Galata Gazete


29 Şubat 2016 Pazartesi

Sessizliğin içinden

Sessizliğin içinden

Duyan insan için sessizlik tanımı farklıdır, duymayan için ise yabancı bir kelime… Sürekli sessizlik içinde yaşayan birinin ses çıkarması tamamı ile ellerinin ve parmaklarının maharetine bağlıdır, eğer parmaklar olmazsa onların sesi çıkmaz, tamamı ile sessizliğin içinde kendisini ifade etmesi, derdini anlatması çok zor bir durum olsa gerek. Duyan ve gören bizler için duymayanların duyguları, hayata bakışı yabancıdır. Onlar adına kararlar alırız, onların adına yollara çizgi çeker, oradan ilerlemesini bekleriz.
Sessizliğin içinden Mark Medoff kelimeleri ile engelli olarak gördüklerimizin mesajını sahneden bize taşımaktadır.
İşitme engellilerine özel eğitim veren bir okul bir sahnenin ortasındadır. Okulun müdürü ve okula yeni gelen bir öğretmen bir sınıftadır. Okulun müdürü (Mr. Franklin) yılların tecrübesi ile yeni gelen öğretmene (James Leeds) tecrübesini aktarmaktadır. Öğrenciler ve çalışanlar ile ilişkilerine dikkat etmesini ve müfredata uygun davranmasını beklediğini söylemektedir. Kendisinden önce orada eğitim verenlerin neden gittikleri konusunda da ipuçlarını vermektedir. Kısaca dikkatli olmasını ve davranışlarını kontrol etmesini istemektedir. Müdür öğrencileri ile iyi ilişki kuran ve işinde başarılı olan Leeds’den eğitim saatleri dışında özel bir istemi vardır, okulda temizlik görevlisi olarak çalışan Sarah Norman’nın işaret dili dışında sesi kullanmadığını ve içe kapanık biri olduğunu, dudak okuması konusunda öğrencilerin seviyesine gelmesi için yardım etmesi konusunda ricada bulunur. Sarah dudak okumayı ret etmiş ve kendisi gibi sessizliğin içinde kalanlar ile ilişkilerini ilerletmiştir. Onun tepkisi aslında çevresinedir. Kendisi adına başkası karar vermesine karşı sessiz bir eylem içindedir.
Sarah’ın en iyi arkadaşı (Orin) dudak okumayı bilmekte ve sesini kullanabilmektedir. Hem dudaktan çıkan işaretleri ve sesleri iyi izleyebilmekte ve başarılı bir şekilde karşılık verebilmektedir. O almış olduğu eğitim ile sesini kullanabilmekte, gerek gördüğünde parmaklarını ses olarak yardımcı öğe olarak kullanabilmekte.
Orin, devrimcidir. Kıyafeti ve konuşması ile değişim için mücadele ettiğini sessizliğin içinde ilk etapta seyirciye aktarmaktadır. O okulda işleyişinden rahatsızdır ve değişim istemektedir. Arkadaşları adına konuşabilmekte, gerek olduğunda öğretmenin adına derse girip arkadaşlarına liderlik yapabilmekte ve tecrübesini aktarabilmektedir.
Okul müdürü (Mr. Franklin) sağır ve dilsiz değildir, o aldığı özel eğitim ile sessizliğin içinde yaşayanlardan farklıdır, onların iyiliği için orada okulu ve sessizliğin içinde yaşayanları yönetmektedir. O kurumun nasıl olması gerektiğini belirleyebilmektedir. Otoriteyi temsil etmektedir.
Okulun temizliğinden sorumlu Sarah, okulun vermiş olduğu dudak okumayı ret etmiş, verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmeye çalışan bir çalışandır. Ailesinin yanından ayrılmış, okulun vermiş olduğu odada yaşamakta ve hayatını okulun sınırları içinde geçirmektedir. Onun dünyası şimdi okul ve okul içinde yaşananlardır. Sessizce kendilerine yapılan haksızlığa karşı pasif direniş içindedir.
Leeds, ideal öğretmendir. Öğrencileri ile ilişkileri çok iyidir. Meslek ilkelerine uyarken, farklı yöntemleri eğitim için kullanmaktan çekinmemektedir. Her öğrencisini ayrı değerlendirmekte ve kişiye özgü eğitimi elinden geldiğince yapmaktadır. O güne kadar dudak okumayı ret eden Sarah’a özel eğitim vermeye başlamıştır, fakat beklemediği bir direnç ile karşılaşmıştır. Bu direnç Sarah’a karşı duygusal yakınlaşmayı da beraberinde getirmiştir. Bu duygusal yakınlaşması karşılıksız değildir. Bu yakınlaşma ile birlikte altan alta gelişen bir direnişin de farkına varacak e onların dünyasını daha yakından anlayacaktır. Sarah kendi dünyasına taciz eden “normal” insanlara karşı öfkelidir ve bu öfkeye Leeds’de dahildir. Bir yandan yakınlaşırken, öte yandan geçmişte yaşadıklarını bu ilişkiye yansıtır.
Leeds, Sarah’ı daha yakından tanımak için annesi ile görüşmeye gider. Annesi uzun zamandır kızından haber almamaktadır, ilişkisi çok zayıftır, çünkü Sarah’ın öfkesini besleyen “normal” insanlardan biridir. Onun adına kararlar almış, gerekli gereksiz hastanelere, doktorlara gitmişler. Her gittiği uzman kişi farklı teşhisler ve farklı tedavi yapmış. Bu Sarah’ın öfkesinin daha artmasına sebep olmuş, normal çocuklar ile ilişkisi erişkinliğe geçiş döneminde yatak ilişkisi boyutunda olmuş, o ilişkide sesler yerine vücut konuşmasını yabancılaşma içinde yaşamış. Hissetmeden ve toplum içinde olmanın gerekliği gibi algılamış ve “normal” görmüş. Bir süre sonra bu ilişkinin normal olmadığını anlayarak okula sığınmış ve bir daha geriye dönüp bakmamış. Ama bu ilişkisi zaman zaman okulda da devam etmiş… Bir arada olanlar onun ile evlenmeyi düşünmemiş ama tensel ilişki yaşayıp kendilerini doyurup gitmişler. Leeds ile ilişkisi de bu boyutta olacağı düşüncesi ve ön yargısı ile yaklaşmış ama Leeds diğerleri gibi olmadığını zaman içinde kanıtlayacak ve evlenecektir. Fakat Leeds eşi olan Sarah’a hala ulaşamamış, eğitiminde başarılı değildir. Dudak okumayı ret eden ve sesini parmak işaretleri yansıtmaktadır. Leeds düşünmediği bir sorun ile karşı karşıyadır ve çözümü konusunda yol aramaktadır.
Leeds eşi ile ilişkisi her ne kadar istediği boyutta ilerlememiş olsa da bir çok tabu da ortadan kalkmıştır. Bu sırada Orin bir avukat ile sahneye gelir, açacakları davada Sarah’tan dayanışma ister. Önceden beri konuştukları direnişi artık somut duruma döndürmüşler, okulun müdürü dava etmişlerdir. Avukat müvekkilleri adına yazı yazmıştır ama Sarah buna çok sert tepki verir, çünkü o güne kadar protestosunu nedeni olan duruma parmak basılmıştır, onun adına kimse konuşmaz, kendi adına ancak kendisi ve kendisi gibiler kendi dilleri ile konuşmak ve savunma yapmak ister. Bu durumu elbette “normal” insanların algılaması güçtür, onlara verilen eğitim onlara yardım etmek ve onlar adına kara verileceği öğretilmiştir. Her ne kadar Leeds birçok ön yargısını yok etmiş olsa da istem dışı davranışları ve tepkileri Sarah’ın tepkisini çekmiştir. “Normal” giden evliliklerinde ilk kavgaları bu şekilde olur.
Sonuç olarak Sarah kendi sorununu net olarak kendi cümlesi ile yazar, okuması için eşine verir. Leeds okur ve onun kafasında oluşan ön yargılarında parçalanması kolay olmayacaktır. Çünkü o güne kadar bildiğini sandığı dünyaya ulaşamamış, hatta çok yabancıdır. Tepkisi serttir ama Sarah’ın evden ayrılmasına engel olamaz. Bu sorunun temeline inmek için Leeds annesi ile görüşür. Artık gideceği yolu idrak etmiştir, onun gerekliliğini yapacaktır.
Oyunun konusunu anlatırken aslında okul ve çevre ilişkisi içinde kara mizahın dili ile yaşadığımız toplumu ve yargılarımızı olabildiğince eleştirmekte ve gözümüzün içine bizim duruş noktamızı ve algımızın yanlışlığını sokmaktadır. Oyun yumuşak yumuşak bize söyleyeceği cümleleri sahnede canlandırırken, sonuç net ve keskin bir ifade ile ön yargılarımızın üzerine sert ve güçlü şekilde vurmaktadır.
Oyuncular bu mesajı muhteşem ve üstün performansları ile seyirciye ulaştırırken sanki doğal bir şeyi canlandırıyorlarmış ve sanki her daim sessizliğin içinden bize bakıyorlarmış gibi izlenim verdi. Seyirci olabildiğince eleştirilirken, aynı zamanda seyirciyi sahneye taşımakta ve sahnenin tozunu yutmaktadır. Oyuncular seyircidir, sahneden bize; “bakın ön yargılarınız nasıl büyük acılar yaşatıyor engelli gördüklerinize” diye haykırmaktadır.
Oyuncuların sahnedeki performansına sahne ışığı ve müzik dengeli bir şekilde eşlik ederken, kostüm dekor bu bütünlüğü bozmaz. Gözü rahatsız edecek ne bir abartı vardır, ne de her hangi bir dengesizlik. Oyuncuların bir bölümü (öğrenciler) gerçek duymayanlardır. Fakat onların gerçek olduğunu sadece sahneye alkış sonrası çıkan ve daha geniş alkışı alan yönetmen Faik Ertener işaret dili ile anlattı…
Tiyatro sanatın tüm dallarını kullanır, dijital görüntü ve işaret dilinin su içinde kullanımını bölüm geçişlerinde gördük. Bu dijital geçişler bölümler arasında nefes almayı ve bir biri ile bağlantı kurmakta ki işlevini çok iyi kullanmışlar.
Sonuç olarak ve kestirmeden yazayım, fırsatınız varsa ve olanağınız bu oyunu görmeye uygunsa kaçırmayın derim, muhteşem bir tiyatro şöleni ile karşılaşacaksınız… Kelimelerin yerini zaman zaman işaretin aldığı, mimiklerin ve vücut dilinin sahnede ki ritmine şahitlik edeceksiniz…  


İsmail Cem Özkan



Sessizliğin İçinden

Yazar: Mark Medoff
Çevirmen: Beyhan Karadağ
Yönetmen: Faik Ertener
Dramaturg: Günay Ertekin
Dekor Tasarımı: Şirin Dağtekin Yenen
Kostüm Tasarımı: Mihriban Oran
Işık Tasarımı: Enver Başar
Yönetmen Asistanı: Canan Maktal
Oyuncular: Ebru Aytürk Evren, Cem Zeynel Kılıç, Elvan Boran, Aylin Gürsoy, Canan Maktal, Tuncay Koçal, M. Coşkun Ülgen, Yasin Yiğit, Buse Yörükoğlu, Bingül Utsukarcı, Zehra Gül Yiğit
Müzik Direktörü: Melikcan Zaman
Sahne Amiri: Cem Kenar
Kondüvit: Armağan Çartık
Işık Kumanda: Gökhan Gülçebi
Suflöz: Şeyda Pektok


20 Şubat 2016 Cumartesi

Kendi önceliğimiz!

Kendi önceliğimiz!

Ülkemizde her toplumsal kesim kendi önceliğine göre bir şeyleri protesto etmekte, protesto etmesi gerekenlerin bir bölümü de seslerini kısarak, inandıkları iktidar zarar görmesin diye görmezden gelmeye devam etmektedir. Protesto demokrasinin en olmazsa olmazlarındandır. Kişiler, gruplar ve toplumsal kesimler kendi doğrularını seslendirme hakkına sahiptir. Eğer bu hak ortadan kaldırılırsa artık o ülkede demokrasiden bahsetme gibi bir şey akla bile gelmez. Demokrasinin olmazsa olmazı olarak görülen protesto etme hakkı zor ile bastırılıp, sadece devlet erkini elinde bulunduranların görüşlerinin sergilendiği bir gösteriye dönüşürse, orada da demokrasi sadece ezme ve baskı yapma özgürlüğü olarak ortada durur ama demokrasinin gereği olan azınlık hakları ve azınlıkların söz söyleme hakkı ortadan kalkar ki, o kalktığı an demokrasi rafa kaldırılmış kağıt zerinde bir leke olarak ortada durur.

Bugün yaşadığımız dönem kağıt üzerinde ki bu lekenin olduğu dönemdir, çünkü izin verilen gösterilerin bile polis ve güvenlik güçleri tacizi ile söz söylemeye, her sözün hakaret olarak kabul edilip mahkeme salonlarına taşındığını görmekteyiz.

Bu ülkede barış istemek en riskli iş oldu...

Barış diyenin üstüne kurşun, bomba ve canlı bomba yağıyor... Barış için yapılan tüm protestolar yaşadığımız dönem için birer vatan hainliği olarak devlet erki tarafından, devleti kontrol eden partinin ve onun medyası tarafından algı operasyonları yapılmakta ve genel olarak barış isteyen, eli ile zafer işareti yapan terörist, anarşist olarak adlandırılmakta ve linç kültürün saldırısına tabi olabilmektedir. Farklı bir ses, farklı bir etkinlik saldırıya açık olabilmektedir. Bunun en açık örneğini Trabzon ve Rize’de yaşadık.

Demokrasi kağıt üzerinde bir leke olduğunda elbette erk sahibi demokrasiden mağdur olduğunu ilan edecektir, çünkü yapılan işlere birileri ‘olmaz, yapılmaz’ deme lüksü (erke göre) olursa işler rayında gitmez, aksamaların tek nedeni demokraside aranır. Çünkü protesto etme ve farklı düşünenlerin sesinin çıkması planlanan ve istedikleri sonuca giden yolda duvar işlevini görür. Tek düşüncenin, tek doğrunun hakim olduğu yerde hoş görü olmaz, hoş görünün yerini baskı ve zulüm alır, ki devlet erki sahibi olanlar devletin güvenlik güçleri ile bunu saklamadan açıkça ortaya koyarlar. En sıradan bir protestoyu bile TOMA (Toplumsal Olaylara Müdahale Aracı) destekli polis gücü ile bastırmaya ve gök kubbeyi gaz ile doldururlar.

