Galata Gazete


3 Mart 2017 Cuma

Yoktan var etmek!

Yoktan var etmek!

Genel kuraldır, yoktan var olmaz, vardan yok olmaz, mutlaka bir şeylerin dönüşmesi gerekir ki yoktan var olmuş gibi hissedelim! Doğa ihtiyacına göre bir şeyleri yaratmış, evrimsel süreçten geçirmiş ve yaşadığımız zamanın doğasını oluşturmuş ve hala da değiştirmeye devam etmektedir. Bu arada birçok canlı türü ortadan kalmış yerlerini başkaları almış. İstilacı olanlar istila ettikleri ortamdaki çeşitliği ortadan kaldırmış ama kısa sürede istila etikleri yerde başka canlılar da ortaya çıkmasına sebep olmuş… Doğa güçlü olanları ve direnenleri şans tanımış…

Doğanın yasası insanın yasasından üstündür ve insanın yasasını da belirler. 

Toplumsal dönüşümler birden ortaya çıkmaz, zaman içinde gelişir, olgunlaşır ve güç olarak kendisini gösterir. Rastlantı yoktur, ama birçok şeyi açıklayamadığımız için rastlantı der geçeriz. Toplumsal olaylar değişik kırılmalar ile tarihin not ettiği çizgi üzerinde gider, fakat bu çizginin tek bir doğrudan ya da tek bir çizgiden ilerlediğini söylediğimi düşünmeyin, çünkü biliyoruz ki tarih rotasını beklentiler üzerine oturtmaz, beklenen ama göz ardı edilen beklenmeyen kırılmalar ve çatışmalar sonucunda gelişen olaylar ile de biçimlenir. Roma imparatorluğunu kuzeyden gelen küçük bir halk kitlesi tarafından yok edileceğini Roma İmparatorluğu yaşarken kim düşünebilirdi ki, aynı şekilde üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı İmparatorluğu emperyalist devletlerin elinde oyuncak olacağı ve sınırlarını masa başında cetvel ile ayrılacağını kim söyleyebilirdi? Meşrutiyet kavgası verenler, birden önlerinde cumhuriyet kapısını açıldığında olayları tesadüflere mi bağladılar, yoksa Samsun’a giden gemide seyahat etme hakkını veren İngiliz karakol memurunun mührünün mü etkili olduğunu düşünür? Paris’te Jön Türklerin mücadeleleri ve birikimleri emperyalist güçlerin gözünde bir şey anlam ifade etmesi için ittihat ve Terakki Partisinin oluşmasını ve olgunlaşmasını beklemesi gerekti… Abdülhamit olmasaydı ne Cemal Paşa, Talat Paşa ne de Enver Paşa tarih sahnesinde olacaktı. Onlar olmasaydı bugün ki cumhuriyet olmayacaktı. Kavga tarihin not düştüğü alanlarda oldu ama bizler tarihin notlarının ne kadarını biliyoruz? Çünkü dönemin küresel güçleri ve sisteme biçim verenlerin yaratmış olduğu algılar ve o algıların etkisi ile biçimlenen dünya görüşüne uygun pencerelerden bakış alanından düşülmüş notlara sahibiz, henüz tarih geniş ve karşılaştırmalı olarak yazılmadı, notları mevcuttur. Siyasi sistem değişmeden de bu tarih yazıcılığının eksik bıraktığı alanlar hep eksik olarak kalacak ve bizlerin gerçek bilgilere ulaşmamızı engelleyecektir. 

Tarihte kahraman yoktur, kahramanları yaratan tarih yazıcıların notları mevcuttur. Onların açısından ve onları dayanak alarak geçmişi yorumlamaya çalışırsız ki her kültürün, zümrenin, coğrafyanın kahramanı da farklıdır… 

En bilinmeyen tarih de en yakın tarihtir…  

Yakın tarihimiz üzerine binlerce farklı görüş ve bilgi mevcuttur, çünkü yakın tarihimizin kahramanları henüz yaratılmamış ya da yaratılan kahramanlar yaratanlar tarafından halkın tüm katmanlarına kabul ettirilememiştir… Yakın tarihimizin arşivi olmayan tarihi, bizleri olmayan ama olmuş gibi kabul edilen efsanelerin içinde yön bulmamıza yardımı olmadığı gibi aksine yolumuzun görünürlüğünü de ortadan kaldırmaktadır. Yaşayan, hisseden, sessizlik içinde diyaframdan gelen sesleri dinleyenler, şaşkınlıklar içinde yaratılan efsanenin yalan olduğunu bile bile seyretmeye ve sessiz kalmaya devam ediyorlar, çünkü gerek görmüyorlar, nasıl olsa gerçek balçık ile sıvanmaz, sıvansa da o balçık zaman içinde dökülecek! Fakat tarih bu beklentiye yanıtı, Godot gelirse eğer, senin gerçeğinde gün yüzüne çıkar anlamındadır. Sessizlik, sadece efsane ve masal dünyasının yaratılan gerçekliği için bir anlamı olurken, tarih yazıcıları için yalanın yaratılan gerçeklik içinde dayanak olduğunu göz ardı edemeyiz… 

