Galata Gazete


29 Temmuz 2018 Pazar

Denetim ortadan kalktı, güvenlik ortaya düştü…


Denetim ortadan kalktı, güvenlik ortaya düştü…

Hiçbir iktidar denetlenmek ve hesap vermek istemez, çünkü yaptığının doğru ve yasal olduğunu düşünür, elinde olanak varsa denetim mekanizmalarını tek tek yok eder ki, hesap vermediğinden yargılanmayacağını hesaplar, çünkü suç kavramını teşkil eden ortada değilse suç ortada yoktur…

Ve her iktidar icraatının hızlı ve amacına uygun olmasını arzular, çünkü denetim işi daha yavaş olmasına ve çoğu zamanda gereğinden fazla uzayan denetimler yüzünden yapılması gereken şey zamanında yapılmadığı için anlamını ve değerini yitirmiş olur.

Ulus devleti anlayışı içinde hızlı davranmak ve denetimden uzak kalmak için yapılan her türlü hileli yol, düşündüğü geleceği değil düşünmediği sonucunu yaşardı.

İnsanlık tarih çizgisi tek bir çizgi üzerinden gitmemektedir, üstelik haksız rekabet koşulları içinde ulusların gelişimi ve düşünce yapısı da farklı olmuştur. Bizim gibi ulusallaşma adımların ilk atan ülkeler döneminde dünyanın bir çok ülkesinde emperyalist aşamaya geçmiş ulus devletlerin varlığını işaret eder ki, bizim gibilerin kaderi sadece savaşlarda cephe görevi görmek ve taktik savaşlarda zaferler kazanmak ya da kaybetmektir, savaşın sonucu belirleyen değil, sonuca katlanan ulus devlet olduk. Bizler geleceğimiz için gerçek alada kendi ulusal sınırlar içinde söz sahibi olan değil, dayatılanı uygulamak ile yükümlü olduk. Çöplüğe giden teknolojileri yeni gibi kullanıp, bol bol ilaç sektörü için hasta çıkaran ve deneklerin olduğu ülke konumunda yerimizi aldık. Emperyalist ülkelerin çatışma alanında rekabet ettiği geçiş ülkesiydik. Onların çıkarları ve uzlaşmaları ile ülkemizde demokrasi ve özgürlük kavramını yarım yamalak yaşadık ve anlamlar yükledik…

Uluslararası hukuk maddeleri ulusal maddelerin üstündedir ve öncelik sahibidir. Biz bu maddeyi kabul ederek küresel dünyanın bir parçası olduk. Ülke içinde liderler ve iktidarlar her türlü kendi çıkarları için yasal düzenleme yaparken bu imza attığımız kuralarla da uymayı peşinen kabul etmişti.  Uzun süredir de bu maddeler her ne kadar özgürlük ve demokrasi alanında genişleme getirmemiş olsa da gerilme anlamında da önleyici olmuştur, fakat küreselleşme ile bu uluslar arası maddeleri uygulayacak ve denetleyecek kurumlarında çökmesi ya da işlevsiz kalması ülke içinde siyasi düşünce yapısının da değişmesine sebep olmuştur. Her ne kadar bakla savaşlarında olduğu gibi daha sonra uluslararası mahkeme de birkaç kişi yargılamış olması denetim mekanizmasının gerektiğinde uygulanır olduğunu göstermiş oldu…

Yargılanmak sadece küresel siyasetin hakim olduğu düzlemde ulusal olmayacaktır. Ulus devletinin yıkılması ve yerine henüz bir siyasi sitem oturtulmamış olması olmayacağı anlamına gelmez… Elbette insanlık inişleri ve çıkışları ile bir istikrar dönemini kısa olsa da yakalayacaktır. Bu kapitalist sistem içinde olur ya da kapitalist sistem dışında işçi sınıfının hakim olduğu sistem içinde ama her iki sistemde hedefi ortaktır, küreselleşme ve küresel boyutta varlığını korumaktır. Bugün ki kırılma sürecinde işçi sınıfı tarih önünde henüz sahnede gözükmüyor olması onun yok olduğu ve işlevsiz olduğu anlamına gelmez, tarih beklenmeyenlerin beklenmeyen zamanlarda olmasını yazar, onu yönlendirecek sınıfın çıkarları belirleyici olacaktır…

İnsanlık değerler yaratmıştır ve o değerler ulusların üstündedir…

Ülkemiz düzleminde denetimin hepten yok edildiği başka bir siyasi erk dönemi bugün yaşandığı gibi hiç yaşanmamıştı. Geçmiş dönemlerde uluslararası rüşvet dosyaları ülke bazında üstünü kapandı, tüm dünyada bir biri arkasına açılan davalarda sadece Türkiye bölümü sessizliğini korudu, çünkü erk ve onun karşısında olması gereken muhalefet bu konuda ortak çıkarı sessiz kalmayı doğru bulmuş oldu sanırım. Çünkü küresel firmaların üst yönetimi itiraf etmiş olmasına rağmen, ülkemizde açılmış hiç uluslararası rüşvet davası ve onun siyasi ayağı açıklanmamıştır, sadece hissettiklerimiz ve geçmiş gazete kupürleri ortada durmaktadır…

Siyasi erk öncelik olarak kendi siyasi yapısı ve çevresinin çıkarını öncelik almış olması ‘ülke’nin kaybetmesi anlamındadır. Ülke kurgulanırken ve çok partili rejim bütün siyasi yapılara ‘önce ülke’ desturu verilmiştir, “ülkenin çıkarı her şeyin üstündedir”. Fakat ulus devletin ortada kaldırılması ile bu desturun sadece kağıt üzerine ya da belleklerde kalmasını sağlamıştır. Küreselleşme, ulusal değerlerin yok edilmesi ve öncelikli olan küresel kapitalist firmaların çıkarı ulus kavramının yerini almıştır. Yeni çıkar kavramında ulusal sınırlar içinde yer alan siyasilerin birinci hedefi küreselleşmiş firmaların önünde yer alan gümrük duvarların ortadan kaldırılması ve finansal kurumların yeni dünya düzenine uygun şekilde çalışmasını sağlamaktır. Biriktirilmiş ne kadar ulusal değer varsa ‘özelleştirme’ adı altında küresel çıkarların içinde eritilmesi siyasilerin öncelikli hedefleri olurken, öncelikle kendi çıkarları için parlamentolarda parmak karlıdır hale gelmiştir. Öyle ki haklı nedenler ile soru önergeleri bile yok sayılmış ve ‘çoğunluk hakları’ korunması esasına göre; çoğunluk “görme” diyorsa “görmeyeceksin”, “üstünü ört diyorsa üstünü ört” dönemine girmiş bulunuyoruz. Ulusal parlamentoların işleri tek tek ortadan kalkarken henüz uluslararası hukuk düzenin olmaması kafa karışıklıkları yanında arada istenmeyen bir çok kanlı çıkar çatışmaların savaşlarını da hibrit savaşları adı altında bölgesel veya küresel boylamda yaşıyor konumundayız…

Savaş, küresel firmaların çıkarlarının açıkça çatışma alanıdır…

Bir ülkede denetimin ortadan kaldırılması demek güvenlik kavramının da ortadan kalkması anlamına gelir. İş kazalarının artması, yolların birer kan deryasına dönüşmesi, maden kazalarında ölümlerin daha da kitlesel boyutlarda olması, açılan tünellerin çökmesi hiç biri tesadüfi değildir. Demiryollarının güveliği özel güvenlik firmalarına devredilmesi demek, kazaların yaratılası anlamına gelir. Çünkü kazalarda ve önlemleri de küresel firmalar için sadece bir para kazanma birimidir ve o alada yapılacak her yatırım meşru zemin içinde daha fazla vicdanların kanatılması ve kazanç sağlanmasını sağlayacaktır…  Paradigma her şeyden pazar kazanmak, para kazanç getirmeyen her alan yok sayılacaktır, çünkü insan yaşamı ve doğa ile savaş sadece firmaların çıkarları olduğu sürece, yok edilmek üzerine kuruldur ve eğer bir yerde yok etmeye karşı bir direnç geliyorsa başka bir sermayenin o işten çıkarı olduğu için direniş vardır…

 Zehir de panzehir de çıkar kavramı içinde kapitalistler tarafından değerlendirilmektedir…

İşçi sınıfına yatırım, robotlara yatırımdan daha pahalıdır, o yüzden küresel firmalar insana yatırım yerine robotlara yatırım yaparken kendisini yok edecek tek sınıfın da zayıflaması ve alternatifsiz sistemin tek hakimi olmayı hedeflemektedir. Bugün yaratılan atmosferden sanki bu konuda başarı göstermiş gibi bir havayı medya ve sosyal medya aracılığı ile pompalanmaktalar ama robotları yönetenlerin de insan olduğu gözden uzak tutuluyor gibidir, o yüzden insanı tamamı ile üretim aşamasından çıkarmak amaçlı yapay hafıza gelişimine yönelmiş bulunmaktalar. Taksiler artık şoförsüz hizmet sektörüne yer alması için her türlü araştırmalar yapılmaktadır, kazalara karşı da sigorta firmaları şimdiden poliçeler geliştirmektedir. Kapitalist sitemde paran kadar güvenlik, paran kadar sağlık, paran kadar eğitim kısaca cebinde ya da bankadan verilecek kredi kadar yaşayacaksın. Bu durumda işçi sınıfının işyerine sahip çıkma eylemlerinin de sadece nostaljik bir anıya dönüşmektedir. Küresel firmalar gerek gördüklerinde bu geçiş sürecinde misafir işçiyi her ülkeden devşirmekte ve istediği ülkede istediği fabrikasında ya da üretim alanında çalıştırmaktadır. Bir yandan küresel iletişimin önü açılırken diğer ya da hiç güneş görmeden çalışan işçi sayısı artmaktadır… küreselleşme bütün vahşeti ile kuralsız olarak dünyaya yeni biçim vermektedir, o da ulus devletler artıkları olan devletlerde popüler siyasetin kapısını aralamaktadır…

Kapitalizm tekstil sanayisinin gelişimi ile kendisini ortaya koymuştur, tekstil sanayisi tüm dünyada hazır üretilmiş kıyafetleri giydirdi, o kıyafetler ile birlikte düşünce yapısını da yaydı. Henüz geleneksel ustaların hakim olduğu ülkelerde ise moda dergileri ile tekstil kalıplarını ücretsiz dağıttırarak batı dünyasının modasının yaygınlaşmasını ve tek tip hazır kıyafet  üretiminin tüketicilerini yarattı… Kapitalizm adına düşünen ve onun gelişimi için çalışan düşünce kulüpleri işçi alımlarını ve hizmet sektöründe standartlaşmaya giderek kendi sistemini sorunsuz ve kalıplar içinde var olma yolunu tercih etmiştir. Kalıplara uymayanları ise ya zor ile ya da eğitim ile kalıplara uyması sağlanmıştır ‘rehabilitasyon’ kelimesi bir dönem modaydı, bugünlerde kimse bu kelimeyi duymaz oldu, çünkü artık sorunlu düşünce yapıları tek tip ama kimse tek tip olduğunu düşünmediği kıyafetlerin içinde kanıksadı ve benimsedi. Farklı düşünmek bile artık imkansız gibi oldu… Güvenlik kelimesi de diğer kelimeler gibi zaman için yok olacak ya da anlamı değiştirilecektir, çünkü denetim ortadan kaldırılmaktadır… Denetimin olmadığı yerde güvenlik sadece formalitedendir ve zafiyet olduğunda ya yok sayılacak ya da bu işin kaderinde vardır denilecektir… Bugün gökdelenler her yerde mantar gibi olmaktadır, peki kaç işinin hayatını kaybettiğini yayınlayacak ve denetleyecek ortada bir kurum kaldı mı? Bakanlıkları denetleyecek, başkanların harcamalarını satır satır yayınlayacak ve denetleyecek bir kurum var mı? Ulus devleti döneminde oluşturulan tüm kurumlar ya kapanmıştır ya da tabela kurum olması sağlanmıştır… Ama rakip olarak gördükleri karşısında denetin erk elinde bir silaha da dönüşebilmektedir, çünkü ulus devletinden kalkan unutulmuş bir çok hukuki madde hala varlığını korumaktadır…

İsmail Cem Özkan


27 Temmuz 2018 Cuma

Bir imecedir yaşam...


