Galata Gazete


9 Ekim 2025 Perşembe

Zamanın Boşluğunda

Zamanın Boşluğunda

Dünyanın krizler, savaşlar ve belirsizliklerle sarsıldığı dönemlerde sanatçının sorumluluğu yalnızca üretmek değil; aynı zamanda tanıklık etmektir. Sanat, böyle zamanlarda bireyin yalnızlığını, toplumun çöküşünü, umudun arayışını görünür kılma görevini üstlenir. Bu bağlamda sanatçının sessiz kalma lüksü yoktur. Sanat, yalnızca bir ifade biçimi değil; toplumsal hafızanın da taşıyıcısıdır.

İşte tam da bu anlayışla sahneye taşınan Anahtar Deliğinden Gişeye Bakan Üç Kişi ve Sonat, absürd tiyatronun diliyle bugünün bireyini, sistemle ilişkisini ve hayatta kalma çabasını anlatıyor. İzleyiciyi, zamanın ve mekânın anlamını yitirdiği bir dünyaya çekerek hem düşündürüyor hem de rahatsız edici sorular sorduruyor. Birey merkezli bir anlatımla, toplumdan soyutlanmış bir sığınağın içinden hayata bakıyor.

Oyunun temel eksikliği ise tam da burada ortaya çıkıyor: Yaşadığı toplumdan uzakta konumlanan bireyin, içinde bulunduğu krizin ve sığınağın nedenleri seyirciye aktarılmıyor. Yazar, bireyin iç dünyasına yoğunlaşırken toplumsal, siyasal ve sınıfsal bağlamı dışarıda bırakıyor. Bu durum, oyunun çağımıza tanıklık etmesini engelliyor; onu zamansız bir ana sıkıştırıyor.

Oyun, nükleer tehdidin gölgesinde, izole bir mekânda hayatta kalmaya çalışan üç karakter üzerinden kurgulanmış. Kapı ve pencereleri naylon muşambalarla kapatılmış bu alan, sadece fiziksel bir korunma değil; bireylerin zihinsel kapanışını, içe dönüşünü ve iletişimsizlikle örülü dünyalarını da simgeliyor.

Üç ayrı öykü, bu steril mekânda yer buluyor. İlk bakışta birbirinden bağımsız görünen bu hikâyeler; bürokrasiyle yüzleşen bir yolcu, kapı deliğinden özlemle bakan bir karakter ve boşluğun içinde kahkaha ile hayal kırıklığını taşıyan, kimliksiz bireyler üzerinden ilerliyor. Temel ortaklıkları ise şu: baskı, yalnızlık, zamanın kırılması ve anlamın çözülmesi.

Zaman ve mekân algısının belirsizleştiği oyun, seyirciyi gerçek ile kurgu arasındaki sınırın silindiği bir düzleme davet ediyor. 1800’lü yıllara gönderme yapılırken, nükleer santraller ve savaş uçakları gibi çağdaş unsurlar da anlatıya dâhil ediliyor. Bu çelişkili detaylar, absürd tiyatronun karakteristik yapısına hizmet ediyor.

Dekor oldukça etkileyici: Naylonlarla çevrili sahne, dış dünyaya karşı alınan önlemlerin yarattığı paranoya ile bireysel yalnızlığı iç içe geçiriyor. Her nükleer ya da bomba patlamasında, savaş uçaklarının sesleri ve geride bıraktıkları yıkım, ışık ve ses efektleriyle birlikte sahnenin dönüşümünü sağlıyor. Bu değişim yalnızca fiziksel değil; karakterlerin iç dünyalarında da bir çöküşü betimliyor.

Oyunculuklar, absürd tiyatronun doğasına uygun biçimde abartılı ama ölçülü. Beden dili, jestler ve ses kullanımıyla her oyuncu, kendi karakterine ait özgün bir ifade dili kuruyor. Üç öykünün farklı yapısına rağmen oyuncuların sahnedeki uyumu, anlatının bütünlüğünü koruyor. Her üç oyuncu da kendi sahnelerinde öne çıkıyor. Ancak ben her oyuncuyu başarılı bulduğum için tek tek yazmak yerine, üçünün birlikte sahneyi doldurmasını ve birbirlerinin oyununu yukarıya çekmelerini özellikle vurgulamak isterim.

“Sonat” kavramı, oyunda yalnızca müzikal bir yapı değil; sesin, hareketin ve bedenin yarattığı bütüncül bir anlatım biçimi olarak kullanılıyor. Bu da oyunun estetik yönünü güçlendiriyor.

Günümüz dünyasında bireyin yaşadığı baskı, yönünü kaybetmişlik, kimliksizleşme ve duyarsızlaşma gibi temalar, bu yapımda absürd tiyatronun diliyle etkileyici bir metafora dönüşüyor. Ancak oyunun bireysel psikolojiye kapanması, onu daha geniş bir tarihsel ve siyasal bağlamdan koparıyor. Çağa tanıklık etmeye çalışan bir yapı olmaktan çok, zamanın boşluğunda gezinen bir anlatıya dönüşüyor.

Yine de, absürd ve deneysel tiyatrodan hoşlanan izleyiciler için düşündürücü, estetik açıdan güçlü ve cesur bir yapım olarak öne çıkıyor.

İsmail Cem Özkan

Oyun Adı: Anahtar Deliğinden Gişeye Bakan Üç Kişi ve Sonat
Yazan: Jean Tardieu
Uyarlayan ve Yöneten: Ömer İvedi
Oyuncular: Barış Akkoyun, Gökçe Burcu Zümrüt, Bahar Karaoğlu

 

5 Ekim 2025 Pazar

Bir İşgalin Gölgesinde Kurulan Cumhuriyet

Bir İşgalin Gölgesinde Kurulan Cumhuriyet

Türk resmi tarihini yazıcıları, elbette tarihi kırmış, biçmiş, yeniden anlamlandırmışlardır. Tarihin gerçeklerini, elbette, yeni kurulan devlet ve o devletin zayıf yönlerini göstermeyecekti: demir yumruk, demir irade, sarsılmaz yol! “Bir Türk dünyaya bedeldir!”

Modern Türk devleti adı verilen, hâlen içinde yaşadığımız Cumhuriyet’in kuruluşu üzerine binlerce destanlaştırılmış kitaplar yazıldığı gibi, içinde doğruların saklandığı dedikoduların da tarih diye anlatıldığına şahitlik ederiz. Sonuçta tarih, geçmişin dedikodusudur. Kimin anlattığına bağlı olarak anlamlar değişir. Genelde ulus devletinde tek yönlü anlatım tercih edilir, karşı anlatımlar yok sayılır ya da düşmanın propagandası olarak gözükür. Karşılaştırmalı tarih bizde sadece suç olarak kabul edilir ve bu konuda yazı yazanlara her türlü eziyeti reva görülür. Bizim tarihimiz tarih kitaplarından değil de o süreci anlatan romanların içinden öğrenmeye çalıştık.

İzmir işgali olmasaydı, modern Türk devleti olabilir miydi?

Elbette olamayacaktı. Çünkü Türkleri bir araya toplayan bu işgal, aynı zamanda yeni devletin kuruluş adımlarının Samsun'dan atılmasına sebep olmuştur. Sonuçta işgal öncesi İstanbul’dan çıkanlar, işgalden sonra Samsun’a çıkmıştır.

Kurucuları Samsun’da karşılayan İngiliz karakolunun memurları geçiş damgasını basmamış olsaydı, arkasından gelen konferanslar, toplantılar ve kurulan kongrelerle yeni devletin ya da var olan devletin kuruluş sürecini gerçekleştirebilirler miydi? Elbette gerçekleştiremezlerdi.

Yeni bir devleti kuracak olan kadrolar açsından sadece nasıl savaşılacağını bilmek yeterli değildir. Bu savaşı yürütecek maddi kaynak ve lojistik destek de önemlidir.

Eldeki kıt imkânlar ile bu yeni ülke nasıl kurulacaktı?

I. Dünya Savaşı yenilgisi yaşayan İttihat ve Terakki Partisi lider kadroları partilerini dağıtmışlardı, fakat hepten devletten ellerini çekmemiş devletin devamlılığı için yerine yeni oluşumların koşulları hazırlanmıştı. Kaçan lider kadroların arkasından açılan davalar, savaş suçunu konu edinen “cadı” avlarının ortaya çıkardığı dağınıklık; ancak ve ancak Anadolu toprakları (birilerine göre Küçük Asya) üzerinde oluşacak bir işgale karşı direniş dalgası ile toparlanabilirdi. İzmir işgali tesadüfen olmuş bir şey değildir, bugün çok dillendirilen projelerden ya da planlardan biri olma olasılığı yüksektir, çünkü hiçbir toplumsal olay tesadüfen ortaya çıkmaz.

İzmir işgali, öncelikle İstanbul’da başlayan ve Anadolu’ya yayılan protestolara sebep olmuştur. Yunan askerinin postalı İzmir’de toprağa değmemiş olsaydı, işgal altındaki İstanbul’da bu kadar geniş protestolar — üstelik İngiliz askerlerinin izniyle — alanları doldurabilir miydi? Elbette hayır!

İşgal altındaki İstanbul’da grevler oluyor, protestolar yapılıyordu ama işgalci güçlerle gerçek anlamda bir çatışma ve yeniden bir kurtuluş hareketi oluşmuyordu.

İttihat ve Terakki Partisi’nden kalan ve yer altı örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa’nın elemanları işgal altındaki topraklarda beklenildiği kadar fazla etkili değildi. Anadolu’da oluşan hareketlilik üzerine İstanbul Meclisi’nden alınan kararlar ve oradaki vekillerin Ankara’ya taşınmasıyla etkisini göstermiştir.

Peki, modern Türk devleti için en önemli olan bu işgal nasıl gerçekleşti?

Bu konu bizde fazla anlatılmaz. Sonuçta bu, “Yunan tarihidir!”

Oysa Yunan tarihi içinde yaşananlar aslında bizim iç işimizdir.

Venizelos’un hayatı, bizim tarihimizin başka bir yönünü anlatır. İzmir işgali öncesine kadar birçok olayın içinde yer alır ve Yunan halkı içinde popülerdir. Hatta kraldan daha çok adı geçer. Doğal olarak siyaset içinde bu popülarite, çatışmayı kaçınılmaz kılar. Sürgüne gider, iktidara gelir… Yani iktidar mücadelesinin her alanında onun ismini görmek şaşırtıcı değildir. Sonuçta sürgüne gitmek ve sürgünden güçlenerek dönmek, onun hayatının özeti gibidir.

Bizi ilgilendiren işgal öncesi yakın tarihe geldiğimizde ise:

Venizelos, İtilaf Devletleri’nin desteğiyle (Özellikle İngiliz) krala karşı bir darbe gerçekleştirerek 1917’de tekrar başbakan oldu. Kral, tahtını oğlu Aleksander’a bırakmak zorunda kaldı. Venizelos, Kral Konstantin ve Genelkurmay Başkanı Metaksas’ı Haziran 1917’de İsviçre’ye sürgüne gönderir. Bir ay sonra da Osmanlı Devleti, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’a savaş açar. Kasım ayında Trakya’ya Yunan askerlerini gönderdi. Ardından 15 Mayıs 1919’da İzmir’e Yunan askerlerini çıkararak Anadolu topraklarını çıkararak "Büyük Yunanistan" (Megali Idea) hayalini gerçekleştirmeye girişir.

İşgalden sonra Venizelos, kendine o denli güveniyordu ki, parlamentodaki tüm sandalyeleri kazanmak için 7 Eylül 1920’de meclisi feshederek erken seçime gitti. Kasım ayında yapılan seçimlerde Venizelos kaybetti. Bu seçimi kaybetmesi elbette sadece iç işlerindeki olaylar etkili olmamıştı, o sırada işgal topraklarda gelişmeler ve o gelişmelere karşısından emperyalist devletlerin özellikle İngilizlerin çıkarı da değişmişti. Yerine gelen kral, var olan işgalden faydalanmak istedi ama artık İngilizlerin çıkarı bu işgale karşı tutumunu da değiştirmişti.

Mudanya Mütarekesi (3-11 Ekim 1922)olarak tarihe geçen anlaşmayla, Yunanlıların Anadolu’daki varlığı sona erdi.

Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti, imzaların atıldığı gün Osmanlı devleti fiilen ortadan kalkarken yerine Ankara merkezli devlet (tanınmış olarak) fiilen kurulmuş oldu.

Venizelos’un iktidarı, Yunanistan’ın Anadolu’ya asker çıkarması, İngiliz desteği, ardından bu desteğin çekilmesi ve iktidar değişimi... Tüm bu gelişmeler olmasaydı, savaşın seyri çok farklı olabilirdi. Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi, doğrudan Yunan iç siyasetiyle ve İngiliz çıkarları ile bağlantılıdır.

Bu da bize gösteriyor ki, tarih sadece bizim ne yaptığımızla değil, aynı zamanda karşımızdakilerin ne yaptığıyla da şekillenir. Resmî tarih anlatılarında bu karşılıklı ilişki çoğunlukla ihmal edilir.

Tarih, sadece bizim hikâyemiz değil; aynı zamanda başkalarının bizim üzerimizde kurduğu hikâyelerdir.

İsmail Cem Özkan

 

3 Ekim 2025 Cuma

“Bir Ziyaret”: Paranın satın aldığı adalet, satılan vicdanlar

“Bir Ziyaret”: Paranın satın aldığı adalet, satılan vicdanlar

Friedrich Dürrenmatt’ın “Yaşlı Kadının Ziyareti” adlı eseri, “Bir Ziyaret” adıyla Türkçeye kazandırılmış ve bu sezon Şehir Tiyatroları tarafından sahneleniyor. Paranın adaleti nasıl dönüştürebileceği, yoksulluğun insanları hangi noktaya getirebileceği ve ahlakın ne denli çürüyebileceği üzerine çarpıcı bir kara mizah. Ancak bu güçlü metin, sahnede düşündürücü olduğu kadar bazı teknik ve ideolojik sapmalarla da izleyiciyi sorgulatıyor.

Bir zamanlar görkemli günler yaşamış Güllen kasabası artık yoksulluğun pençesinde kıvranmaktadır. Hiçbir trenin durmadığı bu kasabada, içlerinden biri olan Claire Zachanassian’ın dönüşü, halkta büyük bir umut yaratır. Claire sadece bir ziyaret için geri dönmemiştir, aynı zamanda sonucu belli olan bir yargılama istemektedir. Claire, amacına uygun şekilde kasabaya büyük bir bağış teklif eder — ama tek bir şartla: Alfred öldürülecektir.

