananı artık netleşmiştir. Ulus-devlet anlayışıyla heterojen toplumun homojenleştirilme süreci başlatılmıştır. Bu süreç karmaşıktır, birçok olay iç içe geçmiştir. İttihatçı gelenekten gelenler hem muhalefet hem iktidardadır; hem devletin içinde hem de dışında, sürgünde ya da mücadelenin başka cephelerinde yer almıştır. Girdaba kapılan bir nesnenin savrulması gibi her kadro başka yerlere savrulmuştur.

Anadolu’da kurulan yeni devlet, eski kadroların ve Balkan göçmenlerinin oluşturduğu siyasi birikimin tecrübesiyle kurulmuştur. Balkanlardan sürülenlerin Anadolu’ya taşıdığı medeniyetle, Anadolu binlerce yıllık uykusundan uyanmıştır. Muhacirlerin taşıdığı kültür, Anadolu’yu ve yeni devleti biçimlendirmiştir.

Anadolu’da kurulan devlet bir ulus-devlettir. Devlet başkanı ve kurucuların lideri Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal, tarihin üzerine yüklediği sorumluluğu başarılı bir şekilde yerine getirmiş; dönemin siyasi atmosferi içinde, tarihin kırılma noktasında Anadolu’da ideal olan ulus-devlet modelini hayata geçirmiştir. “Kemalizm” adı verilen bu yeni devlet ideolojisi, geçmişte İttihat ve Terakki içinde tartışılmış; zaman zaman hayata geçirilmiş, fakat Osmanlı kalıbını kıramamış tüm yeni kültür, yeni devlet içinde hayat bulmuştur. Kemalizm devleti, İngiliz emperyalizminin ve kuzey komşusu Sovyet devriminin çıkarlarına uygun biçimde, iki büyük güç arasında kurulmuştur.

Ulus-devlet fikri hayata geçerken, işgal altındaki İstanbul’da kurulan sosyalist ve komünist hareketlerin düşünceleri sistematik baskıya maruz kalmıştır. Sovyet devrimiyle kurulan yeni devlet, varlığını korumayı, tarihte ilk kez yaşanan işçi devleti deneyimini geliştirmeyi merkeze almış; komşu ülkelerdeki sosyalist yapılar da bu devletin yaşaması için her türlü özveriyi göstermeye çağrılmıştır.

Ulus-devlet bir burjuva devrimidir.

Kuruluş sürecinde komünistlerin özgürlük alanları, kendilerini ifade etme hakları, daha en başta kuzeydeki devrim tarafından vesayet altına alınmıştır. Sovyetler için önemli olan, komşu ülkede neler olduğu değil, sınırdan saldırı olmamasıdır. Karşılıklı ilişkiler tamamen çıkar ilişkisine dayalıdır. Komşu ülkede ulus-devlet, kendi varlığını ötekileştirilmişler üzerinden dayatırken; “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” sadece sözde kalmıştır. Sovyetler, çıkarına uygun olan ulusal hareketlere destek verirken, diğerlerini ya düşman ya da hain olarak damgalamıştır.

Sol hareketteki Kemalizm virüsü, doğrudan Sovyet devrimi ile ilişkilidir.

Sosyalist anlayışta ulus-devletin parçalanıp yerine işçi sınıfı devleti kurulması beklenirken; ülkemizde, Sovyetlerin ihtiyacına uygun bir anlayış geliştirilmiş, daha doğrusu dayatılmıştır. Yeni filizlenen sosyalizm anlayışı ekonomik ve siyasal olarak bağımlı hâle getirilmiş, gelişimi engellenmiştir.

27 Mayıs darbesi sonrası gelişen sol hareketler, anayasanın çizdiği sınırlar içinde özgürlük arayışına girmiş; geleneksel ilişkilerden koparak yeni yollar aramaya başlamıştır. Başlangıçta Kemalist bakış açısı egemen olsa da zamanla önemini kaybetmiş ve sınıf perspektifi içinde “Tam Bağımsız Türkiye” sloganı ile Türk ve Kürt halklarının birleştiği bir sınıf devleti anlayışı gelişmiştir.

Deniz, Mahir ve İbrahim çizgisi bu kopuşun somut örneğidir.

Onlar, Sovyetlerin çıkarı yerine kendi bağımsız sınıf çizgilerini geliştirmeye çalışmışlardır. Sovyetlerin yanıtı ise bu liderlerin sonunu getiren operasyonlara sessiz kalarak Türk devletinin yanında durmak olmuştur. Sözde dahi olsa bu katliamlar hakkında görüş açıklamamışlardır. Onlara göre “maceracılar” ölmüştür.

TKP tarihi de tıpkı resmi tarih gibidir. Sol çevrelerin kabul ettiği bir tarih anlatısı vardır; bir de o anlatının dışında kalan, arşivlerde yer alan ama anlatılmayan başka gerçekler… TKP’nin resmi tarihi, Sovyet çıkarlarına göre kurgulanmış bir tarihtir. Peki, Türk devletinin elindeki kayıtlar nedir? Türk devletinin arşivleri ya kapalıdır ya da işine gelmeyen belgeler ya yok edilmiştir ya da ulaşılamayacak hâle getirilmiştir.

TKP tarihini öğrendikçe, Leninist olmaktan vazgeçtim.

Lenin ve devamcıları, Türkiye komünist hareketini kendi çıkarlarına uygun şekilde güdük, yetersiz ve savunmasız bırakmıştır. Devletten gelen saldırılara karşı hareket savunmasız kalmıştır. Komünist hareket, Kürt sorunu karşısında bile sessiz kalmış, sadece Sovyet çıkarına uygun Kemalist devletin yararına görüş bildirmek zorunda bırakılmıştır. Gerçek düşüncesini dillendirememiştir. Sonuçta, eski komünist kadrolar, Kemalist devletin “kadro dergisi”ni çıkaracak kadar sağa kaymıştır.

Lenin, kendi devrimini güvence altına alırken, diğer yandan Kemalist burjuva devletin oluşumuna, İngiliz emperyalizminden daha fazla katkı sunmuş; tüm ötekilerin ezilmesine göz yummuştur.

"Tek ülkede sosyalizm!" fikri, komşu ülkelerde sosyalizmi hep yer altına itmiştir.