Bir imecedir yaşam...
"Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
 Ne yapacağımı da yazmışın önceden.
 Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet cehennem?"
Hayyam, rubaileri ile bilir olduk, aslında o çağının en ileri boyutunda çağını aşan bir gerçek kendisini yetiştirmiş insandı. O hiçbir gücün gölgesine sığınmadı, anlaşılır, sıradan insanın da anlayacağı bir dil ile kendisini anlattı, gördüklerini yazdığı rubailerin içine nakşetti. Onun için en önemli ölçü sağduyu ve akıldır. Görüneni değil, görünenin arkasında ki gerçeği aradı, çünkü görünen aldatıcıdır, aldatıcı olan her şey sizi yanlış yola sürükleyebilirdi. Döneminin biriktirmiş olduğu tüm alanlara ilgi gösterdi, kendisini geliştirdi. Matematik, astroloji gibi alanlar dışında dini konular hakkında da görüşlerini ortaya koydu. Hiçbir güçlünün gölgesine sığınmadı, güçlü olan ile dostluk ilişkisi içinde oldu ama onun hizmetinde olmadı. Yazdığı rubailer ile yaşadığı zamanın ruhunu, sorunlarını halkın anlayacağı dil ile ifade etti ve bugünlere kadar kaldı dizeleri…
Bugün hala Hayyam bizlere bir şeyler söylemektedir, sesi çağın zamanını aşmış bugünün zamanın ruhu içinde de sesi hala yankılanmaktadır… Onun sesini müzik taşıdı, zaman zaman aşıklar dillerinde ondan aldığı ödünç cümleleri kullandı, bilim insanları onun yapmış olduğu bilimsel çalışmalara göz gezdirdi, matematikçiler onun binom açılımında ki katsayıları kullandı. İnce bir dil ile eleştiri yapmak isteyenler onun akının ışıltısından ödünç aldı, zamanın idarecilerine göndermeler yaptı…
Hayyam’ın şiir akıcıdır, akılcıdır, anlaşılır. Onun kelimelerini bugünlerde bir tiyatro eserinde gördüm. Belki binlerce kez sahnede bir oyuncu seslendirmiştir dizelerini, rubailerini, belki bir o zaman içinde bulunduğu cemaate okumuştur onun rubailer içine gizlenmiş isyanını… Sonuçta gelmiştir bugüne ve bugün İzmir Karşıyaka’da bulunun Karşıyaka Kültür Sanat Derneği bünyesinde olan Çatlak Tiyatro’nın oda tiyatrosunda hayat bulmuştur… Bir imece anlayışı ile ilk defa dışarından hiçbir ödünç cümle dahi almadan kendi içinde bir oda tiyatrosu oluşturmuşlar. Yani yazarı aynı zamanda oyuncusu, ışıkçısı, ses, müzik teknik kadrodan sahnede yer alanların hepsi çatlak tiyatro içinde pişenlerden oluşmaktadır… Karşıyaka’da merkezinde yer alan bir derneğin salonu her aynın son perşembesi ayrı bir heyecan ile insanların ve tiyatro sevenlerin buluşma anına dönüşüyor, orada bir şölen ve kaynaşma içinde bir ay içinde üretilmiş bir oyun sahneleniyor. Giriş ücreti ise o şenliğe karışanların oyun sonrası bir pasta olarak hediyesi olarak dönüyor… Kısaca kendi yağı ile kavuruyorlar kendi yemeklerini…
Tiyatro bir halı dokumak gibidir, her renk ipliğin bir hikayesi dokunurken oluşturulur, anlamlar yüklenir. Usta dokuyucu onu öyle bir şekilde halı tezgahında şekillendirir ki, her renk ipliği öyle bir şekilde iplerin arasında karşı tarafa taşır ki o iplik bile anlamaz neyi taşıdığını hangi anlamları sırtına yük yaptığını… Usta bir halı dokuyucusu her ilmeğinde bir öyküyü taşır… Seda Yelbuğa işte bu Çatlak Tiyatro’da halı dokur gibi tiyatroyu amatör ruhlara taşıyor, her birine görev veriyor ve o görevin sonucunu alıyor…
Sultan Demiralp yazmış, Kenan Özcan Hayyam’ı canlandırmış. Sahnede elbette ikisi yoktu, sahnenin içinde Hayyam’ın iç sesi, hocası, hayalinde ki kadını, yoldaşları da vardı… Bülent İldeş Cihan, Aysel Önal, Abdullah Özbağcı, Verda Çetin, Barış Tülü… Kısaca tüm Çatlak Tiyatro orada bir görev almış ve üstlerine düşeni yerine getirirken benim gibi izleyiciler de seyirci olarak görevini yerine getirdik…
Yüreklerine sağlık demek düşer bize…
İsmail Cem Özkan


13 Temmuz 2018 Cuma

Bir proje ile ülkenin kaderi değişti.


Bir proje ile ülkenin kaderi değişti.

Projeleri yeri geldiğinde küçümseriz, yeri geldiğinde abartırız. Liberal ekonominin bir ürünü olarak ortaya çıktı ve uzun yıllardır uygulanmaktadır. Parayı veren istediği projeyi, istediği sonucu alana kadar taşeron işçi olarak kabul edebileceğimiz gönüllü kölelerine belirli süre içinde, belirli amaçları elde eden işleri yaptırmasıdır. Bir anlamda liberal ekonominin ürünü olan işsizliği devlet istatistik kurumu içinde üstünü örtmek için kullanılan geçici bir çözümdür projeler. Proje süresi boyunca vasıflı, vasıfsız işçiler ama beyaz yakalı işçiler işçi gibi gösterilip, o çalışma süresi boyunca devlete ödenmesi gereken sigortalar yatırılır… Bu sayede işsizlik istatistiğinde çift haneli rakamlar tek haneli gösterilebilmektedir, kısaca sanal olarak algılar ile oynanır…

Projeler küçük çaplı olabildiği gibi ülkelerin kaderini değiştiren ve sınır çizgilerin yeniden çizildiği boyutta toplumsal sonuçları olan şekilde de olabilmektedir. Elbette her projenin bir bütçesi vardır ve önceden tahmini bütçe üzerinden proje yapanlar ile anlaşılır. Projelerde maliyet; zaman, çalışan ve çalışılan alan için ödenecek kira olarak baştan sabit gider olarak hesaplanır. Kısaca para veren projenin amacına uygun sonucu baştan belirler ve ona göre finans ederken, projece yapanları da zaman zaman denetler… kısaca parayı veren projenin her aşamasında bilgi sahibi olur ve ona göre gerek görürse yönlendirebilir ve yeni istemlerini belirtebilir…

12 Eylül 1980 darbesi bizim ülkemizde uygulanan bir projenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. 24 Ocak 1980 kararları alındığında aslında ülkemizde bir askeri darbenin olacağı, örgütlü işgücünün örgütsüz hale getirilip toplumsal direnişin önünün kesileceği önceden belirlenmişti. O projeye uygun kişilerin seçimi ve kritik noktalarda konumlanması proje yapmak için gönüllü olanlar ve onu finans edenler baştan belirlemiştir. Çünkü “cent’e muhtaç” hale gelen, karaborsanın ve fırsatçıların yeni karaborsa yaratmak için günlük tüketimde olan ürünlerin piyasadan çekilip depolara saklandığı süreçtir. Seçimler sonuçsuz bir birini takip etmesi, iki inatçı keçinin siyaset sahnesinde ince bir ipin üzerinde bir biri ile mücadelesine şahitlik ederken, toplumda devrim koşulları oluşmuş, hatta yeni toplumsal deneylerin ilk nüveleri uygulanır olmuştur. Fatsa karaborsayı ortadan kaldıran demokratik bir toplumsal deneyin ilk örneği olarak güdeme geliyordu. Elbette Fatsa ne Sovyetlerin ne de Amerika’nın çıkarına hizmet etmiyordu. Bastırılması gerekliydi ve arkasında ki güç ezilmeliydi. Nokta operasyonu bir ilk deney olarak ortaya konmuştu. O dönemde Türkiye’nin resmi devlet söylemi dışında yer alan en büyük siyasi yapısı ve işçi sendikalarında örgütlü olan TKP’nin gücü test edildi. Biri Nokta operasyonuydu, diğeri unutulmaz sendika başkanı Kemal Türkler’in suikastıydı. İki operasyona karşı direniş örgütlerin gücünü ortaya koyacaktı.  Darbeciler önceden test etikleri güçlerin gücünü görmüştü, artık darbe yapacakları 12 Eylül sabahını beklemek kalmıştı… Çünkü darbe için toplumda bir ortam yaratılması gerekliydi ve kısa sürede korku öyle bir abartıldı ki, darbe toplum içinde tepkisiz karşılandı. Darbe ilk yaptığı iş karaborsayı ortadan kaldırmaktı. Ulus devletinin en önemli vurgusu olan gümrük kapılarda ki denetim ortadan kaldırılacaktı. Çünkü liberal ekonomi küresel ekonominin temel politikasıydı ve ulus devleti yok etmek için sermaye tarafından ortaya konmuş küresel bir projeydi. O projenin Türkiye ayağı 12 Eylül ile birlikte ülkemizde hayat bulmuştu. Elbette bu sadece ekonomik açılımıydı projenin ama en önemlisi toplumsal dönüşüm tarafı da buna bağlı olarak uygulamaya konuldu. Ülkenin yüzü Ortadoğu’ya doğru dönmüştü… Ona uygun lider arayışları da zaman için aday liderler arasından seçilecekti…

12 Eylül cemaatlerin devlet kademesinde kendi örgütlü gücü ile yer almasının yolunu açtı, o güne kadar cemaatler bir baskı gücü işlevi görürken birden devletin tüm kapılarını önlerinde açık gördüler.

Bu açığı ilk fark eden Fettulah Gülen darbecilerin elini öperek icazet aldı ve ilk örgütlü yapısını polis teşkilatı içinde oluşturma yoluna gitti. Zaman Gazetesi muhalif olanların deşifre edildiği haberler ile dolmaya başladı. Bu işten başka cemaat yayını olan Türkiye Gazetesi de uygulamaya koydu ama o daha çok kapı kapı dolaşan pazarlama alanına meyil verdi ve ekonomik büyümesini devlet teşviki ile yapma yoluna girdi. Cemaat medyası kendi reklamını yaparak ekonomik alanda oluşan yeni açığı doldurma yoluna giderken, diğer cemaatler geçmişten gelen alışkanlıklarını vakıflar üzerinden aylık dergiler ile yaymaya devam ettiler.

Kılık kıyafet muhalefeti ile kendilerini toplum önünde gösterirken yeni müritlerini toplama yoluna gittiler. Öğrenci yurtları ile anılan cemaat ise ülke sathında öğrencileri örgütleme adına yurtlarına fakir kırsal kesimin çocuklarını devşirmeye devam ettiler... Cemaatler alışkanlıkları ve yeni elde ettikleri olanakları kullanarak devletin yeniden yapılanma sürecinde liberal solcuların da desteğini alarak popüler kültürden beslenerek dini popülizmin toplum içinde taraf bulmasına ve geçmiş ulus devlet alışkanlığı ile oluşturulan tepkileri iyi kullanarak toplum içinde yeni bir umut oldular.

Ortadoğu politikası ve alışkanlıkları ülkemize Filistin sorunun yeni yüzü Hamas ile ülkemizde taraf topladı Müslüman Kardeşler.

Post modern darbeler aslında karşı gibi gözüken muhalefetin iktidara taşınmasının yolunu açıyordu...

Liberal ekonomi, liberal politika kişiliksiz, paradigma neredeyse orada duran yeni bir nesil oluşmasına olanak tanıdı, göreceli özgürlük kavramı sorgulanmadan kariyer için kendisini gelmekte gücün emrine veren geçmişin muhalif duruşu olanların çocukları babalarının ve annelerin çektiklerinden ders alarak askeri vesayete karşı sivil olanı destekleyerek sorgulamadan özgürlükler için imzalar verildi. Her imza onları üniversite kapısında bir kürsü sahibi yapmaya yaradı...

