Galata Gazete


30 Ağustos 2016 Salı

Horoz dövüşü!

Horoz dövüşü!

Bir meydan etrafı çit ile çevrilmiş, çitin dışında insanlar, içinde iki horoz. İnsanlar horozlara bakarak heyecanlı bir şekilde bir birine bir şeyler anlatıyor, öte yandan ellerinde ki paraları birine vermekte ev heyecanlı bir şeklide kendi saffını belirliyor. Ortada horoz bir şeylerin farkında, oraya neden geldiğini biliyor. Sahibine para kazandıracak ve kendi gücünü gösterecek. Horoz kendisinden emin, daha önce yaşadığı olayların bir birikimini üzerinde taşıdığı yaralar ile göstermekte. Rakibi de öyle. Horoz etrafına bakınırken, sahibi tarafından kışkırtılmakta. Sahibi bıraksa hemen rakibinin gözünü oyacak.

Bir küçük oda, duman içinde. İçeride insanlar ve horozlar. Yasak bir şeyi yaşıyorlar. Yasak ama heyecanlı. Orada ne döndüğünü tüm şehir biliyor ama kimse bilmiyor. Yasak koyucu gözünün tekini kapatmış, kara para olmadan düzen olmaz, bu devran dönmez. İşsizler kendilerine iş yaratmışlar, devlete ve sosyal barışa bir zararı yok! Bu devran böyle gelmemiş ama böyle gidecek, göz yumanda, göz yumduran da ve olaydan faydalan da memnun! Küçük bir oda, toplumda pek göze batan bir yerde değil. Şehir yaşamı içinde zaten kimsenin de farkına olmayacağı kadar küçük bir kesimi ilgilendiren şey… bir küçük oda, belki bir binanın bodrum katı ya da eski bir gecekondu, şimdilerde varoş diyorlar. Varoşlar gecekonduların üzerine çıkılan katlar ile oluştu. Sahibi para kazandı, şehir megakent oldu. Övünç kaynağımız. Övünüyoruz nüfusumuz ile, rızkını kara para veriyor! Bir küçük oda, içeride sigara dumanı kaplamış, heyecanlı sesler arasında bir horozun sesi, son nefesini verecek gibi bağırıyor! Kalabalıktan her hangi biri bu sese kulak dahi kabartmıyor, güneş çoktan doğmuş ya da batmış kimse bilmiyor. Orada zaman başka şeylere bakarak söylenebilir, hayatın ve dünyanın döngüsünün çok dışında… Zaman hızla akıyor ama kimse bu akan zamanı düşünecek kadar kendisinde değil. Horoz rakibinin gözünü oymak için fırsat kolluyor, sahibi kazanacağı parayı düşünüyor, o mekanın sahibi her gün kaynattığı çorbaya bir katkı daha geliyor diye içten seviniyor, çünkü bir başkasının yanına gidip emir alarak çalışmıyor. Özgürlüğünü bu şekilde yaşıyor… Özgürlük görecelidir, paradigmaya göre değişir!

Havanın nasıl olduğunu dışarından yeni giren üzerinde getirmiştir. Ama içeride kimse bunun farkında bile değil, zaten ilgi alanlarına da girmiyor. Meydanda iki horoz kavgaya tutuşmuş, kimin kazanacağı konusunda iddialara girilmiş, saflar bellidir. Biraz sonra kimin kazanacağı belli olacak, birileri sevinç çığlıkları atacak, birileri yere tükürecek ve kaderine küfredecek. Sokakta duymadığınız küfürleri orada havada aslı bulabilirsiniz…

Devletlerin tarihi de sanki bu mekanda yaşananlar gibidir. Kapalı toplumlar kendi dünyalarında yaşarken dışarıdan gelecek her hangi bir saldırı karşısında çaresizdiler. Eğer yaşadıkları devlet gibi göz yuman devletler varsa o zaman sorun yok ama kara para bir küçük toplum içinde pek rahatsız edici değildir ama uluslar arası ilişkiler içinde kara para kontrol edilemez ise devletlerin çöküşü anlamındadır. Sistem kendi güvenliğini sağlamak ile yükümlüdür, o yüzden güvenlik için milyarlarca para harcarlar aynı zamanda güvenlik sistemin can damarıdır, o alan için kurulan sanayi kriz içine girmiş ekonomiler içinde aynı zamanda çıkış kapısıdır. Silah sanayisi için devletlerarasında çatışma kışkırtıldığı gibi, silah sanayisinin sahibi olan ülkelerin dışında kalan ülkelerde de iç savaş ortamın yaratılması için iç çelişkiler kullanılır. Silah sanayisi için savaşlar, çatışmalar kaçınılmazdır… o yüzden iki horoz karşılaşması gibi bir çok ülkede kapışan horoz konumunda olan taraflar mevcuttur. Kışkırtılırlar, çatıştırılırlar, kan davaları oluşur ve yeni cepheler ve sınırlar oluşur ama bu işten kazanan sistemdir. Sistem yanında silah sanayisidir. Silah sanayisi ile kriz içinde olan gelişmiş ülkeler toplumsal ve ekonomik krizden çıkarlar. Bir mekanda, ülkede yaşanan horoz dövüşü toplum dinamiklerine hiçbir katkı sunmuyormuş gibi gözükebilir, hatta orada oluşan kara paranın toplum barışına katkısı yokmuş gibi algılanabilir ama üniversal açıdan bakıldığında küçük bir değişimin nasıl bir dalgaya yol açabileceği bu küçük öykü içinde de görülebilir.

Kontrol edilebilen her şey serbesttir, ama kontrol dışına düştüğü an sisteme zarar verecek konuma gelebilir, o yüzden sistem kendi güvenliğini değişik adlar ile yapar. Birleşmiş Milletler Dünya Ticaret Örgütü, NATO gibi kurumlar boşuna kurulmamıştır ve bu güvenliğin istikrarlı olması için ellerinden geleni yaparlar.

Birinci dünya savaşının sonucunda birçok yeni sınır oluştu, o sınırların çizilmesi sürecinde birçok ulus bir biri ile kavga etmeleri için silah yardımı aldı. Meydanlarda o ulusların çocukları bir birini boğazlarken birileri o kanlardan para kazandı. Ölen ulusun çocukları ise bir birleri ile kavgalarını anti - emperyalist mücadele olarak gördüler. Bugün dahi okuduğumuz tüm tarih kitaplarında tarih yazıcıları bize öyle olduğunu söyledi, bizlerde hiç sorgulamadan kabul ettik.

Horoz dövüşü karanlık bir odada devam ediyor…


İsmail Cem Özkan

23 Ağustos 2016 Salı

Bam teline dokunmak!

Bam teline dokunmak!

Her yapının zayıf bir noktası var, oraya dokunduğunuzda nasıl tepki vereceği önceden tahmin edilir. Bu durum kişiler açısından da öyledir, her insan doğası gereği ve yetiştiği toplumdan elde ettiği alışkanlıklar gereği bazı olaylar karşısında nasıl bir tepki vereceği önceden tahmin edilir ve o bilinen noktalara -eğer iyi geçinmek isteniyorsa- dokunulmaz ama kavga etmesi isteniyorsa oraya dokunulur ve çatışma kaçınılmazdır.

Her ne kadar öznelden bütüne varılamaz ise de toplumsal örgütlerinde benzer davranış özellikleri vardır. Sessiz kalan bir yapının birden kamunun önüne çıkması devlet mekanizmasının o yapı üzerine gitmesi ile mümkündür. Bir anda ve zaman diliminde o yapı kamuoyu önünde çok konuşulur olması aslında vermiş olduğu tepkinin dışa yansımasından başka şey değildir, çünkü hiç sesi çıkmayan neden birden tepki verir ve protesto eder diye bir birimize sorduğumuz sanırım o yapının bam teline dokunan olaylar olmuştur. Devlet kendisine düşman olarak gördüğü ya da kendi gücünü hissettirmek istediğinde bazı yapılara özellikle dokunur ve o yapılarında benzer olaylarda daha önce gösterdiği tepkisel davranışlar içinde olduğu gözükür.

Türkiye içinde büyük bir kaos yaşanmaktadır, aynı zamanda büyük bir siyasi kriz. Çünkü 15 Temmuz günü gerçekleşen bir darbe girişimi ve sonrası oluşturulan Olağanüstü Hal Yasasının geçerli olduğu süreçten geçmekteyiz. Bu süreçte kendisini yalnız hisseden hükümet ve onun kontrolünde ki devlet güven sorunu yaşamaktadır, çünkü darbe girişimi yapanlar devletin en üst kademesinde ki ve kontrol mekanizması içinde yer almaktadır. Komşu devlette yaşanan iç savaşta taraf olmuş ve bu tercihinden dolayı yalnızlaşan bir devlet, aynı zamanda iç sorunlarını çözememiş bir “hasta” olarak artık batı toplumu ve siyaseti içinde tanımlanmaktadır. Elbette toplumsal durum salgın hastalık gibi bir birini tetikleyen bir süreçtir ve bu sistemden kaynaklanan sorun diğer ülkelerde de gözükmektedir. Dünya üzerinde tek güç kabul edilen kapitalist sistemin yapısal sorunları; çözülemeyen bir sorun yumağına dönüşmüş ve devlet mekanizması liberal bakış içinde dağıtılmış ama yerine sistemin ihtiyacına verecek şekilde devlet mekanizması henüz oluşturulamamıştır. Yamalar ile devletler kendisini ayakta tutunmaya çalışırken, ekonomik sorunlarını geçmişte yaşanan iki büyük buhran ve sonrasında ortaya çıkan dünya savaşı sırasında ortaya çıkan / gelişen savaşa sanayisi ile çözemeye çalışmaktadır. Savaş sanayisi dünya ölçekli kara paranın büyümesine ve hareket alanın genişlemesine sebep olmaktadır. Yasalar zeminde sorunlarını çözemeyen ekonomiler var olan açığı kapatmak için kara para ile yama yapmaktadır. Kara parada yapısal sorunun daha da karmaşıklaşmasına ve denetim dışına çıkan güçlerin devlet mekanizmasını kullanarak sermaye barışını yok etmesine sebep olmaktadır. Kısaca sermeye ulus devleti anlayışı içinde korunan ve gelişen güçlerin yanında yine aynı kaynaktan gelen ama kaynağı belli olmayan daha fazla güce dayalı bir sermaye grubun hırçınlığı içinde rekabet koşullarının yaratmış olduğu düzenin yıkılması anlamındadır. Bu dünya üzerinde serbest hareket eden ve kendi kurallarını dayatan sermayenin isteyeceği bir şey değildir.

Türkiye yaşadığı öznel sorunlar ile birlikte evrensel sorunların da altında ezilmektedir, bu sorun yumağı altında iktidar her daim sorumluluktan kaçarak mazlum olmayı becermiş ve iç kamuoyuna bunu dayatmıştır. Hiçbir sorumluluğu olmayan işlere imza atmış ve sonucunda oluşan her olumsuzluğu da içte çatıştığı kesimler ve kişiler üzerine atarak sorumluktan uzaklaşmıştır. İktidar partisinin karşısında gerçek anlamda kitlesel bir muhalefet partisinin olmaması bunu yapması için ortam yaratılmış ve bu ortamı en iyi şekilde kullanmaya da devam etmektedir.  İktidar sorumlusu olduğu ama sorumsuz olarak gördüğü her şeyden rant yaratmasını bilmiş, yaratılan rant ile toplum içinde kendisine destek veren hatırı sayılı bir cemaat ilişkisini yaratmıştır. Biat ve itaat kelimelerin çok sık kullanıldığı ve tek doğru ve tek liderin her şeyi belirlediğini kabul eden bir duygusal bağ kurulmuş ve bu bağ ile yeni bir sermaye hareketi ve bu hareketin içinde el değiştiren güçler dengesini kendi lehine değiştirmiştir. Bu değişim mağdurluk söylemi altında paradigmaya uygun şekilde yapılmıştır. Devlete göbekten bağımlı ve özürlüğünü henüz sağlayamamış yarı gelişmiş ülkelerde sermaye sahiplerine görme, duyma ama biat et, bak devlet ihalesinden yararlanacaksın, yeter ki liderin elinden öp onun ihtiyacını karşıla fısıltısı kulaktan kulağa aktarılmıştır. O ülkenin lideri de dünya zenginler klubüne adını gereği yazdırması yadırganan ve ayıplanan bir şey olmaktan çıkmış, “ihalelerden ticaretin yasası pay alınır” anlayışı içinde doğru kabul edilmiş ve sorgulanması bile ticari hayata müdahale olarak görülmüştür. Siyasi çevresini kendi kişisel çıkarı için kullananların batıda ayıplanası ve tedbir alınması bu süreçlerden daha önce geçmiş olmaları ve bu süreçlerden ders çıkarmaları ile yasal düzenlemelerin yapılması ile mümkün olmuştur. Batı için suç ola şey ülkemiz gibi ülkelerde suç değil övünç kaynağı olmaya devam etmektedir.

Öyle bir ülke düşünün ki, bir lider sadece bir şeyi sadece kendisine yapıldığı zaman fark eden, dünyası sadece kendisine yapılanlar ve yapılmayanlardan oluşan bir dünya içinde yaşasın. İnsanlara hala "niye şunu fark etmedin", "bunu nasıl görmedin" diye şaşkınlık içinde soran ama bilincinde olan, köprüyü geçene kadar “abi” diyen, geçtikten sonra kaptanı değiştiren bir liderin hakim olduğu ülkede hiçbir şey sürpriz değildir.

Ölçüsü sadece kendisi olanın "öteki" gibi bir derdi olabilir mi?

Öteki gibi bir derdi olmayanın demokrasi gibi bir derdi olabilir mi? Öteki gibi bir derdi olmayanın yapılan fedakarlıkları anlama şansı olabilir mi?

Sorular çoğaltılabilinir ama yaşam içinde soruların karşılığını her birimiz hissederiz, hatta bir bölümümüz biliriz, küçük bir bölüm seslendirir ama sonuç değişmez, çünkü örgütlü bir gücün karşısında örgütlü bir güç olmadığı sürece yaşananlar kader olarak görülür…

Toplumsal olaylarda iktidarda olanlar muhalefetin hangi noktasının zayıf, hangi noktasında nasıl bir tepki vereceğini kendi hizmetinde bulunan toplum mühendisleri aracılığı ile bilir. Toplumsal olaylarda kendi lehine gelişmeyen durumlarda bu ihtiyaç duyulan karmaşa ve operasyonlar için muhalefet olarak kabul edilenlerin bu bam tellerine basılarak birden mağdur konumuna dönüşebilir ve her şey kendisine karşı yapılan bir planlı hareket olarak sunulur. İktidar hiç değişmeyecekmiş gibi hava yaratarak yapmış olduğu tüm hataların üstünü işte yaratılan bu bam teline dokunuşlar ile kendi lehine dönüştürecek atmosfer yaratmaktan geri durmamaktadır. Her bunalım ve çıkmazın sonucunda bir günahkar bulunur, kendileri her daima ak ve suçsuz kabul edilir. Bu kabulü yaratacak medya gücünü elinde bulunduranlar ellerinde olan para ile “satın alamayacakları” bilim ve siyaset insanı yoktur. Çünkü her insanın bir fiyatı olduğu düşüncesi liberal ekonominin ve siyasetinin doğal sonucudur. O sonuca uygun her zaman davranacak bir kesim bulunmaktadır. Her ne kadar özneler değişmiş olsa da iktidar kendisini taşıyacak her zaman muhalefetten birilerini bulur ve elinde bulunan baldan biraz tattırır…


İsmail Cem Özkan

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Nefret söylemi bitmez!