TKP tarihte yalnız değildir; Sovyetler’le komşu olan birçok ülkede benzer durumlar yaşanmıştır.

Tarihte yaşananlara bugünün bilgisiyle bakarken fark ettim ki… Meşhur Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao resminden bana yalnızca Marx ve Engels kalmış. Bugün kendimi sadece Marksist olarak tanımlıyorum. Bugün yaşadığımız süreç tarihin eleştirisi değildir, sadece geçmişin üzerine yeni bir tarih yazımıdır.

İsmail Cem Özkan

 

5 Mart 2025 Çarşamba

Devletlerin onuru olur mu?

Devletlerin onuru olur mu?

Zelenski’nin bir proje lideri olarak Ukrayna’ya atanmış olduğu iddiaları dillendiriliyor. Peki, onun gelişini hazırlayan Nazi örgütünün, Yahudi Zelenski’nin arkasında olmasını nasıl açıklıyorlar? Naziler, yenilgi sonrası Amerika’daki sağ gruplarla içli dışlı olmuş ve küresel olarak örgütlendiklerini yıllar önce “neo-Nazi” kavramıyla ilan etmişlerdir. Eski Nazilerin düşmanları yerine yeni düşmanlar yaratılmıştır.

Amerika’da KKK (Ku Klux Klan) örgütü, Protestan mezhebi ve beyaz ırkın üstünlüğü üzerine kurgulanmıştır. Orada Yahudi düşmanlığı olanlar, Ukrayna’da Yahudi birinin lider olarak atanması için ortam yaratmıştır. Trump, beyazların üstünlüğünü savunan bir sağ örgütün adayı olarak gösterildi ve seçim sonrası yenilgi ile başlayan Kongre baskınıyla bu durum gözler önüne serildi. Peki, onun alternatifi olarak sunulan Biden’ın, Ukrayna’da oğlu üzerinden biyolojik ve kimyasal silah üretimi üzerinde çalıştığı iddiaları, Rus işgaliyle birlikte ortaya serildi.

Ukrayna, Rus gücünün test edileceği bir alan olarak görülmüş ve Nazi hareketinin Ukrayna içinde özgürce örgütlenmesi, sembollerini kullanmasıyla Rus güçleri kışkırtılmış ve işgal kaçınılmaz hale gelmiştir. Peki, Ukrayna’daki faşist gruplar tüm bunların bilincinde miydi? Ukrayna, faşizmi en açık ve kanlı şekilde yaşamış bir ülke olmasına rağmen, faşizm orada kök bulmuş ve örgütlenmiştir. Bunu bir proje olarak başardılar ve bu projenin senaryo yazarı bellidir: Amerika’da kapalı kapılar ardında, kapitalizmin tek lideri olma hedefiyle bu proje gerçekleştirilmiştir.

Savaş en kanlı sürecini yaşarken, ülke en önemli maden yataklarını kaybederek fakirleşmiş, tüm bütçesi dış yardıma muhtaç hale gelmiştir. Düyûn-ı Umûmiye resmî olarak Ukrayna’da bir büro açmadı, ancak Osmanlı döneminde İstanbul Lisesi binasında öğrencileri dışarı atarak Osmanlı bütçesine el konulduğu gibi, Ukrayna da benzer bir duruma düşürüldü. Osmanlı Sultanı bile bir şey almak istediğinde bu bürodan izin almak zorundaydı. Kısacası, Osmanlı’nın yaşadıkları şimdi Ukrayna’ya yaşatılıyor ve bu durum ekranlar önünde alenen yapılıyor.

Devletler, ekonomisi olmayan bir ülkenin liderine her türlü hakareti yaparak o ülkenin onurunu hiçe sayar. Fakir ülkenin kabadayısı olmaz; olduğu an ona ya bir mektup gönderilir ya da istihbarat üyesi gazeteciler aracılığıyla hakaret edilmesi sağlanır. İlk ateşi gazeteciler yakar! Ukrayna devletinin onuru, Zelenski gibi bir proje lideri koltuğa oturtulduğu gün ayaklar altına alınmıştı. Artık gizlenmesi gerekmeden Ukrayna’nın toprakları ve madenleri emperyalist devletler tarafından parçalanıyor.

Osmanlı da parçalandı ve geriye kalan topraklarda uysal bir devlet oluşturuldu. Sömürgeci devletten ulus devletine geçiş sağlandı ama "yeni sömürge" anlayışı devam etti. Yeni devlet, içinde yaşayan tüm farklı kültürleri ya yok saydı ya da asimile ederek resmi olarak kabul edilmiş tek bir ırk kimliği altında birleştirmeye çalıştı.

Ukrayna, uluslaşma sürecini Rus işgali sonrasında hayata geçirmeye çalıştı. Tüm Rus aydınlarını, Rus edebiyatını ve heykellerini ya yıktı ya da yok saydı. Ülke içinde Rusça konuşmayı yasakladı. Sovyet tarihini reddeden Ukrayna, faşist bir geçmiş yaratamayarak köksüz ve lidersiz bir ülke konumuna geldi.

İsmail Cem Özkan

1 Mart 2025 Cumartesi

Güçlü, gücünden vazgeçebilir mi?

Güçlü, gücünden vazgeçebilir mi?

Öcalan, "silahsızlanma çağrısı" yaptı, "silahlı örgütü feshedin" dedi yandaşlarına... Bu, ilk çağrısı ya da ilk uygulanışı değil; daha önce de benzer süreçler yaşandı. Ancak benim merak ettiğim, Öcalan veya PKK'nın ne yaptığı ya da ne söylediği değil; devletin ve iktidarın atacağı somut adımlar nelerdir?

Bugüne kadar Kürtler, devlet katında reel olarak var. Geçmişin "kart kurt, kar ayak sesi" muhabbeti artık yok. Bunu Demirel ortadan kaldırdı ve Kürt realitesini kabul etti. Ancak ondan sonra somut bir adım atılmadı.

Evet, reel olarak varlar. Cezaevlerinde artık mahkumlar gözleriyle konuşmuyor; Kürtçe konuşabiliyor, savunma yapabiliyor. Ancak eski gelenekten (ulus devletinden) gelen bürokratların takdirine göre, siyasi iktidarın niyetine göre Kürtçe, "bilinmeyen dil" oluveriyor. Tutanaklara "bilinmeyen dil" olarak geçiyor ama herkes biliyor ki, o "bilinmeyen dil" Kürtçedir.