Ezilenler iktidara taşınıyordu ama ezilenlerin aslında hiç ezilmediği düşünülmedi, çünkü ezilme kavramının da göreceli olduğu gerçeğini kimse sorgulamadı.

12 Eylül döneminde zindanlarda kimlerin olduğu açıktı, zindanları hiç görmeyenler zindan edebiyatı ve arabesk söylemin müzik dünyasında hakimiyetinden ders alarak her alanda arabesk söylem etkin oldu.

Altı boş olan ama hoşa giden her cümle, şiir okur gibi söylendiğinde yaratılan hisler yeni iktidarın ve 12 Eylül’ün temel politikasına hizmet ediyordu. Devlet bu söylemi teşvik etti ve her evin duvarında ağlayan çocuk resmi asılırken, küçük esnafın duvarlarını arabesk diyebileceğim resim çalışmaları alıyordu...

Solun dışarıda kalan kırpıntısı olanlar sol söylem ile sağın içinde önemli bir işlev gördüler, toplum içinde “12 Eylül’ün hesabını soracağız, darbeciler yargılanacak” diyerek yeni bir kırılmanın da kapısını araladılar. Çünkü kısa vadeli hedefler başkalarının uzun soluklu hedefleri içinde ara bir nokta olabilir ve onarlın amaçlarına hizmet edebilirlerdi. Tarih edilebileceğini yaşayarak kanıtlattı bize.

Panzer altında kalanlar, henüz kendi duruşlarını tanımlayamadan gündemin sık sık değişimine ayak uyduramadan gündemlerin peşi sıra savrulmaya başladı.

Sol savrulurken ülke de birilerin belirlediği yönde savruluyordu...

Cemaatler ekonomik olarak büyüdükçe kendi aralarında da rekabet büyümeye başladı, çünkü her cemaat hayallerinde göremeyeceği kadar ekonomik malın/mülkün sahibi olmuştu...

Mal paylaşımı gelmekte olanın siyasi gücün tercihini de belirlemeye başladı.

Siyaset cepheleşme üzerine kuruldu, korku en önemli siyasi söylem oldu...

Korku üzerine kurulan siyasi söylemler ister istemez mal paylaşımının ve elde edilenin kaybedilmesi korkusunu da doğurdu.

Bir cemaatin devlet içinde çok güçlü olması diğer cemaatin de ezilmesi ve malının elden çıkarılması anlamına geliyordu... Bu korku devletin yapılandırmasını da belirler oldu...

Bugün her operasyonda operasyona muhatap olanın mal varlığına el konulması bir korkunun dışa yansımasıdır, çünkü ekonomik gücü olanın ne yapacağını kontrol etmek çok zordur...

Örgüt demek; para, istihbarat, lojistik denen üç saç ayağı üzerine oturmaktadır. Bunları elinden alınan her örgüt yenilmeye mahkumdur...

Bugün bir çok şeyi anlayamaz hale geldik, çünkü o kadar gündem ile oynandı ki, o kadar algılar ile bilgisayar oyununda ki gibi oynandı ki artık neyin gerçek neyin yalan olduğunu anlayamaz duruma düşürüldük...

Geçmiş alışkanlıklar ve geçmişin doğruları ile bugünü yorulmak baştan yenilgiyi kabul etmek anlamına gelmektedir. Bugün yaşamın her alnında bir proje ile karşılaşır olduk. Projeleri kimlerin finans ettiği ya da yönlendirdiğini göremez olduk. Elbette proje yapanlar kimlerden para aldığını biliyordur ama onların bildiği bir çok şeyi bizler bilemiyoruz, çünkü bilgi o kadar kirletildi ki, hangisinin gerçek hangisinin hayali olduğunu anlayamaz hale geldik. Medyada bol kullanılan” Embedded” kavramı nasıl ki bir çok alanda da uygulanmaya konmuşsa, parayı verenin belirlediği yerden olaylara bakanlar her zaman yanılmaya ve yanıltmaya devam etmektedir.

Bugünlerde sosyal medyada daha az bilgi ile daha çok şeyi yorumlamaya devam ediyoruz, her yorum aslında var olan gerçeklikten daha da uzaklaştığımız anlamına gelmektedir, çünkü bize sunulan bilgi onların çöpe attığı artık fazla önemi kalmamış ipuçlarıdır…

Her olayın birden fazla doğrusu vardır, olaylara nereden baktığınıza bağlıdır. Bizler karşılaştırmalı şekilde olaylara bakabilecek kadar bilgi ve nereye bakacağımız konusunda tecrübeli ve seçici olursak o kadar gerçeğe yakın şeyleri algılamak ve hissedeceğiz…

Ülkemizde uygulanan projeye elimden geldiğince başka açıdan bakmak istedim bu yazımda… Önemli olan kafalarımızda ki soruları açıkça ifade edebilmektir… Bir çok kişi hayır doğru değil diye itiraz edecektir, çünkü paradigma kişiye neyin göreceli olarak doğru olduğunu söyletir…

İsmail Cem Özkan


13 Haziran 2018 Çarşamba

Korkutma siyaseti ile ayakta kalma mücadelesi...


Korkutma siyaseti ile ayakta kalma mücadelesi...

Son 20 yıl politikasına bakın, muhalefet olanların iktidar hedefleri yok...
İzmir CHP seçiyor, çünkü AKP gelirse yaşam kalitemizi geriye götürecek...
Kadıköy CHP seçiyor çünkü AKP gelirse...
Şişli CHP seçiyor, çünkü AKP gelirse…
Beşiktaş CHP seçiyor, çünkü AKP gelirse...
CHP adını andığım yerlere kalas koysa seçilir, çünkü ‘AKP gelirse’ korkusu var...
Aynı taktiği HDP bu seçimde uyguluyor, HDP meclis dışında kalırsa AKP iktidar!
Hepsinin doğruluk payı var, hepsi muhalif olmayı kabul etmiş hallerinden memnun havasını anlatıyor...
Sonuç AKP iktidarda istediğini yapıyor, gerek olursa CHP’de HDP'de yedek değnek olarak kullanıyor…
AKP gelirse korkusu devam ediyor...
AKP zaten geldi, zaten iktidarda, zaten istediğini yaptı, istediğini yok sayıyor, istediğini baş tacı yapıyor, istediği saçmalığı yapıyor sonra kandırıldım diyebiliyor… Çünkü karşısında ‘iktidar hedefli’ kimse yok, hepsi halinden memnun...
HDP tek derdi var meclise kendi seçtiğini vekil olarak görüp vekil maaşını almalarını sağlamak... Başka hedefi amacı var mı, bilmiyorum… Mecliste olunca çok önemli işler mi yaptı, gördüğüm yok... Bir kaç kişi maaş aldı, bir kaç kişi danışmanlık ücreti aldı... Sorun çözmüş mü? Başkanına bile sahip çıkamamış...
CHP, HDP'den farklı mı?
 Değil!
Vekil dokunulmazlığını kaldırdı, AKP'nin yedek değneği oldu, sonuç kendi vekili cezaevine girince ‘hak, hukuk, adalet’ gibi saçma sapan bir slogan uydurdu, yürüdü, önemli adım olarak görüldü, son yüz metresini ‘yalnız’ yürüyerek zaten yarattığı havayı da yok etti, çünkü durumundan memnun. İstediğini vekil seçen bir başkanları var...
Bu ülkede düzen değişecek diyen var, değiştiren de var, değişimi isteyenlerin önemli bölümü 12 Eylül yasalarını savunur konumda...
Bu seçim sonucunu şimdiden kayıt altına alıyorum, “böyle gelmiş böyle gider”...
Ne koltuk değişir, ne koltukta oturan ne de muhalefet...
Para havaya savruldu, birileri fakirlik sınırının altına düştü, birileri parasına para kattı...
Yatlarda tatil hala güzel, sit alanında inşaat edilmiş binalara af çıktı, kara para aklama yasası artık sistemli olarak tekrarlanıyor...
Projeler tıkırında…
Proje veren karşılığını alıyor, projede çalışan eski solcu aldığı maaşa şükrediyor…
Ülkede yağmalanmayan dere kalmadı, altın çıkaracağız diye sırada yaylalar var, orman arazileri yeşile boyanıp binalar yapılmakta…
Korkutma siyaseti ile ayakta kalma mücadelesinden iktidar da memnun, muhalefette. Meclis dışında kalanlarda hallerine şükrediyorlar, ya örgütleri olmasaydı! Yıllardır aynı büronun kirasını öderken zorlananlar, yeni büro amaktan korkar haldeler…
Her şey tıkırında…
Biz de tıkır tıkır gördüklerimizi yazıyoruz, hiçbir etkisi olmayacağını bilerek…
İsmail Cem Özkan


1 Haziran 2018 Cuma

Her ayın son perşembesi…


Her ayın son perşembesi…

Her ayın son perşembesi İzmir Karşıyaka semtinin çarşısında yer alan bir dernek binasında oda tiyatro gerçekleşir ve her ay farklı bir oyun, farklı amatör oyuncular ile hayat bulur. Kelimeler, düzenlenmiş sahnede hayat bulurken bir grup insan o odanın içine girer ve oyunu izler. Her oyun bir şölendir, her oyun oyuncunun daha fazla kendisini geliştirmesidir, her oyun yeniden düşünmek için fırsattır.

Her ay olduğu gibi olağan seyreden bir programa İzmir’de olduğum için dahil oldum.  Her izlediğimde oyunlarda ki doğallık gün geçtikçe arttığını, oyuncuların elleri ve seslerini kullanmasının daha doğal olduğunu gördüm. Kısaca her oyun yönetmenin oyuncusuna ve sahneye nasıl yaklaştığına şahitlik ettim, çünkü oyuncunun her hareketini, sesini, sahnede hareketini belirleyen oyuncunun doğaçlaması yanında yönetmenin istemleridir. Her istem oyunun ruhuna yapılan bir vurgudur. Her vurgu oyuncuya verilen karaktere uygun nefestir…

Mayıs ayının en son perşembesi Mine Söğüt’ün yazdığı, Seda Yelbuğa’nın yönettiği Betül Yetki’nin ilk defa sahneye çıkıp oyuna hayat verdiği “Hatmi Çiçeği”ni izledim. Sahne küçük bir ev şeklinde düzenlenmiş. Bira şişeleri bir köşede durmaktadır. Sahne ortasına gelecek şekilde bir maske ve maskeyi taşıyan kukla. Sahnenin sağ tarafında yatmakta olan biri. Parmakların ucuna basarak bakacakları bir pencere vardır.  Sahnenin sol tarafında çay yapacak bitkilerin yer aldığı bir dolap. Küçük bir mutfak da diyebiliriz. Oda tiyatrosu adına uygun bir odadadır. O oda aynı zamanda Karşıyaka Sanat Derneği’nin çalışma yeridir. O oda içinde ücretsiz olarak dil kursları, resim, gitar.. ve de dünyanın öteki ucundan gelen tangonun ezgilerini ve hareketlerini de bulabilirsiniz… dans, yöresel ve evrensel olarak o oda içinde kaynaşır, sokaklara taşar ve sokak gösterileri de ücretsiz ve halka açık olarak sunulur. Karşıyaka’ya geldiğinizde limanın karşısında bulunan meydanda bu dostların gösterilerine şahitlik edebilirsiniz… Bir biri ile kaynaşmış, iç içe geçmiş dostlukların imecisidir Karşıyaka Kültür Sanat Derneği.

Oyunumuz da bir imecedir aslında, Mine Söğüt’ün öyküsünün sahnede yeniden yorumlanarak sunulmasıdır. Hatmi Çiçeğinden elde edilen çay vurgusu aslında olayın anlatıcısı olan kadının tek yapabildiği ve şifa olarak gördü bir çaydır. Çünkü evin tüm gereksinimlerini babası yapmaktadır. Onlar bodrum katında küf ve pasın hakim olduğu atmosferin içinde yukarıda duran pencereye parmaklarının ucuna basarak yükselerek dışarıyı görebildiği bir evin içinde yaşanan trajedinin yüzleşilmesidir.