Devlet erkini kullananlar mağdur olarak kendisini gösterebilmek için kendisine yönelik provokasyon eylemleri desteklemekte ve onlar için ortam hazırlamaktan da geri durmaz. Devlet parası ile istediği insanı kendisine hizmet etmek için satın alabilmekte ya da taşeron olarak kiralayabilmektedir. Devlet kendisini haklı göstermek için başka ülkenin toprağından kendisine top atışı yapacak kadar gözü karadır, yeter ki amaca hizmet etsin, amaca hizmet eden her yol mubahtır anlayışına sahiptir. Aynı şekilde toplumsal dinamikler içinde kendisine yandaş ama algı ile ortada gözükmeyen taraftar da elde eder. Bazıları gönüllüdür, bazıları ise profesyoneldir. Yani devletten ve yan kuruluşlarından aldıkları para karşılığında bildiklerinin inandıklarını değil parayı verenin amacına göre kalemini ve beynini kullanırlar. Sinsidir, aramızdadırlar.

İstanbul’da belediye otobüslerine atılan molotof kokteyl ile birçok canımız hayatını kaybetmiş ya da yaralanmıştır. Yıllar sonra bu eylemi yapanları devletin istihbarat elemanı olduğunu dönemin içişleri bakanı açıkladı. Demek ki yakılan mum bir süre sonra dibini de aydınlatıyor, karanlıkta yapılanı ortaya seriyor. Elbette bu kadar kaba ama karanlık eylemin dışında daha sinsi ve inceden inceye beynimize işleyen araçlarda kullanılmıştır ki, bugün itibarı ile hala “yetmez ama evet” yönteminin sonucunda kandırıldık diyerek günah çıkarılanların olduğu süreci yaşıyoruz. Günah çıkarmayıp da hala mağdur edebiyatı yapanların. Her şeyi popüler hale getirip piyasa için, bir şeyleri satmak için geçmişin tüm değerlerini kullananlar… Hatta bir çoğunu “onurumuz” diyerek de selamlıyoruz!

Bugün ki duruşuma göre, her mağdur olan insan ‘onurum’ olamaz, lütfen birini onurumuz diyorsak onun geçmişine bir bakın ve hangi olayda nerede durduğuna bakın derim… Cezaevleri mağdurluk yaratır ama her cezaevine girmiş diye birine onurumuz deme lüksüm yok… Sadece mağdur olmuştur ve cezaevinde diye ona yüklenmem, aynı koşullar içinde olduğumuzda ise duruşuna göre tavrımı ortaya koyarım... O yüzden birine onur payesi takmak kolay ama o kişi onurunu koruyabilecek mi? Senin yüzünü de kızartabilir, geçmişine bakarak o kızarma olayını tahmin edebilirsiniz. Sermaye yanında saf tutmuş birinin hiç bir şekilde onurunuz yapmayın, çünkü sizi para karşılığında satma potansiyeli yüksektir... Çünkü profesyonel düşünüp profesyonel davranma alışkanlığı vardır... Ama onurum diye tanımlamadan dayanışma içinde olabilirim... Dayanışma ile onur meselesini karıştırmamak gereklidir…

Günlerden bir gün herkes kendi önceliğine göre bir şeyleri protesto etti... Ortak bir payda vardı, taraflardan biri devletti ve devletin kolluk güçleri protestoları izlediler ve amirlerine rapor verdiler. Bazı kolluk kuvvetleri gaz attı halkın üzerine, bazıları kurşun... Bazıları da top atmış... Sonuçta protesto eden, edilen meydandaydı... Dışarıdan bakınca sanki ülke güllük gülistanlık, gösteri hakkı varmış gibi sunuluyor, öte yandan bodrumlardan yakılmış insanlar çıkmaya devam ediyor, hala kimlikleri belirlenemedi...

İsmail Cem Özkan

13 Şubat 2016 Cumartesi

Yangın yerinde orkideler

Yangın yerinde orkideler

Tiyatro, bütün diğer sanat dalları ile kucaklaşıp, seyircisine canlı olarak derdini anlatan bir sanattır. Sahnede olur ve sahnenin hangi tarafından seyirciye mesaj vereceğini yazar ve yönetmen karar verir. Karar vermesi yetmiyor, o kararı sahnede canlı olarak taşıyacak oyuncuların ve diğer çevresel faktörlerin de uyum göstermesi şarttır. Tiyatroda her hangi bir çevresel faktör tökezlerse oyunun seyirciyle kucaklaşması da o kadar hızlı bir şekilde uzaklaşır. Kucaklayamaz! Ses, ışık, kostüm, dekor oyuncu kadar önemlidir. Çünkü oyuncuyu seyirciye gösteren işte bu göze görünmeyen ama gözümüzün önünde olandır.
Devlet ve şehir tiyatrolarının olanakları olmayan özel tiyatrolar en azından çarkın dönebilmesi için minimum maliyeti kurtarmak zorundadır. Elektrik, sahne kirası, oyuncunun ve diğer çalışanların ücretleri ki genelde oyun başına minimum fiyat olarak telaffuz edilir, bütün bu çıktılar her oyunda hesaplanması ve seyircinin bunu karşılaması beklenir. Bir de hiç göze görünmeyen ama oyun sahnelenirken ortaya çıkan masrafları ki, özel tiyatro işletenlerin başının belası olarak onların önüne gelir. Prova, dekor, kostüm, ulaşım, beslenme… say sayabildiğin kadar gözle görünmeyen masraflar… Bütün bunlar her oyunun bütçesine eklenmesi gereklidir ama nasıl olsa geçti ve bir şekilde ödendi kabul edilerek fiyatlar artmasın diye gözden düşürülür. Liberal ekonominin çarkları arasında oluşan yangın elbette sanatı da vurmakta ve sanat daha pahalı bir eğlence aracı olarak göreceli olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslına bakarsanız bu bir algı sorundur, bu bilinçaltımıza işlenen ve işletilen bir olgudur.
Sanat pahalı! Kitap pahalı! Neden?
Çünkü onlar hayatımız içinde zorunlu olarak almak zorunda olduğumuz şeyler değildir diye bizim bilinçaltımıza işlenmiş fısıltıdır. “Sanatsız kalan toplum…” diye başlayan birçok cümle görmüş, duymuş hatta bir ara okumuş bile olabiliriz ama sanat günlük yaşamın dışındadır ve ulaşılması sadece belirli seçkin kesim (ki parası olan) için özel alan olarak yaşamın somut gerçekliği içinde durmaktadır.
Sanat pahaldır, yeme – içme, kıyafet kadar yer kaplamaz hayatımızın içinde. Nasıl olsa televizyon denen alet, şimdilerde hayatımıza giren dijital sosyal platformlar, web sayfaları reklamın bilinçaltımıza işlediği yerlerden bedava olarak sunuluyor. Şimdi bedava sunulan sanat, para ile sunulan sanat karşısında nasıl bir denge olabilir ki? Bedava olarak sunulan ve her daim kafamızın içinde bangır bangır bağıran, balon mesajların arasında kalıcı olarak bilincimize işleyen nedir? Sanattan, size dokunmayandan uzak durun!
Sanat için mücadele ettiğini söyleyenler; toplum dışına düşmüş, parası olanın peşindedir. Sanat madem parası olana hitap ediyor, madem parası olan faydalanabiliyor, o halde onların ihtiyaçlarına göre projeler yapmak ve onların hizmetine sunmak!
Fakat bu bilincimizin altına işleyenin dışında başka işler de yapanlar var. Onlardan biri amatör ruhları ile Rampa Tiyatro kurucuları ve çalışanları. Onlar amatör ruhları ile ortaya koydukları sanatlarını seyirci ile buluşturmak için özveri ile koşturuyorlar, salon arıyorlar, salon buluyorlar, seyircisini yakalamak için görünür olmaya çalışıyorlar. Afişler bastırıyorlar, broşür dağıtıyorlar, bir de tiyatro tarihinin bizden yazarlarını sahneye taşıyorlar.
Memet Baydur artık aramızda değil, fakat onun yazdıkları aramızda. Onun kaleme aldığı ‘Yangın Yerinde Orkideler’ adı oyun Rampa Tiyatro imzası ile sahnelere taşınmış. Sahnelere taşınmış diyorum, çünkü değişik sahnelerde ve değişik zamanlarda değişik seyircisi ile buluşmaya başladı ve ben üçüncü buluşmada seyretme ayrıcalığına sahip oldum. Henüz üçüncü oyun, henüz tam oturmamış, henüz tam sahneyi ısıtamamış olmasına rağmen, keyif ile zaman tünelinin karanlık ve ışıklı yolundan gittim. Karanlık bir salonda aydınlatılmış sahnede canlandırılan metin… metinin bana ulaşmasını sağlayan bir bütünlük… Metin Boran yönetiminde, Deniz Can, Sertan Müsellim, Mehmet Fahri Etik, Selin Ayık, Berk Kristal metne ses vermiş, bu sesin doğru bize ulaşması içinde yazı sonunda künyesini yazacağım emekçilerin emeğini yok sayamayız. Onlar ile bir bütün…
Kısaca oyuna bir göz atalım, çünkü Memet Baydur’un geçmişten günümüze taşıyan mesajını anlayabilmek ve neden yangın yerinde orkideler sorusuna bakmak gereklidir.
"kim tanır bizi şimdiden sonra
Aydınlığı kıt gecemize
Misafir olanlardan başka;"
A. H. TANPINAR
Şiir aslında oyunun ruhunu seyirciye ilk elden taşır ama şiiri hazmetmek gereklidir, çünkü okunur okunmaz ruhumuza ve vicdanımıza dokunmaz. Zaman gereklidir. Zaman ile birlikte bize açılan kapıların ışığı gereklidir. Şiir ile bir kapı aralanır, kapıdan sızan ışık sahnededir.
Gece karanlığında dolunay ışıtmaktadır bir parkı. Ağaçlardan düşen sarı yapraklar yere savrulmuş, bank var bir köşede, çöp kutusu, parkı aydınlatan bir sokak lambası.  Denizin sesi gelmektedir. Limana yakın bir yer. Bankta bir adam yatmakta ve elinde şampanya. Kendi kendine konuşmaktadır. Bir arayış içindedir. Eline silah ve şampanya. Bohem havası sanki orada aslı durmakta ve elinde şarap olan o havanın tesirinde kendi kendine konuşmaktadır. İki günlük kalacağı bir oda aramaktadır. Bunları dillendirirken daha sonra öğreneceğimiz bir uyuşturucu müptelası ve sokakta yaşan bir adam girer sahneye… Banka gider oturur. Sigara ister. Adının Nuri olduğunu öğreniriz. Nuri ile adam arasında bir iletişim başlar. Adam kalacağı bir odayı sorar, Nuri şaşkındır, çünkü onun odası olmamıştır. Onun odası o sohbet ettiği parktır. Nuri, zaman içinde Sinop’lu Diyojen gibi bir bilgedir aslında. Sokakta yaşayan ve gölge etme demektedir ve uydurduğu öyküleri öyle inandırıcı bir şekilde anlattır ki ve dil bilgisinin o kadar gelişmiş ve zengin olduğunu gördükçe adam, Nuri'ye hayran kalır, onun bilgeliği karşısında bir anlamda ezilmiştir. Nuri, Zonguldak’ta madende çalıştığını ve orada kravatın nasıl bulduğunu anlattığı öyküsü beynin hücreleri arasında yaşan canlılığı ve aklı ortaya koyar.
“Kravat, kömür tozları boğazınıza kaçmasın diye icat edilmiş ve son derece uygar bir alettir!” sonra “kravat takabilenler…  yeryüzüne çıktılar… takamayanlar… yeraltında kaldı­lar...”
Sahneye Neriman gelir. Neriman hayat kadınıdır. Nuri ile uzun zamandır tanışmaktalar. Aynı parkın müdavimleridir. Nuri ve adamın konuşmasına ortak olur.
“Rüzgarın önüne düşmeyen yorulur…”
Rüzgar ile birlikte hayatını yönlendirenler ile rüzgara karşı duran ve yorulmuş bir adam. Bir parkta. Aynı kaderi paylaşmaktalar. Adam iki gün bir odada kalmak istemektedir ve iki gün sonrası… Parası, silahı, elinden düşürmediği ve paylaştığı şampanyası ve zamanı vardır. Rüzgara karşı koymak değil, rüzgarın etkisi ile bir yerden kendisini aşağıya atmak istemektedir, tıpkı sonbahar yaprakları gibi.
Halka ilişkiler müdürü Nezih ve modacı Nurçin bir kadın sahneye girerler. Ellerinde şampanyalar ile onlarda bu ilginç sohbete ortak olurlar.
Park Neriman'ın sözleri “Bir yangın yeri burası... insan olan uğramaz..yalnızca külleri ulaşır buralara insanların...” olarak tarif edilir.
Nuri bütün konuşmalarının özetini bir cümlede seyirciye haykırır; “Söylediklerimi fazla ciddiye almayın, ama alay edeceğiniz şeyleri de özenle seçin!”
“Gerçeği anlatmak filan istemiyorum ki ben” diye dillendirirken, Neriman, “Artık hiçbir şey eskisi gibi değil... Hiçbir şey eskisi gibi değil..ama..yeni olan bir şey de yok!” diyerek yaşananları özetlemektedir bir anlamda.
Nezih “Yangın Yerinde Orkideler... Unutulmuş bir film... Açık hava sinemalarında oynardı yıl­lar önce...” diyerek oyuna adını veren konuyu özetler.
Adam iki gün sonra intihar eder, cebinde ki parayı Neriman ve Nuri alır ve kendi hayallerini kurarlar...
Kısaca ve son cümle olarak oyunda toplumun yerleşik düzeni, kıyasıya itilmişler, uyurgezerler, mutsuzlar, alkolikler, yalancılar, masal anlatıcılar, gezginler ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar yer alıyor.
Oyun biter, fakat arkasında seyircinin alkışı ve aydınlanan salon kalır. Seyirci neşeli bir şekilde salonu terk ederken, yerlerdeki yapraklar, söndürülmüş izmaritler ve boş şişler başka oyunda kullanılmak üzere toplanır.
İsmail Cem Özkan

Yangın Yerinde Orkideler
Yazan: Memet Baydur
Yönetmen: Metin Boran
Yrd: Yönetmen: Sertan Müsellim
Oyuncular: Deniz Can, Sertan Müsellim, Mehmet Fahri Etik, Selin Ayık, Berk Kristal
Müzik: Tolga Çebi
Işık: Yüksel Aymaz
Dekor: Burcu Melek Bozan
Kostüm: Selin Ayık
Asistanlar: Eylül Başoğlu, Melis Tamtaş

6 Şubat 2016 Cumartesi

Tek adam kendisini dayatırken…

Tek adam kendisini dayatırken…

Türkiye’de siyasi yaşantımız her daim tek adam üzerine kurgulanmıştır. Siyasi partiler tek adam üzerinde seçimlere gitmiş, tek adamın seçtikleri mecliste milletin vekili olarak kabul edilmiş, tek adamın belirlediği ilçe örgütleri tek adamı her kongrede seçmiştir.