Claire, parçalanmış bir kadındır. Vücudundaki neredeyse her parça metaldir; sadece kafası kendisine aittir. Bu parçalanmışlık semboliktir: Evliliklerinin ve aşklarının ona bıraktığı izlerdir. Her ayrılan eşi ondan bir parça alıp götürmüştür.

Zengin bir Ermeni vatandaşla evlenmiş, ondan kalan servet ise dudak uçuklatmaktadır. Paradan kaynaklanan verdiği özgüven ile Claire, “Dünyayı parayla satın alabilirim. Adaleti de,” diyerek kesin konuşur.

Kasaba halkı, Hristiyanlık inançları ve öğretilerine uygun şekilde karşı çıkar:
“Sizin teklifiniz insanlık dışı!”

Claire’in cevabı nettir: “Ama sizin sefaletiniz insanlık dışı değil mi?”

Claire Zachanassian, umutsuzlara bir umut olmuştur, ama bu noktada kasaba halkı büyük bir ikileme düşer: Ya sefaletten kurtulacaklar ve bir adamı feda edecekler ya da “iyi insanlar” olarak yaşamaya devam edip açlığa boyun eğeceklerdir.

Alfred, sonunun geldiğini anlamıştır: “Beni öldürecekler, çünkü fakirler.”

Oyun boyunca kasabalıların ahlaki değerleri, paranın cazibesi karşısında erozyona uğrar. Sonuç artık bellidir.

Son sahnede Claire:“Ben sadece adaleti satın aldım. Sizse vicdanınızı sattınız. Hoşça kalın… İnsanlar.” diyerek oyunun ana fikrini insanlara sunar.

“Bir Ziyaret”, paranın satın alma gücünün karşısında yozlaşan ahlakı, toplumsal ikiyüzlülüğü trajikomik bir dille sahneye taşıyor. Oyun boyunca antik Yunan tiyatrosundan Shakespeare’e kadar tiyatro tarihine göndermeler yapılıyor. Bu oyun, tiyatro tarihinin izdüşümlerini imgesel olarak içinde barındırıyor.

Yaşadığımız çağın kaosu içinde — ya da popüler söylemle, tarihin kırıldığı bir noktada — Dürrenmatt, trajik olayı seyirciye katı bir gerçeklikle taşıyor. Çöken ahlak, dağılan insan ilişkileri, çıkarların yaşamdan daha önce geldiği bir bireyselleşme... Tüm bunları bize kara mizahın diliyle sunuyor.

Bir anlamda, bizi çaresiz bırakan bir sistemde çaresiz insanların aslında fazla seçeneği yoktur: Ya Hristiyan öğretilerine yeni anlamlar yükleyecekler ya da cinayeti işledikten sonra olmamış gibi davranacaklar.

Sonuçta Dürrenmatt, seyircinin yüzüne sert bir tokat atıyor. Suratınızı dönüp döndürmemek ise artık size kalmış.

Tek yönetmen, çok sayıda yardımcı yönetmenin olduğu oyunda; Oyunculuk performansları genel anlamda başarılı. Özellikle Claire rolüyle sahneye çıkan oyuncunun beden dili, ses tonu ve duygusal geçişleri oldukça etkileyici. Ancak ne yazık ki sahneleme anlamında pek çok problem göze çarpıyor.

Kullanılan video, çizgi film ve arka fonda perdeye yansıtılan görüntüler, birkaç teknik aracılığıyla seyircinin sahnedeki olaylarla bütünleşmesini sağlar. Oyun boyunca sabit kalan dekor, kapıların işlevleri çok iyi ve yerinde tasarlanmış olduğunu gördüm. Yere serilen bezin birçok anlam yüklenmesi ve oyuna zenginlik katmıştır. Kıyafetler, oyunun ruhunu görsel olarak sunmaktadır. Bunlar başarılı yönleri ama tiyatro sonuçta bir bütündür.

Ses ve Mekân Uyumsuzluğu: Oyuncular seyircinin arasında yer alırken mikrofon kullanımdan kaynaklı sesleri sahnedeki hoparlörden gelmekteydi. Bu durum izleyici ile oyuncu arasında bağ kurmayı zorlaştırdı. Sesin geldiği yöne bakan izleyici, çoğu zaman ortada bir beden göremedi.

Işık Kullanımı: Yetersiz ve plansız ışık düzenlemeleri, sahne bütünlüğünü sık sık bozdu. Özellikle seyircilerin oturum alanın sağ ve sola verilen ışıklar ilkinde zamansızdı, ışığı izlediğimde oyuncuyu o ışık altında görmedim. Oyuncuların konuştuğu anlarda birçok defa karanlıkta kalması ya da ışık verilen alanların boş olması ciddi teknik aksaklıklardı.

Sahne Geçişleri: Işık-perde uygulaması yalnızca birkaç sahnede etkiliydi. Seyircinin üzerine verilen beyaz ışık sahnede karanlık alan yaratarak oyuncuların bu alanda hazırlanması sağlamış, iyi bir görsel ile seyircinin karşısına çıktılar. Yandan verilen ışık yoğunluğunda başarılıydı. Diğer sahnelerde ise geçişler dağınıktı.

Asıl dikkatimi çeken ise alakasız Gazze görüntüleri ve Filistin’e doğru yapılan göndermelerdi.

Eleştirinin belki de en sert kısmı burada başlıyor. Oyunun içinde arka perdeye yansıtılan Gazze görüntüleri ve yönetmenin sahneye çıkıp gözyaşları içinde “Çocuklar ölüyor!” diyerek yaptığı konuşma, izleyiciye doğrudan politik bir yönlendirme olarak yansıdı.

Elbette çocuk ölümleri her zaman bir trajedidir ve Gazze'de yaşananlar görmezden gelinemez. Ancak tiyatro, özellikle kamuya açık bir sahnede, sadece belli bir bölgeye ağıt yakıp diğerlerini görmezden geldiğinde ahlaki tutarlılığını yitirir. Aynı zaman dilimi içinde Kürdistan’da öldürülen çocuklar, El Kaide ve IŞİD’in cariye yaptığı kız çocukları, Suriye’de Alevilere ve Dürzilere uygulanan katliamlar... Bu örneklerin hiçbiri oyun içinde veya yönetmenin söyleminde yer almadı. Bu durum, yapılan ağıdın insani değil, popüler ve seçmeci bir refleksle kurgulandığı izlenimini yarattı.

Benim aklımda şu sorular kaldı: Tiyatro bir vicdan çağrısı mıdır yoksa politik bir manipülasyon alanı mı?  Katili ve kurbanı seçerek mi insanlık sergilenir?

Bu seçmeci insaniyet, oyunun evrensel derdine ters düşüyor.

“Bir Ziyaret”, tiyatro tarihine gönderme yapan, kara mizahın imkânlarını sonuna kadar kullanan güçlü bir metin. Toplumsal çürüme, bireysel ikiyüzlülük ve kapitalizmin insan hayatı üzerindeki etkileri, sahneye başarıyla taşınmış. Ancak teknik aksaklıklar ve ideolojik yönlendirmeler, bu güçlü metnin etkisini yer yer gölgeliyor.

Tiyatro seyircisini sorgulatmalı, düşündürmeli. Ama asla seyircinin vicdanını tek bir yöne bükmeye çalışmamalı. Dürrenmatt’ın metni seyirciye “Tokadı yedim mi?” sorusunu sorduruyorsa başarılıdır. Ama rejinin amacı “tokat attım” demekse, burada bir sahicilik problemi doğar.

 

İsmail Cem Özkan

 

Yazan: Friedrich Dürrenmatt

Çeviren: Zahide Gökberk

Yöneten: Yıldırım Fikret Urağ

Dramaturg: Dilek Tekintaş

Müzik: Burçin Elmas Çubukçu, Şiringül Kaya

Dekor-Kostüm Tasarımı: Eylül Gürcan

Işık Tasarımı: Mustafa Türkoğlu

Koreograf: İbrahim Ulutaş

Efekt Tasarımı: Serkan Yavşan

Video Tasarımı: Serkan Yavşan

Korrepetitör: Burçak Çöllü

Yardımcı Yönetmenler: Ayşegül İşsever, Erkan Akkoyunlu, Gökhan Eğilmezbaş, İbrahim Ulutaş, Müge Çiçek, Şehnaz Bölen Taftalı

Yönetmen Yardımcıları: Gülsüm Alkan, Mehtap Gündoğdu Akbulut, Neşe Ceren Aktay, Ozan Akif Serman

Suflöz: Zeynep Köylü

Oyuncular: Aslı Akın Narcı, Aslı Menaz, Aslı Şahin, Berk Samur, Buğra Can Ildırışık, Burhan Yeşilyurt, Cengiz Tangör, Cüneyt Arda Pamuk, Çağlar Ozan Aksu, Elyesa Çağlar Evkaya, Ergun Üğlü, Fatih Aksüt, Gökhan Eğilmezbaş, Gülsüm Alkan, Hakan Gümüş, Mehmet Avdan, Musa Arslanali, Müge Çiçek, Nagehan Erbaşı, Neşe Ceren Aktay, Ömer Naci Boz, Özgür Efe Özyeşilpınar, Selim Can Yalçın, Şebnem Köstem, Yalçın Avşar, Yasemin Güvenç, Yılmaz Aydın

29 Eylül 2025 Pazartesi

Çengellerin Gölgesinde Geçmiş

Çengellerin Gölgesinde Geçmiş

Mersin’de yapılan bir mitinge, muhalif bir kanalın canlı yayını sırasında rastladım. (İYİ Parti Mersin mitingi, 27 Eylül 2025) Gözüm alışmış işte; muhalefet partisinin mitinglerinde sallanan kırlangıçları aradım. Kırlangıcını göstermek için can havliyle sallayanların olmadığı bir miting, ilgimi kaybettirdi. Başka kanallara geçtim. Zaten mitinglerde ne konuşulduğu, ne anlatıldığı hiç ilgimi çekmez; konu bütünlüğü taşıyamam, sadece kuru kalabalığın bu ülkede hiçbir şeyi değiştirmediğini bilirim.

O mitingde konuşan lider, Fatsa’daki “Nokta Operasyonu”nda ev adreslerini gösteren maskeli biri değil miydi?

O gösterdiği adreslerdeki gençler, Et-Balık Kurumu’nun etlerin asılması gereken çengellerine asıldılar...

Maskelilerle birlikte yapılan baskına “Nokta Operasyonu” adı verildi.

“Nokta Operasyonu” deyip geçmeyin.

O operasyon, darbe yapan generalin anılarında test edilen bir sol gücü anlatır. Askerler o zaman kendi güçlerine tam güvenemediği için maskeli gençleri alıp gelmişti. Adı üzerinde, nokta ev baskınlarıyla ilçede olan sükûnet, operasyon süresi içinde bozuldu; ardından kısa sürede “sükûnet” sağlandı! O zaman kimsenin aklına gelmezdi bunun bir test olduğu.

O testte, eğer sol direniş göstermiş olsaydı, belki darbenin tarihi değişecekti.

Ancak beklenen direniş olmayınca, darbe 12 Eylül günü gerçekleşecekti.

Gerçi o darbenin en güçlü sesi, Nokta Operasyonu ve Kemal Türkler cinayetiyle — postallar eşliğinde — verilmiş olsa da darbe “12 Eylül” diye tarihlere geçecektir. Darbe, sokakta ölümleri ortadan kaldırma sözüyle geldi; işkence merkezleri, hapishanelerin avlusuna kurulan idam sehpalarıyla devam etti. Ölümleri sokaktan alıp kapalı alana taşıdılar.

Seçilmiş Fikri Sönmez, görevini terk etmediği hâlde, suçsuz olduğu bile bile tutuklandı.

Hani diyorlar ya “halk/direniş komiteleri”... Peki, o komitelerde yer alanlardan kaçı onun arkasında durdu? Toplu davanın sanığı olanlar elbette yanında durdu ama ya dışarıda kalanlar?

O günlerde ve o dönemin anılarını yazanlar, o yenilgi sürecini gerçekten anlatmadılar; yüzleşemediler. Resmî tarih yazıcılığının dışına çıkıp gerçekler, ortalıkta konuşulduğu gibi yazıya dökülmüş olsaydı, fena mı olurdu?

Bir şeyler değişir miydi, sanmıyorum.

Çünkü acı çekenler, o çengellere asılanlar, içeride dışarıda, bir sığınakta ölenlerin yiğitliği, savundukları yarınlar, ütopyaları bugün yaşadığımız sonucu doğurmadı. O günden bugüne, geriye sadece “keşke”ler kaldı.

Yenilgi Fatsa’da başlamadı, sadece orada “görünür” hâle geldi.

Devlet gücüyle o operasyonda gelenler, daha büyük bir operasyonla ülkeye el koydular ve bugünkü yaşadığımız “ılımlı İslam” soslu ülkeyi yarattılar.

Üstelik o günlerden daha fakir, gelecek ütopyası olmayan bir ülke olduk.

“O günleri özleyenler var mı?” diye sormuyorum bile; o günleri anımsayanlar da kalmadı.

O günleri özleyenler için “o dönem”, artık sadece rakı masasında bir konu mezesi oluveriyor.

Anılarda hep anlatılır: sağcısı, solcusu, dincisi... Dönemin bütün partilerinden insanlar vardı o komitelerde.

Tek yer almayan parti ve taraftarları ise maskeli olarak askerlerle birlikte gelip operasyon yaptılar.

Ama bir süre sonra o askerler, o maskelileri de alıp cezaevinde “ağırladılar”.

Halkı için “bir şey yapanı” halk arkasız bıraktı.

O dönemde maske takıp Nokta operasyonu yapanlar dağa çıkıp uluyup ulumadıklarını bilmiyorum ama bugün CHP içinde vekillik yapanın uluma sesi ekranlara yansıdı.

Halk hep arkamızdaydı; “Halk için, halkla birlikte...” bir şeyler yaptığımızı düşündük.

Ama o, bizim yaptıklarımızdan nasiplenenler, işlerine geldiği an karşı tarafa geçip “ahmak” (saf) diye acıyarak bize baktılar.

Çocuklarını — hatta bizden biri olur diye — “bizim yaşadıklarımızı” anlatarak korkuttular...

Bazı şeyleri görmezden gelince yok olmuş olmuyor; yıllar sonra gelir, maskeliler o meydanlarda sizden biriymiş gibi nutuk atarlar.