Parmaklarının ucuna basarak olduğu ortamdan çıkan babanın bacaklarına sarılan küçük bir kız çocuğun, özlemleri, sevgisiz büyümesi ve o büyürken babanın tek kızı ile ilişkisi para getir, git çalış sözleridir… Baba kızından kopuktur… Kız babasına her şeye rağmen, tüm kusurlarına rağmen sevmektedir. En çok sevdiği zamanda babasının uykusunda elinde sigara ateşinin göğüs kıllarının yaktığı, küf, paslı havaya o vücudunun kokusunun karıştığı andır… Çünkü baba o sırada savunmasızdır, kızı ile yaşadığı evden bile belki çok uzaklarda gördüğü rüyadadır… Onun özlemi dışarıyadır. Evinde yaşanan sorunları görmezden geldiği gibi yok saymaktadır. Birlikte yaşamak zorunda olduğu kızının duygularından, öfkesinden habersizdir…

Yüzleşilme günü babanın savunmasız anıdır, sonsuzluk uykusuna yattığı o gün. Ateş yoktur elinde, sigaranın dumanı küfe karışmamaktadır.  Ne de çayı elinin tersi ile itekleyeceği anı yaşayamamaktadır. Yılların birikimi, yılların söylenmeyen sözleri işte bu son dakikada söylenmektedir. Gözyaşları, küf ve pasın kokusuna karışmaktadır…

Sahnede iki kişi vardır, biri koltuğunda yatmaktadır, kızı ise sahnede yaşadığı dramı, trajediye hayat vermektedir. Betül Yetki ilk defa sahnededir, amatördür ama izlerken onu sanki yıllardır sahnede olduğunu hissedebilirsiniz, sanki yüzleşmeyi içinden yaşamaktadır… Oyun dekoru oyunun ruhuna hizmet etmektedir. O küçük sahnede her türlü fiziki zorlukları yenen ışık, ses oyuncuya destek vermektedir. Hangi söz, hangi hareketi hangi notada yapacağını içselleştirmiştir… Seda yeni bir tiyatro aşığının hayalini gerçek kılmış, sahneye bir anlamda atmış ve yeteneğini, hafızasını ve de mimiklerini kullanımına izin vermiştir… İşte bir yönetmen eğer arzu ederse en kıt olanaklardan da en güzelini ortaya çıkarabildiğini ortaya koymuş ve olabilir demekten daha ileri oldu demiştir… Oyun sonunda hak edilen alkışlar ile trajedinin yarattığı atmosfer birden dağılmış ve sahne kutlamak için koşan seyirciler ile dolmuştur…

Bu ülkede küçük adımlar ile yapılan çok güzel işler olmaktadır. Karşıyaka ve İzmir bu şansı Seda ve Mehmet ailesinin inatçı, yaptığı işi seven, paylaşımcı ve yok sayıla imecenin ruhuna uygun duruşları ile kanıtlamışlardır… Onlara uzaktan da olsa izlemek ve destek vermek beni her daim mutlu etmiştir…

Hayat paylaşıldıkça daha da güzel olur…

İsmail Cem Özkan

19 Mayıs 2018 Cumartesi

Ulus doğdu, diğeri ölmek zorundaydı!


Ulus doğdu, diğeri ölmek zorundaydı!

Bir ulus doğarken diğer ulus yok olmaya ya da o topraklardan uzaklaşmak zorundaydı, çünkü onların beslendiği ideoloji ulus devletini tanımlarken homojen toplum, ırk, dil teorisini sunmuştu. O dönemin genel doğrusu tek kavramı üzerine oturmuştur. Tek dil, tek din, tek mezhep, tek bayrak, tek devlet, tek lider…

19 Mayıs tarihi aslında ‘mübadele’ anlamına geldiğini o gün yaşayanlar bilemezdi, ancak onun sonucu yıllar sonra ortaya çıkacaktı. Anadolu topraklarına yüzlerce yıldır yaşayan ve kendi inançları ve dilleri içinde barış içinde yaşadıklarına inanılan toplumun tüm bireyleri iki ulus devletin anlaşması ile topraklarından karşılıklı olarak koparılacaktı. Binlerce yılda biriktirilenler, salınmış kökler toprağından koparılıp, başka köklerin koparıldığı topraklarda kök salması beklenecekti. Mübadele aslında iki halkın köklerinin yok edilmesi anlamına geliyordu. Amaç ulus devlet için gerekli olan nüfus yoğunluğunu ve homojen bir toplum anlayışının hayata geçirilmesiydi.

Homojen toplum yaratma projesi kitlesel katliamlar ve soykırımların nedeni olarak gösterildi. Homojen toplum sermaye birikimi anlamına geliyordu. Ulusal sermaye için üretici ve tüketici olan bir topluluk gerekliydi. Sermaye bir ulusun elinde toplanmalıydı, onun için sermayenin heterojen olmasını ortadan kaldıracak olan şey homojen toplumdu. Her ulusun patronu o ulusun içinden çıkmak zorundaydı, çünkü onlara sunulan ulus devleti tanımında bu vardı ve o yaratılacaktı. Ulus devleti içinde sermayenin tek bir ulusun evlatları üzerinde toplanması için devletin tüm olanakları kullanmaktan çekinilmeyecektir. (Yıllar içinde vergiler ile oynamalar ve Varlık vergisi, 6-7 Eylül olayları, Bankalar Caddesinde gerçekleşen tecavüz ve cinayet… )

Bir ulus; ötekilerin acıları üzerine yükselti bayrağını, o bayrak altında yaşamaya zorlandılar. O bayrak bir anlamda ‘ötekilerin’ ulus içinde erimesi anlamına geliyordu. Çünkü onlara verilen ideoloji ve toplum yapısı homojen olmayı gerektiriyordu ve yeni devlet eski devlet içinde yapılmaya çalışılan uluslaşmanın devamından başka şey değildi.

Her ulus devlet imparatorluk içinde çatışmadan ortaya çıkacaktı. Her çatışma ise öteki kabul edilenlerin yok olması üzerine kurgulanmıştı.

Fransız ulus devrimi imparatorluk Fransa’nın içinde çok kültürlülüğün yok edilerek sadece Fransız bir toplum yaratılması ve sömürge imparatorluluğun yerini emperyalist ulus devleti alacaktı. Miras el değiştirmiş ve imparator adına verilen kararların yerini ulus adına verilen kararlar alınmıştı. Koltuk aynı yerde durdu ama koltuk üzerine oturanlar değişmişti.

Parlamento, ulus devletin demokrasi göstergesi olarak sunuldu ama imparatorluklar içinde de parlamentoların olduğu göz ardı edildi. Osmanlının en son meclisi yeni kurulan ulus devletin sınırlarını çizmişti.

Uluslaşma harekatı Anadolu toprakları içinde Türk ulusu için gerçekleştirilecekti.

Uluslaşma eğitim demektir, çünkü eğitim ile ulus kavramın nesillere aktarıldığı ve yaratılan geçmişin anlı, şanlı destanları içinde kuşaktan kuşağa aktarılırken, öteki olanların da bu anlı, şanlı geçmişin içinde eziklik duyması sağlanarak gönüllü olarak asimile olmaları sağlanacaktı.

Mübadele ya da zor ile göçe tabi olanlardan geriye kalanların akrabalıkları yok sayılacak ve “Türkçe Konuş” kampanyaları eşliğinde sanatın tüm incelikleri asimilasyonun birer silahına döndürülecekti. Dağda yaşayan, her türlü saldırı karşısında korunaklı yerde olanları ise “çıban” olarak görülecek ve çıban ancak ‘deşilerek’ yok edilecekti.

Köyden kente göç teşvik edilmiş, sanayileşme adı altında emperyalist ülkelerin teknolojilerine bağımlılık ilişki içinde yeni sömürge bir ülke yaratılacaktı. Ulus devleti fikriyatı sermaye birikimi için gerekliydi ama bizim sermayemiz baştan itibaren ulus devletini oluşturmuş ve emperyalist safhaya geçmiş ülkelerin şirketlerinin birer şubesi konumunda ve onların gölgesinde kendini tanımlamaya ve oluşturmaya çalışıyordu.

Devlet destekli sermaye yeni teknoloji geliştirme yerine terk edilen teknolojileri yeni gibi ulus devleti sınırlıları içinde korumacı bir şekilde üretime devam ediyordu.  

Hangi ulus olursa olsun, ulus devleti kurduğunda içinde yaşayan öteki kabul edilenleri ya asimilasyon etmek zorunda kalmış ya da hepten yok etmiştir.

Kitlesel katliamlar ve soykırım kavramı ulus devletin kurulma aşamasına ve emperyalist paylaşım savaşın olmazsa olmazdır, kapitalizm kendini restorasyonunu savaş teknolojileri ve savaş sonrası oluşan yıkımlar sayesinde gerçekleştirmiştir. Kapitalizm, aşamayacağı sorun ile karşılaştığında ‘savaş’ en geçeri çözüm yöntemi olarak kendisini dayatmıştır. Savaş sayesinde düşmanlar yaratılmış, işgaller gerçekleştirilmiştir. Yaratılan kahramanlar sayesinde ulus devlet için gerekli olan moral da bu sayede ortaya çıkarılmıştır.

Ulusu için kendisini feda eden en alttaki tabaka kim, için, ne için öldüğünü bilmeden ölmeye ve öldürmeye cepheden cepheye ve iş savaş içine sürüklenmiştir.

Ulus devletin tüm savaşları sermaye için yapılmıştır, sınırların genişlemesi veya azalması ulus devletin işleyişini bozmaz, aksine daha fazla homojen olmak için içinde ki ötekilere karşı nefret söylemini büyütür.

Linç kültürü ve nefret söylemleri ulus devletin olmazsa olmazdır.

Yaratılan gerçekler eşliğinde toplum histeriye döndürülmüş şekilde kapı komşusunu öldürebilir.

Ulus devletin yıkılışını yine uluslar üstü şirketlerin emperyalist çıkarları sonucu ortaya çıkan ‘liberal ekonomi’ politika yerine getirecekti. Liberalizm, yıkılan ulus devletin yerine ‘henüz’ yeni bir devlet mekanizması ve uluslararası hukuk yaratılamamış olduğundan geçmişe göre daha büyük bir kaos ve girdabın içinde kapitalist sistemi bıraktı.

Emperyalist şirketler devletleşmişti ama geçerli ve yeterli uluslarüstü hukukları yoktu. Şirketler için önlerine gelen sorunları ulus devletin ağır çarklarını rüşvet ve seçimlerde oynadıkları roller ile tek tek ortadan kaldırırken her ulus devlet içinde aynı şeyi yapmak şirketlerin çok zamanını çaldığı gibi paranın da 24 saat hareket alanını kısıtlıyordu. (uluslararası rüşvet bir çok devlette dava konusu olmasına rağmen bizim gibi ülkelerde rüşvet dava konusu olmadığı gibi rüşvet veren firmaların halen ekonomi içinde ihale aldıklarına şahitlik ediyoruz.)

Şirketler uluslar üstü olduğu zaman ulus çıkarından daha çok ortaklarının çıkarını korur konuma gelmiştir. Bu durumda ulus devletine ihtiyaç duymayan sermaye elbette önünde ki engeli kaldıracaktı… Liberalizm, Sovyetlerin ortadan kalması ile dünya hakimliğini ilan etmişti. O dönemin iki öncü liderinin Alzheimer hastası olarak ölmüş olmaları tarihin ironisi diye düşünüyorum.  

Bugün yaşadığımız kendi öznelimizde ki ulus devletinin fikriyatını güçlendiren bayramların artık eskisi gibi şölenler yerine formalite icabı yapılan kokteyllere dönüşmesi tesadüf değildir. Çünkü yeni devletin ulusa ihtiyacı yoktur. Devletin bürokrat ve yönetici kadrosu tamamı ile şirketlerin çıkarını kollayan ve onlar için devlet sınırı içinde yaşayan halkları kontrol eden birer güvenlik teşkilatına döndürülmüştür. 