Nefret söylemi bitmez!

Savaş bir yerde biterken öte yerde yeniden başlar. Ölenler değişir ama öldürenler ve kar edenler hep aynı kalmaya devam eder. Nefret söylemleri coğrafya değiştirse de, kullanılan dil ve kültür değişse de hep aynıdır. Toplumları parçalamak ve bir biri ile savaşmasını sağlayacak düşmanlık tohumu ekmektir.  Düşmanlık tohumu çabuk ekilen ve kök salan zararlı bir canlı varlıktır. Bu varlık tüm toplumu kucaklamaya başladı mı o toplum boğulur ve üzerine bu işten kar sağlayanlar toprak serper.

Nefret söylemi dilde ırkçılık konusu bilince çıkarılmadığı sürece sürekli yeni ekilen tohumların uzayan kolları arasında boğulmaya mahkumuz. Nefret günlük yaşantımızın bir parçasıdır ve yüzyıllardır iktidarlar tarafından sürekli aramıza ekilmektedir. Tehcir, katliam, soykırım hepsi bu ekilen tohumların alınan ürünüdür. O kadar ki kan ile sulanmayan bir karış toprağımız ne yazık ki yok! Her yer her şey kan üzerinden bilince çıkarılmaya çalışılıyor, insanlığın en kötü buluşu bayrak işte bu kan ile açıklanmaya ve o bayrak denen sembole verilmiş anlamlar ile nefret söyleminin üstü örtülmüştür. Bayraklar kötü bir şeyin üstünü örtmek için kullanılmamalıdır, bu düşünceye hakimsek eğer o zaman dilimizde ki nefret söylemini, ırkçılık belirlemesi olan kelimeleri söküp atmak zorundayız. Söküp atamıyorsak yeni bir savaş, katliam, linç kültürünün girdabına girmek kaçınılmazdır ve kapı komşumuz, sevdiğimiz saydığımız insanlar bile en kısa sürede çatıştığımız insanlar bile olabilir. Hatta öz kardeşimiz ile kanlı bıçaklı olur ve ömür boyu görüşmeyiz. Geçmişin tarım yapılan günlerine bir bakın, en kanlı kavgalar kardeşler arasında miras yüzünden çıkmıştır, şimdi o kanlı bıçaklı olan toprakları üstüne para verecek konuma geldi, değersizleştirildi. O kavgalar yok oldu ama nefret kelimelerin içinde yaşamaya devam ediyor.

En son nefret söylemleri kitlesel kıyıma yol açan Irak işgali ve sonrasında gelişen Arap Baharı sürecinde yaşadık. Afganistan’da CIA denetiminde başlayan El Kaide birden nefret söylemlerinin kaynağı olmuş ve bütün dünyada İslami fobi adı verilen bir dalgaya dönüştürüldü. Elbette bu dalga İslam dünyasının dışında farklı bir İslam algısı oluşturdu ve bu nefret söylemi hiç tanımadıkları bütün Müslümanları canlı bombaya dönüşen fanatikler olarak gördü. Nerede bir İslamcı örgüte üye olan görülse linç yapacak, katliama neden olacak biri olarak bakılmaya başlandı. Bu söylemin tehlikeli boyutunu fark edenler ılımlı İslam adını verdikleri yeni bir dalga oluşturup devletlerin başına bu ılımlıları getirip güya panzehir olarak sunuldu ama kağıt üzerinde ki hesap uymadı ve Mısır’da askeri darbe oldu. Arap Baharı adı verilen dalgada Libya parçalandı, Irak daha önce parçalanmıştı, Suriye parçalandı. Parçalanan ülkelerde savaşlar nefret söylemlerine paralele olarak devam etmektedir. Elbette bu parçalanma ve silah ticaretinin yapıldığı coğrafya sadece İslam dünyası değil, Avrupa’nın doğusunda da aynı yöntemler ile ama aynı sonucu göreceğiniz iç savaş devam etmektedir. Bunun gerekçesi de dünya üzerinde yaşanan kapitalizm içsel krizidir. Sistem yeni bir sıçramaya ihtiyaç duymakta ve bu ihtiyacını karşılayacak bir organizasyon yaratamamıştır. Ulus devleti şeklinde örgütlenen ve ulusal sınırlar içinde sermaye birikimi yapan anlayış yerini Liberal Ekonomi adı verilen politik tercih ile parçalanmış ve devlet çökertilmiştir. Çökmüş devlet yerini alacak devlet ne yazık ki hala oluşturulamadığı gibi, rol örneği olarak gösterilen Avrupa Birliği de dağılma sürecine girmiştir. Kapitalizm hala varlığını koruyan Amerika ve Avrupa kıtası için krizden kısa yoldan çıkış gibi gözüken silah sanayisi pohpohlanmış ve var olan savaşlar ile silah sevkıyatı sayesinde göreceli refaha ulaşmıştır. Fakat bu içsel krizi ve kaosu ortadan kaldırmamıştır. Daha fazla savaşa ihtilaç duymaktadır ama var olanlar da bir şekilde bitmek zorunda, çünkü mülteci akımı ve tahmin edilemeyen göç dalgası bu refah ülkelerine doğru yönelirken savaşın başka boyutu da ülkelerine gelmektedir. Kendi topraklarından uzakta savaşmaya alışmış ülkeler yükselen ırkçılık ile savaşı ister istemez ülkelerinin topraklarının üzerine çekmektedir. Klasik devlet ortadan kalkmıştır ama korumak zorunda oldukları bir coğrafya vardır ve bu görev ister istemez savaşları bir yerde sonlandırıp başka ülkelerde yeniden başlatarak süreci zamana yaymaktan başka çıkar yolları yoktur.

Suriye ve Irak'ta yaşanan vahşi karanlığın sonuna doğru gidiyoruz. Savaş bitecek ve bu karanlığa sebep olan İslam faşizmi ile hesaplaşılacak!

Biliyoruz ki hesaplaşma olmayacak!

Tarihte faşizm ile hesaplaşılmamış, sadece hasıraltı edilmiştir. Bu bilinmesinden dolayı hemen soruyu sorayım; İşleri sadece adam öldürmek ve baş kesmek olan bu karanlık Müslümanların nasıl topluma kazandırılacak ya da başka bir İslam dünyasına gönderilip orada cihat savaşı vermeye mi devam edecekler? Yugoslavya iç savaşında kullanılan bu adamlar daha sonra Afganistan, Libya, Irak ve Suriye de kullanılmaya devam ediliyor. Türkiye’de canlı bomba olarak karşımıza çıktı. Soru açık aslında orada biten iç savaş yerini hangi ülkede iç savaş başlayacak ya da hangi iç savaş bölgesinde daha kitlesel cinayetler işlenecek? Potansiyel iki ülke var Türkiye ve Pakistan! Bangladeş ve Malezya’da olabilir... Savaşı yönetenlerin bileceği iş artık, bundan sonra hangi ülkede kendi senaryolarına hayat verecekler? Türkiye batı için sınır, mülteciler yüzünden sanırım hemen kabul görmez ama belli de olmaz…

Batı için kullanılan ‘aptallar listesi’ gün be gün artıyor, çünkü silah üreticilerinin yarattığı nefret söylemi birçok toplumda hemen kök saldı ve komşusunu boğazladı… Bu büyük bir oyundur ve bu oyunun faktörü olan siyasi liderler Tony Blair gibi durumu kabul etmekteler.  Tony Bliar ve onun ile aynı suçu işleyenler mahkeme önüne çıkacak mı?

Sanmıyorum…


İsmail Cem Özkan

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Projeler bitmiyor, rant kapısı kapanmıyor!

Projeler bitmiyor, rant kapısı kapanmıyor!

Projeler son kırk yılın vazgeçilmezi, iktidarda kalmanın, istihbarat toplamanın ve de yeni rant alanları yaratılmasının vazgeçilmez uygulamasıdır. Projeler birileri tarafından desteklenir, birileri proje yapmanız ve standart başvuru yapmanız için kurslar bile açar. Proje yazmak artık bir meslektir, yazmanın dışında proje takibi yapmak artık bir meslek! Eskiden gazetecileri (gazete sahipleri iş adamı olduktan sonra) patronu için resmi makamlar içinde iş takibi yapmak sıradan bir ek iş olmuştu. İşi bağlayan gazeteci ödüllendirilir, birden küçük bir dairede yaşayan gazeteci boğazda yalılarda oturup, viski eşliğinde klasik müzik dinleyebileceği bahçesi bile oldu. Bahçesinde verdiği kokteyller ile iş bağlantısı için yeni ilişkiler yaratmak işin başka boyutudur. Medya ile arası iyi olasına özen gösteren kara para aklayanlar, kara para ile rüşvet dağıtanlar ve alanlar bu kokteyllere katılıp karşılıklı çıkar ilişkisi içine girip yazılmamak kaydıyla ilişkiler ucundan açığa verilirdi. O günlerin cengaver gazetecileri bugün dahi görünmeyen koruma zırhları içinde olmaları o yazılmamak kaydıyla öğrendikleri yüzündendir büyük olasılıkla…

Medya parası olanların tekeline geçtikten sonra haber servisi yapan ajanslarda kendilerinden talep edilen haberlerin peşinden koşmaya başladılar. Çünkü piyasa koşulan göre uygun ürün üretmeyenler piyasadan silinmeleri kaçınılmazdır. Devlet olanaklarını kullanarak liberal söylem adı altında zaten otosansürün bol uygulandığı alan bile artık o otosansür içinde de piyasa sansürü uygulamaya başladı ve iktidarın PR çalışmasını yapar hale geldi. Çünkü talep edilenin karşılığını veremeyen gazeteciler elenecektir, elendiler de geriye jurnalci diyebileceğim eline geçirdiği bilgiyi önce istihbarat dairelerine servis eden medya çalışanları aldı. Gazeteci editörünün bir aracına dönüştü, editör ne derse o haberi gören “Murtaza” adını verebileceğim gazeteci kimliği taşıyanlar aldı. Editöre kim hangi konuları istediğini her sabah toplanan medya gündemi belirliyor. Orada ilk soru hangi haberler işverenimin çıkarına uygun hangisini bugün görelim, hangi başlık altında hangi haberleri görelimdir. Sayfa düzeni bile önceden bellidir, sadece boş bırakılan alan editörün gözetiminde gazeteci kimliği olanlar tarafından doldurulacaktır. Medya projedir, proje devam ettiği sürece oradan birileri maaşını alacak, proje bitince verimliliği ortadan kalktığı için o bölümde ya da medyada ortadan kalkacaktır. Ülkemizde proje medya ürünleri arşivleri bile aklamadı, belki birileri medya çöplüğünde o medya organlarının bir iki sayfa alıntısına rastlayabilirler. Dijital ortamda arşiv de medya ile birlikte yok olup gitmektedir.

Projeler hayatın her alanına girdi, girmediği hiçbir alan yoktur. Çocuğunuzu nasıl eğitirsiniz projesi ve model anne ve çocuğa davranışı gösteren profesyonel annelik bile bir proje ürünü olarak hayatımızdadır.  İnsan yavrusunun eğitmeni olursa köpeklerin olmaz mı, proje her alan için yapılmaktadır, yeter ki birileri para versin!

Yaşadığımız şehirler projeler ürünü olarak yeniden biçimlenmektedir, bir çok haklı gerekçeler projeler için neden olarak kıvılcım olarak kullanılmış ve artık o haklı gerekçelerin yerini sadece rant çılgınlığı almıştır. İktidara yakın inşaat firmaları devletten aldıkları projeleri onların güvencesi altında hayata geçiriyorlar ve kasalarına paraları doldururken günlük yaşamları da ortanca eşine kadar döndü… Proje yapanlar birden devlet olanakları ile zengin olurken, elbette devletlerin üstünde olan uluslararası kurumlarında projelerine sınır tanımadan katılıyorlar. Yanlarında çalıştırdıkları proje yazıları ve proje takibi yapan profesyoneller ile hibe projelere dört elle sarılmaktalar ve birden yardım sever gözüken projeler sayesinde itibar ve para kazanmaya devam ediyorlar.

Şehirler yeniden yapılanırken gökyüzüne doğru büyümektedir. Yer altında metrolar sayesinde semtler bir birine bağlanırken, yer üstünde araç trafiğinin kaldıramayacağı sokaklar ve yetersiz yer altı hizmeti ile bu yeni şehrin silueti değişmektedir. Sürekli kapalı olan caddeler ve sokaklar yeni şehrin vazgeçilmezi olarak karışımıza çıkmaktadır. Firmaların çıkarı düşünülerek yapılan işler aslında genel insan yaşamı ve şehir yaşamı açsından bakıldığında karlı gözüken işlerin aslında büyük zarar olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Çünkü şehir yaşamında amaç sadece ticari hayatın akması değil, hayatın bir bütün olarak refah düzeninin artması ve buna bağlı olarak hayatın uzamasıdır. Bütün bunların göz ardı edildiği projeler sadece firma için karlı gözükmekte ve firmanın sahibi işinden evine helikopter ile gidip gelmektedir. Şehir gürültüsüne gün geçtikçe bu helikopterlerde katılmaya devam edecektir, çünkü karayolu ve altı yapısı yetersiz yerlerde lojistik artık havadan olmak zorundadır. Bugün İstanbul gibi metropol şehirlerde kanser gibi hastalık salgın hastalık gibi yayılmıştır. Sinirleri sürekli gergin, en ufak sürtüşmeyi kavgaya dönüştüren, bencil, saygısız ve komşusu ile hiç tanışmayan bireyler topluluğu olduk.