Gerçeklerin üzerini kapatan resmî tarih yazıcılığı ya da redaksiyondan geçirilmiş anılar, yaşanmış olanlardan uzaklaştığı anlamına gelir. Keşke destanlaşan yönlerimiz yanında zaaflarımızı da anlatan anlatılar geleceğe yazı olarak kalsaydı…

İsmail Cem Özkan

 

 

27 Eylül 2025 Cumartesi

Alevilik, Bektaşiliğin Gölgesinde mi Eriyor?

Alevilik, Bektaşiliğin Gölgesinde mi Eriyor?

Yıllar önce Hacıbektaş Dergâhı'nda, Hacı Bektaş Veli’ye atfedilen özlü sözler yer alırdı. O dönemde dergâhın müze müdürlüğüne ilk kez Alevi inancına mensup bir kişi atanmıştı. Üstelik bu kişi Kürt kökenliydi. Bu durum, Cumhuriyet’in ilanından sonra bir ilk olma niteliği taşıyordu. Zira Osmanlı döneminden başlayarak dergâhın kapatılıp müzeye dönüştürüldüğü yıllara dek, genellikle Nakşibendi tarikatına mensup kişiler bu tür kurumlara yönetici olarak atanırdı. Bu kişiler aracılığıyla dergâh, Bektaşiliğin merkezî bir yapısı gibi işlev görmeye devam etmişti.

Dışarıda ise Ulusoy ailesine ait, halk arasında “Çelebiler” olarak bilinen evler fiilen dergâhın yerini almıştı. İnananlar o evlerde el alır, dua eder, gönüllerini güvercinin hafifliğiyle, turna kuşu gibi hafifletirlerdi. Turnalar Semahı, Hacıbektaş Semahı’dır. Elbette birçok yörede semah, turna figürüyle özdeşleşmiştir.

Dergâhın en üst duvarında “Türkçe konuş” ifadesi yer alırdı. Bu söz, birçok Alevi kaynağında “Bu yurtta Türkçe konuş, Türkçe sev ve Türkçe yakar” biçiminde geçer. Yıllar sonra Hacıbektaş’a tekrar gittiğimde bu yazının kaldırıldığını fark ettim. “İsabet olmuş,” dedim içimden. Ancak bu değişiklik, Bektaşilik inancında Türkçe ibadet meselesini yeniden gündeme taşıdı.

Bektaşilik, özellikle Balkanlara açılım sürecinde yeniden keşfedildi. Yeni kurulan devletler içinde Bektaşilik, kurumsal olarak varlığını koruyordu. O kurumlara gidip gelmeler başladığında fark edildi ki, ibadet eden birçok kişi dualarını ana dillerinde değil, anlamadıkları bir dilde ettiklerini fark ediyordu. Bektaşi babaları duaları Türkçe ezberden okuyordu; ancak çoğu, Türkçeyi bile anlayamıyordu.

Türkiye’de ise başlarda devlet, şehirleşen Alevilerin ihtiyaç duyduğu Cemevlerini tanımadı. Ancak zamanla bu yapının kendi işine yaradığını fark etti. Türkiye’nin her bölgesinde farklı biçimlerde yaşanan Alevilik, süreç içinde homojenleşmeye başladı. Baskın anlayışlar, daha zayıf olanları sindirmeye başladı. Genel kurallar geçerliydi; ancak farklılıkları ortaya koyan birçok geleneksel davranış ve ibadet biçimi yok olmaya başladı. Her derneğin kendi “bileni” ya da “otoritesi” ortaya çıkıyor, kendisine “dede” diyenler için yeni kapılar aralanıyor, fikirlerini yaymak isteyen bazı kişiler baskı aracına başvuruyordu.

Avrupa’da kurulan Alevi dernekleri bu süreci hızlandırdı. Hangi şehirden gelenler çoğunluktaysa, o dernekte o bölgenin Alevilik anlayışı baskın hâle geldi. Bugün birçok Alevi, hem cuma namazına gider, hem Sünni İslam’ın orucunu tutar, hem de 12 İmam orucunu yerine getirir. Dernekleşme süreci, heterojen olan Aleviliği hem homojenleştirdi hem de giderek Türkleştirmeye başladı.

MHP kökenli Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek, bu homojenleştirme sürecinin izlerini Kazakistan’da da bulmuştu. Orada kurulan Ahmet Yesevî Üniversitesi’nin mütevelli heyeti başkanlığını üstlendi. Bakanlığı döneminde Hacı Bektaş Veli ile Hoca Ahmet Yesevî arasında bir bağ kurulmaya çalışıldı. Ona göre Yesevî, Sünniydi ve Alevilikle doğrudan bir ilgisi yoktu. Ancak aynı zamanda onun bir “Türk öğretisi” sunduğu da iddia edildi: özü, sözü Türk’tü. Böylece Mevlânâ, Hacı Bektaş ve Ahi Evran da “Türk” kimliğiyle tanımlanmaya başlandı. Yıllarca Hacıbektaş’a gelip Sünniliği anlatmaya çalıştı; ancak sanırım bu çabalarından sonuç alamadığı için artık o arayıştan vazgeçtiğini düşünüyorum.

Osmanlı dönemindeki Nakşibendi etkisi, bu kez müze statüsündeki Hacıbektaş Dergâhı üzerinden yeniden inşa edilmeye başlandı. Çünkü Hacıbektaş’ı kontrol eden, Bektaşiliği; dolayısıyla Balkanlar’daki Aleviliği de kontrol edebilirdi. Bu stratejik bir hamleydi. Alevileri sadece kontrol etmek değil, bazı yapılar onları tamamen asimile etmek amacıyla hareket etti. Bu hedef doğrultusunda Aleviliği, Bektaşilik içinde eritmek istediler. Bugün bu süreç, Cemevleri ve dernekler aracılığıyla yavaş ama kararlı bir şekilde sürdürülüyor.

Sosyal medyada bir Alevi ozanın yaptığı paylaşım, özellikle Kürt Aleviler arasında hayal kırıklığına yol açtı. Ancak aynı zamanda birçok Alevi’nin özünü ve sözünü de yansıtıyordu:

“Alevilik, 72 milleti içine alan kadim bir gelenektir. ‘Kürt Alevi’ ya da ‘Türk Alevi’ diye bir tabir yoktur; Kürtçe konuşan Alevi, Türkçe konuşan Alevi veya Zazaca konuşan Alevi vardır. Alevilik, ‘lisan-ı hâl’ dilidir; ibadet dili ise Türkçedir.”
— Erdal Erzincan

Bu konu son yıllarda daha sık dillendirilmeye başlandı. Hatta “Çepni, Türkmen dini” diyenler arttı. Kimine göre Kürtler de Türkmen soyundandır. Elbette herkes kendini hangi soydan görüyorsa öyle adlandırıyor. Ancak Kürtçe ibadet neredeyse ya tamamen yok sayılıyor ya da açıkça reddediliyor.

Devlet Bahçeli’nin 16 Ağustos’ta bir Alevi açılımı yapacağı yönünde bir öngörüm vardı. Ancak yaptırdığı Cemevi zamanında yetişmediği için açılımın 29 Ekim’e ertelendiğine dair duyumlar aldım. Fakat 16 Ağustos yaklaşırken Alevi açılımına dair söylemler ciddi biçimde artmıştı.

Devlet bir bütündür, parçalanamaz.

Bu durum kimilerini şaşırtıyor olabilir, ancak bana kalırsa şaşılacak bir şey yok. Zira bu mesele ilk kez konuşulmuyor. Hatta birçok Alevi dergâhında “Cemevinde ibadet dili Türkçedir” denilerek diğer dillerin kullanımı reddediliyor. Bu yaklaşım, Avrupa’da iki ayrı Alevi federasyonunun kurulmasına neden oldu. Çünkü Cemevlerinin kurumsallaşması süreci, bu tür tartışmalarla birlikte başladı.

Öte yandan “Alevi-Bektaşi” kavramı giderek birleşik bir ifade hâline gelmeye başladı. Bektaşilik, doğrudan Alevilik gibi sunuluyor. Sözde Bektaşilik, “şehir Aleviliği” imiş. Bu da zamanla kanıksandı. Bugün neredeyse her Alevi yayını ve söyleminde “Alevi-Bektaşi” ifadesi birlikte kullanılıyor. Birçok Cemevinde Bektaşiliğe ait simgeler daha baskın hâle geldi.

Katıldığım pek çok cenazede, Bektaşi şapkası takan bir dede ya da baba, Sünni inancıyla neredeyse birebir örtüşen söylemlerle sohbet ederken, yalnızca “Hz. Ali” ismini araya serpiştiriyordu. Buna bizzat şahit oldum.

Sonuç olarak, Aleviler kaybolmaya yüz tutmuş inançlarını Bektaşi şapkası altında kurumsal bir yapıya dönüştürerek sürdürmeye çalışıyor. Bu sayede Alevi açılımı başarıya ulaşmış gibi bir algı oluşturuluyor.

 

İsmail Cem Özkan

 

25 Eylül 2025 Perşembe

Kürtçe Şarkılar Çalıyor, Ama Sorun Bitmiyor

Kürtçe Şarkılar Çalıyor, Ama Sorun Bitmiyor

Kürt açılımı ya da popüler ismiyle “Terörsüz Türkiye” süreci, Meclis'te uzun süren bir oyalama, dinleme ve boş cümlelerle dolu çuval misali bir süreçle ilerledi. Eğer bir adım atılacaksa bile, bu adım içi doldurulmamış cümlelerin ardına gizlendi.

Sürecin sonunda, “zurnanın zırt dediği” noktaya geldik.

Faşist lider Bahçeli, kendisinden beklenmeyen ama “devlet aklı” olarak sunulmaya çalışılan bir çıkış yaptı. Bu çıkışla Meclis'e PKK’nın "kurucu lideri"ni davet etti. Aynı zamanda Meclis’te yer alan her DEM vekilini Öcalan olarak gören bir söylemle, mikrofonlardan duyulan ve kayıtlara geçen ifadeler kullandı.

Sonuçta, “Ben,” dedi. “Görüntülerini dinlemek yerine orijinaliyle pazarlık yaparım. Çünkü ben güçlüyüm. O ise teslim olmuş durumda. Teslim olmanın gereğini yerine getirsin. Kayıtsız, şartsız teslim olsun.” Bu çağrıyı laf kalabalığı içinde dillendirdi.

Kalktı, gitti DEM vekillerin elini Meclis’te sıktı. Birbirine nefretle bakanların bakışı birden değişti. Sanki bir umut yeniden filizlendi — hiç beklenmedik anda!

Aşk filmlerinde hiç değişmeyen bir konu vardır: “Tüm aşklar nefretle başlar.”

O günden bugüne, her iki muhatabın açıklamalarına göre süreç ilerlemiş gibi görünse de, pratikte hiçbir karşılığını göremiyoruz. Hissedemiyoruz da. Bizler, bu liderlerin açıklamalarının “yalancısıyız” adeta.

İşte söylüyorum o yalanı: İlerleme oldu!

Kürt sorununun Meclis'te görünür olmasının asıl sebebi, Suriye'deki iç işlerden başlayıp dış siyasete evrilen gelişmelerdir. Bizim taraftan bakıldığında, artık Araplarla olan sınır komşuluğumuz ortadan kalkıyor. Irak ve Suriye sınırının her iki tarafında Kürtler yer alıyor.

İki tarafın da Kürt olması, bu durumu bazılarına göre Türkiye’nin iç meselesi hâline getiriyor.

İşte zurna burada “zırt” diyor.

Halaya durulmuş, kemençe ve davul-zurna eşliğinde, mahallenin dedikodusunu anlatan dengbejin sesi yankılanıyor.

Kürt sorununa çözüm arayışına bir de İsrail faktörü ekleniyor.

Zaten daha önce ABD, Irak işgali sırasında meseleye dahil olmuştu. Uçuşa yasak bölge ilan etti. Bu bölgede hava operasyonları yapılmazken, kara operasyonları ile iç cepheye saldırılar arttı. “Terörle mücadele” adı altında yıllar geçti, yıllar birbirini kovaladı. Ama bitmesi söylenen, ayakkabı numarasını bile bildiğimiz “terör” bir türlü bitmedi.

Oysa bu işin içinde emperyalizm olduğu söylenmişti. Her Kürt ayaklanması, içeride hep aynı nakaratla karşılandı:

"Emperyalistlerin maşası olan ayrılıkçılar; Cumhuriyet’i yıkmak için emperyalizm desteğiyle yürütülen gerici bir ayaklanmadır. Resmî tarihe göre, tüm isyanlar ülkeyi yıkmak için girişimlerdir; ülkenin birliği için zor ile bastırılması zaruridir."

Silahı veren, karşılığında istediği ihaleyi alıyordu!

Yıllar geçti. Ölümler arttı. Derelerden kan aktı. Kimsesizler mezarlıkları genişledi. Yaylalar, dere kenarları adı konmamış, isimsiz mezarlıklarla doldu. Bu mezarlara taş dikilmedi; üzerleri örtüldü. Altlarında ise çürüyen bedenler kaldı.

Bir zamanlar “bir iki anarşistin macerası” diye küçümsenen Kürt sorunu, bugün “Kürt realitesini” tanımakla ülkenin gündemine oturdu. Bu realite tanındı. “Türkçe konuş vatandaş!” propagandasının yerini, dolmuşlarda Kürtçe şarkıların çalındığı bir süreç aldı.

Şarkılar çalıyor ama sorun çözülmüyor. Onlara göre şarkı çalınca sorun çözülecek!

Ama çözülmedi…

Sorun büyümeye devam etti. İnşaatta Kürtçe türkü söyleyen işçiler aşağı atıldı. Cinayetler eklendi. Bu etki-tepki süreci, batıdaki tatil bölgelerinde ırkçı dalgaya dönüştü. “Kelebek etkisi” gibi, hem beklenen hem de yok sayılan bir sürece evrildi.

Kürt sorununu çözmek istediğini söyleyenler, gerçek çözüm adımları atmak yerine cepheleşmeyi tercih etti. Cenaze törenlerini, ırkçı dalganın büyümesi için kullandılar. Sonuçta, milliyetçilik varsa, karşı milliyetçilik de vardır.

Milliyet, ancak karşısıyla var olur.

Suriye’de rejim değişti. İktidara giden yolu İsrail açtı. Cihatçı, kelle kesen, Ezidi kadınları cariye yapan biri; birden kravat taktı, ceket giydi ve Suriye devlet başkanı olmak için sahneye çıktı. Önce suçlu oldu, sonra kader kurbanı. Ardından zamanla “cumhurbaşkanı” oluverdi.

Demokrasi ve fırsat eşitliği dedikleri bu!