Orduların yerini özel güvenlik şirketlerin alması, ulus devletin ordusunun teçhizatını şirketlerin ürettiği silahlara bağımlı hale getirilmesi savaşlarda şirketlerin çıkarları yönünde davranmayan ulus devleti ordusunun silahlı vurma gücü şirketlerin çıkarları belirleyecektir. Gerek görüldüğünde silahların kurşunu verilmeyecek, gerek görüldüğünde teknolojik destek azaltılacaktır. 

Cumhuriyetin kuruluşunu sağlayan Yunanistan’ın Ege bölgesini işgali aslında bugün şirketlerin rollerini önceden devletlerin yaptığını göstermesi açısından öğreticidir. İngiltere çıkarına uygun olarak Yunanistan’ı Ege bölgesinde istediği yere kadar gitmesine izin verilmiş ve yeni kurulmakta olan Türk cumhuriyetinin ise oluşumuna olanak sunmuştur.

Yunan savaşı olmasaydı belki cumhuriyet adına Lozan görüşmelerinde başkası olurdu.

Yunan savaşı olmasaydı belki Koçgiri katliamı olmayacaktı.

Yunanistan’ın Ege Bölgesini işgali Anadolu’da oluşmakta olan devlete verilen dolaylı destek olarak düşünüyorum. Aynı şey 1979 yılında İran devrimi sonrasında mollaların devlet mekanizmasına tam kontrol etmesi Irak’ın savaş ilan etmesi ile mümkün olmuştur. Irak’ın arkasında olan güçler en sonunda Irak’ı da işgal ederek orada ki Baas iktidarını da sonlandırmıştır. Baas iktidarını sonlandırırken Kuveyt petrollerin tek sahibi ve kontrolü Amerikan şirketlerin eline geçmiş olması tesadüf değildir. Zengin Kuveyt Araplarının batıda ki göze batan lüks yaşamları bu işgal ile ortadan kalmıştır.

Yunanistan Ege Bölgesinden çekilmesine sebep olan atacak kurşunlarının ve silah sevkiyatlarının olmamasından kaynaklanmıştır. İngiltere Yunan kralını yarı yolda çıplak olarak bırakmıştır. Elbette Türkiye Sovyet bloku ile batı dünyası adı verilen başka İngiltere sonra Amerika çıkarlarına ve elbette Sovyet çıkarlarına uygun olarak yeniden yaratılmıştır, tıpkı İran, Pakistan gibi…

19 Mayıs günü Samsun’da ayak basan yeni cumhuriyetin kurucu kadrosu İngiliz liman görevlisinin onayı ile Samsun’daki limandan şehre doğru çıkmıştır. Onların şehre giriş izni ise İstanbul’da seyahat etme konusunda seyahat etme belgesini düzenleyen İngiliz işgalci güçler komutasının izin belgesidir... Elbette Çanakkale’de öne çıkarılan bir ismin yeni devletin kurucusu olarak imtiyazlı seyahati önceden bilecek kadar öngörülüdür işgalci güçler… tarihte hiçbir şey tesadüfler ile açıklanamaz, onların oluşum süreci daha önceden başlamıştır, sadece son aşamada kişilerin yetenekleri tarihin seyrini belirlemiştir. Çanakkale’de yenilen Churchill, ikinci dünya savaşının kahraman olması tesadüfi değildir, çünkü o derine çok iyi çalışmış ve yenilgisinin sonucunda ne yapmaması gerektiği ve sabırlı olmayı öğrenmiştir.

İktidarlar, şirketlerin sermayenin çıkarları yönünde biçimlendirilir. Bugün ülkenin yönetimi şirketlerin çıkarlarına uygun politika üretmeyen partilerin çöplüğü ile doludur. Seçimler ve parlamento parası olanları ve parasını yatıranların karşılığını aldığı bir lobi yapılanması gibidir. Parasızların seçimlerde görünür olması bugün ki seçim sistemi içinde mümkün değildir.

Bir ulusun bağımsızlığı (ulus devleti içinde) ancak o ulusun şirketlerinin güçleri ve özgürlükleri kadardır.

İsmail Cem Özkan



15 Mayıs 2018 Salı

Montserrat Özgürlüğün Bedeli


Montserrat Özgürlüğün Bedeli

Venezüella İspanya sömürgesi altındadır, tıpkı diğer Latin Amerika ülekleri gibi. Gerçi ülkeler henüz ülke olduklarının bile farkında değildi, çünkü sömürgeler tarafından parçalanmış, her türlü değerli olanın Avrupa’ya taşındığı yıllardı. Binlerce yıllık birikimleri yok sayılmış, eritilip yağmalanmıştı. Her zenginlik külçe altına dönüştürülüyor, vahşetlerine din maskesini geçirmişler, fakirleşen halkın elinde İncil bırakırken toprarkaını, akarsularını ve içinde ki zenginlikleri alıyordu.

Elbette her baskının direnişi olacaktır, ilk direnişi kimler yaptığı hala bilinmez ama zafere ulaştıranlar tarih kitapları yazar. Özgürlük mücadelesi veren Simon Bolivar işgalci konumunda olan İspanya’dan kurtuluş mücadelesi vermektedir. Yaralanmıştır, hatta İngilizlere sığınmayı bile düşünmüştür ama İspanya sömürgecisi içinde yer alan bir İspanyol generalin yardımı ile halkı ile kucaklaşacaktır ve kaldığı yerden mücadeleye devam edecektir.

İspanyolca “El Libertador” “kurtarıcı” adı verilen Simon Bolivar’ın bu kaçış sürecinde ona yardım eden İspanyol asker deşifre olmuştur.

Deşifre olan asker sorguya alınacaktır. Sorgu odası aynı zamanda işkence ile ün salmış, insanları diri diri toprağa gömmek ile övünen bir özel harekat askeri birliğinin komuta odasıdır. Özel birlikler, özel operasyonlar için tutulmaktadır.

Odanın içinde askerler, geçen akşam yapılan toplantının sonrasında gelişen olayları değerlendiriyor. Komutan içlerinden bir “hain”in olduğunu söylemektedir. Hain ve kahraman kavramının kime göre olduğu ve hangi gerekçeler ile doldurulduğu bir soruşturmanın ortasında kendimizi bulacağız.

Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro ASD Mert Kırlak'ın yönettiği "Montserrat-Özgürlüğün Bedeli" oyunu İstanbul Şehir Tiyatroları “Genç Tiyatro” günleri içinde Kadıköy’de izleme şansım oldu. Okuduğum kaynaklara göre 4. sınıf öğrencileri sahnede performanslarını sergilediler.

Oyunu izlerken daha önce izlediğim değişik yorumları kafamın içinde dolandı, ister istemez karşılaştırmalar oldu. Bir tiyatroda başarı neye göre değerlendirilir sorusu bir çok yazımda dile getirdim.

Tiyatro bir çok sanat dalının iç içe geçtiği ve bir biri ile ilişki içinde olan, bir birini etkileyen, birinin eksik yorumlanması oyunun yorumunu baştan etkisiz kılabileceğini her daim düşündüm.

Bu oyunu izlerken öğrencilerin başarısını büyük keyif içinde izledim. Gerçi konu büyük bir trajedidir. İnsanlık suçunun sahnede sorgulanmasıdır…

Oyuncular yönetmenin kendilerine verilen rolü en iyi şekilde yerine getirdiğini düşündüm ama sahne düzeni (dekor tasarımı), ışık ve müzik konusunda aynı performansı göremedim. Oyun boyunca sabit ışık ve sahnenin bir çok bölümünde kalan gölgeler oyuncuların performansını gölgeledi ne yazık ki, başlangıçta ki müziğin sesinin çok yüksek olması oyuncuların seslerini müziğin altında kalması onları zor durumda bıraktığını izledim. Çünkü gereğinden fazla bağırdılar ama müziğin altında kaldılar. O bağırmada seslerin bir biri ile uyumsuzluğu beni açıkça rahatsız etti, oyun ilerledikçe oyuncular seslerini daha rahat kullandılar.

Sahne düzeni beni açıkça hayal kırıklığına uğrattı. Gereksiz olarak sahne önüne bırakılmış sandıklar oyuncuların hareket alanı daralttığı gibi, ölüm sahnelerin de görünmez kıldı. Sandıkların arkasında ölü bedenler, ne için oradalardı?

Bir odada her türlü işkenceye karşı direnecek şekilde eğitilmiş bir askerin ağzından laf almak için uygulanan psikolojik işkence ve o histerinin sonucu oluşan olaylardan haberi olmayan masum insanların işkencenin bir parçası haline getirip ölüme doğru yol almaları… Oyunun can damarları ne yazık sahne düzenin içinde yok olup gitti… Ölüm, vahşet ve işkencenin sonucunda direnen insan, ölüme doğru koşarcasına giden insanların son dakikaları. Silah sesleri, kan ve şarabın iç içe geçmiş hali, boğulma sahnesi, tecavüz… Tecavüz sahnelerine gereğinden fazla önem verilmiş gibi geldi. Kadınların işkence altında birer seks objesine dönüşümü, onun bakireliğinden yararlanama adına ayrılması ve dinin bakire Meryem düşüncesine gönderme adına din adamı tarafından vurulması. Dinin sömürge adına kullanımı ve yorumu…

En son olarak kostüm tasarımı, dekor tasarımını bütünleyecek şekilde sanırım seçilmiş. Özel birlikler operasyona gitmeden dağ kıyafetlerini giymezler. Onlar işkenceci askerler, daha rahat kıyafetler içinde olurlar. Ama sanki her an operasyona giden askerler olarak düşünülmüş, sahnede zincir bolluğu vardı. Zincirlin hareketi sırasında çıkan sesler oyuncuların sesini bastırmaktaydı zaman zaman…

Oyuncular öğrenciydi ve profesyonel sahnelere hazır halde gördüm. Okul bitecek ve diplomalı oyuncu olacaklar. Okulda adlıkları eğitimlerin önemli bölümünü unutacaklar ve yeni alışkanlıklar kazanacaklar. En azından sahnede ki oyuncu arkadaşının canını daha az acıtacaklarını düşünüyorum. Gereğinden fazla abartılı oyunculuğu yerini daha sakin, daha rahat ve geniş sahnelerde her oyuncu diğer oyuncuyu kollayan, koruyan ve oyunun akışını kolaylaştıran bir ustalığa ulaşacaklardır.

Her başlangıç hatalar ile başlar… Ustalık seviyesine doğru atılan adımlar için bu hatalar önemlidir, çünkü hata yapmadan öğrenilmez. Bilerek ve isteyerek hatalar eğitim sırasında öğrencilerin önüne konur, öğrenci o hatalardan ders alarak en dar alanda en iyi performansı vermesi beklenir. Eğitim amaçlı konan bu okul bitirme sanırım projesini ben başarılı buldum, öğrencileri sahnelerde usta oyuncu, yönetmen ya da tiyatronun her hangi bir alanında çalışan emekçi olarak görmek umuduyla…

İsmail Cem Özkan

4 Mayıs 2018 Cuma

Elektra


Elektra

Troya savaşı belleklere o kadar çok şey kazımış ki, antik Yunan Tiyatrosu ve yaşamı o savaşın izini uzun süre üzerinden atamadığı gibi günümüze kadar taşımış. Elektra kaç defa sahneye taşındı, kaç defa seyirci tarafından alkışlandı, kaç dilde, kaç ülkede, kaç sanatçı hayat verdi bilemiyorum. Devlet Tiyatrolarının sahnesine Işıl Kasapoğlu yönetiminde yeniden taşınmış.

Günümüzde sansürün ve otosansürün açıkça uygulandığı zamanda suya sabuna ve günümüze dokumayan oyunlar salonlarda alkış bekliyor… Her ne kadar oyun içinde bırakılan bazı replikler bugüne dair mesajlar taşımış olsa da oyunun akışı içinde hemen buharlaşıyor, çünkü rahatsız etmeden, rahat yaşamanın koşulları aranıyor… Aslında sahneye konan oyunlar kadar sahneye taşınması da ironiktir bana göre bir çok şey gibi…

Troya savaşından zaferle dönen Yunan Komutanı Agamennon’un öldürülmesi olayından birinci derecece sorumlu olan karısı Klytaimnestra ve onun sevgilisi Aigistos sarayı ve ülkeyi beraber yönetmektedir. Babasının intikamı için yanıp tutuşan Elektra ise esaret altında bir yaşam sürmektedir. Babasının öldürüldüğü gün ve karmaşanın halim olduğu zamanda küçük yaşta plan kardeşi Orestes’i çok güvendiği komutan Lala’ya emanet etmiştir. Elektra, Orestes’in bir gün yurda dönüp babasının intikamını alacağı umuduyla yaşıyordur. İsyan etmektedir ve her gün ağlayarak geçirmektedir, babasının acısını sürekli canlı tutmaktadır.