Kürtçe, realite olarak var; konuşanlar var ama hakları realite olarak var mı?

Bir iki küçük adım atıldı. Eskisi gibi kasetler, müzik parçaları el altından satılmıyor ama bunlar, resmiyette karşılığı olmayan, sadece reel olarak var olan şeyler. Peki resmiyette, yani yasal olarak olması gerekenler nedir?

Bunları alt alta yazıp, "Hadi bunun gerekliliğini yapalım" diyen bir siyasi irade yok. Sadece "süreci biliyoruz, istediğimiz gibi gidiyor" diyen ama açıkça ve resmen "bu süreci yöneten benim" demeyen bir siyasi irade söz konusu. Hep başkasına adım attırıyor; başarılı olursa sahiplenen bir siyasi irade.

Savaşı kimse istemez. Terörsüz bir ülkenin oluşmasının birinci koşulu, terörü ortaya çıkaran ve besleyen siyasi iradenin nötralize olmasıdır.

Devletin terörü, işlediği cinayetlerin failleri hâlâ yok. Cumartesi Anneleri evlatlarını aramaya devam ediyor. Galatasaray Meydanı'nda ellerinde resimleriyle çocuklarını soranlar var olduğu sürece her şey hep sözde kalmaya devam edecek.

Kürt açılımını Kürtler yapmayacak; iktidarı elinde bulunduran ve devlet mekanizmasını biçimlendiren siyasi irade yapacaktır.

Toplumun değişimi ve biçimlendirilmesini iç dinamiklerin sağlamasını gönül ister ama bizde dış dinamiklerin çıkarları, içteki değişimi belirlemiştir.

Kürt düşmanlığı ve Kürtlere karşı geliştirilen nefret söylemleriyle ne geçmişin üzeri kapanabilir ne de sorunlar ortadan kaldırılabilir.

"Ölümler durdurulsun" demek, siyasi, demokratik ve özgürlük kavramlarının ezilenler lehine değişmesi anlamına gelir. Peki, elinde güç olanlar, ellerindeki güçlerden taviz vermeye hazır mı?

İsmail Cem Özkan

 

17 Şubat 2025 Pazartesi

Sınıfsız bir ülke hayali kurarken, doğdukları şehirleri terk etmek zorunda kaldılar...

Sınıfsız bir ülke hayali kurarken, doğdukları şehirleri terk etmek zorunda kaldılar...

Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında, İstanbul’da Rumların komünist ya da Marksist örgütleri olduğunu biliyor muydunuz? Sol hareketler yalnızca Türklerin tekelinde değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda, farklı uluslardan, ırklardan ve sınıflardan insanlar yaşıyordu: köleler, işçiler, patronlar, köy ağaları, bürokratlar, askerler ve köklü aileler... Fransız Devrimi’nin rüzgârı Osmanlı topraklarına da ulaşmış, İstanbul'da yaşayan her milletten insan kendi cemaati içinde veya ortak yapılar aracılığıyla sesini duyurmaya başlamıştı. Uluslaşma fikri güçlenirken, Marksist düşünceler de İstanbul’a girdi. Ancak Marksizm, "bütün dünya işçilerinin birliği" fikrini savunurken, milliyetçilik zamanla dışlayıcı bir hale gelerek ötekileştirme ve yerinden etme politikalarına dönüştü.

Burjuva devrimiyle birlikte sermaye birikimi hız kazandı. Kendi burjuvazisini yaratırken, aynı zamanda işçi sınıfının doğuşuna da zemin hazırladı. Marksizm ise bu süreçte, sınıfsız bir toplum hedefiyle yoluna devam ediyordu. İstanbul’da Ermeni, Rum ve Yahudi Marksist örgütleri aktifti. Yayınlar çıkardılar, örgütler kurdular ve uluslararası bağlantılar geliştirdiler. Bu örgütlerden biri de Rumlarındı. Özellikle Amerika’daki büyük Rum nüfusuyla sıkı ilişkiler içindeydiler. Amerika'da yükselen sendikal mücadele, orada Marksizm’den etkilenen Rum işçiler aracılığıyla İstanbul’a taşındı. Amerika’da örgütlenme deneyimi kazanan işçiler, döndüklerinde bu bilgileri İstanbul’daki işçi sınıfına aktardılar.

O dönemde İstanbul, bugünkü gibi büyük bir inşaat hareketliliği içindeydi. Beyoğlu’nda hâlâ ayakta duran birçok bina, o yıllarda inşa edildi. İnşaat sektöründe çalışan işçilerin büyük bir kısmı, Rum ustaların yanında çalışan Kürtler ve Türklerdi. Zamanla onların da içinden ustalar çıktı. Rum Marksistleri, bu işçileri örgütlemeye öncelik verdi; dayanışmayı ve ortak hak mücadelesini savundular.

Ancak işgal altındaki İstanbul’da bu örgütler çeşitli grevler düzenleseler de, Anadolu’da gelişen siyasi atmosferden etkilenmemeleri mümkün değildi. Bir yanda ulusal çıkarlar, diğer yanda sınıfsız bir işçi devleti ideali... Beyaz Rusların oluşturduğu cemaatler, Rus Devrimi’nin etkisi ve Ankara’daki gelişmeler birbirine karışıyordu. Rusya, Türkiye’deki Marksist örgütlere, gelişmekte olan Ankara merkezli burjuva devrimini desteklemelerini önerdi, hatta dayattı. Dönemin Marksistleri için fazla seçenek yoktu; bağımsız bir Marksist örgütlenme henüz gelişmemişti. O dönemde tüm Marksistlerin gözü, Komintern’den gelecek talimatlara çevriliydi ve farklı bir model tartışmaya açık bile değildi.

Mudanya Mütarekesi sonrası Yunan askerleri savaşsız bir şekilde İstanbul’dan çekildi. Geriye kalan Rumların durumu belirsizdi. Devrimci Rum Marksistleri için artık fazla seçenek kalmamıştı. Örgütlenmeleri deşifre olmuştu ve yeni kurulan devlette iş bulma ihtimalleri neredeyse yoktu. Karadeniz’de boğdurulan TKP liderlerinin akıbeti, Rum Marksistleri arasında korkuyla konuşuluyordu. Onlar için tek seçenek kalmıştı: Ya Yunanistan’a ya da Sovyet Rusya’ya gitmek.