İstanbul’da proje bitmiyor, sürekli bir proje ve sürekli yeni rant kapısı... ‘Martı projesi’ bunlardan biri ama bu proje ile kaç kuş pardon martı vurulduğunu düşünüyorsunuz? Çünkü bir projeden birçok proje faydalanıyor... Martı projesi için deniz doldurulacak… Peki, o deniz için nereden moloz alınacak? Etraftakilerden, dağdan, ovadan! Evet, kentsel dönüşüm moloz çöpü ortaya çıkarıyor ve o molozların uzak yere dökülmesi maddi yük! Zaman ve yok pahalı bir şey! (Zaten yeteri kadar geniş caddeler yok, var olanlar ise günlük trafiğe yetmiyor.) Metro inşaatı moloz üretecek ve aynı sorun onun için de geçerli... Yenikapı miting alanı molozları nereden gelmişti? Orada moloz taşıma işi yapan firmalar kimindi? Molozları nereden getirdiler? Acaba Yenikapı miting alanın altında moloz olarak dökülen toprak kaya içinde hiç bakılmamış, yok edilmiş öğütülmüş tarihi eser var mı? Metro çalışması sırasında ortaya çıkan tarihi kalıntıların kaçı göze göründü, kaçı yok edildi? Tarihi yarım adanın altından moloz çıktı ve deniz dolduruldu! Her yapılan işin bir molozu olması kaçınılmazdır, Sulukule yıkıldı yerine lüks binalar yapıldı, orada yaşayanlar şehirden uzak yerlere gönderildi ve Sulukule artık adı olan ama kültürü olmayan bir yere dönüştürüldü. Şehir yeniden biçimlenirken molozlar arasına kültürü de katmak zorundayız. Yenikapı miting alanı deniz doldırılarak elde edilmiş bir alandır, Anadolu yakasında da Maltepe’de aynı yöntem ile oluşturuldu. Kentsel dönüşüm moloz üretti, yeni alanlar yaratıldı ama şehir içinde olması gereken alanlar ise ranta kurban gitti.

Martı projesi içinde aynı yöntem uygulanacak!

Mahmutbey’e kadar metro için zemin deşilecek, yer altından çıkanlar denize! Martı projesi için deniz dolacak! Bu projelerde kimler moloz taşıyacak? Kime rant kapısı aralanacak? O yollarda zaman ve benzin tasarrufu kim için yapılacak? Martı projesi metro inşaatı olmasıydı acaba ortaya çıkar mıydı?

Martı Projesi hayata geçtikten sonra mutlaka başka bir proje daha çıkacak, çünkü boğazı kullanan gemiler için zamanla tıpkı karayolları gibi yetersiz olacaktır. Çünkü her proje başka lojistik alanı yok ediyor…

İnsan yaşamının en önemli organı damarladır, damarlarda kan olmayınca kangren olur… Şehirlerimizde de ne yazık ki kangren olan caddeler ve sokaklar oluşmaya başladı. O sokakları ve caddeleri kullanan insanın da yaşamı kısalmakta ve refah seviyesi göreceli artarken aslında insan kendi sonunu hazırlıyor… Şehir göğe doğru yükselirken insan kendisini betonların içine gömmektedir...


İsmail Cem Özkan

4 Ağustos 2016 Perşembe

Darbe!

Darbe!

Darbecilerin hepsi öç almak ve toplumu hizaya sokmak için darbe yapar. Onların iktidarı her daim açık faşizmdir ve zulmün tavan yapmasıdır. Darbe dönemleri, katliamların ve kayıpların ülke sathında olduğu dönemi işaret eder. İnsan hakları askıya alınır, haklar ile birlikte insan da... Askıda yaşama hakkı yoktur... O yüzden kim ki darbe diyor, kim ki darbeyi savunuyor, o insan hakları mücadelesi ve insan hakkını tanımaz... Kendi doğrusuna inanmamızı ister... Tek doğru vardır, o doğruda onun doğrusudur ama kısa zamanda yanıldıkları anlaşılır, yaptıkları tüm yasalar kevgir gibi delik deşik olur... Yaşama örtüşmeyen her saçmalığı darbeciler savunur...

Başarısız da olsa 15 Temmuz’da yaşadığımız darbedir. Başarılı olsaydı bugün darbenin sonuçlarını ve nedenlerini konuşuyor olacaktık, bugün konuştuğumuz gibi. Gizli, kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklar, “ne istediler de vermedik?” sözünün altı bu yaşadığımız süreç içinde dolacak mı, yoksa eskisi gibi altı boş bir cümle olarak mı kalacak? Yani bazı ilişkiler karanlıkta ve yeni pazarlıklara örnek mi teşkil edecek? Her karanlık nokta başka karanlık noktaların oluşmasına sebep olur ve bugün OHAL nedeni olarak gösterilen ilişkiler ve hareketler ileride tekrarlama olasılığı var demek zorundayız. Her ne kadar okullar ve kışlar kapatılmış olsa da!

Askeriye mantığı içinde cezalandırma vardır. Bir top, tank her ne ise bir araç bir tatbikatta çalışmadığı zaman o alet cezalandırılır, ordu içinde cezalı olarak ve bir yerde teşhir edilir. Askere gitmiş her asker sanırım bu cezalı aletleri görmüşlerdir. Şimdi darbe sonrası bazı kurumlar cezalandırılmakta ve o kurumlarda çalışan insanları sorgulamaları ve oraya nasıl geldiklerini araştırmak yerine kurumu kapat sorun çözülsün mantığı hakim. Asker mantığını ortadan kaldıracağız diyenler askerin mantığı ile darbelere karşı önlem almaya çalışıyor ama asker mantığı ile darbeler yok edilemez, darbeleri yok edecek panzehir daha fazla demokrasi ve özgürlüktür.

İktidar gücünü elinde bulunduran her daim haklı ta ki gücünü kaybedene kadar... Gücünü kaybettikten sonra herkes haksız diyecek! O yüzden bugün ki erk sahiplerine karşı medyada ses çıkmıyorsa ondan çekindikleri ya da kaybedecekleri var olduğu içindir. Kısaca ses çıkarmayanlar erki her daim haklı gördüğü tezi yanlıştır, çünkü bugün düşman ilan edilen F. Gülen hakkında geçmişte söz söyleyen iktidardaki siyasilerin konuşmalarına bakmanız yeterlidir. Gülen’den daha fazla gülenci olmuşlar ve ona karşı yapılan en ufak eleştiriyi bile kürsü dokunulmazlığını yok sayacak şekilde kürsülere yürünmüştür.

Gülen cemaati çok güçlü ve her dediği olur imajı sürekli verilmiştir. Onlar özel koruma altında olan ayrıcalıklı insanlardı. Polis ile birlikte operasyona katılır, operasyon öncesi tutuklanacakların isimlerini kendi medyalarında dillendirirlerdi. Fuat Avni o dönemde onların medyasında çalışıyor gibi, önceden her şeyi söylüyor ve ertesi gün ya da bir kaç saat sonra o dedikleri oluyor. Peki, bu nasıl başarılmıştı? Beylik bir cümle olacak ama ben yazayım; insanların kaybetmekten korkacağı bir şeyler verin, onları kendinize kapı kulu yaparsınız... Gülen Cemaati kendisine bilgi taşıyanlara öyle şeyler vermişti ki, her türlü bilgi ve hizmet karşılıklı bir şekilde verilmiştir. O dönemin mal varlıkları bir incelenmiş olsa acaba nasıl bir hareket olmuş olabilir. Bugün tutuklu olanlar neyi kaybetmekten korktular acaba?

Sürekli tekrarlıyoruz zaman cevabını verecek ama biliyoruz ki, hayat cevap vermez, zamanın akışında olayların sadece bizim ile fotoğrafını paylaşır. O fotoğraflara bakarak ancak bizler kendimiz sübjektif bakışımız içinde cevaplar bulur ve doğru olduğuna inanırız.
Değişim çok hızlı bir şekilde olmaktadır. Seçimi kazanmış bir başbakan koltuğundan oldu, arkasından bir darbe sürecini yaşadık. Sosyal bilimlerde hiçbir olay ön hazırlığı olmadan olmaz. Birden hiçbir şey olmayacağına göre, o olayı olgunlaştıran süreç iyi analiz edilmelidir.  Ve yaşadığımız kısa zaman içinde (Arap Baharı ve sonrası Suriye) dünyayı düşmanlık duygusu değiştirmiş ve bugün yaşadığımız kaos ortamını yaratmıştır. Ve bu kaos ortamının bir ürünü olarak vazgeçilmez diye bir şey yoktur, her şey bir anda vazgeçilir olur. İnsan ilişkileri bunu kanıtlamıyor mu?

15 Temmuz günü için birçok isim önerilecek ve birisi kabul edilecektir ama bana göre ‘dünya kandırılma günü’ olsun… O gün birçok insan kandırıldığını yenilgi tam anlaşıldığında fark etmiştir... Darbe başarılı olsaydı ben dememiş miydim günü olurdu... Kandırıldık demek geçmişinin üstüne utanmazca çizgi çekmektir... 

Olağanüstü koşullarda limanlar yapılmaz, aksine var olanlar yakılır. Olağanüstü birlik yaratmaz, tersi biat etmeyenlere sopa gösterilir. Söz ile uslanmayana, sırtından sopa eksik edilmez. Sopa eksik olmaz ama sopanın olduğu yerde suçlu yaratılır ve suçların üstü örtülür. İşkence altında alınan her ifade ya eksiktir ya da yanlış.

İşkenceyi durdurun!

Duymak istediğimiz şeyler gerçeklerimizdir, yaşadıklarımız hayal kırıklıkları, trajedi ve dramlardır...

Korkak bencillik yüzünden ülke karanlıktan zifiri karanlığa doğu düşüyor...

Yaşama hakkı, savunma hakkı, ifade özgürlüğü, seyahat özgürlüğü hakkı... Hayata benzer pencereden bakanlar yan yana gelebilir ama işte ama der ve parçalı şekilde durarak cahil cüret karşısında ezilirler...

Otokrasi, teokrasiye daha yakınız, demokrasiye daha da uzak kaldık... Otokrasi ve teokrasi içinde yetişen kuşaklar demokrasiyi yaşadıkları rejim olarak görür ve algılarlar ve o yüzden demokrasi mücadelesi onlara aptalca ve uzak bir şey olarak görülür, onlar sadece liderlerin sözünü yerine getirmek ile yükümlü bireyler ve liderlerinin mutluluğu için çalışan teba olmaktan başka tercihleri olamaz...

Giden hoca, gelen başkan! İki başlı, paralel devlet bitmiştir, teokrasi rüyası görenlerden biri kazandı, öteki teokrasi getirecek mi, yoksa başka bir kulvara doğru mu evirileceğiz?

Meydanlarda insanlara idam cezası getirilsin sloganı attırıyorlar, idam cezası bu ülkede kalkmıştır ve uygulanan her idam bir cinayet olduğu bugün daha çıplak olarak görmekteyiz. Bunu bile bile öç almak için yapılan bu çağrılar aslında bir şeylerin üstünü örtme telaşından başka şey değildir. Bilenleri konuşturmadan asın gitsin! Güçlü olan kendi tarihini yazar ama mazlumun tarihi bir gün, gün yüzüne çıkar…

Denetimsiz devletlerde isyanlar ve darbeler kaçınılmazdır. Denetime açık, hesap vermeyi ve istifa etmeyi kabul eden ülkelerde isyanlar ve darbeler ancak başka ülkelerde olunduğunda kınanan bir durumdur.


İsmail Cem Özkan

26 Temmuz 2016 Salı

İstihbarat eksikliği geleceği biçimlendiriyor!

İstihbarat eksikliği geleceği biçimlendiriyor!

Örgüt olmak ve örgüt konusunda birçok yazı kaleme mutlaka alınmıştır, alınmaması mümkün değil, çünkü demokrasi adı altında örgütlü cahillik bizi karanlığın içine fırlatıp attı. Şimdi karanlığın içinde yaratılan zifir karanlık noktalarında yaşanan gelişmeleri sanki aydınlıkta yaşanmışçasına görüyor, anlıyor ve onun hakkında fikirlerimizi beyan ediyoruz ama zifir karanlıkta ne görebilir, ne de gerçek anlamda konumunu konumlandırabiliriz. Zifir karanlıkta işlenen suçların ortaya serilmesi ancak istihbarat gücü yanında örgütlü bir yapınızın olması gerek, örgütlü bir karşı duruş olmayan noktada kaybetmeye ve kaybedilmeye mahkumsunuz.

Kaos ortamların oluşturmuş koşullar içinde faili meçhul birçok olay yaşadık, yaşamaya da devam ediyoruz. İşlenen suçlar zifiri karanlıkta kaldığı sürece o suçun suç olduğunu bilemeden bize özgü şeyler yaşıyormuş gibi algılamaya ve doğal görmeye devam edeceğiz, oysa ki insanlık tarihi bize neyin suç ve suçlar kapsamına girdiğini geçtiği zifiri karanlık dönemlerinden çıkardığı sonuca göre biliyoruz. İnsanların oluşturmuş olduğu tüm bilgileri yok sayıp bizler yeniden suç ve suçlular konusunda yeni tarifler yapmaya ve anlamlar yüklemeye başladığımızda zaten kaybedilmiş kuşağın ve kaybedilmiş insanların insan öyküsünü yazmış oluruz.

Bu ülkede 15 Temmuz’u kimse bilemedi, darbe yapanlar dışında. Örgüt olmanın bir ölçütü istihbarat ağına sahip olmak ve kullanmaktır. Bu gösteriyor ki ülkemizde örgüt yok, darbeciler dışında diyeceğim ama onlarda başarısız oldular, onlarda örgütsel anlamda eksikler diğerleri gibi. Örgüt olmanın üç saç ayağı vardır, sağcı, solcu, dinci, liberal olmaya bakmadan. Üç saç ayağının en önemli ayaklarından birini geçtiğimiz darbe süreci içinde yaşadık. İstihbarat. Diğer ikisi ise maddi alt yapı (para), lojistik. Darbe süreci içinde bu üçayağın kullanıldığını görüyoruz. Elbette sahip olmak onu tam işlevsel şekilde kullanılıyor anlamına gelmiyor.  Darbe yapanlar ve darbeye karşı direnenler bu üç saç ayağının çatıştığı noktalarda bir biri ile karşı karşıya geldi. Her iki tarafın da örgüt olma konusunda eksiklikleri gün yüzüne çıktı. Meclis bombalanırken meclisten yansıya ışık örgütlü olarak gördüğümüz yapının ne kadar zayıf temeller üzerine oturduğu ya da ne kadar zayıflatıldığı gerçeği ile karşı karşıya geldik. Evet devlet olarak kabul ettiğimiz örgütsel yapı zayıflatılmıştı ve bir darbe gerçeği ile yüzleşirken ne kadar çaresiz ve tesadüflere dayalı bir süreç yaşadığı gerçeği ile karşı karşıya kaldık. Toplumsal olaylar tesadüfler ile hareket etmez, bir isyan, işgal veya devrim gibi kavramlar çok ince düşünülmüş ayrıntılı planların ürünü olarak ortaya çıkar, tesadüfler ile oluşan her devrim geçicidir ve yaşama şansı yok gibidir. Devlet çöktü, yok oldu derken işte bu saç ayağından bahsediyordum.