Olayların örgüsü Elektra etrafında dönmektedir. Elektra, sarayda annesi ve aşığının baskısı altında yaşamasına rağmen, sabah akşam korkmadan, babası için feryat ettiğine şahit oluyoruz. Bunun yanında, küçük kız kardeşi Krysothemis’nin de Elektra’dan farklı bir yapıya ve düşünceye sahip olduğunu  anlıyoruz. Ablasının tersine, isyan yerine var olan koşullardan yararlanmak ve ondan gibi gözükerek intikam için zamanın gelmesini beklemenin daha anlamı olacağını vurgulamaktadır. ‘Keskin sirke küpüne zarar verir.’ atasözünü sanki doğrulamaktadır. Boyun eğmektedir, çünkü güçlü, güçlü olduğu sürece istediğini yaptıracak ve gereksiz acı yaşamasına sebep olacaktır. İsyan, güçlü olunmadığı sürece ona göre anlamsızdır…

Elektra, genel hatlarıyla başkaldırışı, mücadeleyi, haksızlıklara boyun eğmemeyi simgeliyor. İntikam için Elektra; kız kardeşi yerine, küçük olan erkek kardeş Orestes’e muhtaçtır, o gelecek ve erkekler dünyasının intikamını bir erkek alacaktır. Kızlar ve erkeklerin rolleri nettir o dönemde. Antik zamanda cinayete teşviki kadınlar yapıyor, erkekler o cinayeti işleyen birer cellat görevini görüyor…

Klytaimnestra neden kocasını öldürttüğünü kızı Elektra’ya anlatır. Çünkü babası Agamennon, kendi öz kızı olan (Elektra’nın ablası) İphigenia tanrılara kurban verilmiştir. Kısaca baba kızını öldürmüştür. Savaş tanrısı öyle istedi diye öldürmüştür ama Klytaimnestra ölümünde haksızlık görmektedir, çünkü savaş onun savaşı değildir ve kuran kendi kızı olmaması gerekmektedir. Ama Klytaimnestra’nın itirazına rağmen öldürülmüştür. Acısı içindedir ve fırsatını bulduğunda öldürecektir, kendine bu acıyı yaşatanı. Fırsat Troya savaşı sırasında oraya çıkmıştır. Aigistos’un aşk çağrısına yanıt vermiştir, onu bir cellada dönüştürecektir. Hem kocasından kurtulacak hem de kızının öcünü alacaktır. Savaş sonrası limana gelen kocasını bir şenlik sırasında Aigistos öldürecektir. O günden sonra ülke ikisinin yönetimi altındadır. Tam yedi sene iktidar koltuğunu cellat yaptığı yeni sevgilisi ile paylaşacaktır.

Bir gün davetsiz bir misafir gelir.

Kılık değiştirmiş Lala haberci gibi gelir. Orestes’in önceden planladığı oyunu hayata geçirir. Bir anlamda Trova atıdır.

Lala, Orestes’in öldüğünü müjdeler gibi sarayda bulunanlara verir, o onuru ile ölmüştür, yeteneklidir kazanmakta olduğu bir yarışta sön dönemecinde bir kaza sonucu ölmüştür.

Bu haberi duyan Klytaimnestra uzun bir konuşma ile üzüntüsünü sevincine katar, artık kimse onu öldüremeyecektir. O zaferini ‘şimdi’ ilan etmiştir, her ne kadar kocasını öldürdükten sonra iktidarı ele geçirmiş olsa da…

Bu haber karşısında tüm umudunu kaybeden Elektra yıkılır. Kardeşinin arkasından ağıt yakar. Babasının intikamını almak hayali düşmüştür, yerini teslimiyet alacaktır, çünkü annesini kendisi öldürecek gücü yoktur, acı haberi aldığında Lala’nın belinden aldığı bıçak ile boğazına doğru hamle yapsa da başarısızdır. O katil değildir, intikam ateşi bıçağın yere düşmesi ile bitmiştir.

Aynı gün, elinde kül dolu vazo ile bir genç gelir, yabancıdır. Aslında gelen Orestes’dir. Beklenendir ama artık beklenmeyendir. Ama ölüm haberi ile yıkıntının üzerine gelmiştir. Ablasının yıkılmış haline şahit olur. Orestes artık gerçeği açıklamak zorunda kalır. Bütün umudunu kaybeden Elektra yeniden doğmuştur. Babasının intikam ateşi kor halden yeniden alevlenmiştir. İntikam saati bugündür ve intikam alınacaktır.

Annesinin yerini söyler, annesi yalnızdır. Aigistos sarayda değildir. Orestes hemen annesini öldürmeye gider. Ölüm sestir, ses sessizliğin parçalanması anlamına gelir. Bir özlemdir, kavuşmaktır.

Aigistos gelir, habersizdir. Tek duyduğu şey Orestes’in ölümüdür. Sevinçlidir. İktidar koltuğu artık sağlamdır, intikam çağrısı son bulmuştur. Elektra biat edecektir. Güç karşısında hangi kadın artık direnebilirdi ki?

Aigistos’u başka bir gerçek karşılayacaktır. Uğruna adam öldürdüğü sevgilisinin cansız vücudu ile karşılaşacaktır. Ölümü Elektra’nın kız kardeşi Krysothemis elinden olacaktır. Ve kadın elini cansız bir bedene dokunacaktır, son nefesini alırken…

Oyun beyaz ve sanırım on derecelik bir eğimli olan platform üzeride geçiyor. Oyunun iç konuşmaları açılan ve kapanan zeminden yukarıya doğru kalkan bir platform kapağı üzerindedir. Üst tarafında her açılan kapağın üstüne denk gelecek şekilde beyaz perde asılmıştır. Her perde bir anlamda bölümleri ve geçişleri de temsil etmektedir. Troya savaşından dönen gemilerin yelken bezidir… Sahne arkası beyaz perde gerilmiştir, her bölümün içeriğine uygun renk değiştirmektedir. Sahne yanlarına gerilmiş perdeler paraleldir ve ararlından ışık ile oyuncular aydınlatılmaktadır. Bir gemi güvertesidir bir anlamda… Savaş, savaş sonrası limana sığınma ve o limanda işlenen bir cinayet ve Elektra’nın babasına duyduğu özlem…

Freud bu olayı yorumlarken “Elektra Sendromu” adını vermiştir.

“Ey asil ailelerin kızları!
Acımı avutmak için buraya geldiniz;
Biliyorum, anlıyorum, gözümden
Bir şey kaçmıyor, ama vazgeçmiyorum,
Zavallı babama ağlamaktan kendimi alamıyorum.
Fakat siz ki dostluğuma her türlü
Sevgiyle karşılık verdiniz
Bırakın beni bu deliliğime,
Size yalvarıyorum.”

“Elektra Sendromu”, küçük yaşta kız çocukların babalarına karşı fazla cinsel bir yakınlık hissetmeleri, bunun sonucunda da anne tarafından dışlanarak kendilerini hayattan soyutlamaları olarak tanımlanmaktadır. Bu hastalığı yenmenin en kolay ve en etkili yolu ise, annenin kızı ile ilgilenmesi ve böylelikle kız ile anne arasında bir bağ oluşturmaktır.

Öyküde anne kızına karşı ilgisizliği onun sonucunu doğurmuştur. Uğruna savaştığı doğruları sessiz bir bedene dönüşmüştür.

Oyunda kullanılan müzik oyunun ruhunu yansıtıyor ve zamana doğru yolculuğa çıkmamıza da sebep oluyor, çok başarılı buldum. Koro ve özellikle gözyaşları ile Elektra’ya eşlik etmeleri müthişti. 

Özlem Öçalmaz, Elaktra rolü ile zor olanı başarıyor. Sürekli göz yaşları içinde, inlemeleri ve sevincini doyasıya yaşaması anında ki mimikleri ile sahneyi dolduruyor. Elbette yönetmenin istediğini düşündüğüm sahne de konumlanışını ve sesini kullanımını da başarılı buldum. Bir oyunda bir baş oyuncu önce çıkıyorsa eğer onu ortaya itekleyen arkasında bulunan oyuncular ve onların performansıdır. Onlarsız zaten istediğiniz kadar yetenekli olun, usta olun sahnede gölgede kalırsınız, o yüzden oyunda yer alan tüm sanatçıları başarılı buldum.

Fırsatı olanın klasik bir yunan trajedisini izlemek isteyenin, orijinalinde olduğu kadar çağdaş yorumunda da başarıyı yakalamış oyunu izlemelerini öneririm… bir eser yüzlerce yıldır okuyucusuna, izleyicinse mesaj veriyorsa o erin kurgusunda ki başarıdır. O kurgu bugün dahi hala canlı ve bize sesleniyorsa yazarının ustalığı kadar yönetmenin yeniden yorumlamasında ki ustalığında da gizlidir. O gizi gidin gözleriniz ile görün…

İsmail Cem Özkan



Elektra
Yazan : Sophokles
Çeviren : Zeynep Avcı 
Yöneten : Işıl Kasapoğlu
Dekor Tasarımı: Hakan Dündar
Kostüm Tasarımı: Nalan Alaylı
Işık Tasarımı: Cem Yılmazer
Müzik: Alper Maral
Dramaturg: Onur Erbilen
Yönetmen Yardımcısı: Fikret Urucu
Oyuncular: Fikret Urucu, Özlem Öçalmaz, Uzay Gökhan Irmak, Kübra Tektaş, Tolga Pancaroğlu, Melisa Akman
Koro: Sibel Ferlibel, Ece Akeren, Simge Ayvazoğlu, İlda Özgürel, Deniz Keresteci, Kerime Obenik
Kontrtenor: Nuri Harun Ate
Asistanlar: Gökhan Bozkurt, Yasemin Taş
Sahne Amiri: Emre Emin Aravi
Kondüvit: Armağan Çartık
Işık Kumanda: Hakan Çağlı
Dekor Sorumluları: Yoldaş Boztepe, Bayram Şahin
Aksesuar Sorumlusu: Erdinç Aksoy
Kadın Terzi: Nur Buket Kaplan
Erkek Terzi: Zeki Kürkçü
Kostüm Asistanı: Burcu Melek Bozan
Perukacı: Belkıs Balaban
Mekanik Sorumlusu: Ali Yılmaz


28 Nisan 2018 Cumartesi

Nora (Bir Bebek Evi)


Nora (Bir Bebek Evi)

Perdeler açıktır, sahne önceden düzenlenmiş ve seyircinin koltukları doldurmasını beklemektedir. Sessizce bekleyiş sahnenin içinde ikinci sahne olarak konumlanmış. Ayrı bir platform içinde bir salon gözükmektedir. Salona açılan ayrı bir koridor, dış kapıya doğru gidiş hissi vermektedir. O duvar yönünde dış kapıyı gören bir pencere ve pencere önüne birikmiş kar birikintisi hissi.

Salonun bir köşesinde çam ağacı altında hediyeler ile Noel kutlamasını beklemektedir. Noel ağacı gibi bizlerde oyuncuların salonda yerini almasını beklemeye ve başladık… Sessizlik olacak biraz sonra, oyuncuların sesi dolduracak salonu. Önyargısız ya da daha önceden okunmuş tanıtım broşürü etkisi ile önyargı bir bekleyiş…

Evin hanımı kapıyı çalar ve eve elinde hediyelik eşya kutuları ile girer. Evin kapısını hizmetli açmıştır. İlk anda o evin bir küçük burjuva evi olduğu izlenimi vermektedir. Mutlu bir aile tablosu içinde efendisine şirin gözüken bir kedi gibi olan evin hanımı aldığı hediyeleri eşine göstermektedir. Eski ile gelmekte olanın arasındadır. Ekonomik krizleri ortadan kaldıracak yeni bir görev, geçmişin acılarını ortadan kaldıracak ya da yüzleşme kaçınılmaz olacaktır. Her kırılma süreci belirsizlikler ile başlar, her şey beklenildiği gibi gitmeyebilir…

Ortada bir illüzyon vardır ve bizler bu illüzyonun içinde doğru yolculuğa çıkacağız. Nora’nın yönlendirmesi ile bakacağız olaylara. Onun gözünden onun hissinden… O bizi öyle bir şekilde yönlendirecek ki, olayların gelişim süreci içinde hangi olay hangi sonucu doğuracağını baştan hissetmemize neden olur ama sonuç bir sürprizi barındıracaktır. O sonuç ile yüzleşmek kaçınılmazdır, kaçınılmaz olanın gelişim sürecini ince ince işlenen bir kurgu ile bizi sürükleyecektir.