Yeni bir ülke kurulurken, sınıfsız bir toplum hayal edenler, doğup büyüdükleri şehirleri terk etmek zorunda kaldılar. Rumların yaşadığı bu sürgün yalnızca onlarla mı sınırlıydı? Yahudiler, Bulgarlar ve diğerleri... İstanbul’da, işgal altında bile işçi grevleri örgütleyenler, sınıfsız bir toplum hayalini geride bırakıp bilinmeze doğru yola çıktı.

İsmail Cem Özkan

15 Şubat 2025 Cumartesi

Dr. Şefik Hüsnü'nün kulağını çınlattık...

Dr. Şefik Hüsnü'nün kulağını çınlattık...

"Potansiyel şüphelilerin" olduğu bir toplantı ile Dr. Şefik Hüsnü ve Akaretler'de yapılan kongrenin tarihi önemi açısından 15 Şubat 2025, yani yüzüncü yılında Akaretler Kongresi konusunda İstanbul’da yapılan toplantısında dinledik.

Komünist Parti kuruluşu…

Türkiye Komünist Fırkası (TKF) 10 Eylül 1920’de Bakü’de kuruldu. 28/29 Ocak 1921 gecesinde Trabzon açıklarında partinin kurucularından Mustafa Suphi ve yoldaşları Karadeniz’de öldürüldü. İlk kurulan parti henüz kendisini anlatmasına fırsat veremeden Karadeniz sularında boğuldu; ölenler sadece kurucuları değil, aynı zamanda partidir.

Bakü’de kurulan bağımsız benzer bir parti kurma işi Ankara’da gerçekleşmektedir.

7 Aralık 1920'de Ankara'da Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası'nın (THİF) adında Moskova'dan gelen Komintern temsilcilerinin katılımıyla kurulur ve kısa süre sonra Çerkes Ethem ayaklanması bahane edilerek başlayan operasyonlar sonucunda 2 Şubat 1921'de kapanma kararı alır. Bir yıl sonra Paris Komünü konusunda yapılan bir toplantıda alınan karar ile 18 Mart 1922'de yeniden faaliyete geçer. 12 Eylül 1922 günü Komintern üyeleri kongreye katıldığı gerekçesiyle Kemalist idare tarafından kapatılma kararı alınır ve üyeleri tutuklanır.

Bundan tam 100 yıl önce, 15 Şubat 1925'te, İstanbul’un Akaretler semtinde bir evde toplanan bir grup insan, Türkiye'nin en tartışmalı ve en çok baskı gören siyasi hareketlerinden birinin tarihsel devamlılığı olan siyasi bir hareketin temelini atıyordu. TKP adında partinin kuruluş bildirisi kaleme alınır. Takrir-i Sükun Kanunu (4 Mart 1925) çıkınca tüm TKP üyesi olanlar tutuklanır, davalar açılır. Buraya kadar olan süreçte TKP'nin kabul edilmiş programı yoktur. TKP programı yoktur, çünkü o program Komintern'e sunulması ve oradan gelen uyarılara göre yeniden düzenlenerek onaylanması gereklidir. O gün gerçekleşen toplantının somut karşılığı günümüz diliyle “Türkiye Komünist Parti - İnşa Örgütü” diyebiliriz.

Tutuklamalar, cadı avı ve parti içinde çekişmeler bu programın sunumunu engellemiştir. Resmi olarak TKP, programı ile birlikte İnkılap Yolu dergisinin (Temmuz 1930) çıkarılması ile programını yayınlayarak kuruluşunu tamamlar.

Bir siyasi parti için devamlılık esastır; arada kopukluk varsa orada yaşanan süreç geçmişten kopuşu ve yeniden oluşumu ifade eder. Dr. Şefik Hüsnü kimliği ve kişiliği çerçevesinde TKP devamlılığa ve bir örgüt gibi davranmayı ortaya çıkarmıştır.

Bugün TKP nerede başladı diye sorulduğunda Bakü deriz; evet, manevi olarak orası başlangıç sayılır ama arada Ankara olmuş olmasına rağmen bana göre TKP, Dr. Şefik Hüsnü'nün evinde toplanan kongre ile başlamış ve bugüne kadar ulaşmış olduğunu düşünüyorum.

Kitlesel TKP ya da yurt içinde daha görünür olmasını sağlayan kırılma süreci 23 Mayıs 1973 günü Zeki Baştımar’ın görevden alınması ve yerine İsmail Bilen'in atanmasıdır. Bu atamada Aram Pehlivanyan, İsmail Bilen kadar etkilidir. Bundan sonraki süreç genel olarak bilinen kabul edilmektedir.

Kuruluşu genelde iç tartışmalar, Komintern ile iletişim, Komintern sonrası süreç ve Sovyetler Birliği'nin TKP'den beklentisi ve o beklentiye cevap arayışları ile geçmiş olmasının etkisi bir yana, Kemalizm'in acımasız bir şekilde komünistlerin üzerine gitmesi, en ufak örgütlülüğü zorla bastırmasının da etkisi büyüktür. TKP, Kemalizm konusunda her zaman ikili görüşü olacaktır; birincisi Sovyet çıkarı açısından bakış, ikincisi Kemalizmin kendi üstleri üzerine operasyonu.

Çelişkiler, komünistlerin bir arada olması ve değişik görüşlerin ortaya çıkışı ve sönümlenmesi, acımasızca ezilen komünistler bir de içte acımasızca mücadeleye sahne olmaktadır.

Dr. Şefik Hüsnü hayatı anlatılırken bir ömre ne kadar çok değişik öykü sığdırmış olduğunu düşündüm. İyi bir eğitimden geçmiş, birden fazla dil bilen, yurt dışı deneyimini boşa geçirmemiş biri ideali için ülkenin en çok tepki çeken örgütünü kurmuş, tüm baskıları göze almış, devletten gelen baskılar yanında yoldaşlarından gelen karalamalar ile uğraşmış… Köklü bir aileden, iyi eğitim almış olduğu bile kendisine sanki suçluymuş gibi uluslararası örgütte (Komintern) de kendisine karşı iktidar kavgasında kullanılmış ve ona rağmen bildiği doğruları yazmaktan çekinmeyen, parti disiplini içinde Kominternli yıllarda Komintern kararlarına uyumlu davranmış bir Marksist yaşam...