Tek adam, yalnızca Şevket Süreyya Aydemir’in kitabının adı değil, aksine yaşanan somut durumun somut tahlilidir de. Kurucu babalar tek adama biat ederken, tek adam çevresinde yaşayan ve zaman zaman kendisine büyük yararı dokunmuş eski arkadaşlarını gözden çıkarmaktan çekinmemiştir. İktidar partisi devletin olanaklarını kullandığı ve kasasını devlet olanakları ile doldurduğunda ister istemez toplumun dışına düşer ve ekonomik kaynaklarının yok olmaması için devletin her türlü olanağını kendi iktidarını uzun süreli tutmak için kullanacaktır.  Tek adam süreçlerinde partiler devletleşir, devlet partinin içindedir. Hangi amaçla kurulduğunun artık önemi yoktur. Devletin çıkarı partinin çıkarı ile paralel olduğunda gerisi teferruattır.

Tek adam rejimi her ne kadar her darbe sonrası resmi görünüm kazanmış olsa da tarihimizin kuruluş ilkeleri ve hedeflerinin ter yüz edildiği 12 Eylül askeri darbeden sonra bir hedef ve amaç olmuştur. Tek pati rejimi 12 Eylül anayasasının ve yasalarının teminatı altındadır. 12 Eylül fiiliyatta uygulanmayan ama yasalarda yerini alan ulus devleti anlayışının fiiliyata geçirilmesi sürecinin de görünen başlangıcı kabul edilebilinir. Her ne kadar ulus devletinde amaç ulusal sermaye biriktirmek olsa da bu temel amacını ortadan aldırıp liberal ekonominin ihtiyacı olan gümrük duvarlarını yıkmış ama yıkılması gereken tek devlet, tek dil, tek din, tek mezhep, tek tek tek ne kadar diğer unsurlar varsa öne çıkarılmıştır. 12 Eylül öncesi ülke gündemini ve ekonomik koşullarının dayatmış olduğu gündemin çok dışına çıkılmıştır. Bunda en büyük etken sanırım Kıbrıs Barış Harekatı ve sonrasında ki gelişmelerinde rolü olmuş olabilir, çünkü Amerika ambargosuna giren bir NATO ülkesi Ortadoğu üzerine geliştirilen ‘Yeşil Kuşak’ doktrine uygun yapılanması gerekliydi. O gereklilik Avrupa’ya doğru gidildiği sanılan trenin aslında Ortadoğu’ya doğru gittiği ve artık ters yönde koşmamamız gerektiği bize dikte edilerek yeni rotamızı tek parti hakimiyeti altında uygulanmaya kondu, devam ediyor.

12 Eylül süreci devam eden bir süreçtir. Ortadoğu ülkesi olduk. İktidar ve iktidarın lider kadrosu tipik bir Ortadoğu lideri arasında ki farkı sayın diye soru sorulmuş olsa, farktan daha çok benzerlikleri saydığınızı farkına varabilirsiniz. Tek parti sorun yaratmaktan daha çok çözüm üretileceği ve çözümün halk lehine olacağı varsayılmış olsa da aslında bu varsayımın kağıt üzerinde bir balon olduğunu kısa sürede anlayacaktık. Halk yerine, sermayenin lehine bir süreçtir liberal ekonominin yaratmış olduğu siyasi / ekonomik gelişmeler. “Orta direkt” popüler söyleminin geçmişte yayın yapan mizah dergilerinin kapağında bir anı olarak yer almıştır. Bugün ki nesil okusa hiçbir şey anlayamayacak kadar geçmişinden kopmuştur. Çünkü orta direkt yoktur, onun yerini kendisini kurtarma derdinde olan tüketim çılgınlığı içinde ki bireylerin oluşturduğu güruh yer almıştır.  “Herkes kendi acısını yaşamaktadır”

Türkiye’de tek adam rejimi 12 Eylül’den bugüne devam eden bir siyasi tercih modelidir. Birileri kalkıp tek adam rejimine izin vermeyeceğiz diye yazı paylaşıyor, söz söylüyor. Kısaca var olanı ret ediyor güya ama artık kimsenin elinde olmayan bir durum söz konusu. Çünkü ‘tek adam rejimine izin vermeyeceğiz’ diyenlerin önemli bir bölümü tek adam parti başkanın ağzına bakarak politika yapan kişilerdir...

Tek adam rejimi ile mücadele etmek isteyenler öncelikle içinde bulunduğu sosyal ilişkide ki tek adam ve tek görüşü ortadan kaldırmak için mücadele etmelidir.  Azınlıkların ve göçmen olarak gelenlerin de haklarını savunmak ve onların mağdurluklarını gündeme alıp çözüm yolu aranması için mücadele edenlerin samimi olduğu diğerlerin ise kişiye göre durum belirlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Sözde tek adama karşı mücadele ediyorum demek, olayı kişiselleştirmekten başka anlamı yoktur.  

Erdoğan’ın fiiliyatta yürüttüğü tek adam başkanlık sisteminin en mağduru Bakanları Kurulu başkanıdır. Hem yetkili hem de yetkisiz. Uluslararası medya onun sözünden daha çok Erdoğan’ın sözünü yayınladığı ve ciddiye aldığını biraz medya takibi yapanlar görebilir. Bu durumdan rahatsız olmadığını parti kongrelerinde dillendirmektedir. Tek adam fiiliyatta uygulananı hukuki zemin içinde olmasını zaruri gördüğünü açıkça ifade etmektedir. Gerçi Erdoğan külliyesinde yaptığı toplantılarda ve çağırdığı konuklar önünde Özal’ı kat be kat aşmış olarak ‘sorumsuzluğunun şemsiyesi altında’ dillendirmekten çekinmemektedir. Özal, “anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz!” derken, kalbura dönmüş anayasanın artık pek söz eden yoktur, “yasaları fiiliyatta yok sayın, çünkü sizin ihtiyacınız olanı yaparız” özgüveni içinde “yasaları açıkça yok sayın, istemlerime yanıt verin!” anlamına gelen cümleleri dillendirebilmektedir.

Erdoğan, ‘tek adam’ olması insanları mutlu ediyor mu?

Yandaşlar hariç hiç kimse memnun değil. Cepheleşme ve referandum politikası sayesinde üst üste seçimleri kazanmıştır. Karşısında donanımlı (örgütlü) ve gündem oluşturabilecek ne yazık ki bir muhalefet yoktur. Muhalefet zaman zaman yan değnek görevi görmüş ama kendi gündemini oluşturamamıştır. Erdoğan’ın oluşturmuş olduğu gündemin peşinde koşanlar kendi hanelerine pozitif katkı yapamazken, seçimlerde kime hizmet ettiklerini sadıklar göstermiştir. Birden zengin olan yandaşlar, başörtüsüne özgürlük diye imza verenler elde ettikleri zenginlikleri paralel yapı tartışması sırasında ‘yandaş’ olmayan, cemaat mağdurları yanında yer alanlar elde ettiklerini kaybetmekte olduklarını anladıklarında Erdoğan’a desteklerini çekmişler ama Erdoğan yeni stratejisi içinde bunların pek önemi yoktur, çünkü yerini dolduran ‘ulusalcıları’ ikame etmiştir.

Tek adama giden yolda ‘fiiliyat’ yasal düzenlemeye kavuşabilecek mi?

Önümüzde ki günlerde referandum ile yeni düzenleme önümüze gelecektir. O düzenlemede kimler yandaş, kimler karşı tarafta olacağını şimdiden kestirmek zorudur, çünkü Suriye savaşı ve ekonomik kriz ülkemizin iç dinamikleri arasında olan dengelerin ne yönde değişeceğini -yaşadığımız Erdoğan iktidar sürecini göz önüne alırsak- söylemek gerçekten zor. Bugün içli dışlı olanlar, aynı düşmana aynı nefret ile bakanlar belki yarın karşı cephelerde, temsil ettikleri çıkarlar birliklerinin ihtiyacına göre yeni cepheler oluşturabilirler…


İsmail Cem Özkan 

31 Ocak 2016 Pazar

Estel Midyat arası barış konuşulmaz, yaşanır!

Estel Midyat arası barış konuşulmaz, yaşanır!

“Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki”
Ahmed Arif

Bir zamanlar iki ayrı yerleşim yeri, ikisi arasında yaşanan rekabet ve bu rekabetin yaratmış olduğu birlik ve barış ortamı. Her ne kadar farklı olduklarını söylemiş olsalar da, çalınan bir Rebab (Kemençeye benzeyen üç telli çalgı) etrafında buluşup ortak halaya durdukları, o rebab çalarken rebaba ses verenlerin değişik dillerden o bölgeye özgü destanların dillendirildiğine dışarıdan bakan biri olsaydı şahitlik ederdi. Üç dilden söylenir türküler, üç dil ile eğlenilir, üç dil ile ağıt yakılır, üç dil ve dinden insanlar buluştuğu meydanda acısını da, sevincini de ortak yaşar. Devletin hakim olduğu dil uzun zaman orada hakim olamadı ama zaman içinde devletin dili kelime kelime olarak girdi, kültürler arasında yaşanan sorunlarda çözüm amaçlı kullanılan cümlelere dönüştü.
Devletin dili resmi kurumlarda sorunları çözmek için öğrenilmesi gereken zorunlu dil oldu… Bölgeye yapılan okullarda çok dilli, çok dinli, çok kültürlü olan yerde devletin tek dili, tek dini, tek mezhebi, tek kültürü öğretildi, o devlet erki karşısında biat etmeleri beklendi. Tıpkı Osmanlı padişahı Abdülhamit Hristiyan azınlığın üzerine baskı kurmak amaçlı yarattığı Hamdiye Alayları ile o bölgede barış içinde birlikte yaşayanların arasına nifak sokması gibi.
Barış bozuldu, Hristiyan güzel kızlar kaçırıldı, atalarının eşlinde topraklara el konuldu, kiliseler ve kutsal mekanlar yok edildi, binlerce yıldır oralarda yer alan mezarlar yok edildi, taşlarda yer alan resimler parçalandı… Hristiyan, Ezidi kadınlarını Kürt Müslümanlar dağa kaldırdı, evine cariye olarak aldı. İsa'nın konuştuğu dil esaret altında yaşadı, yok edilmeye çalışıldı, bütün yangın yerinden kurtulmayı başaranlar yeniden yeniden yaşamaya ve külleri içinde yeni filizler vermeye devam ettiler.
Elbette tüm Kürtler saldırmadı, bazı Kürtler ise Hristiyanlar ile saldırganlara karşı aynı mevzide yer aldı, vermedi komşusunu katile…
Estel ve Midyat bir dayanışma ile ayakta kalan ender yerlerden biri. Mezopotamya topraklarının renkli yerleşim birimlerinden bir tanesi. İnsanlık orada kendi dili ve kültürü ile rebap eşliğinde halaya durmaya devam etti.
Çok kültürlü bir ilçe, ilçenin iki yakası arasında ki 3 kimlik yol barışın, dostluğun yanında o bölgede konuşulan her dilden söylenen şarkıların, halayların da harmanlaştığı, kirvelik makamı ile bir biri ile akraba olan ama asla bir biri ile evlenmeyen kültürlerin kardeşliği yoludur.
Üç dil, üç din bir ilçe ve iki mahalle. Bu topraklarda doğan her çocuk üç dil bilir, üç dinin geleneklerini bilir, bir birlerini olduğu gibi kabul etmiş ve binlerce yıl bir arada yaşamışlar.
12 Eylül sonrası yaşanan siyasi atmosfer ile bu birlik bozulmuş, Süryanilerin, Ezidilerin önemli bir bölümü doğdukları toprakları terk etmişler ve ilçe fakirleşmiş. Bir dil, bir din kaybolurken dokusunun değiştiğini, çöle dönüştüklerini orada yaşayanlar ve geride kalanlar Eskiden yaşanan hoşgörü bugün yok demekteler, yüzlerinde olan acıyı gizlemeye çalışırken. Eskiye yönelik özlem anıların dillendirildiğinde ortaya serilmekte… Ülkenin tarihi çizgisinde önemli bir kırılma olmadan ülkenin ne acısı tam anlaşılır ve de yorumlanır.
12 Eylül bu kırılmanın önemli bir ayağıdır.
Ülkede var olan devlet hakimiyetinin kağıt üzerinden kalkması ve pratikte uygulamaya sokulması anlamındadır. Tek dil, tek dil, tek din, tek kültür anlayışına uygun olarak var olan tüm renkler, diller, kültürler yasaklanmış, kullananlar ve savunanlar ise eziyete tabi kalmışlar. Çocukları cezaevinde olanlar bile çocukları ile anadilleri ile görüşememiş, gözleri ile acıları paylaşmışlar. O acıların yaratmış olduğu atmosfer içinde bu ülkeyi terk etmiş, sürgüne gitmiş, bir bölümü de korku ile bir yolunu bulmuş işçi olarak, damat, gelin olarak çekip gitmiş bereketli topraklardan. Toprağının her gözeneğinden bereket çıkan bu topraklar çöle dönüşmüş, taşlar ile yapılan binalar, göz nuru kapılar, el işlemeciliği ile ince ince dokunan kiliseler, evler yalnızlığa terk edilmiş, doğanın acımasız gücü karşısında topraklar ile buluşmasına sebep olmuş. Bugün dahi oralara giderseniz yıkılmış, toprağa karışmış bir ince işçilik ile karşılaşabilirsiniz. Toprak bereketin üzerini örtmüş, çöl kumu güzellikleri yok etmiş. Havada yine aynı kuşlar aynı rotalarından gelip geçerken, toprakta var olan renklilik yok olmuş… Dereler kurumuş, taşlar sökülmüş, mezar taşları artık parçalanmış olarak boş bir arazide durur olmuş. Bölgeye özgü üzüm şerbetinin kokusu kalmış, taslar boş kalmış. Dolu olanlarda eskisi gibi neşe ve heyecan vermez olmuş.
Bu bölgeye özgü aşiretlerin yapısı da yöreye uygundur. Aynı aşiretten köylerin biri Kürt, diğeri Arap, bir ötesi, Ezidi, diğeri Süryani olmasına rağmen hepsi bir aşiretin adı ile anılırmış. Bugünde varlıklarını koruyanlar varmış ama eskisi gibi birlik ve bütünlük içinde değil, tıpkı yöreye özgü el işçiliği süs eşyalarını yapan ustaların eskimiş bir fotoğrafta gösterilen anıya dönmesi gibi…
12 Eylül’ün yaratmış olduğu çöl fırtınası sonrası “çözüm süreci” adı verilen ama şimdilerde rafa kalkan süreç içinde eskisi gibi küllerinden doğan Süryanilerin küçük bir bölümü dönmüş, eski kiliseleri yeniden dönenlere verilmiş ama ne eski neşe var, ne de eskisi gibi güven!
Güven sarsılmış, terk edilen köylere muhacirler gelmiş yerleşmiş, yeşil bağlar olmuş birer çalılık! Şarabın günah olduğu yerde kokulu üzüm mü olurmuş, olmazmış işte. Var olan birkaç kilise için üretilen üzüm dışında bağlar eski rengini ve kokusunu topraktan almaz olmuş. İnsan dokusu gibi üzümün de dokusu değişmiş…
Bundan kırk yıl önce Türkçe ilkokula başlayınca öğrenilen, diğer diller ise yaşanarak öğrenildiği bir yerleşim birimiymiş. Her yerleşim biriminin kendisine özgü hikayeler, destanları, gelenekleri, görenekleri ve davranış alışkanlıkları vardır.
Acılar ve yok edilen kültürün neden yok edildiği bir kere bile sorulmuyor, sorulmuş olsa da orada yaşayanlar elbette gerçekleri olduğu gibi anlatamazlar, çünkü korku hala hakim, yaşananlar çok eskilerde kalmış bir şey değildir.
Çok kültürlü, çok dilli, çok dinli ve Mezopotamya’nın göz nuru olan bu yerleşim yerinde ne kadar çok şey anlatılsa da hep eksik bir şeyler kalacaktır…
Hangi coğrafyaya giderseniz gidin bir birine benzer çocuk fotoğrafı çekebilirsiniz, sadece çocukların bulunduğu zemin değişir. Çocuk her yerde aynı şekilde güler ve kamera karşısında benzer pozlar verir. Çocuklar bütün kültürleri birleştirir, zaman içinde o kültürler arasında farkı insan ortaya serer. Çocuktan al haberi derler, evet geleceğin haberi çocuklar taşır ama büyükler çocukları ciddiye almaz, onların ortaklaşan gülüşünü görmek istemezler, çünkü dünya zenginliğini paylaşım savaşındalar. Dünyada olan dünyada kalır der yaşılar ama savaşanlar bunu da duymaz…
"Estel Midyat Arası" Esra Alkan, Uğraş Salman yaptığı belgeseli izlerken bunları düşündüm. Her eser bir düşünceye açılan kapıdır, belki birden fazla kapı aralar ama onu ancak zaman içinde farkına varırız. Belgeselde emeği geçenlere ne denir, ellerinize sağlık!

