Galata Gazete


26 Ekim 2017 Perşembe

Para insanı fırıldak yapar!

Para insanı fırıldak yapar!

Naziler en güçlü olduğu zamanlarda Naziler ile ticaret yapan Yahudiler, Naziler yenilmeye başladığında Nazi avcılığını desteklemiştir... Güç nerede olursa olsun her ulustan, ırktan, dinden insanlar güçlü olan ile iş birliği yapar ve onlar adına en yakınını düşmanına teslim etmekten çekinmez... Güçlü yok olduğunda ise kendi ırkını, dilini, dinini, ulusunu anımsar ve onların gelişimi için karanlık zamanda elde ettiği servetimi bu sefer aksi yönde kullanır, kullanırken de o işten para kazanmaya ve yeni yatırımlar yapmaya devam eder...

Ahlak çöktü ama din hala ayakta… Dinin olduğu yerde ahlakın olmaması yaşadığımız zamanda yadırganacak bir durum değildir… Din kisvesi altında insanlığın en çirkin yüzü kendisini meşru görür ve en olmayacak şeyleri bile olağan karşılamamıza sebep olur… Din birçok şeyin üstünü örttüğü gibi bazı şeylerin de yaşamasına olanak sunar, çünkü yorgan altında kurulan hayaller din sayesinde yaşamın olağan akışında olağan hale gelir… Ağızlardan çıkan lağım kokuları ağız yıkanmadan din kisvesi altında rahatlıkla toplum içinde kendisine taraf bulabilir, çünkü din sizi düşünmeye ve araştırmaya yöneltmez, “biat edin” ve “sizin için düşünenlerin bilgilerini sorgulamayın” diye emir cümleleri içinde hayatı biçimlendirir.

Din aslında yaşanan değildir ama yaşanan din olur…

İnsan daha çağdaş, daha özür, daha iyi ve bir arada yaşamak için mücadele eder... Bunların dışında bir de daha çok para ve güç için de mücadele edenler vardır... Onlar sizi baskı altına alır ve sizi köleleştirir... Biat etmenizi ister, sorgusuz onun dileklerini yerine getirmenizi ister. İşte faşizm ve faşist kelimesi burada söz konusudur...

Ulus devletinde devletin birincil görevi; ulusal sermaye için ekonomik birikim için olanak sağlamak ve ulusal sermaye grupları arasında serbest rekabet koşullarını hazırlamaktır. Liberal ekonominin hakim olması ile birlikte ulus devletin devlet anlayışı çöpe atılmıştır. Uzun zamandır yaşayan fiili olanın ortaya çıkmasıdır aslında, çünkü devleti elinde bulunduranlar yandaş sermeye oluşması için her türlü olanağı kullanmıştır, o yüzden zaten serbest piyasa ekonomisi hiçbir zaman olmamıştır. Liberal ekonomi politika ise ulusal sermayenin ortadan kalması ve küresel sermayenin her şeye hakim olmasının yolunda ki engelleri kaldırmıştır. Ulus devlet bu durumda söz konusu işlevini yapamaz hale gelmiş ve şirketlerin çıkarını savunan ve şirketlerin önerdiği siyasilerin karar alma noktasında yer almasını sağlamıştır. O da devletin küçülmesi adı altında devleti ortadan kaldıran ve şirketin çıkarını koruyan yeni devlet yapısı oluşması adım atılmış olmasına rağmen bunun ile ilgili henüz küresel anlamda yasal düzenleme yapılamamıştır... Kısaca devlet çökmüş ama yerine yeni devlet henüz oluşmamıştır...

Etrafımızı saran eşyalar hareketlerimizi ve düşünce yapımızı belirliyor.

Dilenenler direnenlerden daha fazla kazanıyor dedi bir arkadaşım... Ben de son sözü direnenler söyler demekle yetindim... Dilencinin üzerinden çıkan serveti anlatan haber makalesini görmezden geldim...

"Çocuğumun ölümüne para hırsı sebep oldu" dendiği gün dünya değişir...

"Siz istediğiniz kadar sokağa çıkın, imza toplayın ama ben dediğimi yaparım, meclisten geçtikten sonra size geçmiş olsun" diye düşünmekte bazıları... Sokakların sesi sokakta kaldı ve gittikçe yasal düzen içinde sönmeye ve yok olmaya doğru eğilmekte. Sokakta kalan seslerin kaçını artık duyuyoruz...??? Sokakların sesi duvar yazıları renklendi, ne dünün izini taşıyor ne de yarının... Küreselleşen dünyamızın duvarlarının izi geldi ülkemize, popüler grupların isimleri Meksika duvarlarında olduğu gibi bizim ülkemizin duvarında da yer almakta, biraz renk ayrımı ve yapan sanatçıların el becerileri bire bir kopyalamıyorsa da bir birini çağrıştırıyor...