Bir komünistin hayatı bir siyasi partinin kuruluşunun tarihini paralel olarak görebiliriz. Elbette bu yazıda bahsetmediğim işgal altında kurulan ve aydın çevre içinde tanımlanan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) ve TKP’nin ilk nüvesinin orada filizlendiği gerçeğini göz ardı etmemek gereklidir. Aynı dönemde Rumların, Yahudilerin ve Balkanlarda gelişen komünist hareketler ve Bulgar komünistlerin etkisi bu yazının konusu içinde değildir.

1951 Tevkifatından dolayı Manisa’da sürgün hayatı yaşarken, 22 Mayıs 1954 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nden alınan bir karar ile çıkarıldı. Sürgün cezası bitip 1957'de tahliye olmasından bir süre sonra, 7 Nisan 1959'da Manisa'da öldü.

Mezar taşı üzerine yazılı olan rakamların arasındaki o küçük çizgi, üzerinde bir hayatı taşır. O hayat içinde çileyi de gördü; doğruları söyleyememe, gördüğünü, düşündüğünü tam açıklayamamadan kaynaklı acılar çektiği düşünüyorum. Düşündüğü gibi yaşayamadı ama ona bırakılan alan içinde kendi hayallerini gerçekleştirmek için hep mücadele etti, hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadı… Gazete, dergi çıkardı, parti kurdu, gizli, kapalı kapılar yerine yasal zeminde ve açıktan mücadele yolunu seçti. Gerek yurt dışında gerek yurt içinde mücadelesini bir Marksist nasıl davranması gerekirse öyle davrandı ve tercihlerini o yönde kullandı.

Bakü bir başlangıç değil, sonuçtur. O sonucu doğuran ise Meşrutiyet’in ilanından sonra gelişen siyasi hareketler ve o hareketlerin bireyler üzerine yansımasıdır. Bir köşe yazısı ya da blog yazısı içinde ancak genel başlıklar içinde geçilen her konu, aslında bir araştırma konusu olabilir. Her bir cümle yaşanmışlıkların, mücadelelerinin ortaya çıkardığı öyküsünün en kaba hali ile izdüşümüdür. 

İsmail Cem Özkan

11 Şubat 2025 Salı

Pestisit çevirdi dört bir yanımızı…

Pestisit çevirdi dört bir yanımızı…

 

Yurt dışına giden ürünlerde pestisit bulunuyor ve geri gönderiliyor. Bir bölümü imha ediliyor. Şimdi bunlar üretici için kötü haber, çünkü yurt dışına giden ürünün ne kalitede, hangi prosedürden geçeceği bellidir; ona rağmen “kör göze parmak sokar gibi” ürünlerinde belirlenmiş değer üstünde pestisit bulunuyor. Üretici bunu bile bile yaptığını düşünüyorum, çünkü geçmeyeceği baştan bellidir ya da "arda kaynar", nasıl olsa onlarda da sıkı denetim yok anlayışı mı hâkim? Zarar onların hanesine yazılıyor ama üreticiler üretimden düşmüyor ve benzer şekilde üretmeye devam ediyor. Peki, bu üretim nasıl oluyor, çünkü bu kadar malı imha edilenin bir daha belini doğrultmaması gereklidir.

Ülke dışına gönderilenlerin yanında bir de ülke içinde tüketilmek için üretilmiş ürünler var. Aynı üretici, yurt dışı için seçip ayrıştırdığı ürünler dışında kalanları çöpe atacak değil ya, onları da bir şekilde paketleyip ülke içinde daha ucuz bir fiyata piyasaya sürüyor… Verimlilik kavramı üretici içinde geçerlidir, sonuçta ticaret para için yapılır ve çöpe gideceğine dönüştür ya da yeniden kategorize et ve ona göre paketle ve alıcısına ulaştır…

Ülke içinde satılmak için üretilenlerin pestisit oranı ne kadardır, kim araştırıyor ya da kontrol ediyor?

Bu konuda hiçbir bilgi yok, çünkü yurt içi tüketim için benim bildiğim koşul yok; toplat, paketlet, üç harfli marketler ya da hale gönder, tarladaki fiyatın üzerine aracılar fiyatlarına fiyat katsınlar ve sonunda üzerine yeni fiyat etiketi ile tüketiciye ulaştır. Pazarda, markette tezgahlara gelen ürün alıcıya daha çekici gözüksün diye üzerine parlatıcı sür. Kısaca marketten ya da pazardan aldığımız "beni al" olarak tezgaha konan ürün kimyasallar içinde, çünkü kontrol yok.

Ülke içinde geçilecek gümrük yok, şartları olan alıcı yok.

Üretici ne ürettiyse onu tüketecek bir yerli tüketici var.

Böylece, az gelire sahip tüketiciler, bilinçli olmadan her alışverişte vücutlarına zehirli kimyasalları alıyor.

Ülke içindeki piyasada yerli malı, yurdum malını tüketecek her zaman sessizce argo tanım ile "mallar" var deniliyor. Tüketiciyi ciddiye almayan, ne koyarsak tezgaha o satar anlayışı ile yukarıdan bakan bir bakış söz konusu. Sonuçta tüketiciyi, fakiri, cebinde para ile ay sonunu getiremeyenleri "çaresiz" olarak gören bir anlayış söz konusu. Bu durum, yalnızca üretici ve tüketici arasındaki bir sorun olarak kalmıyor; aynı zamanda ciddi bir sosyal adaletsizliğe de işaret ediyor. Yüksek kalite standartlarını karşılayan ürünler pahalı marketlerde satılırken, düşük gelir grubuna hitap eden ürünler neredeyse kontrolsüz şekilde pazara sürülüyor. Kısaca yeterli kadar parası olmayanlar pazardan ve üç harfli marketlerden alışveriş yapmak zorunda olan sabit gelirliler için tezgaha konan ürünlerde mineraller ve vitaminler ile birlikte daha fazla kimyasal alıyor demektir ve sonuçta her tüketilen şey insan vücudunda toksik etki yaratıp, yıllar içinde hastalık için ortam yaratıyor.