İsrail, açtığı kapıdan geçenleri elbette kontrol edecektir. Ama bu kapının açılmasını kendi propagandasının parçası olarak sunanlar, hemen surlara Türk bayrağı çekip “Bakın biz yaptık!” dediler. Yiyen oldu mu? Oldu. Ama çok kısa sürede o yenenler çıkarıldı, inandırıcılığı ortadan kalktı…

Sınırları halklar çizmez. Güçlü olan ve o bölgeye hâkim olan emperyalistler çizer. Yugoslavya bunun en açık örneğidir. Bir ülkeden, misket bombası gibi etrafa yayılan küçük devletçikler çıktı. Bugün Balkanlar’da suni bir barış dengesi sürüyor. Ama emperyalist devletlerin çıkarları orada çatıştığı an, tekrar savaş bölgesi hâline gelebilir.

Suriye sorunu, “zorunlu açılım”ın anahtarı oldu. Ancak çözüm üretmeyen, sadece bir “Kürt realitesinin” tanınmasıyla sınırlı bir yere evrildi. “Kapalı kapılar arkasında ilerleme var” deniyor ama pratikte bu ilerlemenin karşılığını göremiyoruz. Kayyumlar hâlâ yerli yerinde oturuyor. Seçilmiş belediye başkanları, görev yaptıkları Kürt yerleşimlerinin altyapı sorunlarını bile çözememiş durumda, belki onlar için altyapı Kürtlerin özgürlüğünden geçiyor, “önce özgürlük, sonra hizmet!”

Kürt belediye başkanları elbette güzel işler yapıyor, o güne kadar yasaklanmış ne kadar Kürt aydını varsa hepsinin adı Kültür Merkezlerinin önüne ekleniyor, oralarda Kürt diline, kültürüne katkısı olan toplantılar yapılıyor. TRT ise Kürtçe kanal açarak hem radyodan hem de ekrandan “kendi” Kürt vatandaşlarına sesleniyor. 

Sorun hâlâ var. Bir masaya Kürt belediye başkanını oturtmak, ne sorunu çözüyor ne de ortadan kaldırıyor.

Bu ülkede “terör”, iyi bir geçim kapısı hâline geldi. Kara paranın ekonomiye “can suyu” olduğunu söyleyen ekonomistlerin açıklamalarından bunu anlıyoruz. Gelişmişlik düzeyi ile çözüm yollarının açılması arasında doğrudan bir bağ var.

Ama gecekondu kurarak şehirler büyümez. Aksine, şehirler kocaman köylere dönüşür. Ve o köyleri bir deprem silip süpürebilir… Herkes kendisini tam güvende hissettiği an, gece sabaha dönerken yer birden oynamaya başlar ve tüm insanlığın birikimi, yapılmış kalelerin geçilmez duvarları yıkılır. Bu yıkıntı birileri için yeni fırsat kapısıdır, çünkü oluşmakta olanı üzerine kim ihale veriyorsa, o verenin niyetine uygun yeni yerleşim alanları yaratılır.

İsmail Cem Özkan

18 Eylül 2025 Perşembe

Sosyalist Elbiseli Bir Miras: TKP ve İttihatçı Gelenek

Sosyalist Elbiseli Bir Miras: TKP ve İttihatçı Gelenek

Cumhuriyet henüz kurulmamıştı. Ankara, dönemin yeni çekim merkezi hâline gelmişti. Devletin İstanbul’dan taşınıp yeniden inşa edilme süreci yaşanıyordu.

Tarihsel olarak bakıldığında, o dönemde ülkemizdeki sol hareketler üzerinde esen rüzgâr Bolşevik değil, Spartaküs hareketidir. Bolşevikler ise daha sonra TKP eliyle etkili olmaya başlayacaktır. Çünkü onların (yani Bolşevik çizgiden etkilenenlerin) anlayışı, var olan bir devletin gücünü arkasına alarak “devrim yolunda” yürümek yönündeydi.

Ama elbette, evdeki hesap çarşıya uymadı.

Tarihte birçok olay yaşanmıştır; ancak bizim en büyük talihsizliğimiz, tarihteki ilk büyük sosyalist devlet olan Rus Sovyet Devleti'nin güney sınırı olmamızdır.

İşgal altındaki İstanbul’da birçok sosyalist parti kurulmuş, bu partiler dönemin işçi sınıfı içinde örgütlenmiş, Marx’ın resmini taşıyan dergiler yayımlanmıştır. Sosyalizm ve komünizm fikirleri üzerine yoğun tartışmalar yürütülmektedir. Bu tartışmalar içinde yer alanların önemli bir bölümü, İttihat ve Terakki kökenli değildir.

İleride kurulacak olan TKP içinde ise daha çok İttihatçılardan oluşan, “komünist elbisesi giymiş”, ülkeyi ya da devleti kurtarmak isteyen, Türk burjuvazisi kültürüne sahip bireyler yer alacaktır. TKP'nin dokusu, işgal altındaki İstanbul’da kurulmuş sosyalist partilerden oldukça farklıdır. Üstelik bu parti, Komintern tarafından yönlendirilecek ve biçimlendirilecektir.

TKP’yi kuran kadrolar, dönemin koşulları göz önünde bulundurulduğunda, her biri birkaç dil bilen, iyi eğitim almış ve Enver, Talat ve Cemal Paşa ile birlikte çalışmış kişilerden oluşmaktadır. Bugünkü solun resmî tarihi ise Bakü’den başlatılır. Bunun nedeni, TKP’yi kuran kadroların yenilmiş bir partinin (İttihat ve Terakki’nin) devamı sayılabilecek yapılarla bağının olmasını görünmez kılmaktır. İstanbul, bu resmî sol tarih yazımında özellikle göz ardı edilir.

Ankara’da yeniden kurulan ve dağılmış devleti toparlayan iktidarın kökeni ile TKP’yi kuran kadrolar aynıdır. Aynı siyasal gelenekten gelirler; fakat farklı tercihlerle farklı yollara yönelmişlerdir. Bu nedenle hem Ankara’da şekillenen ve zamanla Kemalizm adını alacak olan anti-komünist düşünce biçimi, hem de komünist kimliği taşıyan ama aynı kökten gelen sol akımlar aslında aynı geçmişi paylaşırlar. Onları ortak zeminde buluşturan ise “devleti kurtarma” düşüncesidir. Farklı yolları tercih edenlerin tek bir düşüncede birleşmeleri bir rastlantı değildir. Dönemin en güçlüsü olan Ankara’da buluşanlar ve onlara daha sonra katılmaya çalışan, Bakü’de buluşup yeni konumlarına göre yol almak isteyenlerin çıktığı yol, Trabzon açıklarında lider kadrosunun yok edilmesiyle tarihî bir kırılma yaşamıştır. Bu kırıma rağmen Komintern, bu kırımı yok saymış ve etkisi altında olan kadroların Ankara’daki harekete katılmasını teşvik etmiştir.

Bolşevik düşünce yapısında “devlet destekli bir devrim” anlayışı ağır basarken, doğrudan “proletarya devrimi” düşüncesi Spartaküs hareketinin temelini oluşturur. Bu iki ayrı tercih, oluşmakta olan siyasi hareketlerin yönelimlerini belirleyecek ve her biri buna göre bir yol haritası çizecektir. Bakü’de oluşan hareketin, devleti merkeze alarak Ankara’ya ulaşma çabası anlaşılırdır. Çünkü onların zihninde şekillenen devlet destekli devrim anlayışı, ancak devleti dönüştürmek ve o devletin çatısı altında örgütlenmekle mümkün olabilirdi.

Bolşevik Partisi’nin tercihiyle oluşturulan parti ve yapılar, “sistem içi” ve “devlet merkezli” bir sosyalist örgüt olarak kendilerini konumlandırır. İlerleyen zamanlarda sık sık karşımıza çıkacak yasal bir parti olma arayışı içinde, TKP kadroları sürekli girişimlerde bulunur; her çok partili geçiş sürecinde TKP tarafından desteklenen ve bizzat kadroların yer aldığı siyasi partiler kurulur, ancak bu partiler kısa sürede kapatılır. Hatta imkân bulduklarında CHP içinde de örgütlenmek için yollar aramışlar; bu konuda çeşitli örnekler de vardır.

Yukarıda açıklamaya çalıştığım duruştan dolayı, bu ortak (İttihat ve Terakki Partisi) köken, komünist görünümlü bazı kadroların Ankara iktidarı içinde yer almasını da anlaşılır kılar. “Kadro Dergisi”ni çıkaranların büyük bölümü, komünist kimliğini cebinde taşıyan, ancak pratikte farklı tercihler yapmış bireylerdir.

Bolşevik Partisi’nin etkisiyle TKP adını alacak birçok girişimin içinde, zamanla Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası taraftarları tasfiye edilecek ya da pasif konuma gelecektir. TKP tarihi içinde bu çekişme, açık ya da gizli olarak hep varlığını korumuştur. Bir zamanlar “partimi arıyorum” olarak adlandırdığım anlarda, aynı anda üç ayrı merkezi yapı olduğunu iddia edenlerin oluşturduğu topluluklar vardı. Sonucu elbette Moskova’nın tavrı belirleyecek ve diğer toplulukta olanlar her zaman “güvenilir” olmadıkları için kuşkuyla izlenecektir.

Dr. Şefik Hüsnü’nün parti genel sekreterliğinden Komintern üyeliğine geçiş süreci, bu çatışmanın görünür tarafıdır. Nâzım Hikmet’in hayatının gizli kalmış tarafı da bu çatışmadır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli ve daha niceleri; bu çatışmadan dolayı merkezi yapının dışında kalmış, ama kendilerini TKP’li görenlerin tarihidir.

TKP’nin tarihsel gelişimi, Türkiye sol hareketinin yalnızca örgütsel biçimini değil, aynı zamanda siyasal yönelimini ve ideolojik duruşunu da belirleyen temel bir referans noktasıdır. Bu hareketin kökleri, İttihat ve Terakki'nin kadrolarına dayandığı ölçüde, içinde taşıdığı devlet merkezli siyaset anlayışıyla da şekillenmiştir. TKP'nin kuruluşu, dönemin politik koşulları kadar, sosyalist mücadelenin devletle kurduğu ilişki biçimini de yansıtır.

Olaylara nasıl baktığımız kadar, nereden baktığımız da belirleyicidir. TKP’yi bir devrimci hareket mi, yoksa düzenle uzlaşan bir yapı mı olarak değerlendirdiğimiz; tarihsel bağlamı nasıl kurduğumuzla doğrudan ilişkilidir. Bakü’den İstanbul’a, oradan Ankara’ya uzanan çizgide yaşanan her gelişme, bu hareketin ideolojik derinliklerinden örgütsel tercihlerine kadar pek çok unsurun yeniden düşünülmesini gerektirir.

Geçmişiyle yüzleşebilen bir Türkiye sosyalist hareketi, sınıftan kopuk olmaktan çıkarak; sınıf-devlet ilişkisini yeniden kurabilir, geçmişin yerleşik ezberlerini ve tabularını sorgulayarak kendine yeni bir yol açabilir. TKP'nin tarihinden çıkarılacak dersler, bugünkü solun yeniden yapılanma ihtiyacına ışık tutacak niteliktedir.

İsmail Cem Özkan

14 Eylül 2025 Pazar

Sanki Her Şey Normalmiş Gibi

Sanki Her Şey Normalmiş Gibi

Belediye zamları sonrası oluşması muhtemel tepkilere bakıyorum. Sanırım büyük bir kanıksama var. Hayır, itiraz eden — benim gibi — insanların dışında kurumsal bir tepki yok. Kurumsal tepki vermesi muhtemel olanlarsa, “Ne tepki veririm, ne de kırlangıcımdan vazgeçerim” anlayışı içinde, bu kanıksamanın içine kendilerini âdeta embedded (gömülü) yapmış gibi...

Eskiden, göstermelik olarak Mecidiyeköy metro ya da metrobüs istasyonuna gelinir, turnikeden atlanır, özel güvenlik müdahale eder ve o eylem ya da protesto orada biterdi. Zam yürürlüğe girer ve o zamlı geçiş, büyük çoğunluğu rahatsız etmeden devam ederdi. Çünkü belediye yapmıyor bu zammı. Peki, kim yapıyor? Piyasa!

Kanıksama...

Kadın cinayetleri, ortaokul çocuklarının motosikletle dükkân taraması, valilik izniyle her durakta para toplayan, arabesk sunumlu, çaresiz annelerin yüksek sesli isyanı:

“Ne olur, çocuğum yaşasın!”

Bir de durakların güvenliğin görmediği yerlerinde para toplayan dilenciler…

Otobüs içinde yara bandı satan insanlar...

Her şeyi kanıksadık:

Her cuma muhalefet belediyelerine operasyon, pazartesi günleri iktidar partisine geçmek için istifa eden meclis üyeleri...

Sonuçta Erdoğan’ın iktidarını bile kanıksadık.

Tek adam rejimi kimseyi rahatsız etmiyor.

İstifa edemeyen bakanlar kurulu üyeleri, kişiliksiz bürokratlar, müdürüne göze girmeye çalışan; bu yüzden her türlü tacize, mobbinge sessiz kalan muhtaç insanlar…

Bunlara da kanıksadık.

Peki, kanıksamadığımız ne kaldı?

Çok eşlilik mi?

Boşanmış insanların aynı evi paylaşması mı?

Diyanet İşleri Başkanı’nın cinsiyetçi açıklamaları mı?

Dalga geçen zam haberleri mi?

Ölümler, toprağa gömme töreni ve ardından gelen; “mezar yapıyorum” bahanesiyle acılı aileyi soyup soğana çeviren yeni gelenekler mi?

Kaldırım taşı ya da Arnavut kaldırımı şeklinde döşenmiş yollarda yürürken ayak parmağı kırmak mı?

Gereksiz yere düdük çalanlar mı?

Çakar araçların garip böğüren kornaları mı?

Direksiyon başındaki sürücünün, sinyal vermeden sadece baş hareketiyle nereye döneceğini kaldırımda yürüyene göstermesi mi?

Sinyal lambasını sadece araç muayenesinde kullanan büyük çoğunluk mu?

"Geçici" diye gelen ama kalıcı hale gelen vergiler mi?

Gerçekten, biz neye şaşırmıyoruz?

Neden hiçbir şeye itiraz etmeden her şeyi doğal gibi görüp kanıksıyoruz?

Tepki vermemek, tepki verememek; artık hayatta kalmanın, akıl sağlığını korumanın bir yolu haline gelmiş gibi.