İsmail Cem Özkan

25 Ocak 2016 Pazartesi

Mazlumun yanından bakmak!

Mazlumun yanından bakmak!


Toplumun dönüşümünde her ilerici adım mazlumun yanından olmak ve oradan bakmak ile olduğunu tarih sayfalarını biraz kurcalarsanız farkına varırsınız. Eğer duruşunuzu iktidarda yer alan tarafından koyuyorsanız iktidarın sizin için düşündüğü iyiliğine katlanmak zorundasınız, çünkü hiçbir iktidar başkası için iyilik düşünmez, kendi iktidarını daha uzun sürdürebilmek için çıkar ilişkisi çerçevesinden bakar ve ona göre adımını atar. İktidarda olanlar her daim tutucudur ve var olanın değişmesini istemez. Popüler söylem ile istikrar bozulsun istemez.

İktidar da kim olursa olsun baskıyı temsil eder. Çünkü var olanı korumak ve değişimin önünde durabilmek için baskı aracını devlet eli ile kullanmak zorundadır.

İktidar mücadelesini kişisel mücadeleye döndürenler, olayı kişiselleştirip kişilerin yaptığı davranışlar üzerinden siyaset ve politika belirleyenler aslında var olan hakim düşüncenin ve ekonomi politikanın değişmesini istemeyenlerin yapmış olduğu mücadele yöntemidir. “Aslında politika iyi ama yönetenin kişisel hırsları bu iyi olanı kötü yapıyor ve tüm sorunlar bu kişinin ego sorunundan kaynaklanmaktadır” anlayışını temsil eder. Bugün iktidar mücadelesi yapan tüm siyasi partiler kişi üzerinden karşısındakine saldırıyorsa aslında sorunların üstünü örtmek ve devletin çıkarını koruyan bir duruşları olduğunu söylemek sanırım abartı olmaması gerek. Devlet politikası her şeyin üstünde gören ve devletin çıkarına göre duruşunu belirleyenler, iktidar mücadelesini kişiler üzerinden yaptıkları sürece var olan iktidarın değişimin imkansız kıldıklarını ve her seçimin birer referandum gibi algılanarak var olan dengelerin üç aşağı beş yukarı korunması anlamındadır. Kişiselleştirilen her siyasi iktidar mücadelesi öteki anlamında “ben halimden memnunum ve elimde olan ile idare etmesi beni rahatsız etmemektedir.” Muhalefet yapılar kendi iç iktidar mücadelesini acımasızca yaparken iç mücadele biçimi de kişiler üzerinden olmasına özen göstermektedir ve moda değimi ile bizim partinin geleneğinde ve ahlakında liderinin dışında konuşması ve liderin konuşması üzerine başkasının konuşması olmaz lafı dillendirilir. Lider her şeyi bilendir ve onun önsezileri / sözleri doktrin gibi anlaşılır, tartışılmaz. Liderin belirlediği teşkilat yöneticileri, liderinin daha rahat politika yapması ve kamuoyunda daha fazla ilgi bulması için ‘PR’ (Public Relations = Halkla İlişkiler) çalışması yapar. Liderin seçtiği teşkilat ise demokrasi gereği kongrelerde liderlerini seçer.  Liderin seçtiği milletvekilleri ve belediye başkanları ise yine kongrelerde liderlerini destekler ve gelecek seçimlerde bir daha seçilme şansları olsun diye. Demokrasi öyle bir sarmaldır ki, lider etrafında yapılmış örgütlenme içinde örülmüş bir çıkarlar ilişkisi bütündür. Bu ilişki ile bürünmüş siyasi yaşam elbette kişiler üzerinden olaylar yorumlanacak ve politika ve projeler her zaman geri planda kalacaktır. Geri planda kalan projeler de elbette uygulanan projelerden ve planlardan pek farkı olmadığı programlara bakarak görülebilir. Ülkemizin planlarının üzerinde her zaman ABD damgasını görebilir, güvenlik projelerinde ise NATO damgası sürekli yerini korumaktadır. NATO bilgisi ile kurulan Kontrgerilla faaliyetleri sonucu kaç insanımızın kanı toprağa düştüğünü kimse net olarak söyleyemeyecek konumdadır. 

İktidar yanından ya da onun belirlediği noktadan olaya bakınca değişimin ne kadar imkansız olduğunun farkına varmak kısaca anlattığım perspektif ile de ortaya çıkmaktadır. Değişim isteyenler, toplumu ileriye taşımak isteyenler her zaman çoğunluğun ve iktidarın penceresinden değil mazlumun ve azınlığın penceresinden bakmak zorundadır. Tüm toplumsal dönüşümler mazlumların iktidar ile girdiği mücadele sonucunda ileriye taşınmıştır, iktidar ise bu ilerici adımları zor ile bastırmış toprağın kan ile sulanmasını sağlamaktan başka şey yapmamıştır. Eğer bir ülkede her hangi bir azınlığın hakkı yok sayılır ise o ülke çağdaş, demokrat ve insan haklarına saygılı bir toplum değildir. ( Bu tanımın içinde Fransa ve benzerleri de yer almaktadır ve Fransa bana göre en barbar ülkelerden biridir, çünkü orada Bask ve diğer halklar yok sayılmaktadır. ) Azınlık hakları ve ona gösterilen saygı/ olanak toplumun hoşgörülü olup olmadığının da resmidir. Çoğunluk hakları her toplumda zaten korunur ama azınlıklar en ufak ekonomik dar boğazda ya da siyasi kaos içinde hedef olabilmekte ve toplumun nefret söylemleri ve linç kültürü onlar üzerine doğru dönmektedir.

Ülkemiz demokrat, çağdaş, ileri ve azınlıklara karşı hoşgörülü bir devlet yapısından çok uzaktadır. Devlet anlayışımız içinde hoşgörü kelimesi sadece havada sallanan bir balondan farksızdır, uygulamamız ve hukuk anlayışımız zor kavramı içinde yerini bulur. İktidara göre ve çıkarına uygun şekilde devlet olanakları değişim göstermekte ve kararları iktidarın o anki çıkarına uygun şekilde değişime uğramaktadır. Yasalarca hakimlere verilen kişisel tolerans hakkı iktidarın çıkarına uygun olarak kullanılmaktadır.

Mağdurluk her toplum için söz konusudur, önemli olan mağdur olanın bir daha aynı şekilde mağdur olmaması için o koşulları ortadan kaldıran düzenlemelerin yapılmasıdır. İlerleme ancak bu şekilde olması gerekirken, bizde bir birine benzer mağdurların çok olması ve gün geçtikçe de ortaya çıkması aslında biz yaşananlardan ders almadığımızı ve çoğunluğun haklarının korunduğunu idrak etmemize yol açmaktadır.

Yakın tarihimiz içinde birçok olay yaşadık. Bir biri ile bağlantısı olmayan ama bir biri ile iç içe geçmiş birçok cinayet, katliam yaşadık. Dink cinayeti, Trabzon’da öldürülen papaz cinayetinin devamı gibidir, Malatya’da işlenen misyoner cinayeti de onun devamı konumundadır. Katilleri farklıdır ama işleniş biçimi ile hedef seçimi aynı mantığın ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Mağdurluk ortadadır ama onu ortadan kaldıracak hiçbir düzenleme olmadığı gibi yeni cinayetlerin oluşmasını sağlayan siyasi ortam her zaman mevcudiyetini korumaktadır. Bu olaylardan ders alıp nasıl bu cinayetleri önleyebiliriz konusunda yasal/idari hiçbir düzenleme olmamıştır.

Halk olarak bizler, bir Ermeni öldürüldü “hepimiz Ermeniyiz” diyerek mağdurun arkasında ve yanında olduğumuzu ilan ettik…

Ben kişi olarak mazlumdan yanayım ve mazlum Kürt olmuş, Süryani olmuş, Laz olmuş, Ermeni olmuş, Gürcü olmuş… diye bakmam, onun yanında durur, ezilmemesi için, yaşaması için, birlikte yaşayabilmek için onun yanında dururum, tıpkı Hrant'ın yanında durduğum gibi…

Mazlumların hakları verilirse hayat daha güzel ve yaşadığım yerler daha renkli olur. Azınlıkların hakları olduğu sürece özgürlüklerden, hoşgörüden bahsedilir, yoksa hakları; orada ne özgürlük olur ne de hoşgörü. O yüzden her gün ölen her Kürt ile ölüyorum, her acı çeken ile kanıyorum, her göz yaşına ortak oluyorum…

Artık yeter!

Bu kadar acı çektirmeyin bize, birlikte yaşayalım!


İsmail Cem Özkan

20 Ocak 2016 Çarşamba

Harakiri ya da kendi kendini yok etmek!

Harakiri ya da kendi kendini yok etmek!

Ülke tarihi içinde birçok kırımla yaşanmıştır, yaşanmaya da devam etmektedir. Her kırılma geçmiş ile bağlantısı olan hareketlerin ve toplumsal ilişkilerde değişim anlamına gelir. Her değişim pozitif anlamında değildir, birçok davranış alışkanlığımızın da tarihin çöplüğüne atılması anlamına gelen negatif yönü de mevcuttur.

Siyasi örgüt olmanın temel üç saç ayağı olduğu vurgusunu değişik zamanlarda yazdığım yazılarda vurguladım, onların başında para, lojistik ve istihbarattır. Bunlardan birinin eksik olması o siyasi hareketin örgüt olup olmadığı tartışma konusu içinde yerini alır. Bugün devlet denen mekanizma bu üç saç ayağı üzerine oturmuş ve baskı aracını da bu ayakları yere basan örgütlenmesi sayesinde yapmaktadır. Devletin olanağını kullanan her siyasi parti ve yapı ondan aldığı güç ile rakiplerini baskı altına almakta ve hatta onlara yaşam alanı dahi bırakmamak için her türlü kanun dışı ama fiiliyatta olan uygulamayı hayata geçirmekten geri durmadığını da şahitlik ediyoruz.

Türkiye sol hareketi kendi içinde tutarlı örgütlü bir tarih çizgisine sahiptir. Örgütsel yapısı içinde insanını çabuk harcayan ve tarihin çöplüğüne atarken günahlarını ve uydurulmuş günahları açıklamaktan çekinmemiştir. Mahkum etmiş, yargılamış ve işe yaramaz diyerek de damgalamaktan geri durmamış, hatta bir bölümü Sibirya toplama kamplarına gidenlerin arkasından el sallamayı da unutmamıştır. Örgüt içi hesaplaşma veya başka söylem ile cinayet farklı gerekçeler sürülmüş olsa da varlığını hep korumuştur. Örgüt içinde liderlik kavgası ve tek doğru kavramı hep var olmuştur. Dergiler, örgütün doğrularını yazmış ve taraftarlarının ve sempatizanlarının da o doğruları mutlak doğru kabul ederek sol yapılar arasında yaşanan çatışmaların da gerekçeleri olmuştur. Kapitalist sistem eleştirisi var olan sosyalist sistemleri mutlak doğru kabul edenler ile bunların dışında orta yol yerel denemeleri de kendisine doğru kabul edenler kendi hakimiyetleri altında başka devrimci örgütlerin yaşaması ve gelişmesi için olanak vermemiştir. Merkezi örgütlerin bu şekilde katı uygulamaları, kırılma süreci ve sonrasında yaşanan sorunlarında temel nedenlerinden biri olarak gördüğümü baştan belirteyim.