Nora ile kocası Helmer arasında ki ilişki oyunun başından itibaren farklı bir şeyler olduğu hissini vermektedir. Aralarında bir mesafe vardır, sahibinin küçük kedisine davrandığı gibidir. Bu arada dikkatlerden kaçmayan şey ise Nora hareket alanı sınırlıdır, hiçbir zaman eşinin odasına girmemektedir. Helmer misafirlerini odasında ağırlarken hiçbir görüşmesini salona taşımamaktadır.

Nora’nın bir sırrı vardır o sır yıllar sonra ortaya çıkacaktır arkadaşı onu ziyaret ettiğinde. İşsiz kalmış, annesini kaybetmiş arkadaşı Christine yıllar sonra onu bir Noel öncesi ziyaret edecektir. o ziyaret Nora’nın geçmişine kısa bir yolculuktur aslında. Babası ile olan ilişkisi ve eşi ile olan ilişkisinin saklanan sırrı ortaya çıkacaktır. Nora’nın babası ve eşi ile olan ilişkisinde paralele olan davranışlar ortalığa serilecektir.

Babaların kızları ya iyidir ya kötüdür. İyi kızlar sessiz, itaatkar, sadık ve fedakardır. İyi kızlar kuralları çiğnemez, yalan söylemez, babasının istemediği şeyleri yapmaz. Babası kızında bu özellikleri arar ve takdir eder. İyi kızlar büyüdüklerinde de koca evinde aynı biçimde davranmalıdır.

Baba evinde öğrendiğini koca evinde de devam ettirecektir. O babalarının ve kocasının sevdiği uysal bir kedidir. Aslında o kafes içinde yaşayan bir kuştur. O kafesi parçalamak için hiçbir şey yapmamıştır, sadece öğrendiklerini hayatına uyarlamıştır. Düşünmemiş ve sorgulamamıştır.

Babasının son günleri başlarına kötü bir şey gelmiştir, kocası güney ülkelerinin birinde tedavi görmesi gerekmektedir ve paraları da yoktur. Babasından aldığını söylediği bir borç ile o doktorların söylediği yere gitmiş ve kocasının sağlığına kavuşması için her türlü özveriyi göstermiştir.

Christine bu tedavi sürecinde borç olayının aslını öğrenecektir, çünkü Nora arkadaşından sır saklayacak değildir, Christine’nin kışkırtası karşısında savunmaya geçerek gerçeği açıklar. Aslında borcu babasından değil bir tefecilik yapan Krogstad almıştır.

Olaylar geçmişte tanışmış olan bu bireyleri bir Noel öncesi yeniden karşılaştıracak ve yüzleşme Nora için kaçınılmazdır.

Helmer yeni görevi banka yöneticiliğidir. İlk iş olarak çalışma arkadaşlarını belirleyecektir. Yıllar öncesinden tanıdığı ve hoşlanmadığı Krogstad’ı işten çıkarmak ile işe başlamak istemektedir. Fakat yerine kimi alacağı henüz belli değildir. Nora’nın arkadaşı Christine bu işe talip olur ve Nora’nın istemesi sonucu Helmer’den oluru alır.

İşten atılacağını öğrenen Krogstad bu girişimi önlemek adına Nora ile konuşmaya gelir ve aba altından sopa gösterir. Aralarında ki sırı açıklayacaktır. O sırda başka bir sır da vardır, çünkü babası adına imzayı Nora atmış ve babasından öğrendiği tüm öğretileri çiğnemiştir. O artık “iyi” kız değildir. Kocasının “iyiliği” için öğretilerini çiğnemiştir. Bu bir tür yalandır, kocasının ardından iş çevirmektir. Ama böyle söylenmesi ve yapılması gerekmiştir.

Nora yasalar karşısında suçlu olabileceğini hiç düşünmemiştir. Ama Krongstad ile konuşmasında bu gerçek ile karşılaşacaktır. Nora, aslıda sadece kocasının iyiliğini düşünen bir eş olarak doğru yaptığını düşünmektedir; böyle bir durum karşısında yasaların onu cezalandırma olasılığını da anlayamayacaktır.

Yaptığının ortaya çıkması olasılığı karşısında önce intiharı düşünse de daha sonra kocasının kendisini kurtaracağına inanır; fevkalade bir şey olacak ve kocası tüm suçu üzerine alacak diye umut etmektedir.

Evlilikleri boyunca ciddi hiçbir şeyi paylaşmamış olduklarını kocasının tavrının beklediği gibi olmayacaktır. O kocasının gözünde evindeki porselen bebeklerden ve hatta kendi çocuklarından hiçbir farkı olmadığını anlayacaktır –aslında, babasının oyun evinden kocasının oyun evine transfer olmuştur. Bir erkeğin elinden başka erkeğin eline düşmüş bir oyuncak gibi hissetmektedir.

Kurgu içinde iki ayrı kadının yaşamı da Nora’nın gerçekliğine bir ayna işlevi görecektir. Birisi dadısıdır, diğeri arkadaşı Christine’dir.

Dadı, kendi kızını bırakıp Nora’ya annelik etmek zorunda kalmıştır. Christine kendi seçtiği erkekle değil, annesine ve erkek kardeşlerine bakacak koşulları sağlayacak bir erkekle evlenmiştir. Eşi öldükten sonra da çalışmak zorunda kalmıştır. Sevdiği adam olan Krogstad’ı bulmak umuduyla gelmiştir aslında Nora’nın yaşadığı şehre. Kader onları bu şekilde karşılaştıracaktır. İki kadın da hayatın zorluklardan olabildiğince nasiplerini almışlardır.

Olaylar Nora’nın davranışı üzerinde de baskı yapmaktadır. Aşırı gergindir. Konukları için hazırladığı dans gösteriminde ki aşırı coşku salt içinde bulunduğu krizden değil, ataerkil aile ve toplum düzeninde kendini, kendi kişiliğini bulamamasından ve bağımsız bir birey olarak gelişememesine neden olan baskı ve bastırılmışlık duygusundan kaynaklanır.

Helmer, Krogstad’ın Cristine’nin etkisiyle şantajdan vazgeçtiğini bildirdiği ikinci mektubunu okuduktan sonra, daha önce yalancılık, düzenbazlık, ikiyüzlülükle suçladığı Nora’yı hemen “bağışlayıverir”, bağışlanması gereken oymuş gibi. Üstüne üstlük bu “bağışlayıcılığın” kendine kattığı erkekçe güven duygusunu şöyle dile getirir: “Tam da bu kadınca çaresizlik seni benim gözümde iki kat çekici kılmasaydı bana da erkek mi denirdi” .

Helmer, onun bunu yapmaya hakkı olmadığını anlatmak için “Sen her şeyden önce eş ve annesin,” der.

Nora karşılık verir: “Ben artık buna inanmıyorum. Bence her şeyden önce
insanım—tıpkı senin gibi—en azından bundan böyle insan olmaya
çabalayacağım” Çocukluğunda ve genç kızlığında babasının gözünde nasıl bir oyuncak bebek idiyse, onun (kocasının) gözünde de öyle olduğunu, onların yüzünden bir şey olamadığını söyler. Ancak kocasıyla ilişkisinde kendinin de üstlenmediği bir kişilik sorumluluğu olduğunu, hep onun isteklerine göre davrandığını kabul eder.

Son sahnede Nora kendisine yüklenen rolün maskesini atıp “kendi” yüzü, “kendi benliğiyle” kaldığını görürüz. Bu benliğin içindeki bağımsızlık dürtüsü Cristine ve Krogstad ile konuşmalarında, daha önemlisi, gizlice de olsa kotardığı her işte bellidir; ansızın ortaya çıkmamıştır. Yalnızca dönüşüme uğramış ve keskinleşmiştir.

Özgürlük insanı var olmak yerine kendini yaratmaya zorlayan hiçliktir. “İnsan gerçekliği için var olmak kendini seçmektir”. Nora bu varoluş  sürecinin sonunda, Helmer’in ne denli bencil, ne denli küçük bir adam olduğunu görüp yetişkin bir insan olmaya çabalaması gerektiğinin bilincine vararak gelmiştir. Bu da Helmer’in  koruyuculuğunu yitirmesiyle ve haksızca, acımasızca da olsa, Helmer’in  ilk kez onu yetişkin insan gibi bir davranışından sorumlu tutmasıyla gerçekleşmiştir.

Sahne düzeni sahne içinde sahnedir. Son sahnede kar altında son bakış için o sahne içinde sahne olarak kurgulanmış diye düşündüm. Işık daha fazla duvarları aydınlatıyordu, zaman zaman oyuncuların mimiklerini sadece seslerinden anlayabiliyordum, karanlıkta kalmıştı. Geniş bir sahnenin küçük ve orta yerine yerleştirilen platform içinde oyuncuların hareket etmesi ve bir biri ile buluşmaları önünde koltuk ve diğer sahne üzerinde ki dekorun gölgelediğini ve kapattığını düşündüm. Klasik bir bir tiyatroya yeni yorum katmadan sahnelenmesini düşünmüş yönetmen ama en azından kendisince yorum katarak daha dinamik bir şölene dönüştürebilirdi. En azından ikinci sahnede ki dinamizm ilk sahnede de olabilirdi, çünkü verilen arada bir çok seyirci salondan ayrıldığını gördüm… Şehir tiyatroları olanakları ile daha farklı bir şeyler olabilirdi diye içimden geçirmedim değil, elbette her şeyin başı bütçe ama kurumsallaşmış bir tiyatroda bütçe ve harcamalar önceden hesaplanır ve en minimalden daha göze hitap edilen bir şeyler çıkabilirdi… elbette yönetmenin tercihi oyuncuların da ustalıklarını göstermesinin önünde perde olmuş da olabilir, çünkü bazı sahnelerde ki abartılar, bazı bölümlerde ki duygusal geçişler en azından seyirci koltuğunda bana ulaşmadı..

Ibsen’in tanınması açısından, en çok ses getiren oyununun bugünün Türkiye’sinde sahneye konması çok kıymetli. Ayrıca, Nora’nın dönüşümünü gören seyirci, kendi hayatına şöyle bir dönüp bakacaktır diye düşünüyorum.

İsmail Cem Özkan


Nora (Bir Bebek Evi)
Yazan: Henrık Ibsen
Çeviren: Jale Karabekir - Feride Eralp
Yöneten: Ali Gökmen Altuğ
Dramaturg: Gökhan Aktemur
Müzik: Tolga Çebi
Sahne Tasarımı: Eylül Gürcan
Görsel - Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş
Efekt-Ses Tasarımı: Hamza Değirmenci
Yönetmen Yardımcısı: Gülce Çakır - Çağlar Ozan Aksu
Oyuncular: Berna Adıgüzel, Canan Kübra Birinci, Cengiz Tangör, Hakan Arlı, Mert Tanık, Nurdan Gür,Yeşim Koçak



22 Nisan 2018 Pazar

Carmina Burana

Carmina Burana

Gelenekselliğin hala canlı bir şekilde yaşadığı diyarlardır Bavyera eyaleti. Her ne kadar başkenti Münih sosyal demokrat yapısı ağırlıkta olsa da kırsal bölgeye doğru geçildikçe geleneklerine bağlı ailelerin ağırlığı hissedilir. Carl Orff’da geleneklerine bağlı bir müzisyen aile içinde yetişmiştir. İlerleyen zamanlarda onu tanıyanlar; onu bir müzisyen değil de bir Katolik rahibi olarak düşündüklerini dillendirmişler.

