İç dinamikler mi, dış dinamikler mi?
Ülkemiz tarihi içinde Gezi Direnişi dışında iç dinamiklerin
ortaya çıkarmış olduğu büyük bir kitlesel hareket 15- 16 Haziran dışında benim
bildiğim ilerici anlamda bir halk ve sınıf hareketi yoktur. 15 – 16 Haziran Direnişi elde somut bir tarih
veri bırakırken, Gazi Direnişi daha çok soyut birikim bırakmış ama ileride
somut sonuçlar doğuracak verileri kitlelere hediye etmiştir.
Ülkemiz tarihi genelde dış dinamiklerin ihtiyaçlarına göre
şekillenmiş, onların belirlediği rotada hareket etmiştir. Osmanlı teknoloji
anlamda üstünlüğünü kaybettiği günden bu yana tarih çizgimiz teknolojik
üstünlüğü ve güneş hiçbir zaman ülkeleri sınırları içinde batmayan emperyalist
ülkelerin çıkarlarına uygun olarak şekillenmiş ve sürekli küçülmüştür.
Gezi Direnişi çok yakın zamanda gerçekleşmiş ama hala etkisi
devam eden bir direniştir. Ülke sathında hemen hemen her yerde etkisi görülen direniş,
bir saman alevi gibi hızla sönmüş gibi durmaktadır. Ki bu kadar büyük ve ülke
sathına yayılmış başka bir hareket yakın tarihimiz içinde yoktur. Ülke içinde
yer alan her kültür, her katman bu direniş içinde kendisini ifade etmiştir.
Her ne kadar İstanbul merkezli gibi gözüken direniş, aslında
her barikatın kurulduğu noktada kendi merkezini yaratmış ve kendisine özgü ama
bir biri ile bağlantılı kendiliğinden bir organik yapı oluşturmuştu. Bütün bu gelişmelere rağmen, nasıl oldu da
saman alevi gibi birden ve hızlı bir şekilde kor haline dönüştü sorusuna
verilecek yanıt bugün daha can alıcı şekilde ortada durmaktadır.
İç dinamiğimiz büyük bir değişime imzasını atacakken, nasıl
oldu da değişim yerine daha da ağırlaşan karanlık zamanı körükledi. Devrim
başarıya ulaşmadığında elbette karşı devrimin zaferini geçici olarak yaratır ve
o geçici süreç erk sahibine beklemediği bir güç kazandırır.
Gezi Direnişi erk sahibi iktidar partisini daha da
devletleştirmiş, iktidara yönelik her türlü eleştiri bile tahammül sınırını
aşan baskı ile karşılığını bulmuştur. Yasal düzenlemeleri yapan erk sahibi her
türlü toplumsal kıpırdanmayı zor ile bastırmayı ve kendi gücünü zor ile
korumayı seçmiştir.
Zor, seçim ile kendisini ‘demokratik’ olarak dünyaya
dayatmıştır. ‘Halk beni seçiyor’ derken kendi karşıtını nefret duygusu ile
besleyerek bir cepheleşmeyi bilinçli bir strateji olarak uygulamıştır. Taraflar
bir birine karşı nefret duyguları ile bakmakta ve duygusal tepkilere hukuki
çerçeveler yaratılmaktadır.
Gezi Direnişi süreklilik sağlanamadığından ilerici bir adım
için fırsat kaçmıştır, iç dinamikler ülkenin kader çizgisini değiştirememiştir.
Peki, bizim tarihimize etki eden güç olan dış dinamikler?
Ülkemizin çevresinde Hibrit Savaş adı verilen kirli bir
savaş devam etmektedir. Bu savaş üçüncü dünya savaşının da nüvelerini içinde
barındırmaktadır. Ortadoğu topraklarında bütün dünyanın askeri güçleri kendilerini
göstermektedir. Savaş fuar alanlarında görücüye çıkan askeri araçlar bu savaş
bölgesinde test edilmekte ve korku içinde yaşayan iktidarlara satılmaktadır.
