İlk duvar yazımı evimizin duvarına yazdım!
Henüz çocuk yaşlardaydım, gençlik yaşlara evirildiğim
dönemde sokaklar yeni yeni karışmaya yüz tutmuştu. Henüz evler arasında
sınırlar yoktu, mahalleler henüz tam paylaşılmamıştı. 12 Mart rüzgarının etkisi
devam ederken, sol kendisini yeniden tanımladığı dönemlerde ben babamın peşi
sırası köy köy dolaşıyor, her sene bir öğretmen değiştiriyordum. Solcu oldu mu
bir insan sürgünü peşinen kabul etmek zorundadır, sürgün çünkü yaşamın bir
parçası olur. Doğruyu konuştun mu, ezilenden yana taraf oldun mu bu ülkede yeni
oluşmakta olan sermeye birikimi yapanların baş düşmanı, onlar için hayatını
verecekler içinde hedef olursun…
Solcu bir öğretmenin solcu çocuğu olmuştum, çünkü yaşamın
savurduğu sürgün günlerinde bir birinden farklı kültürlerin, toplumların içine
girip çıkıyorduk. Geçmişin önyargıları, köyünden başka yer görmemişlerin
yaratmış olduğu korukların olduğu yerde dışarıdan gelen hep itici olmuş,
çekinilmiştir. Orada öğrendim nerelisin kelimesinin ne anlam ifade ettiğini,
çünkü gelenin alev mi suni mi olduğu öğreniliyordu, geldiği yere göre
kategorize edilmenin başlangıcı oluyordu. Memleketin nüfus kağıdına yapışmış
olarak seni izliyordu. İzleyen memleketin değildi aslında inandığın inancındı.
Zaman içinde ayrışma mezheplerden çıkıp ırklar üzerine doğru evrildi. Ama
mezhepçilik de unutuldu sanmayın, mezhep de peşin sıra geldi. Üçüncü bir şey
eklendi zaman içinde komünist! Ülkeyi idare edenler komünizm korkusu ile halkı
bir arada tutmayı seçmiş, anlı şanlı NATO üyesi oluvermiştik. Halk arasında 3K
olarak tanımlanan bir kategorize hayatta karşılığını bulmuştu 12 Mart sonrası.
Kürt, Komünist, Kızılbaş =3K!
Üç K içinde ben bir K eksiktim. Kürt değildim ama ezilenden
yana kalbimin atması yüzünden Kürt’tüm, Ermeni’ydim, Yahudi’ydim,
Süryani’ydim,… bu ülkede öteki görülen kim varsa ondan yana empati duygum çok
gelişmişti. Doğal olarak işçi sınıfının doğal üyesi ya da yandaşı olmuştum. Ben
bir memurun çocuğu olarak hayata merhaba demiştim, gittiğim, gördüğüm yerlerde
elde ettiklerim hayata bakışımı biçimlendiriyor, o biçimlendirmeye uygun olarak
da düşünce yapım gelişiyordu. O dönemler en yoksul yerler köylerdi,
marabaların, göçmen işçilerin, çadırda yaşayanların, köy dışına kurulan geçici
yaşam alanlarının içinde yaşamın her boyutu ile devam ederken, korku ve güven
duygularının iç içe geçmiş karmaşık duyguların hakim olduğu bir çocukluktan
şehir yaşamına doğru geçiş.
Şehir yaşamım okul yüzünden sürekli hal aldı, eskiden yaz
tatillerinde geldiğim şehrin beton duvarları arasında okul eğitimi için
süreklilik kazanacak ve bir daha köy yaşamına dönmeyecektim. Şehir yaşamı köy
yaşamından pek farklı olmadığını kısa sürede anlayacak ve hemen uyum
sağlayacaktım. Uyum sağlamak benim için hiç sorun olmadı, çünkü her sürgün yeri
yeni uyum olduğunu bilir ve gittiğim yeri olduğu gibi kabul eder ve
karşılaştırma yapmadan kabul etmekten geçtiğini bilirdim. Şehir büyük bir
köydü, bugün dahi o köy özelliklerini kaybetmeyen şehirler hala mevcut olmasına
rağmen teknoloji insanları ve komşuları daha da bencilleştirdi, diğerlerinden
ayırdı. İlk geldiğim şehir yaşantımda evlerin kapıları açık, komşu çocuklar
kimin kapısı açıksa orada karnını doyuracak kadar kendi evlerinde olduğunu
hissederdi. Bu sıcaklık içinde ilk sokak mücadelesi içinde yerimi aldım.
İlk duvar yazımı çocukluktan gençliğe evrildiğim zaman
yazdım.
İlk yazdığım söz aklımdadır, ‘bütün dünya işçileri
birleşin!’. Marx. Daha sonra kaç gece nöbet tuttum, kaç gün sokak saldırıya
uğramasın, yaşayanlar rahat etsin diye sokağımda bekledim. Gün geldi geçti,
darbe geldi. Yaralıydım. Yaralanmıştım. Umudum vardı bizimkilerin marşı
okunacaktı radyolarda ve tevelerde. Ama sabah heyecanla babam ve annem beni
kaldırdığında bizim için ölüm marşı okunduğunu o an anlayamazdım.
Kısa zaman içinde duvarlarımıza işkenceden gelen sesler
yapıştı, üzerini badana ile örttüler, tutmadı, döküldü.
Geçmişte yazdığım yazı öne çıktığında yine badana ile
örttüler, yağmur badanayı alıp götürdüğüne şahit etti tüm mahalleli, sonra o
duvar da yıkıldı, yerine bir apartman duvarı geldi.
Toprak şehirden uzaklaştı, aslında uzaklaşmadı üzerine beton
döküldü, tıpkı bizim üzerimize dökülen toprak ve beton gibi.
Duvarlara asılı kaldı sesimiz, bizim asılı kaldığımız
duvarlarda...
Bugünlerde yeniden duvar yazıları görmekteyim, isim yazıyor
ve yanında ‘ölümsüzdür!’
Nice ölümsüz arkadaşım var, sayısını bilmiyorum ama
yüreğimde ölümsüz olanlar yaşarken, bizi öldürmeye devam ediyorlar...
Yüreğimizde artık ölümsüz arkadaşlara birini eklemek
istemiyorum, yaşayalım bizi öldürmek isteyenlere inat, gülelim bizi ağlatmak
isteyenlere inat.
Yaşlandım, gençlerin heyecanı yansıtan duvar yazılarına
bakıyorum, rengarenk! İçinde mesaj taşıyor ama çoğunu ben anlayamıyorum, ama
hoşuma gidiyor. Onlar gibi duvara yazı yazmak istemiyorum ama elimde değil
geçmişte yazdığım yazılara benzer yazıları nerede bir boşluk görsem oraya bir
şey karalamaya devam ediyorum, tıpkı sanal dünyamın duvarına yazdığım gibi... Ama
artık ölen arkadaşlarımın arkasından bir şey yazmak istemiyorum, onları kalbime
yazdım, yazmaya da devam ediyorum. Gün be gün benim kuşağımda azalıyor,
kalanlar ölenlerden daha dirençli oldukları için değil, aramızdan ayrılan
arkadaşlarımızı geleceğe taşısın, unutulmasınlar diye daha zor bir ödev
omuzlarımızın üzerine yüklenmiş olduğunu düşünürüm…
Duvarlar biz ezilenlerin gazetesidir, o gazetemizi hiçbir
güç elimizden alamayacaktır!
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.