Örgütsüz ortamda her yapı örgütmüş gibi davranıyor…

Zayıf noktaları gün yüzüne çıkan örgütlerin bu zayıflıklarını aşabilmek için halkını kandırmak ile yükümlüdür, çünkü kandıramazlarsa Sovyetler Birliğinin sonu gibi olma olasılığı yüksektir. George Soros Sovyetlerin yıkılışı ile yaptığı değerlendirme sırasında kulağıma çalışan tespiti şu şekildeydi; “Sovyet rejimini idare edenler yok olan devletlerini çıplak olarak ortaya koydular ama o sırada İngiltere’de aynı kaderi paylaşıyordu ve Margaret Teacher halkına yalan söyleyerek devleti olduğundan daha güçlü göstererek İngiltere’nin dağılmasına izin vermedi.” Devlet mekanizmasını elinde bulunduranların halkına karşı söylediği yalanlar bugün yaşadığımız örgütsüz devletler topluluğunun yaratmış olduğu kriz ve girdapları içinde çıkış yolu aramaya devam ediyoruz.

Ulus devlet yıkılmıştır, yerine ikame ettirilen devlet ise devlet olamamış, geçmişte yaratılan tüm birikimler uluslararası sermayenin çıkarı yönünde dağıtılmıştır. Liberal devlet adı verilen yapılanma aslında ulus devletin sermeye birikimi gerçeğini yok etmiş, ulus devletin paranın hareket etmesi önünde ki engelleri ortadan kaldırmaya başlatmasına liberal devlet adı verdiler ama liberal devlet sorunların çözümüne katkı sunacağı düşünülürken aslında olayların beklenildiği gibi gitmediği kaosu ve krizi daha da derinleştirdiği gerçeği ile karşı karşıya kaldık. Ulus devlet çöktü ama yerine konulacak devlet oluşturulamadı, sermeye sahipleri sistemlerinin devamı için savaşı seçtiler ve savaş koşullarının yaratmış olduğu zaman kazanımı ile yeni arayışlarını sürdürmeye devam ediyorlar.

Savaş koşullarında savaşın yaşandığı cepheler ve kıyımlar bu krizi kökten yaşayan devletlerin topraklarında değil, başka topraklarda ve henüz karma ekonominin hakim olduğu topraklarda devam etmektedir. İktidar krizi yaratılarak, savaş başka topraklara havale edilmiş, o savaş bölgelerinde savaş aleti üretenlerin istihdam ve borsada değerli kağıtları ile krize geçici çözümler buluyor gibi oluyorlar ama sorunun derinliği o kadar büyük ki, sorunların üstünü hiçbir sübvanse örtemiyor. Borsada oyun oynayan figürler üretimden bağımsız olarak halkı fakirleştirmekte veya yaşam kalitesini göreceli olarak yükseltebilecek borsa iniş çıkışları arasında uluslar arası yasaların oluşması için ulus devletlere baskı yapmaya devam ediyorlar. Bu baskının yoğun olarak yaşandığı günlerde, bir proje ve örnek olarak gösterilen Avrupa Birliği Büyük Britanya’nın birlikten çıkma kararı (Brexit) borsada para kazananların gelecek projesinin üstüne benzin dökmek gibi oldu. Kriz derinleşerek devam ediyor, liberal ekonomi adı altında devletin yapması gereken her şey özelleştirilerek devleti küçülttüler ama devlet varlığını silahlı güç ile devam ettirmeye devam ediyor. Kitle imha silahları ve toplumsal olaylara müdahale araçlarını işsiz gençlerden derleyerek devleti güçlü göstermeye devam ediliyor.

Devlet varlık sebebi olarak düşman üretmek ile yükümlüdür, çünkü devlet bugün sadece savunma aracı olarak ve güvenlik kaygısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğitim, sağlık, iletişim ve devletin yapmak ile yükümlüğü olduğu her alt yapı özel uluslar üstü firmalara verilerek taşeronlaşmaya ve hizmet satın almaya giderken liberal ekonominin yaratmış olduğu göreceli özgürlük ortamında güvenlik öne çıkması tesadüfi değildir. Çünkü yeni özgürlük alanı devletin varlık sebebi sorgulanır ve test edilir hale geldi. Sanal saldırılar bu savaşın her boyutta olabileceği gereği ile karşı karşıya kaldık. 

Suçlu üretilerek suç ortadan kalkmaz...

Blair ve Bush ikilisinin büyük yalanı bugün yaşanan mezhep kavgalarının temelini oluşturmaktadır. Canlı bombalar, katliamlar ve sınır tanımayan mülteci akımı bu ikilinin insanlığa söyledikleri büyük yalan ile ortaya çıkmıştır. Kapitalist sistem krizini savaş ile aşmaya çalışmış, fakat evdeki hesap Ortadoğu’ya uymamıştır. Hakim devletlerin liderleri yeni suçlular yaratarak suçlarının üstünü bayraklar ile örtmeye çalışıyorlar.

15 Temmuz 2016 darbe girişimi, darbeler tarihinde ilk defa sol muhatap değil mağdur olmuştur. Çünkü sol bu çatışmada taraf olmaya zorlanmış ve kendisini ispatlama ve kaybedilen meydanlara yeniden çıkma fırsatı iktidar eli ile verilerek o ortamda kendisini ifade etmeye zorlanmıştır. Sol, zaten darbe karşıtı bunu bilmeyen yok. Bu darbe girişiminde muhatap alınmadı sadece... Muhataplar meydanlarda orantılı orantısız çarpıştı, bir taraf kazandı. Sol burada kazananın yanında tavır almak ile yükümlü değildir. Tercih kaybeden yanın da olamaz. Kazananın kaybederken farkı olağan koşullarda yapacağı uygulamalar ile kendisini gösterir.

Bugün ülkede kendi halkını bombalayan ve kurşun sıkanı hiç kimse savunmaz, savunamaz... İnsanlık suçu işlemişlerdir. Fakat onların panzehiri olarak gösterilenler de ne yazık ki demokrasiye şaşı bakıyor, demokrasiyi savunduğunu söyleyenler ise “birlikteyiz, bir aradayız” gibi şeyler söylemekte ama tüm meydanlar artık demokrasiyi çoğunluk hakkı görenlerin ve çoğunluğun hakimiyetini savunanların sela okuması şeklinde hayat bulmuştur...

Genel değerlendirmeler dışında kendimize dair öznel söyleyebileceğimiz bir durum ortaya çıkmıştır, çünkü darbe güveni ortadan kaldırmış ve istihbarat zafiyetini ortaya çıkarmıştır. Bu koşullar içinde ülkeyi uzun bir süre sanırım jurnalcilerin jurnalleri yönetecek gibi... Güven kayıbı yaşayan iktidar istihbaratını jurnaller üstüne kuracağa benziyor... Bu dönemde adalet aramak sanırım sadece bir ütopya olacak... Keyfi uygulamalar umarım çok fazla olmaz, kişiler jurnalciliğe zorlanmazlar… Bu sürece benzer olaylar tarihte örneği çok ama en bilineni söyleyeyim Abdülhamit dönemi, tam bir jurnalcilerin altın çağıdır... Darbe ile iktidardan düşen Abdülhamid’ten sonra oradan elde edilen deneyimleri İttihat ve Terakki Partisi kendi lehine kullandı... tarihimizin en kanlı süreci yaşanan kaos ortamında sonra çıkan süreçtir.

Devlet olarak insan hakları sözleşmesine imza atmışız, şimdi attığımız imzayı askıya OHAL ile aldık... Kısaca deniyor ki insan askıda olacak bu süre içinde... İstihbaratın zayıf olduğu zamanlarda suç, suçlu yaratılarak ortadan kaldırılır…


İsmail Cem Özkan

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Demokrasi kavgası!

Demokrasi kavgası!

Demokrasi kavramının içi boşaltıldığı günden bu yana demokrasi kavaramı üzerinden iktidar kavgası verilmektedir. Demokrasi öyle bir şekilde sunuluyor ki, parlamento olan ülkede demokrasi var, olmayan da yok! Ülkemizde meclis var ve de seçilmiş vekiller. O halde demokrasi var, daha ne istiyorsunuz?

Demokrasi tanımı yapmadan demokrasi kelimesini kullanarak niyetlerin hayata geçirildiğine şahitlik ediyoruz. İktidar kavgasında demokrasi ve seçilmişler vurgusu sürekli yapılarak otoriter rejim daha da kök salmakta ve otoriter rejimlerde gözüken her türlü keyfi uygulamaya hukuk sınırları içinde şahitlik ediyoruz. Hukuk olan yerde adalet olmak zorunda değildir, tıpkı meclis olan yerde demokrasinin olmaması gibi. Adalet ve demokrasi kavramları göreceli hale getirilmiş ve erk sahibinin ihtiyacını karşılaması ile ölçülür olmuş. Erk sahibi ihtiyaç duyduğu değişiklikleri meclisten geçirdiği torba yasalar ile elde etmekte ve o hukuk kurlarına göre uygulamalar yapmaktadır. Sonuçta her şey kılıfına uydurulmuş bir demokrasicilik oyunu oynanmaya devam edilmektedir.

Demokrasi çizgimiz içinde sürekli dışarından müdahalelere şahitlik etmekteyiz. Darbeler sanki demokrasinin bir parçası hatta olmazsa olmazı gibi sunulmaktadır. Darbeler ile demokrasi raydan çıkmakta ya da raydan çıkmışı yeniden rotasına uygun şekilde rayların üzerine oturtmaktır. Çok genç olan cumhuriyet rejimizin tarih kronolojisi darbeler ile sanki demokrasi madalyası gibi taçlandırılmıştır. Her darbe demokrasi ya da demokrasiyi yok eden olarak anılmıştır. Her darbe sonucunda ülkemiz yaşam kalitesi ve yaşama hakkı standardı açsından sürekli gerilediğini toplumsal araştırmacılar söylüyor ama demokraside olmazsa olmaz o halde devletin bekası için katlanmak gereklidir.

27 mayıs ile başlayan Amerika eksenli darbe geleneğimiz bugünde Amerika bilgisi dahilinde devam ettiğini söyleyebiliriz, çünkü darbe sonrasında mağdur olduğunu iddia edenler ilk etapta bu Amerikan parmağı diye haykırdıklarından bu tezi rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Amerika eksenli, Amerikan çıkarlarına uygun her gelişme demokrasi olarak sunulmakta ve biz demokrasi tanımı bilmeyen ahali olarak kabulümüzden geçmektedir. Bizim paradigmalarımız Amerikan çıkarları ile paraleldir sanırım!

Demokrasi kavgası diye ortaya sunulan her mücadele aslında bir anlamda iktidar kavgasıdır. İktidarda olan ve ona karşı savaşan güç ikiz kardeş gibidir, bir birinin panzehiri değil zehridir. Her iktidar zehrini içinde taşıyarak iktidar koltuğunda oturmaktadır, o yüzden ülkemizin iktidar serüveni sağ güçlerin ağırlıklı olarak iktidar koltuğuna oturmasından anlaşılır. Sağ demokrattır ve temsil ettiği sermaye grubunun çıkarlarına uygun şekil alandır… Sağ iktidarın koltuğunu koruma adı altında giriştiği ittifaklar, o sağ iktidarın ne kadar uzun süre o koltukta oturacağına karar verilmesidir. İktidar, ittifaklar ile oynaması ve gerek gördüğünde muhalefet partilerini sırası ile ağzına bir parmak bal çalması ile iktidar ömrünü uzatmakta ve düşmeye yakın mutlaka bir ittifak ilişkisi kuracağı gündem ve ortam yaratarak bundan zekice yararlanmasıdır. Ülkemizde ki AKP iktidarı ve bu iktidarın birey olarak biçimlendiği isim Erdoğan bu ilişkiyi en iyi şekilde kullanması bilmiş ve bilmeye de devam etmektedir. Erdoğan seçilmiş tek adamdır ve fiili durum ile yaratılan sürecin yasal zemine oturtulması sürecini yaşamaktayız. Partili seçilmiş sarayın konuğu değil ev sahibidir.

15 Temmuz 2016 günü yaşanan olağanüstü darbe süreci ilk defa açıktan yenilgi ile sonuçlanmıştır. Gerçi daha önce yaşan ve başarı diye sunulan sanal darbeler ya da kapalı odalarda işlenen suçlar başarı gibi gösterilmiş olsa da başarısızlık ile sonuçlandığını sonucuna bakarak söyleyebiliriz. Darbe iktidar mücadelesinin bir aracıdır ve demokrasi mücadelesi ile ilgisi yoktur.  

Ülkemizde demokrasi yok, 15 Temmuz akşamında yaşanan kavga demokrasi kavgası değildi, iktidar mücadelesinde silahlar konuşuyor sadece... Ölenler adsızdır, kimliksizdir ve hiç kimse de onları anımsamayacaktır (sadece yakınları anımsayacaktır). Tekrar tekrar vurgulamak gerekirse her iki tarafta demokrasiden uzaktır, her ikisi de bir birinin kopyasıdır... Her ikisi de ellerini kana bulamıştır. Camileri kışla yapanlar, minarelerden meydanlara diye bağıranlar hangi haksızlık karşısında seslerini çıkardılar? Bize takunya ile askeri bot arasında seçim yapmaya kimse zorlayamaz... Her iki tarafta milli irade sözü söyler ama her ikisinin de iradesi sadece kendi paradigmalarıdır...

Darbe sonrasında devlet birçok insanı suçlu ilan ediyor ama ben devlet gibi bakmak zorunda değilim. O yüzden suç kanıtlanmadığı sürece uydurulmuş belgelere bakarak suçlu demem, savunma hakkı olmayan her suçlama bir şeylerin üstünün örtülmesi demektir. Bu güne kadar yapılan tüm toplu ve siyasi davalarda savunma hakkının olup olmadığına baktım, savunma hakkı yoksa o davada mağdur her daim suçlanandır, suçlayan ise bir şeylerin üstünü örtme telaşlı içinde olandır. Bir an önce ceza verip dosyayı kaldırarak faili belli olan ama gerçek suçlusu özgür olan bir davayı raflarda yerini almasını sağlamaktır. İnsan haklarına saygısı olan her insan öncelikle savunma hakkına bakmak zorundadır, suçlu olup olmadığı kavramı ise ikinci plandadır, çünkü hukuk öç almak değil, gerçek suçluların yasa önünde kanıtlar ile mahkum edilmesidir. Uydurulmuş kanıtlar ile yapılan tüm yargılamalar tarih önünde işlenmiş insanlık suçudur ve tüm darbe dönemi ve olağan üst dönemlerde alınmış kararlar bu suç ile anılır… Adaletin olmadığı yerde hukuk sadece kağıt üzerinde bir lekedir…

15 Temmuz darbesi yaşanırken içimden geçen his şu cümle ile ifade edebilirim; “bırakınız yapsınlar, nasıl olsa başına bineriz!” darbeden bugüne kalan kulağımda bir fısıltı...