Bu noktada tepki vermemek bir tercih değil, tükenmişliğin dışa vurumu oluyor.

Eleştiri kültürünü yitirmiş bir muhalefet, iktidarı yalnız bırakır. Bu yalnızlıkta en çok da halk kaybeder, seçilmişler ise hapishanede yapacaklarını anlatarak kendilerini avuturlar...

Kanıksamak, sessizliğe kapı aralar. Sessizlik de iktidarın ve güçlünün işini kolaylaştırır.

İsmail Cem Özkan


12 Eylül 2025 Cuma

12 Eylül: Kırmızı Bir Gün

12 Eylül: Kırmızı Bir Gün

Bugün 12 Eylül, dün 11 Eylül’dü. Şili’den Türkiye’ye uzanan Amerikan patentli darbenin yıl dönümü. Birbirinden bu kadar uzakta iki ülke, aynı metot ve yöntemlerle Amerikan güdümünde yeni bir rotaya sokuldu. Ulus devletin yok edilip yerine ılımlı İslam soslu, küresel firmaların çıkarına uygun bir liberalizm sürecinin başlangıç ya da sonlanış tarihidir. Kıbrıs çıkarması adı verilen süreçle başlayan ambargonun resmen sonlandığı gündür...

12 Eylül, bizim için duvarda yazılı olan “Faşizme ölüm, tek yol devrim!”, “Faşizme ölüm, halka hürriyet!”, “Kurtuluşa kadar savaş!” … sloganlarının silinmesi anlamına geliyor. Çünkü sabah marşlarla uyandığımız o sabah, elimizi hemen boya alıp yazıları silmedik; sildirmediler elbette. Ama ekmek alma dışında sokağa çıkmanın yasak olduğu bir gündü. Çıkmaz sokağımıza gelen jandarmanın o sokakta silahıyla oturanlara gücünü gösterdiği gündü...

Marşlar çalıyordu. Eğer marş çalınmamış olsaydı, o akşam büyük olasılıkla bizim eve bomba atılacaktı. Çünkü sözleşmesi olmayan bir anlaşma vardı iç çatışmada: Kim elini daha yükseltirse, karşı taraf da o kadar yükseltiyordu. Evimizin arkası “sınır”dı. Sınırları ilk defa orada gördüm; siyasetin çizdiği, insanların değil. Evimizin arkası faşist, önü devrimciydi...

O sınırdan geçişler olmazdı. Çünkü geçene bir kurşun gelmeyeceğini kimse söyleyemezdi. Bugün sınırlarda it dalaşı yapan uçaklar gibi, biz de “it dalaşı” yapardık. Sınırların ötesine geçer, silahlar konuşur, varsa fırsat duvar yazılarının üzerine biz de yazımızı yazar, geri dönerdik. Geçiş dediğin, karşı tarafın direnişini kırmaktır. Bir sabah, bu geçişlerin ortadan kalktığına şahit olduk...

Devrimci istihbarat, karşı tarafın sanatçılarını, ileri gelenlerini, silah tutan tetikçileri hakkında bilgi toplamakla uğraşırken; karşı istihbarat ise kendisini devlet istihbaratına teslim etmişti. Onlar güya devlet adına cinayet işliyor, devletin Türk olması için çatışıyordu. Hiç akıllarına gelmiyordu ki devlet, zaten Türk kimliği üzerine inşa edilmişti; ama faşist yapılar bunu yeterli görmüyor, bu kimliği daha da tekleştirici, dışlayıcı hale getirmek istiyordu. Diğer ırkların bu devlet içinde temsil edilmesi bile yoktu. Hangi ırktan olursan ol, bu ulus-devlet içinde Türk ırkı ve “dünyaya bedel” olan Türk halkı için çalışmak, onu büyütmekle yükümlüydün. Dini, mezhebi söylemeye gerek yok: İslam, Sünni. Yani Osmanlı’dan alındığı gibi devam ediyordu. Halife yerine Diyanet İşleri Başkanı oturmuştu. O zamanlar göstermelik bir makamdı; bugünkü gibi lüks araçlar, lüks seyahatlerle anılan, elinde kılıçla fetva veren bir kurum değildi...

Sonuçta Türk devletini korumak adına yaratılan düşmana saldırılıyordu. Öteki taraf ise hayatta kalmak için kendini savunuyordu. Bu çatışmaların neden yapıldığını hissettiğimiz, yaşadığımız gündür 12 Eylül. O sabah marşlar çaldı, bildiriler okundu. Sivil hayatın yerini yarı askeri yaşam, sonra da tam askeri yaşama bıraktı.

12 Eylül’e karşı direniş göstermesi beklenenlerin gücü, darbeciler tarafından daha önce test edilmişti. Nerede, ne kadar direnecekleri, ellerindeki silahların yapısı ve niteliği hakkında ayrıntılı raporların olduğu; darbe yapan generalin anılarında var. Sonuçta sağlam bir zeminde, sokak dili ile söylersek “kılçıksız” bir darbe yapıldı. 27 Mayıs gibi bir ulusçu/ Türk ırkı üzerine oturan anayasa, daha da ırkçı, daha az özgürlükçü, daha fazla kontrol mekanizmasının kurulduğu ve daha İslamî bir devlete dönüşümle sonuçlandı.

Bu darbe, liberal ekonomi adı altında devletin mal varlıklarının yağmalanmasının önünü açtı. İştahı kabaran sermaye, siyasi iktidarın yetiştirdiği yeni bir sermaye birikimi yapan şirketlerin doğum günüdür bu gün. Darbe, işçi sınıfını örgütsüz kılmak için yapılmış ve işçi sınıfı buna karşı direnmeden, Selimiye Kışlası ve diğer teslim olma noktalarında sıraya girip teslim olmuştur.

Darbe, sınıfsal karakterini bu sayede gizlemiş; her “anarşiste” (o zamanlar terör kelimesi pek kullanılmazdı.) karşı yapılmış gibi bir izlenim vermiştir. Faşist militer güçler bu yüzden hayal kırıklığına uğramıştır. Aynı koğuşta “kaynaştır, birleştir” modeliyle, benzer kaba işkencelere tabi tutulmuşlardır. Darbeciler “bir onlardan, bir bunlardan” diyerek idamlara başlamış; liderlerin hepsi tutuklanarak geçmişin üzeri işkence odalarında tutanaklarla örtülmeye çalışılmıştır.

Darbe, ulus tarihini değiştiren ilk adımı; işkence odalarında yaratılan yeni tarihle, savcı tutanakları ve mahkeme kararlarıyla atmıştır. Siyasi savunma yerine kişisel savunma teşvik edilmiş ve o yönde ortam hazırlanmıştır. Çünkü bir ülkenin tarihe bakışını değiştirirseniz, halkın DNA’sını bile değiştirirsiniz. Tüm gelenek, görenek ve alışkanlıklar bu tarihsel bakışla yeniden şekillendirilebilir. Darbeciler bunu büyük bir başarıyla gerçekleştirmiştir.

Sol, bu süreçte muhataptır. Ancak bu muhataplık, masa başında değil; işkence odasında oluşmuş yeni tarih söylemi üzerine oturmuştur. Mağduriyet aslında faşist taraf için söylenebilir ama sol için aynı şeyi söylemek doğru değildir. Çünkü darbenin muhatabı daha önceden belli edilmiştir: Kemal Türkler cinayeti, Fatsa nokta operasyonu ile...

Darbenin muhatap tarafı bellidir; ancak bu tarafın gücü, direnişi örgütlemeye yetecek güçte örgütlü yapısı olmadığını ortaya çıkarmıştır, zaten bir mahkemede dönemin lideri “tarihi bizi örgüt olamadığımız için yargılayacaktır” diye belirtmiştir bu durumu. Eğer örgütlü güç olsaydı, (hep biz var olduğunu düşündük) ülke bugünkü halinden çok daha farklı olurdu. Sonuçta bugün otokrat bir liderin zemini o gün döşenmiştir...

12 Eylül günü ben kişisel olarak, elimde varsa kırmızı bir tişört giyerim. O gün dökülen kanları, işkencede hayatını kaybedenleri, “operasyon var” denilerek infaz edilenleri; sonuçta öldürülen tüm devrimcileri o kırmızı tişörtümle anarım. Solun tek bayrağı vardır: Kırmızı. İşçi sınıfının bayrağıdır o; öldürülmüş bir işçinin gömleğidir.

Bugün benim için kırmızıdır.

O kırmızı içinde adı sanı bilinmeyen, unutturulmaya çalışılan her devrimcinin, her insanın sözü, sloganı, ütopyası, hayalleri vardır.

Bu yüzden bugün, benim için kırmızı bir gündür.

 

İsmail Cem Özkan

9 Eylül 2025 Salı

Kemalist Paradigma ile Sol Yaratılır mı?

Kemalist Paradigma ile Sol Yaratılır mı?

Türkiye’de sol hareketin büyük kısmı, tarihsel olarak Kemalist paradigmadan etkilenmiş ve bu çerçevede şekillenmiştir. Ancak bu etki, solun bağımsız bir ideolojik duruş geliştirmesinin önünde ciddi bir engel hâline gelmiştir. Gerçek bir özgürlük mücadelesi, tarihsel ezberlerin dışına çıkılarak, özgün düşünsel zeminlerin yaratılmasıyla mümkündür.

27 Mayıs darbesi sonrası oluşan ve “68 Kuşağı” olarak anılan nesil, başlangıçta Kemalist’tir. Çünkü onlara öyle bir algı içinde eğitim verilmiştir ki, solcu olmak; Kemalist, laik ve hukuk düzenini savunan biri olmakla eşdeğer görülmüştür. TİP (Türkiye İşçi Partisi), kendi varlığını 27 Mayıs’a dayandırmış ve “O olmasaydı biz olmazdık.” demiştir.

Bunun elbette tarihsel bir derinliği vardır.

Sovyet dış politikası, 20. yüzyıl boyunca, anti-emperyalist cephe anlayışı doğrultusunda Türk solunu Kemalist rejimle uyumlu hareket etmeye yönlendirmiştir. Bu stratejik yaklaşım, ideolojik bağımsızlık yerine jeopolitik uyumluluğu öncelemiştir. Nitekim TKP, Moskova’da bir temsilcilik dahi açamamış; bu, Sovyet-Türkiye ilişkilerindeki hassas denge nedeniyle engellenmiştir. Bu teşvik, Sovyetler Birliği yok olana kadar geçerli olduğu gerçeğini hiç unutmamak gerekir.

TİP’i, işgal döneminde kurulan partilerden sonra bu ülkeye özgü sol akımın ilk gerçek adımı olarak değerlendirebiliriz. TİP içinde başlayan tartışmalar, gençlik hareketi ve sonrasında oluşan MDD (Milli Demokratik Devrim) hareketi, Sovyetler Birliği etkisine karşı bir isyanın sessiz hâlidir. Milli temelli başlayan bu ayrışma, zamanla THKO, THKP-C, TKP-ML gibi hareketleri doğuracak gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Bu hareketleri oluşturanlar da başlangıçta Kemalist gençlik hareketi içindeydi; anayasayı savunma adına mücadele etmekteydiler.

Eğer bu hareketlerin yalnızca başlangıcını referans alırsanız, Kemalizm’den kopmanız zorlaşır; bu da sizi, karşı çıktığınız sistemin ideolojik sınırları içinde kalmaya mahkûm eder. Ancak bu farklılaşan gruplar, kendi özgün örgütsel yapılarını kurduktan sonra yazdıkları ve davranışlarına bakarsanız, bu ülkeye özgü “Tam Bağımsız Türkiye / Kürdistan” idealini ortaya koyan bir hareket oluşturduklarını görürsünüz.

O dönemde bazı önder kadrolar, zamanla Kemalizm’le aralarına ideolojik mesafe koyma çabası içine girmiştir. Ancak bu çaba, dönem koşulları nedeniyle çoğu zaman sınırlı kalmıştır.

TİP’in gelişimine baktığımızda, ilk defa — ve partinin kapatılmasını göze alarak — Kürt sorunu masaya yatırılmış, bu konuda kongre toplanmıştır. Partinin içinden de Kürt sorununu merkeze alan farklı sol yapılar doğmuştur.

Bugün hâlâ Kemalizm damarından inatla beslenmeye çalışan bir soldan söz edilmektedir. Ancak bu inatla o yolda yürüyenlerin, düzeni değiştirmek yerine düzeni restore etme derdinde olduklarını görürsünüz.

Kemalizm’le ideolojik bağını koparamayan bir sol, sistemin meşruluk çerçevesi dışına çıkamaz.

Günümüzde bazı sol çevreler, Erdoğan karşıtlığını ideolojik bir çerçeveden çok, refleksif bir muhalefet biçimi olarak kurgulamakta; bu da solun sistem dışı alternatif üretme kapasitesini zayıflatmaktadır.

İsmail Cem Özkan

7 Eylül 2025 Pazar

Aynı Bombaların Altında Farklı Coğrafyada Ölenler

Aynı Bombaların Altında Farklı Coğrafyada Ölenler

Bazen bir haber başlığıyla başlar her şey.  

"Gazze yine bombalanıyor."

Uyku sersemi açtığın televizyonda gözlerin dalar fotoğraflara: yıkılmış binalar, enkaz altında bir çocuk kolu, çaresizce bakan bir kadın, yan yana dizilmiş ölü bedenler ama aynı anda, bir başka coğrafyada, Suriye’nin bir dağ köyünde sessizce toprağa verilen Alevîler ve Dürzîler vardır. Onlar ne kameraya yansır, ne slogan olur, ne gündemde yer alır; çünkü o topraklarda ölenler “bizden” sayılmaz.

Acının bile kimliklendirildiği bir çağdayız.

Ölüme bile aidiyet soruluyor artık: Sünnîysen ‘şehit’, Alevîysen ‘susturulan’ oluyorsun. Filistinliysen “direnişin sembolü”, Êzidîysen “görmezden gelinen kurban”, çünkü mezhebiniz, hangi acıyı görüp görmeyeceğinizi belirliyor. Gazze’de öldürülen siviller için meydanlar dolarken, Suriye’de Alevî köyleri basıldığında yalnızca sessizlik yankılanır.

Peki, neden böyle?

İnsanların öldürülmesini mümkün kılan sistem, zihniyet ve sessizlik yargılanmalı. Ancak biz orada duruyoruz. Suriye’de Alevîler katledildiğinde, mezhepsel bağlar nedeniyle bazıları susuyor ya da üstü kapalı hak veriyor: “Onlar da Esad’ı destekliyordu...” Tıpkı, Hamas’ın Gazze’yi siyasal İslam’ın kalesi haline getirip, halkı güç gösterisinin ortasında bırakmasını meşrulaştıranlar gibi.