Para insanı fırıldak yapar!

Para hırsı yüzünden bu kadar zulüm ve savaşlar, para için iktidar koltuğuna yapışan diktatörler, parasını yalan ve dolan ile elde edenler gücünü kaybetmemek için sürekli yalan ve dolambaçlı, örgütlü işler yapar. Para için her şey; para hırsı yüzünden insanlar yer altında, üstünde, bulutların üstünde insan haklarına aykırı bir şekilde çalıştırılır. Para için en yakını satar insan, çünkü para ile güç elde edeceğini düşünür ve o güçle en yakından başlamak üzere önüne geleni ezmeye çalışır, liberal ekonomi bu düşüncenin küresel yayılmasına sebep olmaktan başka işlevi olmamıştır, kısaca liberal ekonomi küreselleştikçe dünya daha fazla kirlendi.

Çocuklar yaşasın, çocukluk hayalleri ile büyüsün!


İsmail Cem Özkan

24 Ekim 2017 Salı

Oyunun Oyunu

Oyunun Oyunu

Eğlenmek mi istiyorsunuz, üstelik hiçbir şekilde sistem sorgusu olmayan, yaşadığımız ana dair göndermeleri olmayan eğlenceli oyun. Oyun üç ana bölümden oluşmaktadır.

Tiyatro perdesi henüz açılmamıştır, son yıllarda bütün oyunlar perdesiz olarak sahnede oyuncular başlama gongunu beklerken görmeye alışmıştık, bu sefer kırmızı perde kapalı. Perdenin açılması oyunun başladığı anlamındadır, telefonlar kapanır, sessizlik hakim olur, ışıklar sahnede oyuncuların üzerindedir, seyircilerin gözü loş bir karanlığın içinden ışıkların aydınlattığı oyunculara yoğunlaşır… Ses tiyatronun sahnesinde ki tozu hafiften havalandır. Seyircilerin arasından bir ses sahnede ki oyunculara müdahil olur, yönetmendir. Yönetmenler provalarda sesini ulaştırır oyuncularına, normal oyun zamanında yönetmen çoğunlukla orada bile değildir, çünkü oyuncularına ve sahne amirine güvenir, neyin nasıl işleyeceği, küçük hataları oyuncuların yetenekleri sayesinde doğaçlama olarak oyun içinde oyuncu dayanışması ile seyirciye hissettirmeden oyun akışında akmasını sağlar…

Yönetmen, sahnedeki oyunculara son provanın son düzenlemelerini yaptırmaktadır, seyirci önüne çıkacaklardır. Oyun için önemli imgelerin sahnede sırası ile ve düzenli olarak vurgulanması önemlidir. Oyun ispanya’ya tatile gitmiş (aslında kaçmış, çünkü başları maliye ile derttedir, maliyenin vergi kaçakları üzerine gittiği bir süreçten etkilenmişler) bir iş adamının evinde geçmektedir. Her Çarşamba günü evine giden eden sorumlu hizmetçisi Bayan Clackett, evin boş olmasını ve Kraliyet taç takma törenini TV’den izlemek için evde kalmıştır. Sardunya Balığı kızartmış ve Sardunya eşliğinde TV’den töreni izleme planı içindedir. Ev sahipleri tatilde oldukları sürece evi kiraya vermek istemektedirler. Emlakçı evin boş olduğunu düşünerek eve maliyede çalışan bir kız arkadaşını getirmiş, onun ile bir kaçamak yapma düşüncesindedir.

Evde yapılan hesap çarşıya uymaz ata sözünde olduğu gibi planlar ve beklentiler yaşantı ile çelişecektir. Olaylar iç içe geçecek şekilde karışacak ve kaos ortamı komik olayların yaşanmasına sebep olacaktır. Son prova, teknik prova arasında gidip gelen karmaşa içinde oyuncuların zamanında sahneye çıkıp repliklerini söylemesi gereklidir, fakat zaman oyunda saat değildir, her hangi giriş ve çıkış zamanın belirlenmesine neden olmaktadır. Bir söz ya da kapı kapanması… salondan müdahil olan yönetmen olaylar içinde kriz ortamını kontrol ve yönetmesini bilendir. Oyuncuların neden diye sormasına karşılık sabır ile yanıt aramaktadır.