Ülkemizde ve diğer ülkelerde demokrasi azınlıkların haklarının güvenceye alması ile olur.. Sokağa çıkarak demokrasi olmaz, olsaydı sokaklara hakim Hitler demokrat olurdu...

Her darbenin önkoşulu iç savaştır. İç savaş koşulları oluşmakta ve biz o koşullara karşı ülkemizin dirliği, bütünlüğü ve ortak çıkarı için müdahale ettik denir. Ama iç savaş koşullarının oluşması için devletin karşısında ülke sathında savaşacak başka bir gücün olması gereklidir. Darbeler için bu örgütlü yapılar olduğundan daha fazla abartılır ve kamuoyu darbe veya işgal için hazırlanır. Irak işgali ile ilgili Bush ve Blair ikilisinin yapmış olduğu yalanlar bugün gün yüzüne çıktı, var olan tüm savaşlar bu ikilinin dünyaya söylemiş olduğu yalanlar ile başladığı ve devam ettiği gerçeği ile karşı karşıyayız. Yalan darbenin en önemli koşuldur ve bu yalan doğru olarak kabul edildiğinde darbe koşulu ortaya çıkar, çünkü darbe yapanlar bilir ki kendilerine karşı gerçek anlamda örgütlü güç yoktur.  Son yaşadığımız darbe sürecinde darbeciler yalanı ortaya sürmüş ama inandıramamışlardır. İnandırıcılıkları kalktığı için kaba gücü son kerteye kadar kullanmışlardır.

Bizim gibi ülkelerde iç savaş bir yalandır ama devletin bilgisi dahilinde soykırım ve katliam olur…

Son olarak cümlemi bağlarken şu tespiti yapmadan geçemeyeceğim, meydanlarda toplanan halk ve yürüyüşte olanların tek amacı vardır otoriteye bağımlılık etkinliğidir, demokrasi mücadelesi ve demokrasi için değildir.

İsmail Cem Özkan


13 Temmuz 2016 Çarşamba

Karikatürcüler dedim ama sen üstüne alın!

Karikatürcüler dedim ama sen üstüne alın!

Karikatürcülerin önemli bir kesimi apolitiktir ama yaptıkları iş politiktir. Nasıl oluyor da bu çelişkiyi içinde barındırıyor sorusu aklımıza bir şekilde gelmiş olabilir, bu sorunun yanıtı aslında yaşadığımız toplumun kültürüne bakmamızı getirmektedir. Meslek olarak karikatürcüler de toplumun bir yansımasıdır. Toplumumuzun büyük çoğunluğu kapı kulu olarak kendisini biçimlendirmiş ve kabul etmiş bireylerden oluşmaktadır.
Yaşadığımız zaman dilimi bir kırılmayı ifade etmektedir. Ulus devletinin yerini liberal ekonominin oluşturmuş olduğu girdaplar ve krizler almış ve klasik anlamda devlet yıkılmıştır. Bu aşamada oluşmakta olan ama henüz tam olarak kurumsallaşamayan devlet kendini tam ifade edemeden oluşmuş olan girdabın içinde krizler ile boğuşmaktadır. Çatışma kaçınılmazdır, bu çatışma içinde katliamlar ve hatta soykırımlara kadar varacak cinayetler işlenmektedir. Dünya yeni bir biçime bürünürken savaş ve ölüm sanki kaçınılmaz ve tek yolmuş gibi önümüze sürülmektedir. 2. dünya savaşında sattığı ve ürettiği silahtan daha fazla silahı birkaç yıl içinde Almanya üretmiş ve satmış, içte yaşadığı ekonomik darboğazdan çıkış kapısı olarak halkına sunulmuştur. Silah üreten ülkenin kapısına mülteciler dayandığında ise güvenli bölgelerde toplama kampları kurmak ve güvenli gördüğü ülkelerin topraklarında onları tutmak politikası olmuştur. Sağ çatışmanın yoğun olduğu dönemlerde artmaktadır, çünkü insan denen hayvanın mayası milliyetçilik ile yoğurmuşlar. Bencil insan sadece kendi çıkarını düşünerek gelmekte olana karşı barikat örmektedir. Var olan devlet bencil ol, tüket fikrini beyinlere eğitim aracılığı ile işlemiş ve kullanılmış aptallar yumağı yaratmıştır. Bugün her birey şöyle ya da böyle kullanılmış aptal konumundadır. Üretmeden, düşünmeden eline verilen teknolojiyi kullanarak nefret söylemini yaymakta ve linç kültürünün üzerine benzin dökmektedir.
Kullanılmış aptallar yumağı içinde elbette her meslekten birileri var olacaktır, özelikle toplum içinde muhalefet görevi verilmiş mizahçılara özel bir ilgi gösterilmektedir. Mizah var olan tüm tabulara karşı, sınır tanımadan eleştirilmeyecek konu olmaz bakış açısı ile dünyaya bakar ve muhalefet çizgisi içinde durduğu noktadan ince bir dil ile eleştirir. Elbette bu eleştiri sınırı kişinin kendi tercihine bağlıdır, her konuda söz söylenmesi beklenmez ama bizim gibi geri bıraktırılmış, kullanılmış aptalı bol olan ülkede bu sınır kişinin kendisine karşı geliştirdiği otosansür ve dokunulmaz ilan edilen konulara dokunmamak üzerinedir. Şimdi bu kadar sansürün olduğu yerde mizah olabilir mi? Elbette olur ama sınırlıdır, var olan çoğunluk ise şarlatanların yaptığı mizah kadar olur ve etkisizdir. Etkisiz olduğu için mizah dergileri 12 Eylül faşizminin yoğun olduğu dönemler kadar satamaz ve ilgi duyulamaz hale gelmiştir. Mizah bir toplum içinde yaygınlık kazanmış ise o işlevinden kaynaklıdır. İşlevini bitirmiş bir işin eski günlerine dönmesi sadece hayalidir. Faşizme karşı dik duran mizah işlevsedir ve toplum içinde karşılığını bulmuştur. Zaman içinde mizah sadece ticari kaygı ile üretilen dergilere sıkıştırılmış balon ve anlık tüketilen metaya dönüştürüldü. Bu zaman aralığında siyasi atmosferde bizim ülkemize role uygun şekilde değişmiş ve İslami faşizm yaşantımızın tam ortasına girmiştir. İslam konu olunca geçmiş birikimler içinde nasıl tavır alınacağı bocalama geçirilmiş ve halkın milli ve dini duyguları fiilen dokunulmaz ilan edilmiş ve dokunanlara da Sivas katliamında olduğu gibi ateş ile gidilmiş… Korku her yeri sardığında mizah yaptığını söyleyenlerde kendilerince tabular üretmiştir. İslami faşizm karşısında sus pus olan mizah işlevsel olarak ortadan kalktığında yerini arabesk dergiler ve bir bavul gibi içine her şeyi sığdırılan dergiler almıştır. (siyasi partilerde uygulan yöntem kültür alanında da uygulanmaya konmuştur, dört eğilim bir partide yerini şimdilerde dergiler almıştır.) Onlar muhalefet duruşu yerine o anlık her kesin içinden bir şey bulacağı kelimelerin toplandığı balon dergiler olarak karşımıza çıkmaktadır okumayı teşvik ettiği için belki destek verilebilinir ama işlevsizdir ve toplumsal muhalefetin önünde iktidar yanında tavır almak şeklindedir. Popüler söylemler ve popüler insanların yazıları ile oluşan dergi her ne kadar kendisini muhalif gibi göstermiş olsa da işlevsel olarak iktidarın değirmen suyuna su taşır konumdadır. Aptallaştırışmış beyinleri daha da işlevsizleştirilen hazır haplar sunmaktadır. İktidarın arayıp da bulamayacağı aptal yığını bu popüler ve çok satan çuval dergiler ile hazır olarak iktidarın önüne sürülmektedir.
Bir iktidarı ve gücü desteklemekte ona biat etmekten geçmez, aksine ona muhalefet gibi durup onun değirmenine su taşımak ile mümkündür. Bugün olmayan devletinin iktidarının güçlü olmasının sebebi muhalefetin iktidara ve geçmiş devlete bağımlılık ilişkisinin olmasından yatar… Kitlesel muhalefet yapan her kurum iktidara dolaylı ya da direkt yan değneği işlevi görmüş olması iktidarın gücü ve yaptıklarının hesabının sorgulanmamasını ortaya çıkarmaktadır. Bu iktidarı yok edecek aslında bir ‘kuru kafatası’nın sarayın üzerine fırlatmaktan geçer, masal da olduğu gibi ortada ne saray kalır ne de diğer kurumlar. Yerine koyacak alternatifi olmayanlar kuru kafatasını atacak ne cesaretleri vardır ne de direnme!
Konumuza dönersek, karikatür ve mizah hiç yaşamadığı kötü dönemeci bu kırılma noktasında işlevsiz bırakılarak yaşamaktadır. Balon karikatürler, balon kadar etkisi olan küfürleri içinde barındıran iktidarı direkt ya da dolayı destek sunan karikatürler ve karikatürcüler sayesinde iktidar kendi mizahını başbakan eli ile yaratmaktadır. Onun verdiği tüyolar ile insanlar deşarj olmakta ve onun verdiği sınırlar içinde akıl fırtınası yapmaktadır. Birkaç insanın mizah adına bir şey üretme telaşı mizahın ne yazık ki onurunu kurtarmaya yetmemektedir. Bunda elbette her mizaha gönül vermiş bireyin sorumluluğu vardır, çünkü yaratılan bu ortamı elinin tersi ile itekleyip Bektaşi babası gibi dik durabilirdi…
Peki, neden Bektaşi babası gibi dik duran mizahçı sayısı az?
Bu soruya yanıt vermek sanırım en basiti, çünkü kullanılmış aptallar öyle bir şekilde çıkar ilişkisi içinde birbirine bağlanmışlar ki, yaptıkları işin şarlatanlık olduğunu bile bile başka şekilde davranacak ne güçleri ne de örgütlü yapıları var. Her koyun kendi bacağından asıldığına göre o da otosansür ve sansür ile kendisini bacağında asmaktan kurtarıyor. Mizah ama kendi dersini yüzüleceğini bile bile gerçekleri ironi ile haykırma işi olduğunu artık kimse anımsamıyor bile… Mizah, para getiren ve kaybedeceğiniz bir şeyler varsa orada mizah yerini şarlatanlığa bırakır, sadece saray soytarıları değil sarayın kırpıntısından geçinenlerde o kırpıntıyı kaybetmemek adına soytarılık yapmaya devam eder. Birçok mizahçı artık evrensel olmak adına hiç ciddi kırılmaya parmak basmadan her hangi risk faktörü olmadan kariyer yapmaya ve o kariyeri etrafında popüler olma telaşında ve sergileri bile tek başına hazırlayabilecek (başkası olursa elde ettiği pastanın küçüleceği kaygısını taşır, o yüzden ona benzerler kendi çıkarlarını kollamak ile yükümlüdür ve yalnızdırlar. Hatta hiçbir yerde ailesini bile sergi açılışına, toplantıya getirmez/ götürmez, o yalnız bir kovboydur, geçim kaynağı gördüğü yerde her daim yalnız görüntü verir.)  bilgelik içinde davranmaya devam etmektedir. Popüler olan ve solda gibi gözükene sahip çıkarak kendisini solda gösterme çabasından hiç söz etmiyorum, çünkü politik değil, örgütlü hiç değil, geçmişte yaratılan bir efsanenin kenarında durmuş olması bile yeterlidir. (şimdi birileri kendi üstüne alınabilir, polemik konusu yapabilir ama yazdığım betimleme soyuttur, somut örnek aramayın, yok.)
Mizah, Aziz Nesin ile ülkemizde bir süreliğine yok olmuş gibidir ama kökleri derinde olduğu için mutlaka yeniden ortaya çıkacaktır… Aziz Nesin deyince onun hayatı da bir mizahtır, çocuklarına bakın mizahın ironisi ile karşılaşırsınız, duruşları ve tavırları ile babalarının kat be kat çok gerisinde ticari kaygılar içinde görebilirsiniz…
Ülkemizde her kırılma dönemine uygun faşist karikatürcü çıkarmıştır, eğer tarihimize iyi bakarsanız faşist birçok insan ile karşılaşabilirsiniz. Şimdi faşistten karikatürcü olur mu diye soranınız olabilir, elbette eğer karikatür çizgi ile gülmece yapmak ise adam/kadın yapıyor, sadece iktidarı ve ırkını eleştirmiyor… Elbette bu son yazdığım ironi, ben mizahçı görmediğimi yazımın içinde kelimelerin arasına sıkıştırdım. Mizah muhalif olmak zorundadır, hangi iktidar olursa olsun ona karşı duruşu olmak zorundadır, tabuları olmaz, eleştirilmeyecek hiçbir şey yoktur… Tabuları yıkalım diye ortaya çıkan ve yazan her birey bir anlamda mizahçıdır, çünkü mizah yıkıcıdır, yerine bir şey koymak ile de yükümlü değildir…


