Zalim, genelde zayıflardan çıkar…
Serçeler çimlerin üzerine düşmüş çiyi yudumluyor. Gün henüz
kendisini göstermedi ama havada gri bir aydınlık söz konusu... Gölgesiz bir gün
daha başlamıştı… Günün ilk ışıkları bulutların üstüne vurmuş ama bulutlardan
yeryüzüne daha doğrusu yaşadığımız yere gelmiyordu. Homojen bir aydınlık söz
konusuydu, gölgelerimiz olmadan sokaklardan geçerken, gölgesiz dolaştığımızın
bile farkında değildik.
Şehir yaşamı insanı hedeflediğini değil bulduğu gibi
yaşamasını öğreten bir alan olmuştu. Şehir ticaret demekti, ticaret çalışan
insan, çalışan insan ise birilerin artı değeri olacaktı. Çünkü çalışan olmazsa
onun üstüne basıp rahat yaşayan olamazdı. Rahat yaşama adına arkadaşının
üzerine basıp gitmek yaşadığımız çağın ruhu olarak bize sunuluyordu. Liberal
ekonomide her insan koyun gibi kendi bacağından asılır, kasap dükkanlarında
olduğu gibi uygun yerine çiçek takılırdı. Gerçi marketlerin içine sığınmış
kasaplarda ne koyun ne de gül vardı…
Şehir, mertliğin ortadan kalktığı, zayıf insanların güçlü
insanları paraları ile teslim aldığı bir mekan olmuştu… Okumamış, duyduğu ile
hareket eden, duyduğunun yanına bin koyan, yaratılmış gerçekliğe inanan ve o
inanç ile tek doğrunun kendi düşüncesi olduğunu sanan ve dünyayı tek başına
oynatacak kadar güçlü ve de merkezinde gören birinin elbette bilim ile işi
olmaz, o sadece güce inanır ve gücü olanın her şeyi yaptığını sanır. Ama güç
bilgi olduğunu bilmeden yaşadığı sistemde birisi için tüketici ve tetikçisi
olduğunu anlamayacaktı…
Zayıf insanlar kapı kulu olur, sonra kapıdan aldığı yetki
ile zalim olur… Zalim olmayanlar ise kendilerini daha güvende hissetmek için
kapı kulluğundan bir adım ileri giderek onun kölesi gibi davranır ve her
isteğini yeteneği kadar yerine getirirken, geçmişi, geldiği kültürü, konuştuğu
dili unutur… Onlar gibi olmak, onlar gibi yaşamak için her şeyini unutur, ne
yazık ki kayıtlar onu kodlamıştır, güvenilmeyen insan olmasına rağmen kendisini
güvende hissetmek için kayıtsız şartsız hizmet etmeye devam eder…
Stockholm sendromu sadece yenilenlerin yaşadığı bir durumdur
ve ülkemizde bu sendrom her yenilgi ve katliamı yaşamış hakların içinden ve
yapılardan çıkmıştır... Neden şaşırıyorsunuz, faşist bir partinin logosunu, siyasi
iradede tek adamın imzasını Ermeni yaptı diye... Bugün ki iktidara en çok
destek verenler, Suriye iç savaşında IŞİD'e dolaylı destek veren azınlık vatandaşlarımızın
olması şaşırtıcı mı? Dink cinayetinde Dink arkadaşı gibi gözüküp Dink
cinayetinin üzerine toprak serpip örtmeye çalışanlar? Erdoğan’ın
başdanışmanları arasında eski TKP'li olması... TKP’nin son genel sekreterinin AKP’yi
destelediği ve onun medyasında AKP lehine yazılar yazdığını... Şaşırmamak
gereklidir, çünkü olaylar öyle bir şekilde akar ki birden kendinizi Stockholm
sendromu içinde bulabilirsiniz... Bugün birçok liberalin kandırıldık diye
piyasaya çıkması bu sendromun etkisi değil mi? Geçmişte Kürt davalarında
yargılanmış, cezaevinde yatmış birinin dümdüz edilmiş ilçelere, mahallere
rağmen iktidarın yanında yer almasını nasıl açıklarsınız?
Birinin zaferi diğerin yenilgisidir, birinin acısı diğerinin
onuru olur... Birinin yenilgisi, diğerinin kahramanı olarak sunulur... Hepsinin
üstünü bir bayrak örter. Bayrak, kahramanlık, zafer, şan, onur diye sunulur,
ama acı, katliam, boşu boşuna öldürülmüş masum insanları yok sayar... Sırf
birilerinin kasası dolsun diye milyonlarca insan bayrak ideali altında
öldürmesine, katil olmasına sebep olunur...
Tüm bayrakları yakın, yok edin insanın insana kulluğunu...
Her zaman söylenecek bir şeyler bulunur ama sevgi sözleri
dökülmez insanların dudaklarından, dökülüyorsa eğer içtendir, paradigması
dökmesini istiyorsa eğer zaten yapmacıktır. Bir insanın neden sevgi gösterisi
zordur da öfkesi, hıncı, nefretini daha kolay gösterir? Sevgi gelecektir,
yaşadığımız zaman öfke, nefret, yalan üzerine oturmuştur...
Aşina olduğumuz düşüncelerimizden sıyrıldığımız an dünya
gerçekleri ile yüzleşmeye başlarız...
Arabesk duygu sömürüsüdür... Duygulara seslenen ve duygular
ile hareket etmektir... Bir söz duyar jileti vücudunda gezdirir, çünkü acıyı
hissetmesi gereklidir. Arabesk dinleyen kişi duygusaldır... Duygularının fiziki
acı ile sonlanacağını ve onu göstereceğini bilir... Çünkü aklın yerini duygu
aldı mı, artık orada mantıklı bir şey beklenmez, bir ses onu intihara kadar
götürür... Peki, sol arabesk yaşam ile bağlantıyı gecekondular yok olup
varoşlar olduktan sonra mı elde etti? gecekondu sahibi oldu apartman sahibi,
geçmişi ile dört eğilimi bir arada tutan partiler ile yok etti, paradigma ona
duygusal hareket etmesini buyurdu... Elbette Alevi olanları Sünniler arasına
almayınca onlar kaldı sözde solcu, diğerleri oldu dört eğilim partinin
neferi... Duygulara kim seslenirse, seslendiği sürece popüler, duygulara
seslenme bittiği an buharlaşan bir kitleyi temsil eder oldular... Arabesk yaşam
biz Ortadoğu ülkesi olmamız ile birlikte dört eğilimin dördünü de kapladı, peki
arabesk yerine hala inat ile çok sesli müziği dinleyenlere ne demeli? Onlarda
yakında arabesk dinlerler mi?
İsmail Cem Özkan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.