Oyun vergi borcunu vermemek için kısa bir soluk almak için ispanya’ya tatile giden ev sahibinin öyküsünü işlerken, oyunun sahneye konulması ve o sahne düzenlenmesini oyun için oyun olarak izleyici ile bulurken ilerleyen zaman içinde hangi oyun hangisi oyunun yönetimi hangisi üçüncü zaman diliminde bizim olduğu iç içe geçmektedir. Üç farklı zaman aynı düzlemde farklı şehirlerde gösterimlerde buluşmaktadır… aynı konunun sahne arkası ve sahnede ki gösterimi üç ayrı zamanın çakışmasını seyirciye yansıtılırken seyirci muhteşem performansı ve zamanın hızlı akışına şahitlik etmektedir. Oyuncular arasında yaşanan çelişkiler, ilişkiler, toplumun kısa yansıması eğlenceli bir şekilde sunulurken, sahneye hakim olan diyaloglar kadar sahne düzenlemesidir. Işık sahnenin düzenlenmesine büyük katkı sunarken oyuncuların her birinin nefes kesen yetenekleri de sahnede her şey doğalmış gibi seyirciye yansımaktadır…

Sahnenin arka yüzünde oyuncuların gerçek yaşamları ve sahnede ki rollerini canlandırırken arkada yaşadıklarının etkisini en alt düzeyde seyirciye sunmaları ve aksilikleri nasıl tolere ettiklerine şahitlik etmekteyiz. Oyun her şeyin üzerindedir, seyircinin karşısında olacaklardır, arkada yaşanan ne olursa olsun…

Eğlenmek için muhteşem bir oyunu izledim, eğlenirken oyuncuların her birinin başarısına şahitlik ederken onları görünür kılan, sahne düzenlemesi, ışık, kostüm, ses efektleri ile muhteşem bir şölen diyebilirim… günlük tartışmalardan, kaostan bir an için de olsa uzaklaşmak isteyenler bu oyuna gidebilir, hem eğlenirler hem de yaşadıkları ülkenin dışında başka sorunların içinde eğlenerek zamanlarını geçirebilirler…


Oyunun Oyunu
Oyuncular:
Ahmet Saraçoğlu
Aslıhan Kandemir
Aysen Sezerel
Berna Oğuzutku Demirer
Caner Çandarlı
Destan Batmaz
Ergün Üğlü
İlhan Kilimci
Yeliz Gerçek

Yazar: Michael Frayn
Çevirmen: Lale Eren Dalsar
Yönetmen: Ali Gökmen Altuğ
Dramaturg: Özge Ökten
Sahne Tasarım: Taciser Sevinç
Kostüm Tasarım: Nihal Kaplangı
Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan
Ses & Efekt Tasarım: Erhan Aşar


21 Ekim 2017 Cumartesi

Sessizliğin içinden…

Sessizliğin içinden…

Şehir sessizdi. Aslında sessiz şehir hiç olmaz, bize sessiz gelmesinin tek sebebi gürültünün biraz azalmasıdır… Sessizlikte şehirde yaşayan biri kafayı oynatmaması işten bile değildir...

Şehrin sessizliğini devletin varlığını hissettiren, ambulans, itfaiye ve polis araçlarının çıkarmış olduğu siren seslerdir. Devlet vardır, çünkü devleti sembolize eden ama çevreye gereğinden fazla ses bırakan araçlar...

Şehrin her yerinde olması gereken anıtlar bir kaç noktada bulunmaktadır, sessizce ona yüklenen anlamları üzerinde taşır... Heykel neden yapılırsa yapılsın sonuçta bir anlam taşır bir de üzerine yüklenen anlamlar. Kimse bilmez bile o heykelin oraya neden konduğunu, başlangıçta bilinir ve zaman içinde göz önünden çıkar gider, ta ki birileri adres sormaya başlayıncaya kadar. Ancak bir yer tarifinde kullanılır belki...

Şehir sessizdir...

Bir anıt etrafında devletin sesini duyabilirsiniz. Gaz, plastik mermi, üst rütbelilerin haykırışları, kaçanlar, kaçmadan durup slogan atanlar. Pasif direniş içinde olanlar...