Gazze’de bombalar yağarken hepimiz İsrail’in barbarlığını konuşuyoruz, ama kimse şunu sormuyor: Neden bu halk hep aynı ölüm sarmalının içinde?

Hamas gibi örgütler, katleden devletlerin sağcı iktidarlarına adeta can simidi oluyor ve bu denklemde kaybeden hep sivil mazlumlar oluyor.

Gazze için ağlayanlar, Suriye’de öldürülen Aleviler için sessizce izlemeyi tercih ediyor. Bir halk için ağlayıp diğerine sağır olmak, insani değil, ideolojiktir.

Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da Alevîler katledildi ama o dönemin sağ medyasında ve sağcı halk arasında “Ama onlar da kışkırttı” diyenler bulunuyordu ve onlar bugün Gazze için gözyaşı döküyor. Suriye’de Alevî / Ezidi kadınlara yapılanları görmeyip, Gazze için "insanlık suçu" diyenler, ne yazık ki bu acının sadece bir parçasını taşıyor.

Oysa insanlık, seçmeli ders değildir. Aynı anda hem Gazze’deki Filistinli hem de Suriye’deki Alevî olabilmeliyiz, fakat ne yazık ki bu coğrafyada “kim ölüyor” sorusu, “ne hissedeceğiz” sorusunun önüne geçmiş durumda.

Bazı Filistinli çocuklar, Hamas’ın ideolojik hesapları nedeniyle İsrail tarafından öldürülüyor. Bazı Alevî köyler, Sünnî cihatçılığın mezhepsel öfkesine kurban gidiyor. Ama siyasi sloganlar bu gerçeklerin üstünü örtüyor.

Tepkiler katliamın failine göre değişiyor.

Suriye’de Alevîleri katledenler, ideolojik olarak Gazze’de “direnişçi” kisvesiyle anılıyor.

İsrail'de sağcı iktidar, Gazze’ye saldırarak ülke içindeki muhalefeti bastırıyor. Ve tüm bu güç savaşlarının ortasında, çocuklar ölüyor, kadınlar köleleştiriliyor, hastaneler vuruluyor.

Ama insanlar hâlâ hangi ölüye ne kadar ağlayacaklarını hesaplıyor.

Ne Gazze ne Suriye, din temelli devletler sürdükçe huzura kavuşamaz.

İsrail-Filistin sorununu çözmenin tek yolu, iki halkın eşit haklara sahip olduğu laik ve demokratik bir devlet kurmaktır. Suriye’de barışı sağlayacak tek yol, hiçbir mezhebin diğerini ezmediği, Alevî, Dürzî, Sünnî, Hristiyan herkesin eşit yurttaş olduğu bir düzendir.

Suriye’deki katliamları görmezden gelip yalnızca İsrail’i protesto edenlerin tutumu, İslami bir bakış açısına dayanan ideolojik bir duruş olmaktan öteye geçmiyor. Bu yaklaşım, “Bize İslamcılar katliam yapmaz” anlayışının siyasi yansımasıdır.

Bu tür protestolar, Süleyman Demirel’in yıllar önce söylediği “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” sözünü andıran bir yaklaşımdan ibarettir. Diğer yandan, FETÖ’nün, IŞİD’in ve El Kaide gibi cinayet şebekelerinin işlediği suçlara karşı sessiz kalınması, bu duruşun aslında İslamcı örgütleri eleştirmeme tercihinden başka bir anlam taşımadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Laiklik, bu coğrafyada bir lüks değil, yaşamsal bir zorunluluktur.

Dinsel aidiyetle değil, insani sorumlulukla hareket eden bir dayanışma hattı kurulmadıkça; ne Gazze’nin bombaları durur ne Suriye’deki katliamlar biter.

 

İsmail Cem Özkan

5 Eylül 2025 Cuma

Kemalizm ve Sosyalist Mücadele: Yan Yana Durabilir mi?

Kemalizm ve Sosyalist Mücadele: Yan Yana Durabilir mi?

Sosyalizm mücadelesi verdiğini söyleyen birinin tipik bir Kemalist olduğunu gördüğümde, sessizce aralarından çekiliyorum. Çünkü bu, en basit sosyalizm tanımının bile bilinmediğini gösteriyor. Sınıf bilinci taşıyan ve işçi sınıfını savunan birinden Kemalist olabilir mi? Kemalizm hangi sınıfın temsilcisidir? Bunu bile ayırt edemeyenler, sadece Erdoğan karşıtlığı üzerinden, ne olduğu çok net olan bir ideolojiyi —yani Kemalizmi— savunur hâle geliyorlar. Oysa Kemalizm, ulus-devlet mantığına uygun olarak homojen bir toplum yaratmak için farklı olanı dışlayan ve yok eden bir ideolojidir.

Kemalizm; “tek bayrak, tek dil, tek vatan, tek mezhep, tek sınıf” anlayışıyla mutlak bir egemenlik kurmayı hedeflemiştir. Sovyetler Birliği'nin kurucusu Lenin’in, güney sınırlarını güvence altına almak adına Türkiye’deki komünistleri “bağımsız devrimciler” değil, kendi kontrolünde birer lobi unsuru olarak görmesi, Kemalist devleti bu yüzden desteklemesine neden olmuştur.

Lenin kendi çıkarları açısından belki haklıydı. Ama bu ülkenin komünistleri açısından bakıldığında tablo bambaşkadır. Onlar, “tek ülkede sosyalizm” uğruna kurban edildiler. Sovyet çıkarlarına karşı gelen komünistler, bizzat Sovyet elçiliği aracılığıyla Sansaryan Han’da “ağırlanmış”, ardından toplu davalarla yargılanmıştır. Yargılananlara, Sovyetler sadece göstermelik olarak sahip çıkmış; esasen kendi politik ajandasının dışında kalanları gözden çıkarmıştır.

Bu ülkede komünistleri devrimci mücadeleden alıkoyan Sovyet politikaları, ancak 1968 gençlik hareketiyle kırılabildi. O tarihten sonra Türkiye’ye özgü devrimci bir hat oluştu. 68 sonrası kurulan örgütler, bağımsız ve yerli bir devrimci çizginin temellerini attılar. Çünkü Sovyetler, kendi kontrolü dışında anti-emperyalist mücadele yürüten liderlerin infazlarına sessiz kalmış, hatta onları “anarşist” olarak niteleyerek dışlamıştır.

Mahirlerin, Denizlerin, İboların ölümünde Sovyetlerin resmi tepkilerine bakın; kelimelerin altına gizlenmiş sinsice bir gülümseme görürsünüz. Çünkü onların mücadelesi, Sovyet çıkarlarıyla çelişiyordu.

Unutulmamalı ki: Kemalist devrim, Sovyet devrimi değildir. Komünizmle hiçbir ilgisi yoktur. Kemalistler, daha ilk günden itibaren komünistleri, Kürtleri ve Alevileri “tehlike” olarak görmüş, bu gruplara karşı her fırsatta baskı ve yok etme politikaları uygulamıştır. Bu tutumlarından da hiçbir zaman taviz vermemişlerdir.

Bunca tarihsel gerçek biliniyorken, hâlâ bazı sosyalist ve komünistlerin Kemalizmi savunması, bıçağa kendi kellesini gönüllü teslim etmeye benziyor. Anlaşılır gibi değil. Ancak tarihte bir kez yanlış adım atılmışsa, o yanlış hep sürüp gidecek diye bir kural yok. Kemalizmle bağını koparamayan solcuların “devrim” söylemleri hep sözde kalmaya mahkûmdur. Onların özgürlük anlayışı, düşmanın bıçağına boynunu uzatıp ardından “güçlü olmadığımız için yenildik” bahanesine sığınmaktan ibarettir.

Kemalistlerle komünistlerin ortaklaştığı tek nokta, köken olarak İttihat ve Terakki'den gelmeleridir. Aynı siyasi iklimde yetişmiş olmaları, zamanla bazı ortak refleksler geliştirmelerine neden olmuştur. Bu tarihsel bağ, onları duygusal anlamda birbirine yakınlaştırmış olabilir. Ancak farklı sınıf temelleri üzerine inşa edilmiş örgütlenmeler, er ya da geç birbirinden ayrılır ve hatta rakip hâline gelir.

Kemalist kimlik taşıyanlarla “komünist” etiketi altında dolaşan bazı isimlerin iktidar mücadelesi, bu etiketlerin bazen sadece kişisel çıkarlar için kullanıldığını da ortaya koyuyor. Bugünkü kafa karışıklıklarının kökeni tam da burada yatıyor.

İttihatçı Serteller’in zamanla “komünist” Serteller’e dönüşmesi, onları geçmişteki siyasal sorumluluklardan azade kılmaz. Elbette tarih içinde pozisyonlar değişebilir, insanlar dönüşebilir. Ama bu, geçmişin yükünü görmezden gelmek anlamına gelmez. Geçmişle hesaplaşmadan bugünü anlamak ve sağlıklı bir gelecek kurmak mümkün değildir.

İsmail Cem Özkan

2 Eylül 2025 Salı

Sorgu Odasındaki Sol: Devlet Arşivinde Kalan Bir Tarih

Sorgu Odasındaki Sol: Devlet Arşivinde Kalan Bir Tarih

Polis ve MİT dosyalarında, bugün faal olan ya da artık tarih sahnesinden çekilmiş tüm yasal ve yasadışı örgütlerin kayıtları yer alır. Zaman zaman bu konuda çeşitli yayınlar çıkıyor. Eskiden "anarşist", şimdilerde "terörist örgütler" başlığını taşıyan birçok kitabı ve PDF halini internet ortamında bulabiliyoruz.

Tarihe olan merakım nedeniyle buna benzer bir şey bulduğumda alıp okurum. Her okuyuşumda şaşırıyorum; çünkü tek tek açıklanırken, kimler tarafından kurulduğu, hangi eylemlerde bulunduğu, nasıl sönümlendiği, kim kimden ayrıldı, kim kimle birleşti gibi bilgilerle — alfabedeki tüm harflerin kullanıldığı bir sol tarihle karşılaşıyoruz. Kısacası, sol tarihini soldan daha iyi tutulmuş sorgu ifadeleri ve bu sorguları yapan birimlerin özenle aldıkları notlarla görüyoruz.

Bu belgelerde yer alan bilgiler sadece devletin bakış açısını değil, aynı zamanda solun içsel dinamiklerini ve çelişkilerini de ortaya koyar.

Sol içinde elbette itirafçılar, itirafçı olmasa dahi öyleymiş gibi ifade verenler; gönüllü ifade sunanlar ve polis olmamakla birlikte, polisten daha fazla gözaltında ifade veren kişiler olması kadar doğal bir şey yoktur. Her insan direnecek, her insan çelikten yapılmış değildir. Zaten bu yola gönüllü ya da şartların dayatmasıyla girmiş bireylerden oluşan bir sol mevcuttur.

Solcular kendi tercihleriyle solcu olur; ancak her solcu Marksist değildir. Bu, Marksizmi bildiği ya da o çizgide düşündüğü anlamına da gelmez. Birçok kişi Marksist olduğunu söyler ama olaylara en temel düşünme yöntemiyle değil, daha çok duygusal yaklaşır. Daha fazla feodal ilişkiler geliştirir; hatta çoğu, hemşericilik ya da aynı inançtan gelenlerin birliği şeklinde topluluklar oluşturur.

Bu duygusal yön, kimi zaman solun içine farklı sosyal bağlar taşıyan bireylerin de girmesine yol açar. Etkilenme, kendine rol model alma ya da devletin ötekileştirdiği ve kendisini ifade etme olanağı bulamayan bireylerin sol içinde yer bulması olağandır.

Solcular genelde daha duygusaldır. Akıllarını ve fikirlerini daha özgürce ifade edebileceklerine inanırlar. Aydınların genelde soldan çıkmış olması da bu fikri pekiştirir; çünkü onlar, olmayan bir özgürlüğü arayan, daha özgürlükçü bireyler olarak öne çıkarlar.

Geleneksel sağ çevre içinde yer alıp da sonradan solcu, hatta sorumlu kadrolar haline gelen kişiler de sol tarih içinde önemli bir yer tutar.

Bir insan neden sağdan sola ya da soldan sağa hızla kayar, bunu bilmem; ama bu geçişler tarih boyunca hep olmuştur. Ancak bana en ilginç gelen şey, bir bireyin yer aldığı siyasi parti ya da dergi çevresinden diğerine geçişinin çok nadir olmasıdır. Çoğu zaman inadına kendi çizgisini korumaya çalışır; hatta bu uğurda aynı cenahtan sayılan diğer yapılarla silahlı çatışmayı bile göze alabilir.

Toplumun tüm kesimlerine hoşgörü çağrısı yapılırken, sol içinde yer alan yapılara karşı hoşgörünün yerini çoğu zaman düşmanlık alır. Bu durum, solun kendi içinde var olan çatışmacı ve katı hiyerarşik yapının da bir yansımasıdır.

Solda birey önemli değildir; önemli olan toplumun kurtuluşudur! “Toplum ortak karar alır” gibi bir düşünce de çok geçerli değildir; çünkü o toplumun bir lideri ya da lider konumundaki partisi vardır. Her şey, bu üstten bakışla alta dikte edilir. Tartışılacak metinler gönderilir; fakat çoğu zaman tartışılmadan, tartışılmış gibi kabul edilerek benimsenir. O metin, artık o topluluğun yol haritası oluverir.

Sol, çatıştığı kesimin kimi zaman bir yansıması gibidir. Çünkü sağ ile solun biçimsel yapılarında zaman zaman iç içe geçmiş unsurlara rastlanır. Kimin hangi eylemi yapacağına, kimin öleceğine, kimin kendisini bir silaha dönüştüreceğine karar veren; bu karara uymayanı cezaevinde bile infaz eden bir sol geçmişte mevcuttu. Bu gerçekle ise hiçbir zaman tam anlamıyla yüzleşilememiştir. Biçimsel cenaze törenleri ve anmalar dışında; bu ölümlerden çıkarılan ciddi bir ders yoktur. Ölen, hâlâ liderliğe bağlıysa “şehit”, değilse “unut gitsin” ya da “hain” olarak anılır.

Sol, gerçekten geçmişine eleştirel olarak bakabiliyor mu? Yoksa “Şimdi çatışma ortamı var, henüz başarıya ulaşılmış değil; sonra geçmişe bakarız.” mı deniliyor?