Açıkça bir insan birden zehirlenmiyor, zamana yayılmış şekilde zehirleniyor.

Pestisit kirliliği, yalnızca tarımsal bir sorun olmaktan çıkarak, toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren ciddi bir sağlık ve adalet meselesi haline gelmiştir. Üretimden tüketiciye uzanan bu zehirli zincir, özellikle yurt içi piyasada alt gelir grubunu doğrudan etkiliyor.

Pazardan alışveriş yapanların kaçı kanser hastası olup, hastanelerin müşterisi oluyor? Müşteri fakirse, zehirle gitsin! Nasıl olsa onun ölümünü araştıracak “adli tıp” olmayacak. Kimsesizler mezarlığına gömmeden önce çaresiz ve seçme hakkı olmayanların elinden -ne kadar birikimi varsa- sağlık sektörü hepsini alacak, ölen daha da fakirleşmiş bir şekilde ölüp gidecek.

Bir cinayet işleniyor her gün; kurbanların akıbetini soran yok!

Pestisit hayatları yok ederken, sonuçlarıyla yeni bir piyasa oluşturuyor; her yeni piyasa kendi eko dengesini kuruyor. Bu yeni denklemde fakir çaresizlik içindeyken, parası olanın seçme hakkı olmasına rağmen, o da denetimsizlikten kaynaklanan bir durumla fakire göre daha az zehirli ürün tüketmiş oluyor.

Pestisit çevirdi dört bir yanımızı, bize ölümden başka seçenek sunmuyorlar…

 

İsmail Cem Özkan

10 Şubat 2025 Pazartesi

Siyasi tanımlara yeni anlamlar yüklenirken…

Siyasi tanımlara yeni anlamlar yüklenirken…

Faşizm, geleneksel olarak devletin tüm imkânlarını sermaye sahiplerinin hizmetine sunması olarak tanımlanır. Ancak küreselleşen dünyada sermaye, artık sadece yerel değil, uluslararası bir güçtür. Türkiye'de yaşanan süreç, klasik faşizm anlayışına yeni bir boyut ekliyor: Yerel ile küresel sermayenin iç içe geçtiği, otokrasi ile harmanlanmış bir yönetim modeli.

Bugün faşizmin temel özelliklerinden biri olan örgütlü muhalefetin ve bağımsız sivil toplumun baskılanması, Türkiye'de de farklı bir şekilde işliyor. Sendikalar, siyasi partiler ve kitle örgütleri tamamen yasaklanmak yerine, varlıkları iktidarın sınırları içinde tutuluyor. Onların tamamen yok edilmesi yerine, meşruiyet sağlayan birer vitrin unsuru haline getirilmesi tercih ediliyor. Bu, klasik faşizm anlayışına yapılan en büyük katkılardan biri olabilir mi?

O halde sormamız gereken soru şu: Türkiye'de bugün faşizm mi var, otokrasi mi? Yoksa bu kavramları aşan yeni bir yönetim modeli mi inşa ediliyor?

Faşizmin Klasik Tanımı ve Güncellenme İhtiyacı

Faşizm, ilk kez Benito Mussolini tarafından sistematik hale getirilmiş bir yönetim biçimidir. 1922’de iktidara gelen Mussolini, devletin tüm organlarını sermaye ve burjuvazinin çıkarları doğrultusunda düzenledi. Siyasi muhalefeti tamamen yasakladı, işçi sınıfını baskı altına aldı ve medya kontrolü ile halkı tek bir ideolojinin etrafında topladı.

Hitler’in 1933’te Almanya’da benimsediği faşizm modeli de benzerdi. Ancak bu kez ideolojik temel, Alman ırkının üstünlüğüne dayandırıldı. Faşizm, her ülkede farklı bir versiyona büründü ama temel özellikleri aynı kaldı:

Devletin sermaye lehine çalışması

Muhalefetin baskılanması veya yasaklanması

Hukukun siyasi iktidarın çıkarlarına göre işletilmesi

Tek adam rejimine dayalı bir yönetim anlayışı

Faşizm Ortamında Sendikalar ve Kitle Örgütleri Olur mu?

Faşizmin hüküm sürdüğü bir ortamda sendikalar, siyasi partiler, kitle örgütleri var olabilir mi? Elbette olmaz! Varlık hakları olmadığı gibi, söz hakkına da sahip değillerdir. Böyle bir sistemde muhalefet ve örgütlü yapılar, baskılarla yeraltına itilerek etkisiz hale getirilir. Ancak Türkiye’de farklı bir tablo ile karşı karşıyayız: Var olan siyasi partiler, sendikalar, cemaatler ve kitle örgütleri, iktidarı meşrulaştıran bir işlev görüyor. O halde, bu yapıların var olması, bastırılmış olmasından ve ciddi anlamda siyasi muhalefeti örgütleyemeyen, talepleri ekonomik çerçeve içinde olan kitle örgütlerinin varlığı iktidarı güçlendirmekten, ona hareket alanı yaratmasından başka işlevi yoktur.

Muhalefetin Çıkmazı: Değişim Gücü Var mı?

Bugün kitleselleşemeyen, dar cemaat ilişkileri içinde sıkışıp kalan grupların toplumu değiştirme gücü olabilir mi?

Elbette hayır! Çünkü iktidar, bu yapıların hareket alanını ve özgürlük çerçevesini kendisi belirliyor. Onların toplum içinde kök salma ve söylediklerini gerçekçi kılma hakları da ortadan kaldırılmış durumda. İktidarın yaratmış olduğu algılar ile gerçek iktidarın gördüğü alan kadar ile sınırlanmıştır; o sınırlar içinde gerçeklik aranamaz, sadece üzerine konuşulur… İktidarın belirlediği alanlar içinde hareket etmek, söz söylemek, hatta kitlesel protesto etkinlikleri düzenlemek serbesttir. Cumhuriyet mitingleri buna örnektir; bu mitingler sayesinde iktidar kitlesini kendi etrafında daha da kilitlenmesine neden olmuştur. O mitinglerin etkisi bugün dahi yapılan tüm seçimlerde kemik oy olarak adlandırılan istatistik rakam olarak ortada durmaktadır.

Türkiye'de Faşizm mi, Otokrasi mi?