İsmail Cem Özkan

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Yaz sıcakları…

Yaz sıcakları…

Yaz sıcakları başladığı gün çürüme de başlamıştır, çünkü çürüme olmadan yeni yaşam olmaz. Yaz sıcakları ile tarlaların yeşili sarıya dönüşür, sarıya dönüşen yerlerde ise geriye bereketin sadece tohumu kalır, kendisi artık bu dünyada başka işlevlere doğru yol almıştır.
Sıcaklar aynı zamanda kıtlık habercisidir, çünkü yeteri kadar su rezervi olmazsa o susuz olan yerlerde kıtlık kaçınılmazdır. Su, yaşamın ilk noktasıdır, su olmadan yaşam olmaz! Suya hava destek verir ama yaşadığımız çağ itibarı ile hava sanki sonsuz ve bitmez gibi gözükmekte su kıt gibi algılanmaktadır, fakat hava da sonludur ve o son insanın yarattığı dünya ile hızlı bir şekilde yakınlaşmaktadır.
Havanın kıtlığı dinozorları yaşamdan kopup alması gibi insan da yeni atmosfer içinde yok olup gitme tehlikesi içindedir. Eğer insan denen canlı bu dünyadan yok olursa, büyük olasılıkla yeni bir döngüde başka canlılar bu dünyanın hakimi ve havanın efendisi olacaktır. Hava mutlaka önemlidir ama yaşadığımız zamanın efendisi ve kıtlığın sembolü sudur.
Suyun sonsuz olmadığını bize anımsatan sıcaklar ve güneşin doğrudan coğrafyamıza yansımasıdır.
Yaz sıcakları aynı zamanda insanın yapısına da müdahale etmektedir, sıcakların dayanılmaz olduğu ortamlarda birden o ortamda yaşan insanların bir biri ile kavga etmek için sebep aradığı ve incir çekirdeğini doldurmayan meseleler yüzünden bir birinin üzerine toprak serptiğine şahitlik etmekteyiz.
Sıkışmış bir otobanda ölen insanların haberi artık bizim için yabancı değildir, arabası içinde susuzluktan ölen insanlar. Kerbela çölünde ölen insanlar gibidir, bir nebze olarak geçmişin değişmiş halini yaşatırlar.
Ülkemizin konumu itibarı ile hava akımlarının geçiş noktasıdır, tıpkı göçmen kuşlar gibi. Göçmen kuşların yolları üzerinde şimdilerde havadan elektrik üreten res’ler yer almıştır. Kendisini havanın akımına ve döngüsüne bırakarak binlerce kilometre giden kuşların önünde en büyük engel bu yel değirmenleridir. Bu değirmenler hem hava döngüsüne küçük küçük müdahale etmekte ve aynı zamanda dünya döngüsünün de rotasına küçük sapmalarına neden olabilecek güç biriktirmektedir. Geçmişin büyük barajları dünya döngüsüne ve hava koşullarına müdahalesi yıllar sonra anlaşılması ve bu tehlikeli oyundan vazgeçilmesi insanlık için bir derstir. Ama aynı dersi yeni enerji kaynaklarından almamakta ve kendi bencil çıkarı için dünyada kendisi dışında yaşayanların tüm yaşamlarına açıktan ve pervasız olarak müdahale etmektedir.
İnsan yarattığı sistem her şeyi tüketmekte ve tüketimin sonun olmadığını düşünmektedir. Bu sonsuz gibi duran her kaynak sonludur ve o son kısa zamanda insana sonuçlarını hissettirmektedir.
Yaz sıcağı yarattığımız şehirler ile kendimiz için oluşturduğumuz bir cehennem ateşidir. Şehir enerji üretirken dışarından gelen enerjiye de büyük katkılar sunarak olması gerekenden fazla hissedilen enerji ortaya çıkarmaktadır. Daha fazla enerji ile müdahale olarak önümüze getirilen tüketim araçları da daha fazla havayı ısıtmakta ama bulunduğumuz kapalı ortamı serinletmektedir.
Dünyamızın atmosferi bir klima konuma getirilmiş ve bu ısıdan artık kaçacak bir atmosferimiz de yoktur. Ben tüketmiyorum o yüzden benim atmosferin sağlam kalacak fikri yoktur, çünkü bir bütünün bir parçası feragat etmesi o atmosferin bozulmayacağı ve yok olmayacağı anlamı yoktur. Gelişmiş kapitalist devletler ve o coğrafyada yaşayanların hayat standartlarının yüksek olması alsında bizim sonumuz ortaya çıkaran felaketlerden başka bir şey değildir. Onlar pervasızca ve kendi bencil dünyaları içinde yarattıkları ortam içinde yaşadıklarını sanırken, onların yaşam kalitesini yüksek tutmak için canla başla çalışan geri kalmış ülkelerin insanları, ölüm ve sarı sıcağın yaratmış olduğu kıtlık ile mücadele etmektedir.
Mültecilik bu yaşam alanın kıt olduğu ortamda ortaya çıkar.
Savaş, kıtlık mülteci yaşamın temelidir.
Mülteciler durduk yere yurtlarından yola çıkıp binlerce kilometre uzaklıkta ki yaşam kalitesi yüksek olan yerlere doğru yol almazlar. Çünkü o kaliteli yaşamın olduğu yerlerde yaşamın kalitesi kendi kıtlıklarının sonucudur.
Kıtlığı yaratan, yüksek yaşam kalitesi içinde yaşayanların pervasız ve düşünmeden kullandıkları klimalar ve diğer araçlardır. Şimdiler de doğayı koruyan araç üretme yarışına girdiler, yok arabanın gaz borusunu ölçüyorlar filan, onlar da bu kıtlığın birincil sebebi kendilerinin yaratmış olduğu ortam olduğunu biliyorlar.
Gelmekte olan mülteci dalgası karşısında hayret ve şaşkınlık ile karşılayanlar ve sonra bu göç dalgasından nasıl ve hangi düzlemde verimli şekilde faydalanırız düşüncesi kapitalizmin ortaya çıkarmış olduğu tüketim kültürünün sonucudur. Şimdi bu kirli politika ve arzular politik arenada tartışılmaktadır.
Mültecilere oy hakkı tartışması tamamı ile iktidar mücadelesi yapan ahlaksız ve ilkesizlerin yaratmış olduğu bir ortamdır.
Mülteciler birer oy rakamı değil, hangi koşulların sonucunda hayata tutunmak isteyen ve yaşadıkları coğrafyaya uyum sağlayan insanların vatandaşlık hakkıdır. Her vatandaş yaşadıkları coğrafyada seçme ve seçilme hakkına sahip olmalıdır, çünkü onların kaderini çizenler onların oyları olmadan iktidar olanların paradigmalarıdır.
Göçmenlerin geri iadesi ve toplama kamlarında tutulması bir yaşam hakkına müdahaledir. Tıpkı onların yaşadıkları toprakları soyan, sömürenlerin yaratmış olduğu kıtlık ortamıdır. O ortamın yaratımından hepimiz bir anlamda sorumluyuz ama kimse bu sorumluluğu almak niyetinde değil, çünkü yaşam kalitesi bu sorumluluğu reti üzerine kuruludur.
Yaz sıcakları başladı ve çevremizde anlamsız kavgalara şahitlik ediyoruz. Sıcaklar insanın duygusunu ve davranışını değiştirecek kadar etkilidir, tıpkı doğanın akışını yok eden ve yeniden çizmesi gibi… Hiçbir şey sonsuz değildir, bir noktada o son birden karşımıza çıkar…
İsmail Cem Özkan


28 Haziran 2016 Salı

Gazetecilik!

Gazetecilik!

Gazetecilik kelimesinin altı boşaltılalı yıllar oldu. Irak işgali sırasında yeni bir kelime literatüre girdi; ‘embedded’ iliştirilmiş gazetecilik… Gerçi o günden öncede gazete mesleği devletin ve sermaye sahiplerinin çıkarı yönünde işletilmiş ve o amaçla kamuoyu oluşturmak için kullanılan bir araç işlevini hep korumuştur. Devlet topluma tam hükmettiği dönemler (diktatörlük döneminde) ve biçimlendirdiği günden bu yana gazetecilik mesleği meslek olarak varlığını korumakta ama gerçek anlamda gazetecilik tarihin karanlık kuyularında bir anı olarak varlığını korumaktadır. Göreceli demokrasilerde de meslek olarak sadece patronun çıkarı yönünde haberleri görmeye ve yazmaya gazeteci teşvik edilir. Diğer olaylar ve birbiri ile bağlantılı olaylar genelde satır arasına alınarak üstü örtülür ya da toplumun önüne hiç çıkarılmaz. Magazin haberler her zaman medyanın gözbebeğidir, çünkü okuyucu bu sayede ülkede var olan gelişmelerden uzak tutulur ve onların algısını başka yönde tutarak meclisten geçen bir karar hiç kamuoyunun önünde tartışılmadan geçer ve zaman içinde bu karar uygulanır. Normal şartlar altında toplumda büyük tepki duyulması gereken kazanılmış hakların geri alınması süreci medyanın bu görevi tam yerine getirmesi ile mümkün olmuştur. Peki kazanılmış hakları elden giden kesimin medyası bu arada ne yapıyor olabilir? Kitleye ulaşmayan haberler ile kendi içinde gözyaşları döktüğüne şahitlik edersiniz… Sessiz ve tepkisizdir. Geri dönülmeyecek konumuna geldiğinde artık ses çıkarmanın fazla bir anlamı kalmaz, çünkü hakları alanlar gelecek tepkilere karşı hukuki önlemlerini çoktan almışlardır…
Son yıllarda ülkemizde gazetecilere karşı sistemli bir saldırı olmaya başladı ama mesleki açıdan baktığımızda zaten ülkemizde gazetecilik mesleği ulusal çıkarlar ile sınırlı bir çerçeve içinden dünyaya bakma şeklindeydi. Haksızda olsalar ulusal çıkar onu gerektiriyor diyerek kötü olayların üstü örtülür. (Galatasaray ile Leeds United takımları arasında yapılan UEFA kupası yarı final karşılaşmasını izlemek için İstanbul'a gelen İngiliz taraftarlardan Kevin Spelight ile Christopher John Loftus, 5 Nisan 2000 tarihinde Taksim'de çıkan olaylar sırasında hayatını kaybetmişti.) 6 Nisan 2000 tarihli medyanın başlıklarına bakarsanız o dönemde bu cinayetin üstü ulusal çıkarlar ile örtülmüştü… Cinayetin işlendiği günün akşamı medyanın canlı yorum programlarda yine aynı şekilde suçlu ölenler ilan edilmişti… Sadece bu örnek ile sınırlanamaz, siyasi olaylara bakış da aynı şekilde tepkiler ile karşılaşılır. Dersim Katliamı süresi içinde çıkan sağlı sollu tüm medya dersim dağlarında kuyruklu ve kıllı insanlardan bahsetmiş olduğunu o dönemin gazetelerini alarak görebilirler. Hatta o kadar ileri gidilmişti ki, dizi yazılar bile hazırlanmıştı… Fotoğraflar ile desteklenen yazı dizileri ibretlik olarak bugün yeniden basılması gerek…
Gazetecilik suç değildir!
Son günlerde daha sık duyduğum bir slogan (cümle) dikkatimi çekti ve üzerinde düşünme gereği duydum. Bana göre bir şey tersti ve o terslik nereden kaynaklanıyordu? Doğru gibi gözüken cümlede beni rahatsız eden neydi?
Gazetecilik suç değildir cümlesi biraz kafamı kurcaladı sonunda doğru gibi gözüken ama yanlış bir cümle olarak bunu bulmuşlar dedim... O kadar yanlış bir cümle ki kendi içinde kendisini yok edecek örneği barındırıyor! Düşünün, gazetecilik yaptığını iddia eden birçok meslek erbabı var ve nerede çalıştığına bakılmadan aynı kategori altında toplanıyor. Ülkemizde başbakanlık memurunun verdiği bir kağıt parçası ile meslekli oluyorsun… Resmi bakış içinde devlet adına çalışan ve devletin gözlüğünden bakan ‘embedded’ insandır gazeteci... Onu ret ettin mi zaten gazeteci olmaz terörist filan olursun resmi söylem içinde... Ülkemizde o yüzden gazeteci sayısı sorulduğunda sürekli değişik rakamlar ortaya çıkar… Öldürülen gazetesi rakamları da tartışmalıdır ama ben tartışmam! çünkü benim duruşuma göre bellidir gazeteci...
Gazeteci, rejime, sisteme adapte olmadan muhalif duruşu ile olaylara bakma yetkisini gösteren ve bunu haberleştirendir. Karikatür gibi gazetecide muhalif olmak ile yükümlüdür. Örneğin, ünlü bir sanatçıya, popüler bir insana hayran birinin hayran olduğu sanatçı/popüler ile röportaj yapması röportaj olmaz ancak güzelleme olur… Siyasi olaylara bakış da öyledir.
Ülkemizde, iktidar tarafında yer alan gazeteciler iktidarı övmek, muhalefet ise durduğu yere göre iktidarı yermek ile yükümlüdür gibi algılanıyor ve her ikisi de yanlıştır, çünkü gazeteci siyasetçi değil, habercidir...
Gazeteci, haberi yazarken bazı şeylere dikkat etmek ile yükümlüdür, o yüzden gazetecilikte temel olarak gösterilen 5N1K (haberin öğelerini oluşturan "ne? ne zaman? nerede? nasıl? neden? kim?" sorularını içerir. + günümüzde nereden sorusu da eklenir) kuralı yazma kuralı içinde yerini alır ve orada belirtilen sorulara cümle içinde yanıt verilmesi gereklidir.  Gazeteci olayı alır, süzgecinden geçirirken yandaş olmamaya özen göstermesi şarttır...
Ülkemizde resmi söyleme göre binlerce gazeteci vardır (her sene üniversitelerden gazeteci diye diplomalı yetişmiş eleman çıkar) ve gazetecilik eğer suç olmuş olsaydı, o zaman çalışan gazeteci olmazdı.
Haber merkezine bağlı, haber merkezinin yönlendirmesi ile gazetecilik (muhabirlik) yapmak olarak algılandığı dönemimizde gazetecilik zaten suç değildir, suç unsuru zaten ortadan kalkmıştır... Peki, neden onlarca gazeteci cezaevinde yatmakta veya sorgulanmaktadır? Bu sorunun yanıtı resmi söyleme bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz, çünkü onların suçu muhalefet olmakta yatıyor ve iktidara göre tüm muhalifler potansiyel suçludur. Araştırma görevlisi suçlu, eğer muhalifse... Öğretim üyesi suçlu eğer muhalifse... Öğrenci suçlu eğer muhalifse... Doktor suçlu eğer muhalifse... Demek ki hiç bir meslek suçlu değil, suçlu olmak ortak özneye bakarsanız muhalif olmak...
Ülkemizde muhalefet yapanlarında (kitle örgütlerinde) üzerine düşünülerek doğru sloganlar üretemediğini düşünüyorum... Çünkü doğru sloganlar üretmiş olsalardı toplumun geniş kesimini harekete geçirebilecek bir kıvılcım olmaları gerekliydi ama tereciye tere satmaktan başka işlevi olmayan sloganlar ile muhalefet yapıyormuş gibi yapıp aslında rejime dolaylı destek sunuluyor...
Halkın geniş tabanına ulaşmayan ve doğru algı oluşturmayan her slogan ölüdür, tıpkı “gazetecilik suç değildir” sloganında olduğu gibi… Halk bakıyor Show Tv ya da ne bileyim Fox Tv (adları bile yabancı ama yerli sürüm sorun yok!) haber yapıyor, muhabiri canlı yayına bağlanıp siyasi analiz bile yapıyor... Halk bunu görüyor ve diyor ki; “hani suçluydu, bak adam işini layıkıyla özgürce yapıyor”... Ne oldu bu sefer slogan bataklığa düştü... Bataklıkta debelenen cümleler kendisi ile birlikte o kelimelere takılanları da derinliklere çekiyor, yalnızlaştırıyor.
 Kısaca, o sloganı kullanan sadece kendisine propaganda yapıyor. Aynanın karşısına geçmiş işte bağırıyor konumunda… Kişisel olarak ben anlıyorum o slogandan ne bahsedildiğini ama benim anlamamın pek kıymet-i harbiyesi yok...

İsmail Cem Özkan

20 Haziran 2016 Pazartesi

Kurtuluş sözlü tarihini oluşturuyor!

Kurtuluş sözlü tarihini oluşturuyor!