Türkiye Sol hareketinin resmi tarihine göre sosyalist hareket TKP ile başlar. Bakü ilk başlangıç noktası gibidir, fakat ondan öncesi de vardır ve öncesi İstanbul şehri içinde yapılan grevler ve amele birlikleri... Hatta çıkarılan dergiler… Onlar resmi tarih içinde sadece dipnotu olarak durur… Romanlarda dipnotlar konu olarak genişletilmiştir ama roman okumayanlar o gerçekleri bir dedikodu olarak belki duyarlar. Anılar yazılmış sübjektif alan olduğu için genelde pek dikkate alınmaz, alınanlar ise günlük yaşamın içinde küçük bir çevre içinde kalır...

Günümüzün sıcak gelişmesidir, yıkıntılar içinden imgeler bulunur çıkarılır ve o imgeler ile yeninde bir örgütlü yapı gibi olmak için çabalar verilir, tarihi kökü olmayan hiçbir hareket gelecek için adım atamaz, o yüzden her siyasi hareket geçmişten bir bağ yakalar ve o bağın üzerinden örgütsel dokusunu ve söylemini geliştirir. 

Miras geleceğe atılan ilk adımdır… 

68 kuşağının arşivi yoktur, mahkeme tutanakları ve anılar dışında. Çünkü arşiv yapacak ne zamanları ne de gerekli örgütsel duruşları olmuştur. Bir kaç yıl içinde kurulan ve yok edilen örgütsel yapıların elbette arşivi olmaması doğaldır, çünkü o sıcak ortamda ancak kendilerini ifade edebilmek için ortam yaratmışlardır, o ortam içinde elden ele dolaşan birkaç broşür ve mahkeme tutanaklarıdır. Diğer kalanlar ise sözlü tarih çalışmasının parçası olarak kalır… 68 kuşağı bir kopuşu simgeler, var olan tüm siyasi çatışmaların dışında başka bir alana sıçramayı işaret eder ki, bu sıçrama daha örgütlü NATO örgütlenmesi olan GLADİO ile çatışması anlamındadır. Kontrgerillanın kavgaya çağrısını yanıtsız bırakmamış, bu kuşağın liderleri Kızıldere, darağacı ve Diyarbakır zindanında örgütleri ile birlikte yeni bir mirasın başlangıcını yaratmışlar. 

Dağılan ve yok olan yerine o örgüte yakın insanların hapishanede mücadeleden uzak düşenlerin yeniden arayışı ile miras kesintisiz devam etmiş ve yok olanların yerine somut durumun somut tahlilini yaparak ayağa kalkmışlar. Ne efsane yaratılmış ne de destan... Henüz sıcakken, duygular, üzerine basınç uygularken, sistemin ve iktidarın propagandası baskı olarak ve korku olarak üstelerinde eserken “ayağa düşmez bayrağımız” diyerek ayağa kalkmış bir kuşak ve onu takip eden 78 kuşağı. O süreç sanki 12 Mart olmamış gibi devam etmiş. Kısa sürede binleri kucaklayanlar milyonları kucaklamış… 12 Eylül sürecine kadar sokaklar cepheler ayrılmış, Maraş katliamı ile birlikte saflar daha da keskinleştirmiş, insanlar can güvenliklerini sağlayanların ne dediğine bakmadan arkasında durmuş. Şehirlerde yaygınlaşan gecekondular ve onların güvenliği sorunu içinde çare olanlar çözüm olmuşlar ve kitleselleşme karşı saldırının basıncı ile daha da artmış… 12 Eylül darbesi gelirken darbeyi tahmin edenler gerçek anlamda örgüt olamadıklarını darbenin sabahında şehirde esen sert rüzgarın etkisi ile görmüşler. Gerçekler ve acı panzer ile gelmiş ve yenilgi solu ayrım yapmadan kuşatmış… Bir arada olamamanın koşulları elbette sadece ülke içinde esen sert rüzgar ile açıklanamaz, o zaman diliminde dünya sisteminin hakimi olan kapitalizm kendi iç sorunu aşmak için liberal ekonomiye hayat vermiş… ‘Yeşil Kuşak’ adı verilen ve sonra ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ adını alan projenin bir parçası olarak ülkemizin genel rotası değiştirilmiştir. Artık bize biçilen rol nettir, Ortadoğu ülkesi olmak… 

Yeni biçilen role direnemeyen solu tarih gerçek anlamda örgüt olamadığı için mahkum etmiştir. O yüzden geçmişin büyük sol yapıları birer kağıt kaplan gibi dağılırken ülkenin de başına dünyada ki değişime uygun yeni bir elbise giydiriliyordu. 

Gelecek yazı 12 Eylül sonrasında “Dağılanlar yan yana gelememiş…”  başlığı altında devam edecek…


İsmail Cem Özkan


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.