Bugün yaşanan süreci nasıl adlandırmalıyız? Faşizm kavramı, geçmişte deneyimlenen klasik anlamıyla örtüşmediği için birçok kişi "Bu ülkede faşizm yok" diyebiliyor. Ancak yaşananları otokrasi olarak tanımlamak da yetersiz kalıyor. Türkiye'deki yönetim şekli, liderin niyetine göre şekillenen bir otokratik yapı üzerine kurulu. Bu, her an faşizme dönüşme potansiyeli taşıyan bir sistemdir.

Faşizm Değişir mi? Yeni Tanımlara İhtiyaç Var mı?

Faşizmin önüne sıfat ekleyerek onu "İslami faşizm" ya da "yerli faşizm" olarak adlandırmak doğru mu? Örneğin, Franco İspanyası "Hristiyan faşizmi" olarak mı tanımlanmalıydı? Faşizm, faşizmdir. Ancak tarihsel süreç içinde içerik değişebilir. Zamanın ruhuna uygun yeni bir faşizm tanımı yapılması gerekmiyor mu?

Bugün Türkiye'de Ne Var?

Bugün Türkiye'de klasik faşizm tanımına birebir uyan bir yapı yoksa da, ona özgü yeni bir yönetim biçimi inşa ediliyor. Yasaların keyfi uygulanması, muhalefetin sınırlarının iktidar tarafından belirlenmesi ve hukuk sisteminin tamamen siyasi iradenin çıkarlarına göre işletilmesi, bu yeni yapının temel taşlarını oluşturuyor. O halde, bu yönetim biçimine ne ad vereceğiz?

Tüm kavramların değiştiği ortamda tek bir tanımın aynı kalması söz konusu olabilir mi?

İsmail Cem Özkan 

19 Ocak 2025 Pazar

PoP İkoN Marilyn Monroe

PoP İkoN Marilyn Monroe

Metin Boran’ın yazıp yönettiği PoP İkoN Marilyn Monroe, izleyicisini ünlü Hollywood yıldızının çocukluk yıllarından trajik ölümüne kadar bir zaman yolculuğuna çıkaran, hızlı tempolu ve informatik bir oyun olarak sahneleniyor. Bu oyun, tarihsel bir figürün yaşamına sadece dışarıdan bir bakış açısı sunmuyor; aynı zamanda o hayatın duygusal ve karmaşık geçişlerini derinlemesine keşfetmemize olanak tanıyor.

Boran, son yıllarda sahneye koyduğu oyunlarında sıklıkla kullandığı bir tekniği bu prodüksiyonda da uyguluyor. Yaşanmışlıkları tarihin sayfalarından çıkararak, bizlere somut ve yaşanır bir şekilde sunuyor. Oyunun başrolünde ise Marilyn Monroe rolünde İrem Karaarslan’ı izliyoruz. Karaarslan, tek kişilik bir oyunla, zorlu bir ikona hayat vermek için büyük bir çaba gösteriyor. Monroe’nun hayatındaki çelişkiler, tercihleri, zorunlu ilişkileri ve mücadeleleri, Karaarslan’ın sahnedeki güçlü performansıyla somutlaşırken, bu karmaşıklığın duygusal geçişlerini başarılı bir şekilde yansıtıyor.

Monroe’nun yaşamı boyunca karşılaştığı çelişkili durumlar, onun bir seks sembolü olarak algılanmasına rağmen, gerçek bir oyuncu olma arzusunu da gözler önüne seriyor. İrem Karaarslan, Monroe’nun bu içsel çatışmalarını hem mimikleriyle hem de sesiyle canlandırarak seyirciye güçlü bir performans sunuyor. Aynı zamanda Karaarslan, sahnede danslarıyla da duygusal geçişleri pekiştiriyor ve seyirciyi hem görsel hem de işitsel anlamda etkiliyor.

Melisa Akuş’un koreografisiyle sahnelenen dans figürleri, modern ve klasik dansın harmanlandığı bir dilde, müzikle uyumlu şekilde sahnede hayat buluyor. Bu danslar, izleyiciyi hem duygusal olarak hem de fiziksel olarak yansıttığı hikayenin içine çekiyor. Dans sahneleri, geçişlerde tatlı bir nefes alma fırsatı sunuyor ve seyirciye düşünme, bir sonraki bölüme geçmeden önce kısa bir soluk alma anı bırakıyor.

Kostüm tasarımında Şimal Kılıç ve Yüksel Boran’ın imzası var. Kostümler, dönemin ruhunu yansıtmanın ötesinde, oyuncunun hareket özgürlüğünü destekleyecek şekilde tasarlanmış. Müzik düzenlemede ise İnan Tat’ın katkılarıyla oyun, dönemin melodilerini ve ruhunu başarılı bir şekilde sahneye taşıyor.

Oyunla ilgili bazı ufak aksaklıklar olsa da, her yeni gösterimle daha da olgunlaşacağı kesin. Özellikle bölümler arasındaki geçişlerde seyirciye bir mola verilmiyor; bu, anlatılan öykünün sürekli bir akış halinde devam ediyormuş gibi bir izlenim yaratıyor. Gelecekte, sahneye yerleştirilecek görsel materyaller (video veya fotoğraf slaytları gibi) bu geçişleri daha belirgin hale getirebilir ve seyirciyi mekândan mekâna taşımada daha etkili bir yol sunabilir.

PoP İkoN Marilyn Monroe, emekle yoğrulmuş bir sahne şovudur. Her bir anı detaylı bir şekilde prova edilmiş, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış. Her hareketin, her ışığın ve her sesin titizlikle hesaplandığı bir performans izliyoruz. Sahneye yansıyan ışıklar ve gölgeler, Monroe’nun hayatındaki içsel yalnızlığı ve karmaşayı yansıtıyor.

Eğer Marilyn Monroe’nun yaşamına dair daha derin bir bakış açısı edinmek istiyorsanız, bu oyun tam da sizi bekliyor. Hem eğlenecek hem de bir ikonu sahnede canlı bir şekilde izlerken onun iç dünyasını keşfedeceksiniz.

İsmail Cem Özkan

 

PoP İkoN Marilyn Monroe

Yazan/Yöneten: Metin Boran

Oynayan: İrem Karaarslan

Dans/Koreografi: Melisa Akuş

Kostüm Tasarım ve Uygulama: Şimal Kılıç, Yüksel Boran

Müzik Düzenleme: İnan Tat

Afiş Tasarım: Ömer Enis

 


9 Ocak 2025 Perşembe

Görünürde Erdoğan kendi beka sorununu, ülke sorununa döndürdü...