Bu noktada, geçmişle hesaplaşmanın hem solun hem devletin ortak sorumluluğu olduğu ortaya çıkar. Bu bağlamda MİT ve polis arşivlerinin erişime açılması, tarihsel yüzleşmenin ilk adımı olabilir.

MİT ve polis, en azından Avrupa'da olduğu gibi, dosyalarını iletişime açıp sol tarih yazıcıları için bir kaynak yaratmalıdır diye düşünüyorum. Sol tarih, sadece söylem düzeyinden ve ulaşılabilen dergilerden çıkartılmamalı; gerçek veriler ışığında, devletin bu konudaki bakış açısı da değerlendirilmelidir. Çünkü devlet her şeyi not eder: bu, devlet olmanın bir gereğidir. Ancak bu notlar hep gizli kalmamalı; tarihsel yüzleşme ve sağlıklı bir toplumsal hafıza için paylaşılmalıdır.

Sol, kendi kaynağına bakarken oluşturduğu tarih bilinciyle resmi sol tarihini yaratır. Ancak daha bağımsız bir bakış açısı geliştirebilmek için, karşılaştırmalı tarih yazıcılığına ihtiyaç vardır. Bu noktada, karşı cephedeki bilgilerin de tarih yazımı açısından önemi büyüktür.

Devlet (özellikle Türkiye bağlamında), solu her zaman düşman olarak görmüş; yok edilmesi ya da en azından kontrol altında tutulması gereken bir unsur olarak değerlendirmiştir. Bu nedenle çok katı önlemler almış, en küçük bir örgütlenmeyi ya da girişimi zor yoluyla bastırmak için her türlü araca başvurmaktan çekinmemiştir. Her olayın faili bulunabilsin diye, zaman zaman açık ya da gizli biçimde işkenceyi meşru görmüş; “düşman” olarak kabul ettiği kişilerin insan hakları ve savunma haklarını yok saymıştır.

Polis kaynaklarının tümünü doğru kabul edemeyiz. Çünkü çoğu zaman, suçun failleri bulunamadığında bir suçlu yaratılmış; işkencede alınan ifadelere dayanarak cezalar verilmiş, idamlar gerçekleştirilmiş, hatta idam edilen kişilerin cesetleri ailelerine teslim edilmeyerek tamamen yok edilmiştir. İdam edilmiş ve hâlâ mezarı olmayan birçok solcu, tarihimizin bir parçası olarak yer almaktadır. Cumartesi Anneleri ise hâlâ kaybettikleri evlatlarını aramaya devam etmektedir. Hakikatle yüzleşilmesi için annelerin sesi, hâlâ meydanlarda adalet arayışını sürdürmektedir.

Tüm arşivler halka açık ve herkesin ulaşabileceği bir hâle getirilmelidir. Ancak arşivler, resmi tarihi oluşturmak adına çoğu zaman ya gizlenir ya da laf kalabalığı ve belge yığını içinde görünmez hâle getirilir. Çünkü arşive kimin, hangi pencereden baktığı önemlidir. Her açıklanan belge, tarihi doğru biçimde yansıtmıyor olabilir. Tarihçiler, bu belge kalabalığı içinde kendi yollarını bulacak ve kendi tarihlerini yazacaklardır.

İsmail Cem Özkan

28 Ağustos 2025 Perşembe

Ulusal Çıkar Vatanı İnşa Eder

Ulusal Çıkar Vatanı İnşa Eder

Siyaset, çıkar çatışmasıdır. Menfaatlere uymayanlarla uzlaşmak mümkün değildir; çünkü çıkar, burjuva kültüründe her şeyden önceliklidir. Kapitalizm, doğası gereği menfaat temellidir. Maddi kazanç belirleyicidir. Savaşlar da bu menfaat ilişkilerinin doğurduğu paylaşım mücadeleleridir.

Bu yüzden, sistemin dışında kalanlar er ya da geç dışlanır. Uzlaşamayanlar birbirini öldürür ya da hapishanelerde çürütülür; zindana atılamayanlar ise sürgüne gönderilir. Ülkemizin geçmişi, bir bakıma sürgün edilenlerin ve dışlananların tarihidir. Ölümler ise ya açıktadır ya da devlet deresine bırakılmıştır; kemikler hâlâ o derelerde bulunmayı bekler...

Ancak geçmiş, sadece yaşanmış bir zaman dilimi değil, bugünkü sessizliğin de kaynağıdır. Güçlü olanlar iktidarda kaldığı sürece, kendi kararlarının sonucu olan kayıpların tanıklık etmesine izin vermezler. Köpeklerini havlatır, kurtlarını ulutururlar, korkuyu yaymaya devam ederler. Ağızlarından akan salyada yitirdiklerinin kanı vardır; fakat kimse bu salyaya bakarak kimin kanı olduğunu ayırt edemez...

Böylesi bir iklimde, toplumsal hafıza bastırılırken, güncel krizler de görmezden gelinir. Bugün, ülkemiz siyasal ve ekonomik bir bunalımın içindedir. Bu krizi yönetemeyen, ama kriz yokmuş gibi davranan bir siyasi anlayışın hâkimiyeti altındayız.

Ne var ki bastırılan gerçekler, kendini başka yüzlerle sokağa taşır. Umarım bu çatışma, caddelerde dolaşan, motosikletli ve 18 yaş altındaki çocuklardan oluşan çetelerin silahlarıyla çok can almaz, çok fazla yağma yaşanmaz. Zira bu çocuklar yalnızca piyon konumundadır. Sonuçta, tetiğe birilerinin parmağı basacaktır.

Bu durum, toplumsal güveni değil; bireysel savunma güdüsünü pekiştiriyor. Silahlı eylemler, bireysel silahlanmayı teşvik ediyor. Yasal ya da kaçak olması fark etmiyor; silaha sahip olan, bir noktada onu kullanabilir. Siyaset, meseleleri sokak çatışmasına evirdiğinde, birilerinin çocukları gün gelir yönetime el koyar.

Böylesi bir kırılmada, eski düzenin sahipleri de yeni duruma ayak uydurmak zorunda kalır. Çıkar peşinde olanlar, bu yeni iktidar altında ya tüm varlıklarını yitirir ya da gizli hesapların bulunduğu ülkelere kendi isteğiyle sığınır.

Peki, bu tablonun ortasında temel soru şudur: Siyasetçiler ülkelerini gerçekten sever mi? Genellikle sevmezler. Sevseler, bu kadar kötülüğü yapabilirler miydi? Toplumun büyük kısmı yoksullaşırken, küçük bir zümre zenginleşiyorsa, siyasetin kimi gözettiği çok açıktır.

Bu noktada, ülke kavramının kime ait olduğu da sorgulanmalıdır. Ülke, aslında yoksullarındır. Ancak zenginlerin servetini koruma görevi yine yoksullara düşer. Onların kazancını, imtiyazını muhafaza etmek için sınır ötesi operasyonlara gönderilirler. Çünkü “vatan” dedikleri şeyin toprak olmadığını hiç sorgulamazlar.

İnsanlar, eğitim yoluyla sistemin maddi gerçekliğinden çok duygusal yönlerine odaklanmaya yönlendirilir. “Bir-iki sermayedarın çıkarı topraktan daha önemlidir” denemez; bunu söyleyen hemen vatan haini ilan edilir. “Vatan bir bütündür, parçalanamaz” denir. Oysa zamanla parçalanmayan topraklardan da kayıplar yaşanır. Fakat bu kayıplar, genellikle büyük meseleler hâline getirilmeden unutturulur. Kaybedilen ya da kazanılan topraklar ara ara siyasal gündeme gelir; ama kısa sürede gözden düşer. Çünkü ulus-devlet, sermaye üretmek ve bu serveti korumak üzere kurulmuş; burjuvazinin yeşermesi için gerekli zemini hazırlamıştır. Serveti biriktiren ulus-devlet, zaman içinde yük haline gelir. Oluşturulan sermaye, küresel sermaye ile el ele verir ve bu devleti, liberal ekonomik anlayışla yıkar. Yıkılan devletin yerine yeni bir yapı henüz kurulmamıştır. Ancak baskı aracı olarak eski devletin yapısı korunur. Bu yapı sayesinde, doğada yağmalanmamış bir avuç yer bile kalmaz.

Bu düzen, kaçınılmaz olarak kurbanlar yaratır. Bu sistemde mağdurların ismi yoktur. Yalnızca çıkarlar geçerlidir. Kemikler sessizdir, ama unutmaz. İktidar sustukça, bu kemikler konuşamaz. Konuşmalarına da izin verilmez.

Ama toprak, er ya da geç dile gelir. Kan, sonunda kime ait olduğunu açık eder.

İsmail Cem Özkan

 

26 Ağustos 2025 Salı

Bu Düzen Bize Her Gün Tecavüz Ediyor

Bu Düzen Bize Her Gün Tecavüz Ediyor

Kamunun elinde 119 bin araç varmış.

Şimdi, biz bu araçların bakımını, benzin ücretini, şoförlerin maaşını hep birlikte ödüyoruz.

Geçmediğimiz köprünün gişe ücretini ödeyen, yakmadığımız elektriğin parasını veren, ÖTV adı altında sürekli bizden kırpanların olduğu bir düzende; bir kesim insan hâlâ “kim kime tecavüz etmiş, kim kimi kuytuda sıkıştırmış” tartışması yapıyor.

Oysa açıkça oluşturulmuş bir düzende, bize her an, her saniye; ekranlar aracılığıyla, verilerle tecavüz eden bir rejim var.

TÜİK’in açıkladığı her rakamın, bizi biraz daha soyduğu gerçeği var.

Elini bile dokundurmadan fakirleştiren bir sistemde… Bu sistemde, kim 'sistemin tacizine uğramadım' diyebilir?

TV ekranlarını karartan, belgesel yayınlarına ceza kesen, kanallara para cezası veren kurumun; hukuk kurallarını keyfi ve ideolojik bakışına göre uygulaması, bizim beynimize —bizim kanal tercihlerimize— yapılan bir tür taciz değil midir?

Biz, bireylerden önce bu düzeni teşhir etmeli; ardından, bu düzenin ürettiği bireylerin anlık zevkleriyle kadınlara yaşattıkları travmaları gündeme getirmeliyiz.

Gerçi yaşadığımız her an bir travma daha ekleniyor bize.

Sürekli trajedi, sürekli dramlar, sistemli işlenen cinayetler...

Ortaokul düzeyine kadar inmiş uyuşturucu satışı ve kullanımı, bireysel silahlanma, reşit olmayan çocukların motorla çeteleşmesi, küresel mafyanın AVM’lerde piyasa paylaşım çatışmaları...

Mafya liderlerinin kurtarıcı gibi gösterilmesi, onların ifşalarının bile hiçbir işe yaramaması…

Umarım kadınların ifşaları bir işe yarar.

Mevki sahibi kişilerin, altında çalışanlara uyguladığı tacizler, mobbingler, tecavüzler...

Otoparkta stajyer genç kızları sıkıştıran bölüm şefleri, müdürler...

Özel güvenlik görevlilerini sadece güvenlik için değil, her işte kullananlar; onları birer "joker" gibi görenler...

Kapıcının işini de, valenin işini de özel güvenliğe yaptıranlar...

Gökdelenden düşen genç kızlar ve onların yarım kalmış hayalleri...
O cinayetlere ve katliamlara sessiz kalan bir hukuk sistemi...
Kravat taktığı için suçluyu “kurban” gibi gören bir anlayış...

Tüm bunların olduğu bir yerde, kadınların ifşalarının en azından onlara bir adım da olsa özgürlük alanı açmasını isterim.

Belki de en büyük ifşa, bu düzenin kendisine karşı yapılmalıdır. Çünkü o her gün, hepimizi aynı kararlılıkla soymaya devam ediyor, fakirler rakamsal olarak artarken, aynı hızda zenginlerin kasasında dolarların rakamları artmaya devam ediyor.

 

İsmail Cem Özkan

25 Ağustos 2025 Pazartesi

Füzelerle Susturulan Halk: Yemen’in Acı Gerçeği

Füzelerle Susturulan Halk: Yemen’in Acı Gerçeği

Yemen denen bir ülke var diyeceğim de, Yemen’de devlet yapısı kaotik, ülke işlevsiz, bundan dolayı çağdaş bir "ülke" demek için bin şahit gerek. Çünkü halkı mezhep kavgası içinde; teknoloji dedikleri şey, İran’ın verdiği füzelerden ibaret. Uyuşturucu kullanımı yüksek, okuma oranı düşük. Okuyan insanın orada ne işi var? Çünkü “biat et, itaat et” diyen iki mezhebin arasında okuyana gerek yok. Çölleşmiş topraklarda, belinde bıçakla gezenlerin ülkesi...

Yemen, bizde bir türkü; acıyı, kavuşamayanı anlatır. Ama orada yaşayanlar için Yemen, muhtemelen başka anlamlar içeriyordur.

Yemen, son yıllarda füzelerle ve Körfez’den geçen gemilere karşı yapılan saldırılarla gündeme geliyor. Daha öncesinde ise iç savaşta taraf olan Suudi Arabistan’ın saldırıları, İran’ı arkasına alan başka bir mezhebin iktidar kavgası vardı. Mezhepler kavgası, devletlerin hibrit savaşıdır. Savaşan devletlerin kendi vatandaşları ölmez ama o sınırlar içinde yaşayan, karşı mezhepten insanlar Allah adına ölür ve öldürülür. Mezheplerde kazananlar hep din adamları ve din adına fetva verenlerdir. Ölenler ise, cennete giden yolun ölümden geçtiğine inanarak, o zaman diliminde dünyada ne yaşandığından habersiz bir şekilde ölür ve öldürür.

Yemen, İsrail’e zaman zaman füze atar. Peki, füze atar da halkına neden biraz refah, medeniyet, teknoloji sunamaz? Çünkü halkını o füzelerle uyutur. “Bak,” der, “biz İsrail’e baş tutan tek Müslüman ülkeyiz. Gururlanın, onurlanın!”

Radikal, cihatçı İslam anlayışında, gâvura atılan her şey Allah’ın yolunda, Allah’ın emirlerinin yayılması için yapılır. Gâvurun kim olduğu ya da kimleri kapsadığı önemli değildir. Çünkü her adım, sevap hanesine yazılır. İslam iç savaşından çıkmış ve henüz iktidarını kuramamış bir mezhebin dış düşmana, yani bir gâvura saldırması, iç kargaşanın üzerini örten bir örtüdür. Çünkü vatan, mezheplerden önce gelir! Halk, bu saldırılar sırasında gurur duyar, midelerini unutur; sevap işleyen liderlerinin selameti için dua eder...