Bazı kitaplar elimizde olan ve okumakta olduğumuz kitabın önüne geçebilir, bu okuyanın ilgi alanı ile ilgilidir. Kurtuluş Örgütü 40. yılını doldurmuş ve ‘Kurtuluş Kendini Anlatıyor, Kurucular I ve II*) kitapları kısa bir süre önce yayınlandı. Kitap tanıtım toplantısını İstanbul’da yaptılar. Ben de o toplantıya gözlemci olarak katıldım ve orada elde ettiğim kitabı henüz yoldayken okumaya başladım. Çünkü kurucu üyelerden ve üyelerden birçoğunu dostluk ilişkisi içerisinde zaman içinde tanımıştım. Elbette, benim tanıma sürecim 12 Eylül öncesi mahallemizde oturan Kurtuluşçular ile başlar. Yabancısı olmadığım bir örgütün 40 yıl sonra yaptığı tarih çalışması elbette ilgimi çekmişti.
Kurtuluş örgütü kırk yıl önce bir cezaevi süreci içerisinde başlayan dostluk – yoldaşlık (68 kuşağında dostluklar önemli yer tutmaktadır, her ne kadar yoldaş da olsalar dostluk ve insani ilişkiler öne çıkabilmektedir.)  ilişkisinin yoldaşlık ilişkisine dönüşmesi sürecinde oluşmuş. Bir birine güvenen, yenidünya perspektifi oluşmakta iken bu sürecin basamakları okumuş olduğum iki ciltlik kitapta ayrıntılı bir şekilde işlenmiş. Her bir kurucu kendi duruşuna göre olayları yorumlamış. İlhami Aras, Ali Demir, Şaban İba, Mahir Sayın, Mustafa Kemal Kaçaroğlu, İsmet Öztürk ve Doğan Tarkan Kurtuluş Örgütü kurucuları duruş noktalarına göre ve o gün ki algılayışlarını da eleştirel bir göz ile sohbet ve soru yönlendirmesi eşliğinde okuyucuya içtenlikle sunmaktalar.
Her biri kendi gözlemleri ve algılarına göre aynı olaya farklı bir açıdan yaklaşmışlar. Örgüt içinde oluşan ve var olan ayrışmalar, farklı tepkiler, 12 Eylül öncesi zorunlu olarak sürüklendikleri siyasi ortam ve o ortam dışında yapmayı planlandıkları ama zamanı ‘iyi kullanmamaktan’ kaynaklanan geriye düşüşler. Tespitler yapılıyor ama o tespite uygun örgütsel esneklik sağlanamaması içtenlik ile her bir kurucu kendi açısından aktarıyor. Sadece içinde bulundukları, dedikoduya kaçmadan, yaşadıklarını anlatıyorlar. O şöyle demişti, bu böyle demişti dedikodusuna kaçmadan ve bir birinin hakkını vererek duruş noktalarına göre ince göndermeler ile eleştiri oklarını sakınmadan kullandıkları başarılı sözlü tarih olmuş. Resmi Kurtuluş Örgütü tarihi dışında kurucuların bakışı ile sübjektif bir tarih artık elimizin altındadır. Araştırmacılar resmi Kurtuluş Örgütü tarihi  (Kurtuluş Siyasi Dergi ve o dönem içinde çıkarılmış el ilanları, afişler, haftalık dergi, aylık dergi, yeraltı yayın organı, yurt içi ve dışında yayınlar, örgüt içinde yapılmış kongre ve konferans, Merkez Komite Tutanakları…) dışında oluşturulmuş olan bu sübjektif tarih ile zengin bir kaynağa kavuşmuş oldular.
12 Eylül öncesi ve 12 Mart sonrasını daha iyi anlayabilmek ve o dönemde örgütlenme ve insan ilişkilerini yakalayabilmek için sol pencereden açılmış bir fırsattır. Her şey yolunda gider gibi gözükürken, önceden tespit edilmiş 12 Eylül faşist darbesi söz konusu edilmişken, darbe geldiği gün ve sabahı yaşanan olayları kurucuların gözü ile başka bir alandan görme imkanına eriyoruz, çünkü kabaca bizim yaşadıklarımız ile örgüt liderlerinin yaşadıkları ve onların tepkisi farklıdır. Biz onlara göre daha az sorumluyuz ve bizim saklayacağımız, yönlendireceğimiz fazla bir şey yokken, örgüt liderleri birden kendi ağırlıklarının çok üstünde bir yükün altına girdiler. 12 Eylül darbesine kadar olan süreçte sağlı sollu beş bin insan ölmüş, ülke cephelere bürünmüş, katliamlar ve sokak cinayetleri artık sıradanlaştırılmış, ki darbe için ortam oluşturulmuş, bu süreç içinde taraf olan ve muhatap olanların yaşadıklarına lider kadroların gözü ile bakıyoruz.
THKP-C’si lider kadrosunun toprağa düştüğü süreç içerisinde onun devamı olan kadrolar o dönemde cezaevinde süreç hakkında tam bilgiye sahip olmadan, geçmişin analizlini yapmaktadır. ‘Öncü Savaş’ kavramı sesli olarak eleştirirken, öte yandan yeni bir ayrılığın tohumu ekiliyordu. 12 Mart yenilgisi kesin olarak ortaya çıktığında ve af yasası ile cezaevleri boşaldığında, o dönemin radikal gençlik örgütünün yaşayan kadroları yeni yol ayrımına gelmiş ve birden aynı kökten ama farklı ideolojik zemin üzerinden örgütlemeye giriştiler. Aslında girişmek yanlış bir kelime zorunlu oldular, çünkü yaşam boşluk kabul etmiyordu ve yeni ortam geleceğe doğru adım atacaklara ilk adımı zorunlu kılmıştı. İlk adım atmadan kendi köşesine çekilenler çekilmiş… Gençlik içinde arayışlar birlik zemini üzerinden tartışmalar ve fikir alış verişleri üzerinden yürütülürken, yan yana olduğu düşünülenler başka bir kulvarda dergi çıkarmak ile ayrılıyor, bunun yaratmış olduğu bir hayal kırıklığı ve ‘artık baş başa kaldık, yapacak başka şey yok, yola çıkalım’ içgüdüsü ile geri kalanlar da örgüt olmadan önce hareket olmak için yapılanmaya gidiyorlar. Önceleri geçici olarak kurulan yapılanmalar kurumlaşma yolunda adım atıyorlar. Kendilerinden önce dergi çıkaran ve gençlik içinde büyük bir taban bulan Devrimci Gençlik onların önünde bir rol modeli olarak ortaya çıkmıştır. Onlar ile aynı zemin ve benzer düşünceleri savunarak (her ne kadar söylemde fark olsa da pratik söylenenlerin yerine geçmişin eleştirisini oluşturuyordu.)  kamuoyunun önüne önce bir bildiri arkasından dergi ile çıkıyorlar… Devrimci Yol dergisini çıkaracakların ilk adımı Devrimci Gençlik Dergisidir. Ve bu dergi birlik arayışlarını daha sonra kendilerine Kurtuluşçu diyenler için birlik toplantıları bir anlamda sonlandırması ve örgüt kurmak için adım atılmasını zorunlu kılmış. Devrimci Yol – Kurtuluş ayrılığı Kurtuluşçular ile başlangıç noktası kabul edildiğini bu kitaptan öğreniyoruz. O ayrılık bir anlamda dostlukların yeniden adlandırıldığı ve altının doldurulduğu, dostluğun ötesine geçen yoldaşlık ilişkisine doğru evirilmesidir. İki kitabın içeriğinde bu ayrılık ayrıntılı olarak işlenmekte ve kişilik tahlillerine kadar bilgi bulunmaktadır.
Yetmişli yıllar anti faşist mücadelenin yükseldiği yıllardır ve yaşam; o yıllarda örgüte katılanlara bir çok şeyi yaşama imkanı vermeden silahlı mücadelenin içinde bulduğu zaman birimidir. 68 kuşağı gibi tercih ile değil, zorunluluk ile bir hareketin içinde taraf olma ya da karşı olma daha doğrusu kendisini tanımlaya rakip gördüğü harekata göre yaptığı süreçtir. Aynı kökten gelen Devrimci Yol ülke çapında ve gençlik içinde önemli bir örgütlü güce ulaşırken Kurtuluş Harekatı bu kulvarda biraz daha geç başlamasının zorluklarını yaşamaktadır. Fakat duruş noktaları ve örgüte bakışları da artık farklıdır. En önemli farklılık Kürt sorununa bakış açısındadır. Kurtuluş Kürdistan örgütü kurmak için adımlar atmakta ve ona yönelik yapılanma çabasındadır ama süreç bunu pek olanaklı kılmamış. Kürdistan örgütleri arasında bir Türk devrimci harekatının ayrı bir seksiyon örgütü olarak var olması zordur, kadro harekatı için yetişmiş bir bakış açısı olsa da kadro sorunu bunu 12 Eylül darbesi sürecinde yarım bıraktıracaktır.
Sol içi çatışmalardan Kurtuluş’ta örgütlülüğü artığı oranda kendi payına düşeni alacaktır. Tarihe damgasını vuran aynı kökten gelen ve aynı kesimlere seslenen Devrimci Yol ile kanlı çatışmalara sahne olacaktır. Karşılıklı kadroları ölecek ve yararlanacaktır. İki örgüt arasında iletişim eksikliği çatışmalara zemin hazırlayacaktır. Rekabet koşulları sol içinde çatışmayı körüklerken o dönemde çatıştıkları esas kesim faşistler ve devlet güçleri hiçbir şekilde bu çatışmanın arasına girmemiş ve “yesinler birbirlerini” diyerek uzaktan izlemek ile yetinmişler.
Kurtuluş örgüt olduktan sonra da birlik ve beraber iş yapma arayışları olmuş olsa da buna zaman ve olaylar izin vermez, insanlar gelmekte olan darbenin rüzgarına bağlı kalarak savrulmaktalar. O dönemde var olan tüm sol yapılar gelmekte olanı işaret etmiş olmalarına rağmen ona göre örgütsel yapılarını konumlandıramamış, örgütsel yapılarını dönüştürememiştir, çünkü günde en az on kişinin öldüğü zaman diliminde kimse bu değişimi yapacak örgütsel bağa sahip gibi gözükmüş olsa da yapacak bir nefeslik zaman bulamamışlardır.
Doğan Fırtına, “ben devrimcinin katili olacağıma o devrimci benim katilim olsun; ben devrimci katil olarak yaşayamam.” lafını Mahir Sayın sürekli anımsatmasına rağmen ne yazık ki sol içi çatışmada bu söz o dönem çatışma koşulları içinde havada kalmıştır.
Kolektif önderlik o dönemin örgütlerinin seçmiş olduğu bir örgütlenme biçimidir. O dönemde çoğu şey en azından polisin gözünün önünde oluyordu. Polis bütün örgütlerin lider kadrosunu tanıdığı ve ona göre operasyonel çalışma yaptığını 12 Eylül ile görecektik. 12 Mart darbesinden ders alan darbeciler o tecrübe ile en tehlikeli gördükleri örgütlerden başlayarak merkezi operasyonlar düzenlemiş. Kurtuluş bu süreç içinde diğerlerine göre daha şanslıdır. Darbe sonrası “geri çekilme taktiği” adı altında kendisini korumaya almaya çalışmış… İki merkez komite üyesini (yayınlardan sorumlu) darbenin ilk aylarında yurt dışına çıkaracak örgütlü yapısı olmasına rağmen işler teoride olduğu gibi gitmeyecektir. Merkez komitesi üyeleri yurt dışına çıktığında ya da cezaevine girdiğinde merkez komite üyeliği tüzük gereği sona ermektedir. Onların yerine gelen merkez komite üyeleri ise geçmiş işleyişten birebir haberleri olmaması işleyişte kopukluk yaratmıştır. Her üye kendi duruşuna göre ve acil ihtiyaçlara göre karar almakta ve iletişimden ve lojistikten kaynaklı habersiz kalmışlardır. Yurt dışında çıkan bir dergi ayrılık olarak algılanmış ve o algılayışlar örgütsel zaaflara yol açmış…
Örgüt kendisini koruma altında almış olduğu karar gelmekte olanı biraz ötelemiş olsa da diğer örgütler gibi hemen değil ama zaman içinde dağılmaya ve yenilgi sürecini yaşamış.
Yenilgi sonrasında bu kitap örgütsel ayrılığı ayrıntılı olarak işlememektedir. O sürece kısaca dokunulduğu ama ayrıntısını başka bir çalışmaya bırakılan bir noktadır…  
Kitap başlamış ve bitmiş bir harekatın yaşadıklarını sübjektif tarih bilgisi eşliğinde yalın, abartısız, tahlilleri tamamı ile anlatanın duruşuna göredir… İki ölen merkez komitesi üyesinin (Doğan Tarkan ve İsmet Öztürk) tekrar gözden geçiremediği ama olduğu gibi alınan tutanaklar bu kitapta yer bulmaktadır. Tekrar gözden geçirdiklerinde mutlaka bir şeyler ekleyip çıkaracaklardı ama bütünü bozan görebildiğim bir anlatım yok…
Kitap da bulabileceğiniz birçok ayrıntı var, elbette duruş noktanıza göre bazı ayrıntılar sizin için önemli olabilir. Geçmişin değerlendirmesi yapılırken o dönemde yer almış örgütler ve o örgütleri oluşturan merkez (çekirdek) kadronun anıları önemlidir.
Tarih resmi yazılabilir ama karşılaştırmalı tarih araştırması yapanlar için bu anılar çok önemlidir.
Bir örgütün tarihini incelerken, rekabet içinde olduğu ve çatıştığı Devrimci Yol’u anlamak için Kurtuluş kuruluş sürecini ve 12 Eylül’e giden sürece bakmak önemlidir, bakılmazsa büyük bir eksiklik olur düşüncesindeyim.
Kurtuluşçular da kendi tarihlerini başka örgütlerin içinde yer almış lider kadrosunun anılarını okuyacaktır. Çünkü o dönemde devrimci olanlar üstelerine düşen görevi yapmıştır ve birbirlerinden etkilenmişler ve bir birileri ile rekabet içinde olmuşlardır.
Düşünce yapısı, çatışmaları, ortaklaştıkları noktalar, duygusal tepkileri hepsi bir bütünün parçasıdır. Tek bir paçayı doğu kabul ettiğinizde orada tarih size birçok şeyi yalan söyler... Tarih size yalan söylemesini istemiyorsanız, resmi tarihi yazılarını ve belgelerini araştırmacı göz ile okuyun, çünkü resmi tarih ve söylem sadece bir bütünün parçasıdır.
Yenilgi süreci ve bugün bir türlü ayaklarının üstüne kitlesel olarak basamayan yapıların sorunları geçmişin ilişkilerinde yaratılmış sorunlar ve çatışmalar da duruyor… geçmiş ile gerçek anlamda yüzleşmeyenler eteklerine biriktirdikleri taşları fırsat bulduklarında birlik için değil ayrılık için kullanarak bir birlerini suçlamışlardır.  Bugün geçmiş ilişki içinden gelen ve bir birine selam vermeyen, görüşmeyen birçok devrimciyi görmemiz şaşırtıcı değildir. Bunun temelinde geçmişin acılarının yaratmış olduğu travma ve o travmanın gerçek anlamda analiz edilememesinden kaynaklanıyor. Elbette kişisel olarak birçok insan hata yapabilir, hata yapılmamış olsa zaten yenilgi olmazdı. Her türlü yenilgide hepimizin biraz da olsa katkısı vardır, fakat bu katkıyı görmezden gelip kendi düştüğü durumu ve yaşadığı acıyı başkasını suçlayarak kurtulmaya çalışmak, sahip çıkılmadı, bizi ortalıkta çaresiz bıraktı diye suçlamak işin en kolaydır. Elbette örgütler bütün kadrolarına ve sempatizanlarına ve onların ailelerine sahip çıkabilecek güçleri olsaydı, ne yazık ki yenilgi sürecinde her birey bir şekilde feodal ilişkiler içinde kendi ailelerinin katkıları ile bir şekilde ayakta durmuş ve ortak oluşturdukları bütçe ile bir nebzede olsa parçalı olarak yararlanmışlardır. Örgüt duygusal olarak devam etmiş, aidat duygusu bireylerde hep var olmuş olması örgütün olduğu anlamına gelmiyor. Ne yazık ki bu yaşanan yenilgi süreci dağınıklığın temel birikimini yaratmıştır. Onun üstüne ideolojik olarak zayıflama ve Sovyet sisteminin tamamı ile tarih sahnesine yer alması ayrı bir basınç uygulamıştır. Her ne kadar bireyler bu saldırılar karşısında dik durmak için çareler aramış, bir birinden habersiz yayınlar çıkararak nefes alabilecekleri ortam yaratmış olsalar da bugün yaşanan dağınıklığın ne yazık ki önüne geçilmemiştir. Kurulan ve dağılan ve yeniden kurulan bir araya gelmeler her ne kadar yasal parti, dernek, vakıf adları ile olsa da sadece geçmişin aidat duygusu ile orada olunduğu gerçeğini ortadan kaldıramıyoruz. Aynı kökten gelenler sorunlar karşısında ortak tepkiler vermesi bir kültürün varlığını ispat eder ama o kültür ne yazık ki eteklerde birikmiş taşları ortadan kaldırmaya yetmiyor.
Her devrimcinin yapması gerekeni zamana ve zamanın ruhuna bakarak anlaşılır kılmak önemlidir, bugünden bakarak birilerini suçlamak kolaydır, ama o dönemi suçlayıcı değil anlamaya dayalı anılar okumalıdır diye düşünüyorum. Eğer anlayabilirsek o geçtiğimiz yollardan bir daha karbon kağıdı lekesi ile geçmeyiz…