Elbette geleneklerine bağlı bir insan geçmişin tozlu rafları arasından bugüne dair seslenecek şeyler arar, çünkü onun içinde bulunduğu kültür onu ister istemez kütüphanelere sürükleyecektir. O bir müzisyendir ve hayata notların perspektifi içinden bakmaktadır.

İçinde bulunduğu aile yapısı ve çevresi ona notların evreninden dünyaya bakan bir pencere açmıştır, o hayata o pencereden bakacaktır. Elbette her sanatçının hayalidir çalıştığı alanda en iyi ürünü ortaya çıkarmak. Elbette her sanatçı adayı bilir, ‘pişmeden’ gerçek ürün ortaya çıkaramaz. Olanak verilirse, o olanaklar içinde sanatçı eserini ortaya çıkarır ve halkın beğenisine sunar. Carl Orff şanslıdır ve olanağa sahiptir.

Kafasında birikmiş notalar vardır, dinamiktir, gelenekseldir, gelenekselliği aşandır aynı zamanda… Kafada biriken ve düzensiz halde duran notaların bir hizaya girmesi için sözlere ihtiyaç vardır. Onun kafasında ki notalar ileride bulacağı sözler üzerine yükselecek ve kantant olarak tanınacaktır.

Bavyera Devlet kütüphanesinin tozlu raflar arasından bir şeyler sanki Orff’a fısıldar. 12 ve 13. yüzyıla ait el yazmaları gün yüzüne çıkmak ister gibidir. Kütüphanenin raflarına Münih şehrinin güneyindeki Benediktin manastırından gelmişlerdir. Bu koleksiyon Bavyera Alpleri’nde Benedikt’in papazlarına ait bir manastırda 1803 yılında bulunmuştur. Bu şiirler karışık bir biçimde eski Almanca, Latince ve eski Fransızca öğrenci şarkılarını, gezginci ozanların dizelerini kapsamaktaymış. Konuları ise ölüm korkusu, günahlar, zevk, eğlence, bahar, talih gibi dünyevi konularmış, dedikodu olmasın ama çok da müstehcen derler, bu yüzden papalık kurumu tarafından hiç hoş karşılanmazmış…

Bu metinler, muhtemeldir ki 13. Yüzyıl goliardik repertuarın Latin seküler şiirlerinin en önemlilerini oluşturur. Eserdeki şiirlerin nerede ne zaman hangi şartlar altında, kimler tarafından yazıldığı hakkında bilgi yoktur. Metinler genellikle bu ortak dil ile yazılmasına karşın, bazı şarkılarda Almanca kökenli dizelerle karşılaşıyoruz hatta bazılarında Alman şairlerin dizeleri de karşımıza çıkıyor. Gezgin şarkıcıların söylediği şarkılarla coşup dans eden ve iyi Latince bilmeyen halktan insanların bu tür Almanca dörtlükleri kolaylarına geldiğinden bu dizeleri ekledikleri tahmin ediliyor. Almanca ve Latince dizeler yapı bakımından örtüştüklerinden özgün melodiye uyarlamakta da sorun çıkmıyormuş. Saray Devlet kütüphanesinde çalışan bilgin ve kütüphaneci Johann Andreas Schmeller, eserin tamamına Benediktbeuren’den Şarkılar anlamına gelen Carmina Burana adını vermiş ve 1847 yılında ilk kez kitap haline getirerek geniş okuyucu kitlesine sunmuş.

Yıllar üzerinden geçtikçe var olan popüler olanlarda unutulur, geniş halk kitlesi anlayabileceği ve daha popüler olana yönelir. Kütüphane rafları arasında Carmina Burana eseri yeninden keşfedilmeyi bekler. O bekleyiş 1930’lu yıllarda son bulacaktır. Ortaçağ ve tiyatro bilgisi ile Carl Orff’un kafasındaki notlar bu bulduğu eserdeki sözler üzerine oturacaktır. “Carmina Burana” hayat bulacaktır.

Ortaçağ müziğiyle çok yakından ilgilenen Alman Besteci Orff, tüm bunları ses solistleri, koro ve orkestra için düzenlemiş ve çalgıları -tıpkı eski çağlardaki gibi- insan sesini desteklemek düşüncesiyle kullanmış…

Eski Almanca ve Latin sözlerinden oluşan metinler bugün dahi bir çok popüler kültürde ve reklamlarda kullanılan tanınmış eser 1936 yılında ortaya çıkacak ve dönemin Führer’i Hitler önünde İlk kez 8 Haziran 1937'de Frankfurt Operası’nda sahnelenecekti. Bilinen gerçek Hitler’in severek dinlediği bestecilerden birinin Richard Wagner diğerinin Carl Orff olduğudur.

Ey talih,
ay gibi
değişkensin,
hep büyüyen
ve küçülen;
menfur hayat
önce zulmeder
sonra teselli eder,
zihnin görüşüne göre;
fakirlik
ve kudreti
buz gibi eritir.
Talih, canavar
ve boş,
sen çark-ı felek,
sen kötüsün,
servet geçicidir
ve daima kaybolur,
gölgeli
örtülü
bana da zarar veriyorsun;
şimdi oyun süresince
çıplak sırtımı
senin kötülüğüne teslim ediyorum.

Talih, sağlıkta
ve erdemde,
bana karşıdır,
güdülen
ve sindirilen,
daima esarette.
O halde şu saatte
gecikmeksizin
titreyen tellere vurun;
mademki kader
güçlü kimseyi yere çalıyor,
herkes benimle birlikte ağlasın

Latince okunan sözlerin Türkçe karşılığını buldum, hep birlikte dinlediğimiz eserin anlamını bilmiyoruz ama bilenler ise ülkemizde ki sahnelemede sorun bile çıkarmışlar, çok müstehcen bunlar çıkarın!

“fluvtuant cotnraria
liscivus amor et pudicitia.
sed eligo quod video
collum iugo prebeo

ad iugum tamen suave transeo.”

“Aklımın karasız dengesinde zıtlıklar dalgalanıyor çılgın aşk ve iffet. Ama gördüğümü seçerim ben, boyunduruğa sunarım boynumu, teslim olurum bu tatlı esarete.”

Serdar Yalçın ve Paolo Villa yönetiminde tekrar yorumlanışını izleme ve dinleme şansına sahip oldum. Serdar Yalçın orkestrayı öyle bir şekilde yönetiyor ki, her bir sanatçıya dokunuyor, her nota sahnenin ne tarafından sese dönüşeceğine karar veriyor. Her enstrüman verilen görevi en iyi şekilde yerine getiren sanatçıların elinde yeniden hayat buluyor. Soprano Nazlı Deniz Süren ve Bariton Murat Güney sesinden bugüne taşınan ezgilere hayat verirken Serdar Yalçın’nın yönlendirmesini de göz ardı etmediler. Onun sakin, her şeye hakim duruşu sahnede yer alan çocuklar dahi zorlukları ortadan kaldırdı ve muhteşem bir gösteriye dönüştürdüler. Ayakta alkışlandılar. Hatta o kadar ki eser sunumu bitmiş olmasına rağmen tekrar tekrar sahneye çıkıp “O Fortuna” ile seyirciyi selamlamak zorunda kaldılar… Seyirci oluşan atmosferden kendisini kurtarıp salonu bile terk edemedi diyebiliriz…

Salon geniş ve sahne de büyük. Bu kadar sanatçıyı sahnede tek tek yönetmek ve seslerin inişleri çıkışları arasında Latince metinlerin, Almanca metinlere karıştığı anları ayırt etmek, notaların her birinin hangi kelimeye dokunduğu duymak büyük bir birikim gerektirir. Sahnede bu esere hayat veren büyük korolar, kemancısından, kontrbasına, vurmalı çalgılar aracılığı ile seyircisine dinlediği eserin mistik yönünü ortaya çıkarır. Orff büyü sözlerini kullanarak ve durmadan basit ve güçlü temaların tekrarıyla dinleyiciyi büyüleyerek buna ulaşır. Seyirciyi o kadar büyüler ki seyirci nerede olduğunu ve ne dinlediğini bile düşünmez, sözleri anlamaz ama verdiği etki ile başka bir evrenin parçasıdır. Konser sırasında bazı kontrbas çalanlar tellere dokunarak verdikleri tınılar ile yine bir bölüm kontrbasçı tellerin üzerinden elde ettikleri sesleri seyirciye ulaştırır. Aynı grup içinde ama farklı sesler bir bütün olarak salonun her yerine karışırken koronun sesine güç verirler.

Carl Orff büyüleyici bir bestecidir. XIX. yüzyılın romantik orkestrasına sırt çevirir; müziği korolar, vurmalı çalgılar ve çok basit melodilerden oluşur. "Idıophone” çalgıları, özellikle doğu ve Latin Amerika kültürüne ait çeşitli ziller de dahil olmak üzere, ziller, marakas, glockenspiels, çanlar, flüt, tambur, kaval, üçgen, simbal ve Çin konilerini kullanır. Timpanilerin etkisi genelde tehlikelidir zira ona göre “mutluluğa büyülenerek ulaşılmalıdır”

Kantat üç ana bölümde sürekli olarak yeniden başlayan kutsal aşkın ebedi çevriminde insanlığın genel kaderini anlatır. Giriş ve sonuç teması olan Fortuna, İmperatrix Mundi (Talih,dünyanın efendisi) tüm ekip tarafından bir arada söylenir ve evrensel yasanın çevrimsel ve kozmik ebediyetini temsil eder.

Eserin temeli ilkel ve masif temaların vurmalı çalgılarla vurgulanmış koronun tekrarından oluşmaktadır. Orff ritmi metnin anlatımı olarak kullanmıştır. Burana’nın ses dünyası sesin sihirli büyülemeleri, ritim ve danstan oluşmaktadır. Amaç bilerek yapılan garipliklerle beyinde çarpıcı bir etki uyandıran ilkel geleneği hatırlatan büyülü semboller kullanılarak izleyicinin ruhunda vurucu etkiler yaratmaktır. 

Sahne ışığı, sadedir, o kadar büyük bir sanatçı topluluğunu homojen ışık ile yakalamıştır. Işık bu gösterimde arka plana düşmüştür, daha çok aydınlatma işlevini görmüş, sahne geniştir, tüm sanatçılara yetecek kadar alan açılmış gibidir. Başkemancının konumu aslında sahnede diğer sanatçıların nasıl konumlanacağını anlatır. Başkemancı konser öncesi gelip kemanı ile diğer sanatçı arkadaşlarının ses ayarını yaptı. Çok dikkat isteyen ve orta öbekte duran sanatçılar konserin hangi seyirde gideceğinin de işareti gibidir. Yönetmen geldiğinde ilk olarak onu selamlaması anlamlıdır, zaten olması gerekendir diyeceksiniz, çünkü yönetmen için her şey hazırdır, artık konser başlayabilir. Konser bilinen bir ezgi ile başladı ve bilinen bir ezgi ile bitti. Muhteşem bir geceye notlar, sözler (anlamadığım ama hissettiren sözler) sözlere ve müziğe hayat veren yüzlerce kişinin sahnede ne kadar güzel bir dünya yaratılabilineceğine olan inancımı tazeledi. Her bir kişi sahnede ne yapacağını biliyordu, aksatmadan, yönetmenin direktiflerine uygun olarak yaratılan mistik bir atmosferin içinde seyirci ile buluştu, seyirciyi ses ve notanın dansına davet etti. Salon dışında yaşanan kırılgan dünyadan bir an bile olsa koptuk, dışarıda yaşanan acılardan, kavgadan uzak bir zaman dilimini yaşatanlara teşekkür ederim…


İsmail Cem Özkan


Carmina Burana
Carl Orff
Müzik Yönetmeni/Orketra Şefi: Serdar Yalçın
Koro Şefi: Paolo Villa
Soprano Nazlı Deniz Süren,
Tenor Algın Özcan
ve Bariton Murat Güney
İDOB Orkestrası ve Korosu,

İDOB Çocuk Korosu ve Beşiktaş Çocuk Korosu