Çıkış noktaları ve zamanı farklı olan sol hareketleri birleştiren devletin onlara yaptığı operasyonlar ve karalamalarıdır. Devlet solu tek tipleştirmiş ve hepsini düşman olarak görmüştür. Kontrgerilla eğitimi ve uygulamaları solu yok etme üzerine kurmuş ve onlara uygulanan her zulüm meşru görmüştür. Türkiye kendisine özgü tarihi içinde solu besleyen öteki olarak kabul edilen toplumsal katmanlardır. Kürtler ve aleviler sol yapıların ana omurgasını oluşturmuş olmasına rağmen, sınıf merkezli örgütlenenlerin içinde ırk ve din / mezhep ayrımı en azından tartışmalar içinde gündeme gelmemiştir. 12 Eylül zindanlarında azınlıktan gelen örgüt üyeleri birbirlerini sahiplenmesi ve örgüt ayrımı yapmadan bir arada dayanışma içinde olmaları eteklerde birikecek taşlar için ileride bir neden olarak güdeme gelecektir.

Sol, içinde ki çatışmaları ve sonuçlarını gerçek anlamda özeleştiri mantığı içinde üzerine gitmemiş ve bir daha oluşmaması için örgütsel yapısını değiştiremediği için sol içinde ve sol yapılar arasında çatışmalar güçlü olduğu süre içinde her daim varlığını korumuştur. Çatışması gereken kesim ile çatışma yerine sol bir biri ile girdiği güç kavgasında önemli kadroları kaybetmiştir. Bu durum ileride oluşması muhtemel güven ortamı için güvensizlik yaratmış ve bu güvensizlik ortamında oluşan her türlü birlik ve cephe girişimi gerçek anlamda başarılı bir iş yapmadan dağılmasına sebep olmuştur. Saldırganın ortak olduğu yerlerde sol yapılar ortak mücadele alanında yer almış, birlikte savunma konumunda kalarak daha fazla ölümlerin oluşmasını engellemiş olsalar da bu birliktelik yerel olmaktan öteye bir anlam ifade etmemiştir.

Solun hakim olduğu bölgelerde kendi kitlesini oluşturan tarafsız gibi (ya da başka yapılara sempati duyanlar) gözüken insanına sahip çıkmamış, örgütsel gücünü yandaş olarak gördüklerini koruma üzerine kurmuştur. Bu tercihini hiçbir şekilde sorgulamamış olması kırılma süreci içinde kendisini arkadan hançerleyecek yapıların kendi içinde yeşermesine olanak vermiştir. Sonuç da özeleştiri eksikliği ve olayların peşinde sürekli olaya göre hamle yapmak zorunda kalan solun 12 Eylül sonrası oluşan atmosfer içinde örgütlü bir şekilde dağılmasına sebep olmuştur.

12 Eylül, Türkiye sol hareketinin örgütlü bir şekilde yok olmasına olanak sağlayan ortamı yaratmıştır. O ortamda solcular örgütlü gücünü korumak yerine kızgınlıkları ve hayal kırıklıklarını toplayarak ‘eteklerine taş’ biriktirmişlerdir. Eteklere toplanan taşlar o kadar güçlü gerekçelere dayandırılmıştır ki, örgütlü olarak yargılananlar kendilerini örgütlü olmadıklarını ispatlamaya girişmiş...

Örgütsel yapısını elinde bulunduranlar örgütü, örgütlü ve sistematik olarak zamana yayarak 12 Eylül öncesi ile var olan tüm bağları zayıflatmaya ve hatta tamamı ile yok etmek için eteklerde oluşan taşları gerçekçe göstererek örgütsel olması gereken kanallar yok edilmiş, birlikte Filistin askısında ifade verenler arasında diyaloglar bile kopmuştur.

İşkenceden geçen sol, duvarlara sesini bırakırken, aslında başka şeyleri de işkence duvarlarına asıyordu. İşkence sistematik olarak hapishanede de devam etti, kafese konanlar, hücrede tecritli yaşayanlar, hayattan kopmuş kendi can derdine düşmüş merkezi yapıların bireyleri olaylara müdahil olmak yerine, olayların kendilerine müdahale etmesine izin verdiğini cezaevinden çıktıktan sonra yaşanan tartışmalar ve örgütsel olarak çıkan dergilerde satır aralarına düşen kelimelerden çıkarıyorduk.

Ölenlerin hepsi onurumuzdur ama ya yaşayanlar?

12 Eylül mahkemelerinin vermiş olduğu kararlar sonrası cezasını çekenler, zaman içinde göreceli olarak özgürlüklerine kavuştuktan sonra dağılmış olan örgütsel yapısını toparlamayı acil iş olarak görmeyen ama geçmişten gelen isimden aldığı güç ile örgütsel yapılar arasında nasıl bir gelecek ve yaşama nasıl müdahale ederiz içerikler ile toplantılara müdahil olan geçmişin lider kadrosu, toplantılarda kararlar alınıyor ve yasal zeminde birlik adı altında partiler ve dernekler kuruluyordu. Ortak bir şey yapılması gerektiği fikriyatı öne sürülürken, kimse bulunduğu zemini ve örgütsel gücünü tartışmaya bile açmıyordu. Bireyler yana yana geliyordu, ortak bir şeyler oluyordu ama ortada onları ileriye taşıyacak ne fikir birliği ne de ortak mirası ileriye taşıyacak örgütsel yapısı vardı.

Genel anlamda sol dağılmıştı, dağılmayanlar ise büyük yaralar almıştı. Nefes alamaz koşullar içinde yurt dışından gelecek para ve dışarıda kalmış henüz ilişkiler deşifre olmamışların ilişkilerin yaratmış olduğu taze kan ihtiyacını karşılıyordu, fakat her ne kadar aktarma su ile değirmen dönmeyeceği gibi 12 Eylül ile sonrası oluşan zeminin farkları net olarak tespit edilmemiş, somut duruma uygun somut tahlil yapılamıyordu.

Yapılıyor gibi yapılıyor ama daha çok duygusal yorumlar olduğu zaman içinde ortaya çıkıyordu, çünkü her şey konuşuldu denilen birlik çatıları altında sorunlar ortaya çıkıyor ve duruş noktasına göre değişen olaylara bakış değişim yaratmıştı.

Kürt ulusal hareketlerinin yaratmış olduğu yeni mücadele alanı ve ilişkileri artık hiçbir şeyin eskisi olamayacağını işaret ediyordu.

Yeni konumlanmış ülkenin siyasi zemini, Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi işlemeye başlamış, kan ile para kazanan liberal ekonominin hakim olduğu düzlemde sol hala eski alışkanlıkları ile duygusal olaylara bakma eğilimi içinde ama eteklere biriktirilmiş taşların da atılamadığı ve ayak bağı olduğu bir sürecin içindeydi. Bu süreç örgütlü yapıların bir bölümü örgütsel olarak eskisini yok etmek ve yeniden konumlanmak için uygun koşulların oluşmasını olayların akışına izin vermiş, müdahil olma yerine izlemeyi seçmişti.

Birlik arayışları Özgürlük ve Dayanışma (ÖDP) ile taçlandırılacak ve bu süreç açıkça örgütlü yapıların yeniden biçimlendiği ve ayrıştığı süreci ne olarak ifade edecekti.

Yeni somut duruma uygun olarak Kürt sorunu merkezli tartışmalar yeniden yapılanmayı ve örgütlenmenin yollarını açacaktı. 12 Eylül öncesi ülke gündemine müdahil olacak kadar kitlesel örgütlerin artık kitlesel olmadığı kurulan yeni siyasi partilerin seçimlerde gösterdiği performans ile ortaya çıkacaktı.

Görünen ile somut olan arasında oluşan algı farklılığı yeniden duygusal birliktelikleri oluşturmuş, sol içinde hiçbir zaman olmayan tartışmalar yeniz zemin üzerinde ortaya çıkacaktı. Bu süreç örgütlü olanlarında artık örgütsüz bireyler topluluğu haline dönüştüğü süreci yarattı.

Geçmişin sembolleri ve dergileri söz söylemek için kullanılan birer simgeye indirildi, yeni söylemler bu simgeler üzerine oturtulmaya çalışıldı. Duygusal bir arada duranların duygusal olarak bireyselleşmeleri bir bölüm bireyin geçmişin ticari olarak nasıl kullanılacağı konusun önünü açmıştır. Var olan sosyal demokrasi partisi içinde ihale almak ve ihale işlerini yürütmek için geçmişte yaratılan ilişkiler açıkça kullanılmış ve eteklerde oluşmuş olan taşlara daha fazla taşın birikmesinin de yolunu açmıştır.

Maddi anlamda zenginleşen ve fakirleşen ve sahipsiz bırakılanlar arasında uçurum artmıştır.

Bu sürece müdahil olması gerekenler sessizce olayları izlemek ve olacağı yere kadar gitmesi içinde sessizlik içinde kalmayı tercih etmişlerdir. Liberal düşünce ve yaşam biçimi adlandırılmadan ve etiketlendirilmeden sol yapıların da üzerine yapışmış ve kimse bu etiketi üzerinde atmak içinde hareket dahi etmemiş, sessizce olayı geçiştirmişlerdir.

Sol, 12 Eylül tarihinden önce başlayan yenilgi sürecini, 12 Eylül sonrası cezaevi süreci sonrasında tamamlıyor ve yeniden örgütlenmek için yol arıyordu.

Olaylar ister istemez bireyleri bir birinden uzaklaştırmış, bir bölüm ise inat ile yan yana durmayı seçerek belki de istem dışı üstlerine kalan yapılardan nasıl yeniden örgüt kurabiliriz ve yeniden nasıl yaşama müdahil oluruz arayışına girmiştir.

Dağıtılan ve yıkılan örgüt taşlarından yeniden yaratılmaya çalışılan bir birliktelikler bu süreçte devam etmektedir.

Elbette, hayat ve tarih boşluk kabul etmez, yaratılan boşlukların yerini mutlaka bir şeyler alır, ama bu boşluklarda oluşanlar ne kadar sol ve ne kadar örgüt olarak adlandırılacaklarını tarih ileride bize anlatacaktır.

Tarihsel kırılma süreci içinde en son büyük kırılmada Türkiye sol hareketi genel olarak neden harakiri yaptı?

Bu soruya verilebilecek her yanıt gelecek için atılacak adım için önemli ipuçlarını vereceğini düşünüyorum. Çünkü kırılma zamanında ve sonrasında oluşan siyah noktalar içinde yaşananları dışarıdan bakan bizlerin bilebileceği somut veriler elimizde yok. O süreci yaşayanların önemli bölümü ne yazık ki doğanın yasası ve yaşadıklarının ona vermiş olduğu hastalık ile aramızdan ayrıldılar, ayrılmayanlar ise duruş noktalarına göre yaşanmışlıkları henüz gerçek anlamda anlatmadıkları için bilgi kırpıntısı ile ancak hissedebiliyoruz. Hissettiklerimizi ise ne yazık ki her zaman dillendiremiyoruz, çünkü var olana zarar vermesin, hiç yoktan eldekiler ile idare edelim duygusal tepkisi ile olaylara bakıyoruz.

Sol örgütlü yapıların önemli bir bölümü, büyük kırılma ile örgütlü olarak kendilerini yok ettiler, şimdi o yıkıntılardan yeniden yapılar kurulmaya çalışılıyor.

Geçmişin yapı taşları ile yeniden geçmiş yaratılamaz ama geçmişi eleştiren ve bir daha olmaması için önemli dersleri bize verebilir.


İsmail Cem Özkan

7 Ocak 2016 Perşembe

Yıldönümünde taciz!

Yıldönümünde taciz!