Halkın kursağından yemek geçmez. Kuru bir somun ekmek bulan kendini mutlu sayar. Zengini zengin, fakiri ise tam fakirdir. Ölmeye ve öldürmeye hazır bir devletin insanları...

Savaşsız geçen zamanı yok gibidir; devlet kurulduğundan bu yana. Saldırılara zaman zaman dış güçler, zaman zaman içte yer alan mezheplerin alan savaşları damga vurur. İç savaşa taraf olan komşu Suudi Arabistan, zaman zaman füzeleri ve uçaklarıyla saldırır. Şimdilerde ise İsrail uçakları vuruyor. Tokat oğlana dönmüş Yemen; arada bir füze atar, halkının üzerine bomba yağar ama halk yine de gururlanır, onurlanır!

Yemen gibi ülkeler Ortadoğu’da çoktur. Onların mezhep kavgasına benzer kavgalar açık ya da gizli hep olur. Hepsi, İsrail düşmanlığında birleşmiştir. Suudiler elbette hariç; onlar Yahudilerin sadık dostlarıdır. Çünkü İslam, Yahudilik ve Hristiyanlıkla ortak kökenlere sahip, aynı semavi gelenek içinde yer alan bir dindir. Benzer töreleri, benzer dil yapıları olan kültürlerdir. Gelenekler, dinlerin emri gibi kabul edilir; sorgulanmadan uygulanır.

Peki, şimdi düşmanlık sinagog ile cami arasında mı? Elbette değil!

Bu, bir paylaşım kavgası. Kim nerede ve kendisini nasıl konumlandırıyorsa, dostluklar da düşmanlıklar da buna göre şekillenir.

Suudi Arabistan silahlanıyor. Kime karşı? Elbette İran’a ve Şii mezhebine karşı. Çünkü petrol kokan topraklarda Şiiler yaşar. Bu yüzden fırsatını bulduğu an bir iki Şii, Suudi kılıcı altında can verir. Can verilmezse Şiiler ayaklanır, Suudi toprakları parçalanır! Vatanın birliği, bütünlüğü ve bekası için zaman zaman Şii idam edilmelidir!

Ortadoğu’da siyaset, çıkarlar ve enerji üzerine kuruludur. Enerji kaynağı olmayan Yemen ise, kendi iç siyasetinde birlik ve dirlik sağlamak için zaman zaman füze atar. Sarayı vurulmuş? Sorun değil! Fakir halk, yeni saray inşa eder...

Söz dolaşır, gelir din devletlerine... Hangi din devleti olursa olsun – ister İsrail, ister İran, ister Pakistan olsun – hepsinin ortak özelliği, iç düşmana karşı girişilen savaş ve dış güçlere karşı geliştirilen nefret söylemi içinde yerini bulur. İstikrar, bu düşmanlara karşı sürdürülen savaş ve içte onların ajanlarına karşı yapılan bir cadı avı şeklinde devam eder. Bu düşmanlar var olduğu sürece de demokrasi ve özgürlük, kendi halkı için sadece sözde kalan, ulaşılması ideal olan kavramlar olarak yerini alır...

İsmail Cem Özkan

22 Ağustos 2025 Cuma

Kelimelerimi havaya attım, yere külü düştü...

Kelimelerimi havaya attım, yere külü düştü...

Tarihte hep güçlü olanların ve unvan sahibi kişilerin hayatını okuyor, onların tecrübelerinden yararlanıyoruz. Aynı dönemde yaşamış bir köylünün, nal yapan bir ustanın ya da taş ustalarının nasıl yaşadığını ise bilemeyiz. Onlar, emeğini satan, savaşta ölümün üzerine giden bireylerdir. Aslında tarihi yazan ve oluşturan da onlardır. Bugün ve yarın yazılanlarda bizler değil; yönetenler ve onların zulmü anlatılacaktır. Tarih, emekçileri yazdığı gün insanlık tarihi gerçekten var olmaya başlayacaktır.

Yok sayılanların hikâyesi, resmî platformlarda yoktur.

Bugün yaşadığımız zamanın ruhunda; adalet sisteminde, etnik ya da mezhepsel ayrımcılıkta, uluslararası krizlerin çarpık yorumlanmasında kendini tekrar eden bir “yok sayılma” hâli devam etmektedir.

Adalet sistemi, tutarsızlık, yaygın cezasızlık, keyfî yargılamalar, siyasî iktidarın niyetlerine uygun cezaların verilmesi ya da cezaların tutukluluk sürecinde fiilen infaz edilmesi gibi taraflı uygulamalarla şekillenmektedir.

Barış hep sözde mi kalacak?

Adalet sistemindeki yapısal sorunlar giderilmeden, toplumsal barış ve güvenin sürdürülebilir olması mümkün değildir. Bugün sistemden güç devşirenler, yapısal çarpıklıklardan yararlanırken uygulamalarıyla yeni sorunlar yumağı yaratarak güçlerine güç katmaya devam etmektedir. Sorunların yoğun/birikmiş olduğu yerde, adalet sisteminde de yapısal sorunlar kaçınılmazdır; çünkü adalet kavramı yaşamdan alır tanımını...

Ülkemizin kuruluşundan kaynaklanan yapısal sorunları vardır; çünkü çok kültürlü, çok inançlı bir toplumdan homojen bir topluma geçiş, elbette zayıf olanın ve devletin yok saydığının üzerine baskının sistemleşmesi ve onları tamamıyla yok etmesiyle mümkündür. Osmanlı Devleti her ne kadar çok kültürlü, çok inançlı olarak kabul edilmiş olsa da, o devletin sistemli olarak baskı altına aldığı Alevî inancı bugünkünden çok farklı değildi. Bundan dolayı Alevîlik, şehirlilerin değil; dağda, kuytuda yaşamaya zorlananların inanç sistemidir. Osmanlı Devleti, Alevî ozanları fırsat bulduğunda derisini yüzüp halka teşhir etmekten çekinmemiştir.

Her ne kadar sorunlar Osmanlı Devleti’nden alınmış olsa da bugün de devam etmektedir. Yıkılan devletten ödünç alınan, sadece devlet anlayışı değil; o devletin yaratmış olduğu ve borçları da yeni devletin kuruluş hamuruna karışmıştır.

Kardeşlik projesi hep niyet olarak mı kalmak zorunda?

“Bizler et ve tırnak misali ayrılmayız” söylemi altında tırnak hep kesilip atılırken, et kendisini korumuştur. Kürt sorununa yaklaşımda, bugünkü devlete biçim verenlerin sözde olan niyetlerinin bir türlü gerçek niyete dönüşmediğine, yaşadığımız zaman diliminde sürekli şahitlik etmekteyiz. Devlet ideolojisi içinde, var olanı yok etme yaklaşımı sadece sözde değil, özde de sürdürülmüştür.

Bugün demokrasi, özgürlük gibi kavramlarda açılımdan söz ederken, gün be gün daha fazla baskıcı, daha keyfî kararların alındığı bir zamana daha yoğun şekilde yönlendirilmekteyiz...

Adalet terazisi, iktidarın niyetine göre ağırlığını tartmaktadır.

Kürt ve Alevî sorunlarının çözümü için gerçekten bir niyet varsa, öncelikle adalet sistemi üzerinde reformlara gidilmeli ve uluslararası yasaların ülkemizde uygulanması keyfîlikten çıkarılarak zorunlu hâle getirilmelidir.

Evrensel hukuk, yerel hukukun üzerindedir ve insan haklarına saygılı bir şekilde uygulanması için derhâl adım atılmalıdır.

Dil, aynı zamanda düşüncenin sınırını da çizer.

Bugünlerde Alevîler/Kürtler arasında, Maraş Katliamı’nı yapanlarla aynı dili konuşan, aynı selamlaşmayı kullananları gördükçe kahroluyorum. Çünkü onlara baktıkça, katilinin bıçağının altına gönüllü yatmış bir kurban görmekteyim. Katil, hiçbir zaman yaptığından ne pişman olmuştur ne de özür dilemiştir. Tam tersine, devletin bekası için yaptıklarından onur duyan; ceza alan katillerle gurur duymaya ve onları baş tacı etmeye devam etmektedirler.

Geçmiş ile hesaplaşılmadığı ya da yüzleşilemediği için, katilleri koruyanlar bu korumanın doğal ve olması gereken bir şey olduğu algısını sürekli canlı ve sorgusuz tutmaktadır. Katilleri ve mafyayı koruyan birine ‘demokrat’ demek mümkün değildir. Özgürlük gibi kavramlarla ilişkilendirilmesi gerçek dışıdır. Bugün katillerin koruyucusunun, özgürlük ve eşitlik gibi kavramlarla birlikte anılması sadece siyasîdir. Gerçek ise her zaman Maraş, Çorum, Sivas katliamlarında alınan rollerden tek bir adım geri atılmadığının ispatıdır. Katilleri hâlâ “şehitlerimiz” diye anarak onları onurlandıranlar; mazlumların, katliamda hedef olanların hiçbir zaman ne dostu ne de yanında yer alacaktır.

Barış için kurulan meclis komisyonunun dili, devletin diliyle aynıdır; çok kültürlü bir düşünceden çok uzaktır.

Bir Kürt, Kürtçe dışında her dili bilebilir ama yalnızca Kürtçe bilme hakkı bile yok. Bir Kürt’ün “Ben senin dilini bilmiyorum.” deme hakkı ne zaman elinden alındı?
Kürt sorununu çözme komisyonunda, Kürtçe konuşan bir anaya uyarı yapılmış ve o da Türkçe konuşmak zorunda kalmıştır. Oysa Türkçe konuşması yerine, bir tercüman aracılığıyla söylediklerinin Türkçeye çevrilmesi sağlansaydı, daha anlamlı bir yaklaşım sergilenmiş olurdu.

Meclisin, Kürt sorununu çözme gibi bir niyeti olmadığı; Kürt bir ananın, Kürt sorunu konusunda duyarlı olduğu iddia edilen komisyonda Kürtçe konuşmasına izin verilmemesiyle açıkça ortaya çıkmaktadır.

Orada, o ananın Kürtçe konuşmasına itiraz edildiğinde, o salonda bulunan tüm üyelerin bu suça ortak olduklarını düşünüyorum. Anadilde konuşan birinin, sorununu anadilinde anlatma özgürlüğü olmalıdır. Sorun ancak bu şekilde, adım adım çözülebilir.

Yoksa “Sen Türkçe konuş, Türkçe pazarlık yap.” diyerek, Kürt sorunu masaya yatırılmış olmaz.

“Kimin hayatı değerli sayılıyor? Kimin hikâyesi anlatılmaya değer?”

Ve bu soruya samimiyetle cevap verilmediği sürece, kelimelerimiz hep havada kalacak, yere düşen hep kül olacak.

İsmail Cem Özkan

18 Ağustos 2025 Pazartesi

Kürt Açılımı Üzerine

Kürt Açılımı Üzerine

Kürt açılımı denilince, akla genellikle tek muhatabın PKK olduğu algısı gelir. Oysa bu doğru değildir. PKK, Kürt halkının temsilcilerinden yalnızca biridir. Kürt halkı ne homojen bir yapıya sahiptir ne de sadece tek bir örgüt tarafından temsil edilebilir. Kürt halkını PKK yaratmamıştır; Kürt isyanını da PKK başlatmamıştır. Ancak PKK, modern Türkiye tarihinde en uzun soluklu ve en etkili isyan örgütlerinden biridir.

Ülkemizde MHP tarafından gündeme getirilen “Terörsüz Türkiye” ifadesi boşuna seçilmemiştir. Çünkü bu açılımda tek muhatap olarak PKK alınmış ve onunla adım adım ilerleyecek bir pazarlık sürecinden söz edilmiştir. Oysa PKK, devletle ilk kez muhatap olmamaktadır. Daha önceki pazarlıklarda masa devrilmiş ve bu durum ölümlerin devam etmesine neden olmuştur.

“Kürt sorunu” ifadesi, PKK gibi savaşçı ve lider bir örgütün belirlediği sınırların ötesinde bir konudur. Kısaca, bu sorun bir örgütün hedefleriyle sınırlı değildir. Bu nedenle Alevi ve Kürt sorunları gibi, ülkemizin kuruluşundan bu yana var olan ve toplumun yapısını, dokusunu etkileyen sorunlar yumağının çözümünde izlenmesi gereken yol pazarlık değil; temel özgürlüklerin sağlanması ve yok sayılanların görünür kılınmasıdır.

Kürt ve Alevi sorunlarının çözümü; özgürlükten, çok seslilikten, “tek” olarak kabul edilenlerin ortak, bir arada ve eşit vatandaşlık haklarına sahip olmasından ve bu hakların hukuki güvence altına alınmasından geçer. Bu sorunlar “yalnızca” sosyalist bir sistemde çözülebilecek meseleler değildir; mevcut kapitalist sistem içinde, ulus devletin yaratmış olduğu sorunların bu düzen altında çözülmesi gereken meselelerdir.

Ulus-devlet anlayışının sorgulanması, yeni bir devlet yapısının oluşturulması ve geçmişle yüzleşilmesi gerekmektedir. Bu süreç yalnızca Meclis'te kurulan bir komisyonla yürütülemez. Meclis'te oluşturulan komisyon yalnızca PKK ile yapılan pazarlığın sınırlarını çizebilir. Oysa açılım ya da sorunların gerçek çözümü toplumsaldır ve toplum içinde yerleşmiş karşılıklı tüm önyargıların kırılmasından geçmektedir.

Sadece hukuki düzenlemelerle yapılan çözümler sorunları ortadan kaldırmaz; aksine, onların yalnızca halının altına süpürülmesine neden olur. Abdülhamid dönemi ve İttihat ve Terakki süreci bunun açık bir kanıtıdır.

Sorunların çözümünde esas belirleyici, hâkim olan görüş ve ideolojinin ne kadar taviz verebileceğidir.

Kürt sorunu konusunda bir açılım yoktur; yalnızca bir pazarlık söz konusudur. Bu pazarlık, açılım için bir ön adım olmalıdır. Kürt halkı homojen değildir; her yapının kendine özgü ihtiyaçları ve tarihsel bir yüzleşmeye ihtiyacı vardır.

Resmî tarih anlayışı yerine, tüm tarafların yaşanmışlıklarını ve acılarını hesaba katan karşılıklı bir tarih anlayışıyla olgular ortaya konulmalı; bu tarihsel yüzleşme yoluyla ileriye adım atılabilmelidir.

İsmail Cem Özkan