Galata Gazete


17 Aralık 2015 Perşembe

İlk duvar yazımı evimizin duvarına yazdım!

İlk duvar yazımı evimizin duvarına yazdım!

Henüz çocuk yaşlardaydım, gençlik yaşlara evirildiğim dönemde sokaklar yeni yeni karışmaya yüz tutmuştu. Henüz evler arasında sınırlar yoktu, mahalleler henüz tam paylaşılmamıştı. 12 Mart rüzgarının etkisi devam ederken, sol kendisini yeniden tanımladığı dönemlerde ben babamın peşi sırası köy köy dolaşıyor, her sene bir öğretmen değiştiriyordum. Solcu oldu mu bir insan sürgünü peşinen kabul etmek zorundadır, sürgün çünkü yaşamın bir parçası olur. Doğruyu konuştun mu, ezilenden yana taraf oldun mu bu ülkede yeni oluşmakta olan sermeye birikimi yapanların baş düşmanı, onlar için hayatını verecekler içinde hedef olursun…
Solcu bir öğretmenin solcu çocuğu olmuştum, çünkü yaşamın savurduğu sürgün günlerinde bir birinden farklı kültürlerin, toplumların içine girip çıkıyorduk. Geçmişin önyargıları, köyünden başka yer görmemişlerin yaratmış olduğu korukların olduğu yerde dışarıdan gelen hep itici olmuş, çekinilmiştir. Orada öğrendim nerelisin kelimesinin ne anlam ifade ettiğini, çünkü gelenin alev mi suni mi olduğu öğreniliyordu, geldiği yere göre kategorize edilmenin başlangıcı oluyordu. Memleketin nüfus kağıdına yapışmış olarak seni izliyordu. İzleyen memleketin değildi aslında inandığın inancındı. Zaman içinde ayrışma mezheplerden çıkıp ırklar üzerine doğru evrildi. Ama mezhepçilik de unutuldu sanmayın, mezhep de peşin sıra geldi. Üçüncü bir şey eklendi zaman içinde komünist! Ülkeyi idare edenler komünizm korkusu ile halkı bir arada tutmayı seçmiş, anlı şanlı NATO üyesi oluvermiştik. Halk arasında 3K olarak tanımlanan bir kategorize hayatta karşılığını bulmuştu 12 Mart sonrası.
Kürt, Komünist, Kızılbaş =3K!
Üç K içinde ben bir K eksiktim. Kürt değildim ama ezilenden yana kalbimin atması yüzünden Kürt’tüm, Ermeni’ydim, Yahudi’ydim, Süryani’ydim,… bu ülkede öteki görülen kim varsa ondan yana empati duygum çok gelişmişti. Doğal olarak işçi sınıfının doğal üyesi ya da yandaşı olmuştum. Ben bir memurun çocuğu olarak hayata merhaba demiştim, gittiğim, gördüğüm yerlerde elde ettiklerim hayata bakışımı biçimlendiriyor, o biçimlendirmeye uygun olarak da düşünce yapım gelişiyordu. O dönemler en yoksul yerler köylerdi, marabaların, göçmen işçilerin, çadırda yaşayanların, köy dışına kurulan geçici yaşam alanlarının içinde yaşamın her boyutu ile devam ederken, korku ve güven duygularının iç içe geçmiş karmaşık duyguların hakim olduğu bir çocukluktan şehir yaşamına doğru geçiş.
Şehir yaşamım okul yüzünden sürekli hal aldı, eskiden yaz tatillerinde geldiğim şehrin beton duvarları arasında okul eğitimi için süreklilik kazanacak ve bir daha köy yaşamına dönmeyecektim. Şehir yaşamı köy yaşamından pek farklı olmadığını kısa sürede anlayacak ve hemen uyum sağlayacaktım. Uyum sağlamak benim için hiç sorun olmadı, çünkü her sürgün yeri yeni uyum olduğunu bilir ve gittiğim yeri olduğu gibi kabul eder ve karşılaştırma yapmadan kabul etmekten geçtiğini bilirdim. Şehir büyük bir köydü, bugün dahi o köy özelliklerini kaybetmeyen şehirler hala mevcut olmasına rağmen teknoloji insanları ve komşuları daha da bencilleştirdi, diğerlerinden ayırdı. İlk geldiğim şehir yaşantımda evlerin kapıları açık, komşu çocuklar kimin kapısı açıksa orada karnını doyuracak kadar kendi evlerinde olduğunu hissederdi. Bu sıcaklık içinde ilk sokak mücadelesi içinde yerimi aldım.
İlk duvar yazımı çocukluktan gençliğe evrildiğim zaman yazdım.
İlk yazdığım söz aklımdadır, ‘bütün dünya işçileri birleşin!’. Marx. Daha sonra kaç gece nöbet tuttum, kaç gün sokak saldırıya uğramasın, yaşayanlar rahat etsin diye sokağımda bekledim. Gün geldi geçti, darbe geldi. Yaralıydım. Yaralanmıştım. Umudum vardı bizimkilerin marşı okunacaktı radyolarda ve tevelerde. Ama sabah heyecanla babam ve annem beni kaldırdığında bizim için ölüm marşı okunduğunu o an anlayamazdım.
Kısa zaman içinde duvarlarımıza işkenceden gelen sesler yapıştı, üzerini badana ile örttüler, tutmadı, döküldü.
Geçmişte yazdığım yazı öne çıktığında yine badana ile örttüler, yağmur badanayı alıp götürdüğüne şahit etti tüm mahalleli, sonra o duvar da yıkıldı, yerine bir apartman duvarı geldi.
Toprak şehirden uzaklaştı, aslında uzaklaşmadı üzerine beton döküldü, tıpkı bizim üzerimize dökülen toprak ve beton gibi.
Duvarlara asılı kaldı sesimiz, bizim asılı kaldığımız duvarlarda...
Bugünlerde yeniden duvar yazıları görmekteyim, isim yazıyor ve yanında ‘ölümsüzdür!’
Nice ölümsüz arkadaşım var, sayısını bilmiyorum ama yüreğimde ölümsüz olanlar yaşarken, bizi öldürmeye devam ediyorlar...
Yüreğimizde artık ölümsüz arkadaşlara birini eklemek istemiyorum, yaşayalım bizi öldürmek isteyenlere inat, gülelim bizi ağlatmak isteyenlere inat.
Yaşlandım, gençlerin heyecanı yansıtan duvar yazılarına bakıyorum, rengarenk! İçinde mesaj taşıyor ama çoğunu ben anlayamıyorum, ama hoşuma gidiyor. Onlar gibi duvara yazı yazmak istemiyorum ama elimde değil geçmişte yazdığım yazılara benzer yazıları nerede bir boşluk görsem oraya bir şey karalamaya devam ediyorum, tıpkı sanal dünyamın duvarına yazdığım gibi... Ama artık ölen arkadaşlarımın arkasından bir şey yazmak istemiyorum, onları kalbime yazdım, yazmaya da devam ediyorum. Gün be gün benim kuşağımda azalıyor, kalanlar ölenlerden daha dirençli oldukları için değil, aramızdan ayrılan arkadaşlarımızı geleceğe taşısın, unutulmasınlar diye daha zor bir ödev omuzlarımızın üzerine yüklenmiş olduğunu düşünürüm…
Duvarlar biz ezilenlerin gazetesidir, o gazetemizi hiçbir güç elimizden alamayacaktır!
İsmail Cem Özkan


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.