Ülkemiz tarihine dikkatli bir şekilde bakarsak göreceğimiz
her kırılma noktası bir dış olayın sonucunda bize verilen yeni rota çizgisine
rastlarız. Bu rotalar ülkemizin çıkarına olmadığı yaşadığımız bugün ki kaos ve
kriz ortamına bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz.
18 Şubat 1952 tarihimiz içinde en önemli gündür, çünkü o
gün devlet yapımız ve anlayışımız netleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken
her ne kadar kapitalist düzen içinde kendimizi bir yerlerde ifade etmiş olsak
da 1952 yılı artık dönüşü olmayan bir çizginin de netleşmesidir. NATO şemsiyesi
altında güvendeydik!
NATO bilgisi ve yönlendirmesi dahilinde ilk dıştan gelen müdahalemizi
1960 yılının 27 Mayıs günü yaşayacaktık. Onu takip eden darbeler dış
müdahalenin dokunuşlarına ve küçük düzenlemelerine işbirlikçiler eli ile nasıl
olduğunu kavrayacaktık.
12 Eylül 1980 darbesi o güne kadar gelmiş olan tüm devlet
alışkanlıklarının ret edilmesine ve yeni bir düzenin ihtiyacına göre devlet
yapılandırılacaktı. Avrupa yolunda olduğuna inandırıldığımız trende artık
vagonlara oturup normal seyahat edebilecektik ama gidilen rotayı ilerleyen
zamanlarda fark edecektik. Tren Avrupa yerine Ortadoğu çöllerine gidiyordu. Biz
meğer o güne kadar Ortadoğu’ya giden trende Avrupa’ya doğru koşuyormuşuz! Tren
ile ilk defa aynı yöne bakan bir rotadaydık ve Ortadoğu’ya uygun siyasi
yapıların iktidarlarını yaşayarak öğrenecektik. Bizden önce İran, Pakistan,
Afganistan gibi ülkelerin yaşadığı kaderi gecikmeli olarak bizde yaşamaya
başlıyorduk! Yeşil kuşağın bir parçasıydık, bize verilen yeni rolde ona uygun
liderleri eşliğinde hayata geçiyordu. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) eşbaşkanı,
Dinlerarası Diyalog eşbaşkanı, strateji ortaklık gibi kavramlar siyasi
literatürümüze giriyordu.
Evrensel yaşanan krize çareyi savaş sektöründe bulanlar,
yeni çatışma ortamını ve nedenini Ortadoğu topraklarında hazır bulacaklar ve
orada kitlesel kıyımlara sebep olacaklardır. Irak işgali sırasında milyonlarca
insan öldürülecek ve ülke bir parça içinde üç ayrı katmana bölünerek çatışmanın
istikrarlı olması sağlandı. Başka coğrafyalarda barış yerine savaş, emperyalist
ülkeler için iç barış ve ekonomik refah anlamına geldi. Dağılan devlet
yapılarını yeni ihtiyaca göre restore etmek için zaman kazanmaları
anlamındadır.
İsmet İnönü’ye mal edilen bir söz vardır, “Yeni şartlarda yeni
bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur.” Bu cümle aslında
yazdığım yazının da ana fikrini oluşturuyor. O ana fikirde bizim iç
dinamiklerimiz ile değil, dışarıda ki gelişmeye uygun olarak yerimizi alırız…
Siyasi erk söz sahibidir ve onun belirleyici olduğunu vurgular.
Bugünlerde yaşadığımız kaos ve kriz ortamından ne yazık ki
iç dinamiklerin gücü ile değil, dış ülkelerin çatışması ve anlaşmaları
sonucunda bize biçilen rol sonucunda olacaktır. Peki, bu öngörü mutlak doğru
mu, elbette değil, örgütlenen bir sol bu mutlak doğru gibi gözüken kader
çizgisini parçalayıp, kendisine özgü bir çizgi de yaratabilir. O da ancak
örgütlü bir güç ve müttefik ilişkisi ile olabilir…
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.