Görünürde Erdoğan kendi beka sorununu, ülke sorununa döndürdü...

Erdoğan her seçim öncesi ve sonrası geliştirilen “beka sorunu” gibi soyut bir kavramın arkasına saklanarak seçimi etkileyecek stratejiler geliştirdi. Devlet Bahçeli ile birlikte uygulamaya soktukları bu söylem ile seçimleri kazanmış ve yaşanan ekonomik ve çevremizde gelişen krizlerin ortamında en sonunda Öcalan’ı da dahil etti. Devlet Bahçeli’nin grup konuşması ile gündeme gelen “yeni beka sorunu” ve Öcalan’dan net olarak istenen açıklama ile yeni bir sürecin görünür olması ile sonuçlandı. Kapalı odalardan meclis grup toplantılarına taşan yeni strateji birçok belirsizlik içinde kamuoyunun gözü önünde ilmek ilmek işlenmektedir.

Koalisyon ortaklarının niyetlerinde gerçekten samimi olmuş olsalar Kürt sorunu için atılacaklar aslında belli. Siyasi sorunlar siyaset çözecektir, silahların gölgesinde yapılan her türlü barış açıklamasının hepsi boşa düşmüş ve sonuçta barış isteyen tarafı zayıf göstermiş gibi bir algı yaratıldı. Siyasi sorunu “terör” gibi bir kelime ile üzerine kıyafet biçilmesi dahi sorunun askeri çözümünün imkansız olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Küreselleşmenin en sert estiği ve yeni bir bölüşüm savaşının kapıları tekmelediği bir süreçte Ortadoğu’da yeni sınırların ve yeni devletçiklerin gerçekleşmesi olasılığının atmış olduğu bu zaman diliminde sınırlarını korumak isteyen her ülke gibi öncelikle cephe gerisi ve önünde birikmiş sorunları çözmektir.

Sorunu çözmek öncelikle samimi olarak istemekten geçiyor, karşılıklı güvensizliğin hakim olduğu atmosferde sorun çözüm için masaya gelir ve genelde o masa devrilir. Tarihimiz devrilmiş masaların tarihi gibidir.

Söylemde ve görünürde samimi olmayan “kadife kaplı demir yumruk” siyaseti ile halka yeniden bir umut pompalanıyor. Gerçek çözüm ancak eldivensiz çıplak ellerin tokalaşması ile mümkündür, zaten zarafet kuralları gereği öncelikle eldivenler çıkarılır…

Kürt sorunu mutlaka çözülmelidir.

Alevi sorunu mutlaka çözülmelidir.

Tehcir ve ona bağlı yaşanmış sorunların hepsi mutlaka çözülmelidir.

Ulus devletinin yaratmış olduğu tahribat mutlaka çözülmelidir.

Bu konularda sağcısı solcusu hemfikirdir ama çözümden ne anlıyoruz?

Sorunu tanımlamak gereklidir deniliyor, sorun aslında tanımlanmış, ortada duruyor.

Devlet tek taraflı güç ile bastırdığı ve yok saydığı her şey sorundur...

Yok saydıklarına en temel insan haklarına dayalı haklar verilmiş olsa dahi sorunların önemli bir bölümü aşılacak ama hayır vermiyorlar, tersine daha fazla baskı uygulanıyor ve baskının temelinde “beka” diye adlandırılan kişisel çıkar, hırs ve kibir...

Yeni bir süreç görünür oldu.

Kapalı kapılar arkasında yapılan dolaylı görüşmeler direkt görüşmelere doğru eğiliyor, nedeni de küresel değişim ve çatışma olarak gösteriliyor ama ben daha fazla “kişisel beka sorunu” olduğunu düşünüyorum. Erdoğan çıkıp “ben tekrar cumhurbaşkanlığı seçimine katılmayacağım” diyebilecek mi? Demeyecek! O zaman Erdoğan’ın gizli olmayan bu niyetini açıklayan Devlet Bahçeli, "tek lider" olarak gördüğü Erdoğan için her türlü girişimi yaparken, nasıl bir siyasi amacı olabilir? Neden bu görevi üstüne aldı?

"Terörsüz Türkiye" sözü nasıl güzel ve anlamlı geliyor... Erdoğan ve ekibinin cümle arama ve bulma konusunda yapay zekadan yararlanıyor mu? Sanırım yararlanıyor, en akla, ağza kolay geleni seçip kamuoyu önünde atıyor. "Hadi taşı attım, siz o taşa anlam yükleyin" denmekte...

Şimdi, cümle hoş da bu cümlenin bir de tarihi altyapısı var mı?

Elbette var!

İlk açılımını yapan Erdoğan ilk kapanışı da yapmıştı, yaparken dönemin muktedirlerini birer suçlu olarak cezaevlerine atmış, izinli yapılan tüm görüşmeler birden izinsiz görüşmeler oluvermişti... “Kadife içinde saklı yumruk” hendek olarak adlandırılan olayların üzerinde gözükmüş, günlerce cesetler hendek kenarında yollarda kalmıştı...

Unutuldu mu?

Balık hafızalı olunca çabuk unutulur ama yaşayanlar balık hafızası mı taşıyor, ya yakınları?

Her adım düşünülerek, hesaplanarak atılır, çünkü "sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer"... Peki, üfleniyor mu? "Paradigma ne derse o" denildiği an paradigma içinde üflemek yerini "çıkar" alır...

Kimin çıkarı öncelikli olacaktır?

Yalan akıyor her yerden, dik durmak önemlidir bu sağanak yağmur altında...

Pazarlık masasında kim elini güçlü gösterirse, onun çıkarı ötekini “döver!”

Ülkemizin tarihinde olduğu gibi her girişim katliamlar ile sonlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda İttihat ve Terakki Partisi’nin Ermeni açılımı "tehcir" ile sonuçlandı, parlamentoda yer alan Ermeni siyasileri yolda katlettiler...

Tarihin bilgilerini yok sayarsanız, yeni katliamlar için ortam yaratmaya devam edeceğiz gibi.

İsmail Cem Özkan