Bundan bir yıl önce İslamcı militanlar Paris’te yayın yapan ve mizahtan başka bir şey yapmayan Charlie Hebdo dergisini basarak mizah ustalarını öldürdü. Bu mizah ustalarının ölüm günlerine denk gelen günlerde Köln garında taciz olayı gündeme düştü. Köln polisinin açıklamasından taciz edenlerin İslamcı oldukları ön duygusu verilmekte ama direkt olarak isimlendirmemekteler. Suriye ve Irak gibi ülkelerden gelen ve bütün Avrupa’yı doğudan batıya yürüyerek geçen mülteciciler bu olayın faili olarak gündeme getirildi.
Olaylara karikatürize ederek bakarsak gerek Charlie Hebdo baskını gerek Köln garında gerçekleşen olay bir kurgunun sonucu olduğu hissiyatı güçlü bir şekilde bende oluştu. Çünkü Almanya / Fransa polis devletidir ve her türlü önlemini yılların birikimi ile almış ve polis’ten habersiz hiçbir şey yapılamayacağı gerçeği ile karşı karşıyayız. Alman istihbaratı her türlü olumsuz durumdan sonuç çıkarmış ve bir daha aynısını yaşamamak için önlemini almış güçlü bir örgütlenme ve gelenek sahibidir. Bizdekiler gibi işkence ile sonuç almaz, olayların izlerini sürer ve o sürmeden çıkardığı tecrübeyi meslektaşlarına aktarır. Bu gelenek Prusya İmparatorluğundan başlayarak, bugün birleşmiş Almanya istihbarat için geçerlidir. Alman istihbaratı çoğu zaman diret istihbaratçı çalıştırmak yerine dolaylı istihbarat bilgileri toplayanlar eli ile çok gelişmiş bir bilgi hazinesine sahiptir. O kadar gelişmiş bilgi hazinesi vardır ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun kirli çamaşırları bile orada durmaktadır. Bırakın son dönem teknoloji ile elde ettikleri bilgileri.
Fransa’daki saldırı masum değildir, saldırının olduğu dönemlerde yazdığım yazılarda da vurguladım, gelişmiş bir emperyalist kültürün kendi topraklarında olacak her türlü olumsuz olayı önceden tespit edip engelleme özelliğine sahiptir. Fransa açık sömürge döneminde sömürgelerden gelebilecek terörist ve anarşist (Fransa öyle adlandırmış ama bana göre bireysel saldırılar dışında örgütlü bağımsızlık mücadelesi bu kavramlar ile tanımlanamaz.) saldırırları nasıl kendi toprağına ulaşmadan yok ettiğine dair birçok kayıt ararsanız bulabilirsiniz. Topraklarına yakın Cezayir’de gerçekleşen iç savaş (kurtuluş savaşı) Fransa’yı ateş çemberine atmamış, aydınların başkente gösterileri ile sınırlı kalmıştır.
Gerek Fransız gerek Alman istihbarat örgütleri ve birleşik hareket ettikleri ortak yapılanmalar Avrupa üzerinde olabilecek her türlü siyasi girişimi titizlik ile takip eder ve kendi iç kamuoyu için bazı olayların olmasına ya izin verir ya da kendisi yapar düşman olarak görülenlerin üstlerine yapıştırılır.
Alman güvenlik güçlerinin izin vermediği her türlü protesto eylemi katı bir şekilde bastırılır ve insan hakları hemen askıya alınır. Gözlerden uzak hücrelerde gerçekleşen intihar eylemleri olarak kamuoyuna sunulur…
Köln tesadüfen seçilmiş bir yer değildir, yabacıların yoğun olarak yaşadığı ve ülkelerine gönülden bağımlı vücutları orada kalpleri ülkelerinde atanların gettolarda yaşadığı bir merkezdir. Köln belediye başkanın seçimi ve seçim öncesi yaralama olayı da bir kurgunun parçası olarak tarihin bir yerine not olarak düşülmüştür. Köln, Hitler Almanya’sında Homoseksüellerin ilk toplama kampı olarak dikkat çeker ve bugün Fuar alanı olarak kullanılan yerde toplu infazlar ile tarihten bize not gönderir. Katoliklerin içinde yaşayan Yahudilerin evlerinden tek tek alınıp toplama kamplarında ölüme gitmeleri bugün dahi Köln sokaklarında birer metal üzerine not olarak varlığını korur. AİDS hastaları için bile (tarihin karanlık döneminde yaşanan katliamı bir nebze de özür anlamına gelen) taşlar üstüne isimleri Köln eski merkezinde sahil kenarına doğru durmaktadır. Köln Nazi döneminden sonra ilk başbakan veren şehirdir ve Katedral ile sembolize edilerek Katolik dünyası için önemli bir merkez olarak dikkati çeker. Kısaca Köln tesadüfen seçilmiş bir merkez değildir ve geçmişin katliamından ders alan şehir belediyesinin mütevazi hoşgörü kültürünün nasıl kötüye kullanılabileceği ve hoşgörü şehrinin daha da sağa kaymasını olanak veren ortam için seçilmiştir.
Hoşgörülü bir Avrupa istenmemektedir. İslam düşmanlığı toplum içinde yaygınlaşması Ortadoğu’ya doğru yapılan kirli siyasetlerin ve ticaretin üstünün kapanması anlamındadır. Federal hükümete baskı yapmak isteyen bazı odaklar bilerek ve isteyerek bu merkezde gerçekleşen olayı daha katı bir İslam düşmanlığına ve yabancıları dışlamaya doğru kullanarak Almanlar arasında var olan sorunları bastırmak için kullanacaktır. İşsizlik, enflasyon, doğu Avrupa’da Rusya karşısında zayıf düşen Alman politikası Alman geleneğine geçmişine yönelik zafiyet olarak gören güç odakları Almanya içinde vardır.  Yeni Ortadoğu içinde güç olarak yer almak isteyen Alman silah sanayisi işverenleri için mülteciler önemli koz vermektedir ve istedikleri ortamı yaratarak merkezi hükümeti sıkıştırıp silah sanayisinde kirli ilişkilerin üstünün bir daha açılmamak üzere kapanmasını talep ettiği duygusunu bende oluşmasına sebep olmaktadır.
Mülteciler ve İslamcı militanlar aslında birileri için birer neden sonuç ilişkisi içinde maşa/araç görevini görmekte ve silah sanayisinden çıkarı olan güç odakları için istenilen politikalar için ortam hazırlanası/ lobi faaliyeti için kullanılmaktadır. Bu durum gerek Fransa ve gerek diğer Avrupa ülkeleri içinde geçerlidir.
Charlie Hebdo dergisinin baskının birinci yılında garda gelen taciz skandalı bir skandal değil, bir kurgunun parçasıdır. Bu parçaya alet olanlar ne yazık ki başlarına örülen çorabın farkında değillerdir, farkında olanlarında artık yapabilecekleri ellerinde güç yoktur. Hibrit savaşlarının kuralları gereği birileri birilerinin adına savaşmakta, mülteci olmakta ve Avrupa / Amerika’da kendi iç kamuoyunun gücünü arkasına almak isteyen sağ politikaların güçlenmesi için birer araçtır. Kurgu olduğunu bile bile birçok kişi bu oyunun parası olmuş ve sol politikacılar / aydınlar / sanatçılar bu kurgu içinde demokrasi kuralları içinde yok edilmiş ve edilmeye devam edilmektedir.
İsmail Cem Özkan


4 Ocak 2016 Pazartesi

Savaş gerisi…

Savaş gerisi…

Savaş gerisinde (cephe gerisi) kalan halklar her zaman erk sahibini destekleyenlerin gözünde potansiyel düşmandır ve savaş durumunda gelip hançeri sırtından saplayacağı inancı yaygındır.  Bu inancı her dönem erk sahibi olan iktidardakiler sistematik ve düzenli bir şekilde gündemde kalmasını sağlamış ve düşman gördüklerine karşı her dönem örgütlü olarak saldırmış, onları provoke etmiştir.
Osmanlı döneminde düşman Yahudiler ve Hıristiyanlardı. Ulus devleti şeklinde oluşturulan Türkiye Cumhuriyeti devletinde ise azınlık ve dışında kalan ‘diğer/öteki’ olarak kabul edilen her kültür, inanç, halk düşman olarak görülmüştür. Ve devlet eline geçen her fırsatta düşman olarak gördüklerini cezalandırmıştır. Ölen her daim ötekilerden olmasına rağmen suçlu da yine ötekilerden bulunmuştur. Gerek işbirlikçi, gerek dönekler yanında yasalar ile suçlu her dönemde öteki olarak kabul edilendir.
Osmanlı çökme dönemi ve Türkiye cumhuriyeti kuruluş ve yapılandırma döneminde bir çok toplu kanlı olay olmuş ve resmi tarih hepsinin üstünü ya örtmüş ya da devlet, istemeyen bazı odaklara karşı savaşmış olarak gösterilmiştir. Gerek gördüğüne İngiliz ajanı, gerek gördüğüne Amerikan Mandası isteyen, gerek gördüğünde suç bulamamış olmasına rağmen dava dosyaları yok edilen ama İstiklal Mahkemesi /devamı olan mahkemeler (olağan üstü, devlet güvenlik…) tarafından verilmiş idam cezaları tarihin karanlık dehlizlerinde bulunmaya devam etmektedir. Türkiye, Osmanlının devamdır, düşman kavramını da oradan miras almıştır. Abdülhamit ve İttihatçı paşalar tarafından uygulana cephe gerisini temizleme operasyonları bugün dahi canlılığını korumakta ve savaşa göre cephe gerisinde yer alan öteki kabul edilenlerin üstünden düşük yoğunluklu savaş baskısı ortadan kalkmamıştır. Barış dönemi gibi gözüken dönemlerde asimilasyon politikalar acımasızca uygulanmış, yatılı okullar/ devlet okulları ve askerlik zor ile devletin dilini, dinini ve mezhebini kabul ettirilemeye zorlanmıştır. Bu suç sistemlidir, düzenlidir ve hukuka uygun şekilde milyonlarca insanın gözü önünde ama çoğunluğa hissedilmeden yaptırılmaktadır. Devlet erkini kim eline geçirirse geçirsin bu devlet politikası aksaksız ve düzenli bir şekilde yapılmaya devam etmektedir.
Bölgemiz Ortadoğu kirli oyunlarının olduğu bir bölgede yer almaktadır ve bu bölgenin enerji kaynaklarının önemli bir bölümüne ev sahipliği yaptığından hala paylaşım ve çıkar çatışmalarının merkezindedir. Emperyalist devletlerin çatıştığı alanda orada yaşayan halklar ne için, kim için ve neden savaştıklarını bilmeden iç savaş ve bölgesel savaşların hiç bitmeyen kıskacı içinde yaşamaya ve çevresinde savaşı yaymaya devam etmektedir. Ortadoğu ülkesi konumuna düşen Osmanlının devamı olan ülkede bu savaşlardan elbette nasibini almaya ve ekonomik / teknolojik anlamda her dönem bağımlılık ilişkisinde yaşamaya ve ayakta kalmaya çalışmaktadır.
Türkiye kuruluşu her ne kadar resmi tarihe göre Kurtuluş savaşı sonucunda bağımsızlığını kavuştu denilse de politika ve tarih bilgisini karşılaştırmalı inceleyenler için bu yalanın pek değeri yoktur. Türkiye zamanın koşullarına uygun olarak tampon bir ülke olarak kurulmuş ve zaman içinde NATO’ya üyelik ile artık Sovyet bloğunun sınırında duvar olma özelliğini benimsemiştir. Türkiye’yi kuran anlayış ulus devletinin tanımına uygun olarak devletini biçimlendirirken sermayesini uluslaştırma adına azınlıkların elinde bulunan sermayeyi zor ile Türkleştirmiş ve yeni zenginler yaratmıştır.
Türkleşen sermeye ama Osmanlıdan kalan ama istenmeyen Kürt ve Alevi nüfusun nasıl eritileceği konusu her dönem için cevaplandırılması gereken bir sorun olarak kalmıştır. Açık saldırı yanında asimilasyon politikaları özellikle bunlar üzerine yoğunlaştırılırken, daha az nüfuslu Hemşin, Laz, Pontus’dan kalan Rumlar, Çerkezler, Arnavutlar, Makedonlar… ve diğer halklar ve kültürler de bu politikalardan etkilenmişlerdir.
Türkiye yeni bir Ortadoğu savaş girdabının içine hızlı bir şekilde çekilmektedir. Çünkü son 20 yıllık ülkeyi yöneten anlayış, bağımlılık ilişkisini daha da güçlendirmiş ve kendi çıkarını öne alarak özelleştirmeyi halk adına ama yandaş lehine yapmıştır. Devlet küçülürken elde ettiği gelirler dolaylı vergilere doğru kaymış ve bütçe açığını kapatamayacak, tüketime dayalı bir kültürün yerleşmesine de sebep olmuştur. Sürekli ekonomik kriz ve onun dolaylı etkisi olan siyasi kriz ülkenin iç işleri kadar dış işlerini de etkilemiş ve bütçe açığını bir koyup üç alma telaşı ile komşu ülkelerin iç işlerine ve Ortadoğu savaş ortamına doğru cüretkar hamleler yapılmasına neden olmuştur.
Özal’ın liberal savurganlığını bugün ki dört eğilimi temsil ettiğini söyleyen de parti de daha açıktan yapmaktadır. Irak savaşı ve sonrası yaşanan kaotik ortam mezhep savaşına doğru eğimlendiği bir ortamda cephe gerisi düşman tanımına göre Aleviler hakkında olur olmaz fetvalar verilmekte, düşman olarak gösterilerek cephe gerisinin boşaltmak için hamleler (katliam girişimleri) olma olasılığı artmıştır. Zaten düşük yoğunluklu savaş ile Kürtler açıktan katliamlara uğramakta ve köyleri, ilçeleri boşaltılmaya devam etmektedir.
Ermenilere yapılan ‘tehcir’ yerine başka bir uygulama bugün devletin gizli odalarında senaryolaştırılmakta ve ona göre ortam yaratılmaktadır.
İran ve Suudi Arabistan gerginliği elbette basit ve sıradan bir olay değildir. Ortadoğu bataklığında mezhep savaşı demektir. Suudiler dünyada İslam adına terör yapan her oluşumun içinde maddi olarak yer alırken (Hibrit Savaş kuralına göre) şimdi kendisi bir maşa konumuna düşmektedir. Saddam Hüseyin’e verilen rol bu sefer Suudilerin tanınmayan prenslerine ve kralına verilmektedir.
Mezhep savaşı Osmanlı’nın en çok sevdiği savaştı, şimdi onun devamcısı devlet mezhep savaşı yapmak için hızlı adımlar ile çöl kumlarına doğru sürüklenmektedir. Elbette bu mezhep savaşının galibi olmaz, ama çöl kumları kana doyacaktır. Çöl kumunda kırmızı güller kan ile sulanarak açacaktır.  IŞİD mezhep savaşının en açık Hibrit savaş aracıdır. IŞİD’i kuran ve besleyenlerin birlikteliği artık saklanamayacak konumundadır.
Cephe gerisi senaryosu bugünlerde bir yerlerde biçimlendiriliyor. Bu savaşta cephe gerisinde kalacak halklar bir arada bir birini desteklediği sürece devletin yönetenlerin macerasına uymayacak ve kendi ayakları üzerinde kendi kaderlerini çizecektir. Mezhep savaşları bizim savaşımız değildir, savaşa katılmayacağız!
Cephe gerisinde yer alan halklara kalkacak her el kırılmalıdır, aksi halde kim, ne için, kimler için savaştığını bilmeden bir birini boğazlayacaktır…

İsmail Cem Özkan

28 Aralık 2015 Pazartesi

Azaldık, hadi çoğalalım!

Azaldık, hadi çoğalalım!