İsmail Cem Özkan

* Kurtuluş Kendini Anlatıyor. Kurucular I ve II, Dipnot Yayınları – Ankara, 2016


18 Haziran 2016 Cumartesi

Test etmek!

Test etmek!

Test etmek siyasi literatürümüze bir operasyon öncesi, hedef kitlenin gücünü ölçmek amaçlı küçük operasyon olarak geçmiştir. Her darbe öncesi ve büyük operasyonlar öncesinde devlet erkini elinde bulunduran ya da silahlı gücü elinde bulunduranlar hedef kitlenin direnme gücünü birçok amaçlı şekilde test eder. Bu savaşın genel kuralıdır. İç savaş konumunda olan ülkede genelde bu testler devlet erki tarafından örgütlü ama örgütsüzmüş gibi, tesadüfmüş gibi hava verilerek yapılmaya çalışılır ama siyasi irade eğer o testten başarı görmüşse artık onu tutana aşk olsun, her türlü algı ile oynayarak amaca hizmet eden kamuoyu oluşturulur. Kamuoyu ise medya aracılığı ile yaratılır ve artık o gerçekleştiğinde “bakın doğruyu bu medya grubu yazıyor” ya da “şu yorumcu bildi” diyerek o testin psikolojik olgusunu birden kahraman ve sözü dinlenen biri ilan eder (Fuat Avni böyle ihtiyaçtan üretilmiş sanal bir kahramandır.) …
Bir gün bir ülkenin başbakanı ya da yetkilisi kalkıp iç savaşa bile hazırım diyorsa bilin ki orada toplumun iç dinamiklerini psikolojik açıdan test ediyordur, kim, hangi grup ya da katman nasıl/ne kadar karşı çıkacak... Toplum kesimlerinin içinde ince bir ayar vardır, o ayar ile iktidarda kalmak için oynayacağım diyordur.  Kanlı bir geleceğin ön ayak sesleridir. Kapalı kapılar arkasında yapılan programlar ve stratejiler hayata denk düşmez genelde, çok karmaşıktır. Hayat içinde ve nereden hangi dengenin bozulacağını kimse hemen hesaplayamaz, çünkü bunu yapabilmesi için elinde güçlü teknoloji, silah ve ‘embedded’ kullanabileceği medya olması gereklidir. İç savaş koşullarında medya artık devletin medyası değil, direnenlerin medyasıdır ve daha çok izlenir. Resmi açıklamaların hepsinin yalan olduğu en ücra yerde yaşayan da bu durumu en kısa sürede algılar. O yüzden “iç savaş koşullarında ben hazırlıklıyım” demek sadece “ben iktidarım için maceraya atılmaya hazırım” demektir ve kaybedeceği artık ne çocuğunu düşünür ne de o güne kadar biriktirdiği maddi kaynaklarını. Hepsini harcayarak büyük olasılıkla sonu kanlı olacaktır.
İç savaşta galip gelen devlet değildir, çünkü kazanan hangi taraf olursa olsun devlet değişecek ve uzun süre yaşanan travmayı üzerinden atlatamayacaktır. İç barış geçici sağlansa da savaş koşulu her zaman oluşmaya hazırdır ve parçalanma kaçınılmazdır. Savaş var olanın parçalanarak yeniden sınırların oluşması demektir ki, ülkemiz öznelinde Osmanlıdan bugüne kadar kaybedilen renklerin içine başka renklerin de katılması anlamına gelir.
Türkiye kısa tarihi içinde iç savaşı gördü, kanlı bir cephe savaşına doğru eğrildi. Gerçi bunu devletin yeniden biçimlendirilmesi için yapılan bir iç savaş olduğunu bugün yaşadığımız sonuca bakarak söyleyebiliriz. İç savaş koşulları yine başka bir hesaplaşma olarak gündeme gelen darbe sonucunda oluşturulmuş atmosfer ile ilintilidir. Her toplumsal olayın bir geçmişi vardır ve o geçmiş geleceğin hangi rotada gitmesini isteyen erklerin bilgisi dahilinde olmaktadır. Türkiye kurulduktan sonra bir kaç defa amacı, hedefi ve işleyişi yeniden gözden geçirilmiş ve evrensel olarak değişen siyasi atmosfere paralel şekilde değişime uğramıştır. Latin Amerika ülkelerinde başlayan bir darbe koşulu dalga olarak bizi de aynı yıllar içinde vurması tesadüfi değildir, çünkü Amerika’nın (kapitalist güç) etkisi altında olan ülkeler genelde benzer siyasi çalkantıları yaşamıştır. Karbon kağıdında çoğaltılan siyasi projeler bir biri arkasına ülkelerin içinde iç savaş olarak uygulanmış ve bu stratejiyi planlayanların amacına hizmet edecek şekilde uygulanan ülkelerin devlet yapısı değiştirilmiştir.
Devletimiz sabit ve durağan değildir, sürekli iç dinamiklere rağmen dıştan gelen bir dalganın etkisi ile değişime uğramış ve toplumsal çalkantılar ve kırılmalar buna bağlı olarak olmuştur.
“Your boys have done it” (senin çocuklar işi bitirdi ) sözü bizim yakın tarihimiz içinde önemli bir kırılma sonucunda karar mekanizmasında söylenen bir sözdür ve yoruma açık bir cümle bile değildir. Bu kadar çıplak ve net ifade sanırım olamaz.
Elbette devletin yeniden yapılandırılması ve yeni dünya düzeni içinde ister istemez yeni figürlerin ortaya çıkarılması sadece sistemin daha uzun ayakta kalması için önünde engel gördüklerini temizleme aracıdır. Sistem kendisini yenilerken içinde yarattığı düşmanını da bir biçimde yeniden konumlandırmakta ve hizaya sokmaktadır.
Ulus devletin ortadan kalktığı ve yeni devletin henüz oturmadığı bir süreçte, hala birçok ülke içinde ulusal sorun ve o soruna dayalı olarak iç savaş koşullarının yaşanması dengesiz bir tarih çizgisinin olduğu gerçeği ile karşılaşırız ama nihai hedef yolunda etnik kimliklerin öne çıkarılması ve var olan ülkelerin parçalanması yeni piyasa kavgasının sonucudur.  
Kapitalizm her bunalımını değişimini savaş ile yapmış, savaş sonucunda kazanan figürler eli ile gerçekleştirmiştir. Savaş aynı zamanda değişimi yapacak olan güce halk nezdinde kahramanlık payesi vererek yaptıklarını bir süreliğine sorgulamaktan alı koyan bir özelliktir. Sorgulanmayan değişime direnç de olmaz.
Gürcistan’da yaşanan iç savaş bugün o ülkenin ordusuz olması tesadüfi değildir. Ülkeyi üçe parçalamışlar ve her bir parçasında başka ülkelerin barış gücü konumlandırılmıştır. Sanki ülke parçalanmamış gibi bir bütün gibi gösterilmesine rağmen ülke pratik olarak parçalıdır ve ülke içinde bu parçalara geçiş serbest değildir. Aynı şekilde Ukrayna benzer bir devrim yaşamış ve hala orada sıcak savaşın olduğu noktadır. Gürcistan ile aynı kaderi paylaşmaktadır. Ülke değişik ülkelerin ordusu tarafından kontrol edilmektedir. Renkli devrimler Amerika’nın direkt kontrol ettiği ülkelerde olmadı ama sonucu itibarı ile ister istemez Amerikan kontrolünde ki ülkeleri de etkiledi. Latin ülkeleri bu dalgadan uzak kalmış olması ve orada solun bilinçli yükselmesi liberal dalgayı engelleyememiştir. Bugün Latin ülkeleri huzurlu değildir ve yeniden devlet yapısı biçimlendirilmektedir. Amerika kıtası sermayenin serbest dolaştığı ve ulus devleti tarafından engellenen konumunda değildir…
Ulus devlet yoktur ama yerine konumlanan devlet henüz adı konmamıştır ve gelişim sürecini bitirmemiştir. Bugün yaşadığımız ve tüm alışkanlıklarımızın yok edildiği süreç içerisinde yeniden toplumlar konumlanırken, sistemin bir dişlisi konumuna getiriliyoruz. Kapı kulu şeklinde bize yabancı olmayan bir yeni sömürge biçiminde işçi sınıfı bugün parçalıdır, zayıftır, uluslar arası ölçekte firmalarda örgütlülüğü tartışmalıdır. Taşeron ve rekabet koşullarında işçiler kendisini kanıtlamak ve işverene proje sunmak ile yükümlü kılınmıştır. İşçinin artık bir merkezde çalışması söz konusu değil, aksine tüm coğrafyalarda taşeron olarak hareket halinde olacak şekilde konumlanmaktadır. Bugün işe girdiği merkezde başlayıp, aynı coğrafyada emekli olma olasılığı gittikçe azalacak, paranın hareketi gibi sürekli piyasa içinde borsada hareket halinde para gibi konumlanacaktır. Lazım ve gerekli olduğu yere işçi transfer edilip en “verimli” şekilde ondan faydalanılacaktır. Alman otomobil sanayisi tüm Almanya’ya yayılan üretim platformlarında değişik firmalara yaptırılan parçalarının birleşimi ile ortaya çıkan süreç şimdi evrensel model olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir ürünün parçaları değişik ülkelerde üretilirken nihai montaj değişik ülkelerde olabilecek şekilde planlanmıştır. “made in” kavramı ürünlerin üzerinde genelde olmayacaktır. Marka yeterli olacak ve insanlar o markanın bir çalışanı ve parçası olacak, aidat duygusu ulusal değil, markanın olacaktır. Çalıştığı marka ile gurur duyan, onun ile kendisini tanımlayan bir şekle girmesi beni açıkçası şaşırtmayacaktır. Bugün ulusal bayrak önünde yapılan törenlerin artık olmayacağını ama markanın bayrağı önünde saygı ile eğildiği bir sürece doğru evrildiğimizi düşünüyorum. HSCB Bank gibi merkez bankaların tüm coğrafyalarda işlem yaparken, ulusa ait merkezi bankaların olmayacağı ve birleştirilmiş ulusların merkezlerinin ürettiği ve onların borsalarına bağlı yeni bir yaşamın gelmekte olduğunu düşünmekteyim… Bugün her ürünün borsası yaratılma sürecindeyiz. Ülkemiz öznelinde enerji borsası yaratılması için öncelikle doğa yağmalanmakta ve enerji firmalarının oluşması ve o sayede borsanın açılması için koşullar zorlamaktadır. Bugün HES ve diğer enerji üreten kaynakların birer yağmalanır gibi teşvik edilmesi borsanın oluşturulması ve ulus devletinin atar daması olan alt yapının parçalanmasıdır. (Kapitalizm elinde var olan her şeyi yağmalayarak büyür, yeniden oluşturma ve koruma güdüsü ancak ondan verimli bir şekilde yararlandığı koşullarda olur. Yağma kapitalizmin ruhunda hiç değişmeden devam edecektir.) Ulus devletin sunduğu enerji, eğitim, güvenlik, sağlık artık devletin tekelinden çıkmakta ve borsalar sayesinde uluslararası piyasaya sunulmaktadır. Eğitim özelleştirilmesi ve bazı özel okulların birer eğitim dışında sermayelere satılması ve onların da bir ucunun uluslar arası firmalara ait olması henüz başlangıçtır. Gelmekte olan devlette alt yapı parası olana sunulacak ve alt yapının sahipleri borsada işlem gören firmalar olacaktır. Borsa, ulusal olmaktan çıkıp, evrensel işleyişin birer pazarı ve alanı olarak önem kazanacaktır. Klasik kapitalist sistemde ulus için işlem yapan borsalar artık ulus için değil, bağlı bulunduğu sistem için işlem yapacak ve onun atardamarı olacaktır.
Test etmek konusuna geri dönersek, işte ulusal devletin hakim gücü gibi gözüken iktidar kendi iktidarını daha uzun yaşatmak için iç savaşı göze alarak kendi gördüğü güçleri test ettiğini sanırken, aslında onu test eden başkalarıdır. Esas güç iktidarda değildir, iktidar sistemin sadece piyonudur ve o görevini tamamlamak üzerindedir. Şimdilik sistem ihtiyaç duyduğu atomize edilmiş toplumlarda devlet yeni anlayışı ve işlevi ile varlığını koruyacaktır.
İsmail Cem Özkan