Siyasette azalarak çoğalmak kavramı vardır ama 12 Eylül’den sonra sol istikrarlı bir şekilde azaldı, zaman zaman çoğaldı gibi gözüktü ama gündemin sık değişimi içinde savrulup gitti. Elbette azalmak zaman zaman gerçekten önemlidir, fakat azalmanın da niteliklisi olanı gelecek için umut verir. Nitelikli insanların dışarıya düşmesi ile azalma var olanın daha da tükenmesi ve yok olması anlamına gelir. Her dibe vuruş, yukarıya sıçrayacağı anlamına gelmediğini 12 Eylül sonrası solun durumuna bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz, çünkü zemin çamurlaşmış, balçık görünümündedir ve oraya düşen yukarıya ne yazık ki sıçrayamadı, sadece çırpındı...
Sol siyaset bizi ilgilendiriyor, çünkü özgürlük, adalet, eşitlik gibi kavramlar sola aittir ve sağın bunları sağlamayacağını yaşadığımız yakın tarih içine bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Liberallerin özgürlük anlayışı ise işçi sınıfını daha fakirleştirmek/ köleleştirmek ve patron ne derse ve patronun çıkarı ne ise ona evet anlamındadır. Kısaca, burjuvazinin özgürlük anlayışının sonsuz, örgütlü işçi sınıfının yok olması anlamındadır.
Özgürlük kavramını hayatta karşılığını bulmak istiyorsanız solun iktidara gelmesini sağlamamız gereklidir, çünkü o zaman sol olarak kendilerini adlandıranların gerçek sol olup olmadıklarını ancak iktidardayken test edebiliriz.
Sol, çoğu zaman sosyal demokrat çizgi içinde iktidara gelmiş gibi algılanmaktadır. Oysa sosyal demokratlar iktidarları döneminde  işçi sınıfının kazanılmış özgürlüklerin/ hakların tırpanlandığını, Almanya örneğinde olduğu gibi işçi sınıfının kazanımlarının sessizce ortadan kalktığına şahit oluruz. Sosyal demokrat olduğunu söyleyenlerin sosyallikleri sadece kitle partisi olmasından öte bir anlam ifade etmediği, demokrasi kavramını ise muhafazakar partilerin anlayışından ödünç aldığına parti içi duruşu ve işleyişine bakarak söyleyebiliriz.
Sol, kendi zemini tam olarak tanımlayamaz ve ayaklarının bastığı yerde örgütlü bir güç olmadığı zaman çöl kumunun üzerinde hareket eden bir turiste benzer. En ufak bir kum yığının tepesinden aşağıya kayar, kum fırtınasında yönünü kaybeder. Ortadoğu ülkesi konumuna gelmiş olan ülkemizde sol özellikle kendisini çok iyi tanımlamalı ve bastığı zeminin kum olmamasına dikkat etmelidir. Çünkü içine aldığı liberal düşüncelerdeki profesyonel insanların etkisi ile küçük bir çıkar peşinde koşarken, gündemin hızlı değişimi içinde savaştığı iktidar ile paralel düşünen bir konuma gelmiş ve taraftarlarının aslı varken kopyası ile uğraşmam diyerek çıkarların iteklemesi ile iktidarın yedek değneği oluverir.
Solun hedefi demokratik kitle örgütü olmak değil, iktidara gelip toplumu dönüştürmek ve sınıfları ortadan kaldırmaktır. Sınıf mücadelesini sınıfı ortadan kaldırmak için verir, çünkü sınıflar olduğu sürece özgürlük gerçek anlamda yaşanmayacak ve çıkarlara göre özgürlük kavramı değişmeye devam edecektir. Adalet kavramı da özgürlük kavramına bağlı olarak değişime ve algı erkin gücünün etkisine göre anlamlandırılacaktır.
Sol neden dibe vurdu da sıçrayamadı diye sorduğumuzda verdiğimiz yanıt genelde zeminin sıçramaya uygun olmamasını dillendiririz. Peki, bu zemin neden sıçramaya uygun olmadı ya da geçmiş dibe vuruşlar ile son vuruş arasında fark nereden kaynaklanıyor? Bu soruya somut durumlar ve tarih çizgisi dikkate alınarak yanıt verilebilmiş olsaydı bugün sol hala dağınık ve hala bir arada nasıl hareket edebiliriz sorusuna el yordamı ile yanıt arar olmazdı. El yordamı ile yanıt aranıyor, çünkü 12 Eylül öncesi örgütlü yapılar ile sonrası oluşan siyasi atmosfer arasında devamlılıktan bahsedemiyoruz. Kitle olarak yok olmuş, ideolojik olarak bel bağladıkları sistem çözülmüş, yerine yenisi henüz oluşturulamamış. Liberal düşünce yapısı ve algısı solu da içine almış ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ ‘kendiliğindencilik’ anlayışı hakim olmuş. Yenildiğini kabul edenlerin travması üstlerine yapışmış, onu silkeleyecek yeni yapılanmanın henüz ortaya çıkmaması ve ülkenin içinde bulunduğu düşük yoğunluklu savaş durumu, güçlerin ve siyasi odağın sürekli değişimini gündem değişimi içinde yer alması bunda etkili olmuştur.
12 Eylül sonrası ülkemizde ‘proje’lere hayat verilmiştir. Kısa süreli, amacı ve beklentisi belli olan projeler, profesyoneller ve denenmişler tarafından parti eli ile toplum değişimi üzerine zaman ve kitle algısı ile oynanmış ve çok önceden biçilen rollerin dışında yeni rotaya uygun kısa süreli projelere hayat verilmiş.  Projeler kısa sürede beklenen amacına ulaşırken, yeni projeler ve projelere uygun siyasi parti tabelaları değiştirilmiştir. Doğal olarak projeye göre liderlerin beklentileri de değişmiş ve zamanın ruhuna uygun liderler projelerin yürütücüsü olarak işlevsel hale getirilmiştir. Evrensel anlamda çalışan değişik vakıflar temsilciklerini ülkemizde de açarak, vakıfların denetiminde birçok toplumsal araştırma yapılmış ve projeye finans destek sağlayanlar için ülkenin daha saydam olması sağlanmıştır. Doğal zenginlikler ve var olan sanayi yatırımları ‘özelleştirme’ adı altında devlet elinden alınmış ve uluslar arası firmaların birer şubesi konumuna getirilirken işçi sınıfının örgütlenmesi önünde uluslararası bir duvar örülmüştür.
Ülkenin zemini değişirken elbette solun ayakları basması gereken zeminde buna bağlı olarak değişmiştir. Sınıf mücadelesini gölgede bırakacak etnik mücadele tercih edilmiş ve devlet buna göre ortam hazırlamıştır. Tipik Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi din ile halklar bir birine bağlanması proje olarak hayata geçirilmiştir. Her proje beklenen sonucu elbette vermez, ülkemiz kağıt üzerinde %99 Müslüman olduğu kabul edilirken ülkenin aslında %99 homojen olmadığı gerçeği ile karşı karşıya kalınmış.
Ülkenin sorunları o kadar iç içe geçmiştir ki, hangi sorun nerede başlıyor nerede bitiyor, hangi toplumsal katmanın odak noktası, hangisinin değil ayrışımı bile yapılamayacak kadar giringen bir yapı projeye para verenlerin önüne sorun olarak gelmiştir. Geçmiş devlet yapısı / anlayışı çökmüş ve yerine gerçek anlamda bir devlet anlayışı henüz oturtulamadığı için gerilim siyasetinden erk sahipleri medet ummaktadır. Gerilim siyaseti o kadar uzun süre uygulanmıştır ki, toplum dinamikleri arasında cepheleşmeler artmış ve duygusal bağlar çok zayıflamıştır bu durum da dış dinamiklerin alacağı tavır ülkenin geleceğini belirleyebilecek konuma gelmiştir.  
Gerilim siyaseti erk sahibine çöken sistemin sorunlarını saklayabilmek için dış politikaya önem vermeyi zorunlu kılmıştır. içeride ki kaos bir anlamda gözden uzak tutulmaya çalışılmış, sorun yokmuş gibi davranılarak sözde ‘çözüm süreçleri’ başlatılmış, düşük yoğunluklu çatışmanın tarafları ilk defa bu süreç döneminde ‘muhatap’ bulmuştur. Muhatap bulunmuş olsa da hukuki anlamda tek adım atılamadığı içinde bu süreç başka gerilim politikası ile yok edilmiştir.  Güneyden gelen politik çöl fırtınası karşısında politikasız kalanlar günlük sorunlara küçük dokunuşlar yaparak, gündem değiştirerek, sorunu zamana yayarak yok etme telaşındadır.
Özgürlük, adalet, eşitlik kavramlarına uzak olan muhafazakar yapının bu yaşanan kaos ortamından çıkaracak somut bir projesi yoktur, (geçmişte denenmişleri tekrar tekrar denemektedir) artık dışarında gelecek yeni projelere açık ve verilecek projeler ile çıkış kapısı arayacaktır. Sol, yaşadığı sorunları (örgütsel) aşamamış olduğu içinde iktidar, iktidarda kalmaya ve zamana yayarak sorunu çözmeyi ummaktadır.
Azaldık, hadi çoğalalım!
Solcuların yan yana gelip nitelikli bir sıçrama yapması kaçınılmazdır. Sol politikayı birilerin gölgesinde örgütlemek yerine kendi ayakları üzerine durarak ve zemini iyi tespit ederek yapmak ile yükümlüdür. Çünkü yaşanan düşük yoğunluklu savaş ya da hibrit savaşında çok can kaybetmeye ve mülteci yolu ve mülteci veren ülke konumundan çıkamayız.
Bugüne kadar yapılan devletin etnik ve dinci örgütlenmeleri sorunları çözmemiş, halı altına iteklemiştir. Halı artık akan kanı saklayamaz, adaletsizliği gizleyemez konumundadır.
Geçmiş acılar tekrar yanşaması istenmiyorsa sol görev başına!


İsmail Cem Özkan 

22 Aralık 2015 Salı

Yandaşlar, yandaş kurumlar içinde nefes alır!

Yandaşlar, yandaş kurumlar içinde nefes alır!

Ülkemiz kurulmadan önce de yandaş vardı, kurulduktan sonra da yandaş oldu. Devlet işlerinde yandaşlar her daim avantajlı, yandaş olmayanların için ise devletin anlamı baskı ve zorbalık demekti. Devlet ile iyi geçinemeyenlerin sonu ya sürgün ya da bütün mal varlıklarının elinden alınmasıdır.
Devlet ile uğraşmayacaksın!
Devlet kendisini ulus devlet olarak tanımlamaya başladığında ise yandaş olan azınlıklarda gözden çıkarıldı ve mallarına el konularak ulus devletin anlayışı içinde olan milli sermaye yaratıldı. Yoktan zenginler yaratılarak sermayenin uluslaştırılması sağlanmış oldu denir ama ortada sermaye olmadığı için uluslaştırma süreci devletin elinin değdiğinin zengin olması ile sonuçlandı. Devlet ile iyi geçinen yandaşlar bu sihirliği değneğe dokunmak için bir birini ezdi ve bugün yaşadığımız sermayedarlar bu kavganın sonucunda ortaya çıktı.
Yandaşlık zenginlik, refah, hayat standardının yüksek olması anlamındadır.
Her dönemin yandaşı iktidara göre değişmiş olsa da, sonradan zengin olanlar ellerinde ki sermayeye sermaye katmak ve var olanı korumak adına devleti idare edenlere nüfus etmeyi ve onları dolaylı kontrol etmeyi öğrendiler. Çünkü devletimiz iki kutuplu dünyanın sınırında tampon olarak kuruldu ama özgür dünyayı korumak adına duvar olarak inşaat edilmişti. Demir perdenin arkasında kalan dünya her daim yabancı, uzak olarak algılandı, düşmanlık o uzak ve bilinmeyene karşı beslendi, devletin varlık sebebi olan düşman bilinmeyen üzerine kuruldu, kim ki o demir perde ülkesinde yaşayanlara sempati duydu, başından her türlü bela eksik olmadı. Tarihimiz ve eğitim sistemimiz bu tampon ülkenin çıkarına göre yapıldı, bilinerek ve isteyerek bilimden uzak, dışa bağımlı, sermayenin ancak montaj sanayisi olarak gelişmesine olanak sağlanan, uluslar arası firmaların Türkiye’de ki şubesi ya da temsilciliği görevini yapar şekilde geliştirildi. Uluslaşma sürecini yaşayamayan ama ulusmuş gibi hissedilen ülkede iç çatışma eksik olmadı, çünkü ulus devleti anlayışında her şey tek olması gerekliydi ama ülkede hiçbir şey tek değildi. İnanç çok çeşitliydi, mezhep sayısını bilen yoktu, dil her kültürün, her yerleşimin kendisine ait dili ya da şivesi vardı. Eğitim denen şey büyük şehirlerde var olan başka ülkelerin kültürünü öğreten okullar dışında yok gibiydi. Kolejler ve özerk okullar dışında ahali ancak kendisini ifade edebilecek bilgi ile donanımlı ama başka ülkelerde olanlara yabancıydı. Başlarına ne gelirse gelsin Allah'tan geldiğine inandırılmış, hastalıklar ile boğuşuyor, sevdiklerini erken yaşlarda ya kaybediyor ya da erken yaşlarda ihtiyarlıyorlardı.
Ulaşımın artması ve ülkenin tarımını dışarında birileri belirlediği günden sonra köylüler köyde yaşayamayacak hale geldiğinde şehre doğru göçler hızlandırıldı. Montaj sanayisi için kurulan fabrikaların etrafında şehirler oluşturuldu. Şehirlere göç edenler kendilerinin başlarının çaresine bakmaları istendi, onlar da kamu mallarını yağmalayarak başladılar, ama burada da yandaş kavramı ortaya çıktı, yandaş olan taş ile çevirdiği toprağı arazi olarak sattı. Yandaşların cepleri para ile doldurulurken, usulsüzlüklerin üstü kapandı, gerek olduğunda ise usulsüz olanlar yasaların güvencesi altına alınarak yandaşlar korundu.
Yandaş olmak, özgür olmak anlamındadır.
Gel zaman git zaman devletin sahipleri hükümler ile birlikte el değiştirir gibi yaptı ama kazananlar genelde hep aynı, kaybedenler her daim çoğunluk oldu.
Devlete hiza vermek için darbeler oldu, koltuğunda yolsuzluk batağına saplananı yolsuzluk yüzünden değil, gayr-ı meşru çocuk yaptı diyerek astılar. Devlet ile kavga edeni ise ibreti aleme ders olsun diyerek sallandırmaktan geri durmadılar, her bir birey bu idamı hissetsin diyerek medyatik yapmaktan da geri durmadılar. Devlet düşmanın sonu beslemek değil ölümdür dediler. Astılar, işkencede öldürdüler, pusu da yok ettiler, faili meçhul diyerek kaçırıp sessiz bir yerde öldürüp ailesine ayakkabısının tekini gönderdiler, bağcıkları çıkarılmış ölüler sokaklara ve caddelere bırakıldı. Her bir korkuyu yaymak ve yandaş olmayanın sonu bu denildi. Yandaş olmayan korku içinde yaşasın, yandaş ise öğlen yemeğini rahatlıkla yesin, doğum günü partilerinde arkadaşlarına hava atacak kadar görgüsüz partiler versin diye kollandı. Yandaş olan medya sahiplerine köşk alacak kadar para kazandırıldı, akşam ekmek götürme derdinde olana ise açlık ile eğitim verildi… ya yandaş olacaksın istenileni yazacaksın, istenileni göreceksin, istenildiğinde devletin bekası için yalan söyleyeceksin, düşmanlığı körükleyecek, hakların bir birini boğazlaması için ortam yaratacaksın. Medya da yandaş olmak demek diğer yandaşlardan farkı yoktur, her yandaşın fiyatı vardır ama artık bireyin değil medyanın kendisinin fiyatı var. İçindekiler ile alınıp satılmakta ve birden habercilik yapanlar yandaş haberci oluvermektedir. Yandaş kurumu ile alınıp satılan, serbest piyasa koşulları içinde fiyatı belirlenen her hangi bir maldan farkı yoktur. Her bireyin fiyatı vardır diyerek insanları birer mala döndüren anlayış yandaşlık kurumunun kökleşmesi ile olağanlaşmıştır. Yandaş olmanın bedeli, peşinden bir çok olasılığı kabul etmekten geçer. Sessizce kalıp verilen görevi profesyonel anlayışa uygun olarak yerine getirilmesi beklenir.
Profesyonellerin görevi ret etme hakları yoktur, işlerinden kovulmuş olsalar da maaşlarını aldıkları ayın sonuna kadar onlara hizmet etmesi beklenir. Ona da etik kural derler…
Yaşadığımız zamanın ruhu içinde yandaşlar yandaş medya içinde transfer sezonu açmış, yandaş olanlar devlet olanağından çıkıp holdinglerin medyasında yer almaya ve oradan halka inandıkları yalanları söylemeye devam edecek.
Yandaşların önemli bir bölümü medya içinde devşirme usulü elde edilir. Sol medyada isimlerini duyurmaya ve kırılganlıklarını ortaya koyanlar kısa sürede büyük medya içinde izlenmeye alınır ve fırsat bulunduğunda transfer edilir. Önceleri küçük ücretler ile çalışanlar gösterecekleri biata uygun olarak fiyatları artacaktır. Gerekli özveriyi gösteremeyenler doğal seçimde olduğu gibi yok olacaklardır. Kısaca yandaş medyanın deliğinden aşağıya bırakılıp öğütülecek ve onların kaderleri ile baş başa kalması sağlanır. Eğer kaderini iyi kullanan olursa fırfır dönerek delikten aşağıya düştükten sonra yine mazlumun yanına ‘mağdur’ olarak dönüp kovulduğu yere her türlü saldırgan dili meşru görerek saldırır ki, bu sayede yeniden transfer olmak için koşul yaratır. 
Biat edenler her girdikleri ortama biat ediyor gibi gözüküp yandaş ya da candaş olmak için her türlü olanağı kullanmaktan çekinmez.
Yakın tarihimizin içinde bu transfer olanların önemli bir bölümünün geçmişte BirGün gazetesi ve ÖDP içinde siyaset yaptığı gerçeği ile ne yazık ki karşı karşıyayız. Elbette bugün var olan BirGün ve ÖDP geçmişteki ile ilgisi sadece isim benzerliği ile sınırlı gibi gözüyor olsa da ne yazık ki onların tarihinde bugün ki yandaşların yer alması bir sorun olarak durmaktadır. Sorundur, onlara o günlerde bu yandaşlara olanak verenler, onların değişimine göz yumanlar, denetimsiz, yeter ki partide rakam ve gazetede sayfa dolsun diye bakanların geleceğe bıraktıkları kötü mirastır. Elbette yaşananlar büyük tecrübedir ama bu tecrübe 12 Eylül öncesinden birikimde de olmasına rağmen, nasıl olur da yeniden yeniden aynı hatalar yapılıyor? Tarihimiz ile yüzleşilmeden yüzleşilmiş gibi yapıldığında her şey yeniden yeniden başımıza gelmeye devam edecektir...
Bugün solun yaşadığı sıkıntıların temelinde işte tecrübelerin bugüne taşınmamış olması ve el yordamı ile yeniden yol bulmaktır. Örgütmüş gibi örgüt olmak, gazeteymiş gibi gazete olmak, partiymiş gibi parti olmak ne yazık ki bu sıkıntıları tekrar tekrar yaşarken, dönenler, para karşılığında (profesyonel) beynini, hayalini satanlar size, bize karşı her türlü oyunun aracı, amacı ve hançeri olmaktadır.
Holding ve devlet medyasından (yandaş olanlardan) bize karşı, sola karşı nefretlerini dillendirenler, bizler ile alay etme / küçümseme cesaretini bulanlar ne yazık ki bizim eserimizdir, onlara bu olanağı el yordamı ile / bırakalım yapsınlar/ bırakalım tecrübe etsinler anlayışının bir ürünüdür...
Yandaş olmayan ama mazlumdan, işçi sınıfından yana tavır koyanlar onurları ile fırfır dönmeden bugünlere gelmiş olsa da kirlenen siyasi ve kültürel ortamın yaratmış olduğu liberal düşünce ve yaşam içimize sızmış ve bugün karşılaştığımız kafa karışıklığını yaratmış ve bulunduğumuz atmosferi kirletmiştir.
Yandaşlar, yandaş kurumlar içinde nefes alır!
Yandaşları, yandaş kurumlardan delikten aşağıya süpürdüklerinde onları mazlum olarak görmeden, aramıza almadan onları yaptıkları ve tercihleri ile baş başa bırakabilmiş olsaydık, bugün yandaş medyadan bizden ayrılan ve yandaş olanların hakaretine, küçümsemesine karşı karşıya kalmaz ve okurumuzun bir bölümünü onları izler halde bırakmaz olurduk.

İsmail Cem Özkan

Not: BirGün ve ÖDP görünen olduğu için seçilmiş sadece bir örnektir ama aynı şey diğer sol medya içinde geçerliliğini korumakta ve örnekleme aranırsa mutlaka bulunacaktır. Cumhuriyet Gazetesi ve CHP bugün ki haline bakarak adını andığım parti ve gazeteden pek farklarının olmadığını görebilirsiniz. Genel bir durumu somut örnek üzerinden değerlendirerek somut durum tahlilinde kullanmak istedim sadece. BirGün ve ÖDP kurulduğu gün ki ne gazetedir ne de parti. Bugün daha farklı duruşu ve çizgisi vardır, ne yazık ki isim kirliliğinden nasibini almıştır.
Medya içinde örneklediğim durumu bir çok alan içinde ve kurum içinde de örneklenebilir.
Cem


Ödüller ile besledik yandaşları, yandaş topladık ödüller ile…

Ödüller ile besledik yandaşları, yandaş topladık ödüller ile…

Türkiye’de ödül ve ödüllendirme sisteminde yandaşlık çok önemlidir. Yandaş olanı ödüllendirme kavramı sağ sol fark etmez her iki tarafın ortak hareketidir. Bu ülkenin kültüründe var, ödül ve ödüllendirme. Bu sayede şartlama ile düşünmeden hareket etmek ve bilinç dışı ama içgüdüsel birliklerin oluşmasını sağlamaktadır. İçgüdüsel birliklerin oluşturmuş olduğu topluluk da kendisini semboller ile ifade eder ama o sembollerin gerçek anlamı üzerine hiç düşünülmez, sadece içgüdüsel ve çoğunluk öyle taktığı için semboller takılır. Ödüllendirme kişilerin üzerine takılan bir sembol işlevi görür, kişiye olmadığı unvan verilir ve o unvana uygun davranması beklenir. 
Dünyanın en önemli ödüllendirme sistemi Nobel ödülleridir. O ödüller devletlerin/ firmaların ve siyasi gereksinimlerin ihtiyacına göre belirlenir. Kim kendisini öne çıkarmak istiyorsa, ya da bir devlete gerektiği kadar önem verdiğini göstermek için ödül mekanizmasına uygun bir aday seçilir ve o adaya ödül verilir. Adayın ödül verenin ihtiyacına cevap verebilecek karakterde olması önemlidir, yani ödülün ağırlığı altında kalacak ve istenildiği gibi bükülecektir. Orhan Pamuk bu ödülü karakteristik özelliğinden seçilerek almıştır. Önde olmak için, her yerde kendisini göstermek ve yazdıkları ile ünlü olduğunu göstermek için her türlü sosyal aktiveler içinde yer almış ve önüne gelen her projede kendisini göstermiştir. Amerikan üniversitelerinde okuyanların okuldan daha çok sosyal projeler içinde yer alması ve hangi sosyal proje içinde ne görev baktığı okuduğu derslerde gösterdiği başarıdan daha önemli olmasının bir nedenidir. İşveren kişinin bilgisi değil sosyal toplumda gösterdiği başarı ve girişkenliğine bakmaktadır. Orada verilen bursların önemli göstergesi burs adayının sosyal yaşamda ki işlevidir. Amerika üniversiteleri elbette sermayeye hizmet eden ve kalifiye eleman yetiştiren yerlerdir. Bilim orada sermeyenin ihtiyacına yönelik kullanılan araçtır. Ödül alanlar ödüle layık olmak için tüm enerjisi ile çalışır ve bir maaşlı eleman olmanın dışına çıkamaz.. Orhan Pamuk örneğinde olduğu gibi yayınevleri ona sipariş verdiği kitap ile transfer etmekte ve yazacağı kitabı peşinen satın alarak piyasa içinde PR çalışmasını yapar. İktidar (erk) sahibi ile çatışmaz, gerek görüldüğünde onu iyi niyeti ile eleştirir, karşısında durmaz… ödül almadan önceki Orhan Pamuk artık yoktur, çünkü ödül alana kadar toplumsal olaylara duyarlı, ezilenin yanında yer alan yazar artık yoktur, o lüks salonlarda seminer veren, parası ile müze kuran, ülkeden ülkeye gidip değişik dillere çevrilen kitaplarını pazarlayan biridir. Ödüllendirme sayesinde Türk devletine bakın sizin de değerleriniz var hissi verilmiş ve uluslar arası kamuoyunun parçası olduğu hissiyatı bilinçaltına pompalanmıştır. Ortadoğu savaşının olduğu bir zamanda bu ödülün verilmesi devletin üzerine yüklenen bazı misyonların da olduğu kulağa fısıldanmış ve beklentilerin karşılanması istenmiştir. Rollere uygun davranışlar uluslar üstü firmaların çıkarlarına uygun bugün dahi yapılmaya devam etmektedir. 
Ödül almak için sıraya girenler, daha önce ödül almışların yolunu taklit etmekten geri kalmazlar. Çünkü başarılmış yoldan gitmek bir çok zorluğu peşinen atlamak anlamına gelir. Sosyal olaylara duyarlı biri, her gördüğü çelişkiyi yazan, fotoğraflayan, belgesel filmi çeken biri ödül almak için kurumların gözüne bakmaktadır. Zamanın ruhuna ve çoğunluğun davranışına uygun olarak davranır. Gerek gördüğünde bir referandumda ‘yetmez ama evet’ sloganın arkasından erk sahibine biat eder, gerek gördüğünde aldatıldık diyerek günah çıkarır… Önemli olan ödül almak ve ödüle uygun beklentileri yerine getirmektir.  Fırfır dönenlerin ödüllerini bir sağ kurum, bir sol kurum verir. Ödül alan için kimin ödül verdiğinin önemi yoktur, gündeme gelmesi yeterlidir, nihai hedefi ne ise onun beklentisini taşıyarak! Ödül beklediği dönemde erk sahibi ödül vermemişse, oradan ödüllendirilmemişse (balkondan teşekkürü adını zikrederek almak gibi) o zaman ona muhalif olur ve eleştiri dozunu ödül alacak şekilde bir seviyede tutar, daha ileri gitmez, çünkü ilerisi dönüşü olmayan yoldur! 
Geçenlerde fark ettim ki solcu gibi gözüken bir kurum, erk sahibini zamanında can-ı gönülden destekleyen birine ödül vermiş, sanırım bu zata erk sahibi ödül vermedi, bari biz verelim de yanımızda olur onun popülaritesi sayesinde bizim de (kurumun) ismi duyulur duygusu içinde… 
Ödül veren kurumlarında isminin duyulması ihtiyaçtandır, yoksa neden versin ödülü? 
Kurum ilişik içinde olduğu ve kendi gündemleri içinde yolları kesişen ilişkilere verir, bizim gibi ülkede ahbap çavuş ilişkisinin olduğu akşam takıldığında bir iki kadeh atılan sohbetler dahil olanların ödüllendirilmesi yapılır… Elbette tüm ödüller için diyemem, arada ilişkisi olmayan ama tanıdığı arcılığı ile torpil yapılan kurumlar da olduğu gibi işini layığı ile yapan azınlık da kalanlar da var olabilir...  
Dostluk ilişkisinin baki kaldığı kurumların bir birine ödül vermesi yeni bir şey değildir, yarışma açılır ve denir ki ödül alacak vatandaşa bir iki şey gönder de sana ödül verelim! Bu etik mi, elbette dışarında bakınca etik gibi gözükmez ama uygulamaya bakarsanız etiktir, kimse bu işten şikayetçi değildir. Elbette yarışma ve sergi adı altında parasını kaptıranlar rahatsız olmuşlardır ama onlarında yapacağı bir şeyleri yoktur. Asıl rahatsız olması gerekenler ödülü alanlardır, çünkü sermayenin her şeyi mubah gördüğü çağımızda ödülü ret etme hakkına sahip olanlardır… Ülkemizde kaç ödül alan bu gerekçeler ile ödülü ret etmiştir? Benim bildiğim kadarı ile yok gibi… Etik kavaramı nasıl olsa yok alalım, felekten bir akşam çalıp eğlenelim denmiş gibi... 
Ödül alanda ödül verenin de artık etik kavramını bir hatırlasalar diyorum ama kim duyar ki? Dostlar alışverişte görsün, arada ödül de versin!  Bir çok ödül yüz akı olması gerekirken bizim gibi ülkede aslında yüz karasıdır... 
Ödülü ile övünenlerin yüz karalığı kızarmayı örter! 
Bu ülkede onurlu olmak erdemdir, ama erdemli gibi davrananların yüzünden erdem yerini onursuzluğa bırakmıştır... O yüzden olsa gerek ahbap çavuş ilişkileri ile verilen ödüller onurlu gibi orta yerde sergileniyor ve paylaşılıyor... Gerçekten erdemli olanlar ise kimse tanımaz, konuşmaz, duymaz... Onlar kendi sessizlikleri içinde yok olup giderler... En erdemli şey erk gücüne karşı onurluca kavga edip, bu kavgayı ben yapmadım biz yaptık diyebilmektir... 
Biz olmak ise dedikodular ve şöhret olmak hevesi yüzünden her daim askıda kalmış, belirli insanların sesinin duyulduğu alan olmuştur... Biz kavramını kullananların görünenlerine bir bakın son kırk yılda aynı insanlar olduğunu görürsünüz... 
Al külah ver ödülü, ver külahı al ödülü!... 
Ödüller ile besledik yandaşları, yandaş topladık ödüller ile…
Ödüller sayesinde kimler iktidarını korumadı ki? 
En küçük birimden en büyük kuruma kadar oynanan senaryolar neden hep aynıdır?

İsmail Cem Özkan