Pasif direnişçinin devletin gücü karşısında her türlü eziyete sessiz kalıp boyun eğmesi. Her boyun eğmek aslında başka bir direniş ve başkaldırıdır. Sessizce yapılır pasif direniş… Pasif oldukları içinde devlet onların karşısında daha güçlüymüş gibi hisse kapılır ve devlet adında görev yerine getirenler kendilerini çok güçlü ve ezilmişliklerini sırıtarak kendisini gösterir. Emir kulunun hiç söz hakkı ve itiraz hakkı yoktur, çünkü onun görevi odur. Ezilmişlik, boyun eğme, isimsizliğini ancak karşısında güçsüz birini gördüğünde sessizce kendisini ortaya çıkarır ve yüzünde bir gülümseme kaplar. Mazoşist, sadist ve psikiyatride kategorize edilen tüm sıfatlar ve davranış biçimleri ortaya çıkar…

Eğer direnişçiler pasif olmasalar acaba derim içimden. İçinden geçen cümleler suç teşkil etmez...

Her gün bir anıtın etrafında kurulan karakol... Aslında orada bina yok ama devletin sesi, gözü, kulağı oradadır... Bir de bariyerler. Bir heykelin etrafı neden bariyerler ile çevrilir?

Taksim meydanı her sene bir Mayıs’ında bariyerler ile kuşatılır... Kuş uçsa suçtur... Hatta sadece heykel değil, heykele çıkan tüm yollar caddeler kapalıdır.

Ankara?

Ankara'nın bir Mayıs’ı sanki her gündür. Her gün uzun bir süredir bir heykelin etrafı bariyerler ile çevrilidir, sanki orada unutmuşlar gibi...

Heykelin etrafında kuş olur, kuşlara yem atan çocuklar, anı fotoğrafı çektirmek isteyen turistler... Sessizlik içinde onlar yoktur...

Devlet ve pasif direnenler...

Pasif direnenlerinin üzerine gaz sıkan polisin görüntüsü ... Öyle kendisinden geçmiş ki, sanırsın muhteşem bir iş yapıyor. Pasif direnenlerin üzerine gaz sıkarken etrafında polis çemberi var... Yerde bir kaç pasif direnişçi... Yerde kendilerini koruyorlar, birazdan gözaltına alınacaklar...

Her gören biliyor... Her gözün gördüğünü emir verenler de görüyor...

Şehrin sessizliğini gazın açtığı acı dağıtıyor... Şehir sessizliğe birazdan bürünecek yeniden...

Aç karınların guruldamasını kimse duymayacak...

Sessizce adalet bekleyenler, sessizce pasif direnenler, sessizlik içinde devletin çıkardığı sesten ürkmekteler, sessizlik sabah işe gidenlerin ayak sesi ile dağılacaktır...


İsmail Cem Özkan

9 Ekim 2017 Pazartesi

Üryan geldik…

Üryan geldik…

Çırılçıplak, halk deyimi ile üryan!

İşçiler, nerede çalışırsa çalışsın gurbetteler, çalıştıkları yer gurbettir...

Ekmek parasını sırtında çimento taşıyarak kazananlar...

Alın terini ekmeğine somun yapanlar...

Başka bir kültürün ve çevrenin içindeler… Vize olmadan seyahat edilen yerdeler, farklılar, ötekiler...

İşçiler; dilleri Kürtçe, patronları Türkçe konuşur, çevre Türkçe konuşur, turistler kendi dilini...

Turizm merkezinde çalışan işçiler, sırf Kürtçe şarkı söyledikleri için, Kürtçe birbirine hitap ettikleri için üryan aranmayı hak edilmiş gibi üryan halde sokakta, asfaltın üzerinde ters kelepçe içinde...

Neden? Çünkü orada bir ihbar alınmış, ihbar alınmışsa ilk bakılacak yer işçilerin arası, inşaatlar...

Ters kelepçe ile yerde yatan insan!

İnsanlık...

Her şey üryan, her şey ortada...

Nefret söylemi, öfke, linç...

Tesadüfen çekildiği iddia edilen görüntüler...

Tesadüfen denilen şey iyi ayarlanmış görüntü. Yoldan geçenler çekmiş derler ama bizim kültürümüzde var; ilan etmek, sergilemek.

Deve sırtında derisi yüzülmüş insanlar teşhir edilirdi, üstelik şairler, hiciv söyledi diye hiciv muhatabı tarafından idam edilen, işkence yapılan şairler bu ülkenin toprağında sesi durur...

Çırılçıplak yerde yatar, elleri arkasından kelepçeli...

Suçlu ilan edilmiş, teşhir edilir...

Sırf öteki olduğu için, alın terini somun ekmeğine katık yapanlar...

Kınayacaklar mı, sanmam, yapanlar sorgulanacak mı, sanmam! Aksine ödül verilecek, bizde suçlar her daim ödüllendirilir, suçlular “kader kurbanı” diye ödüllendirilir...

Suçlu, yaşadığı sürece suçlu değildir, ölen, ters kelepçeye maruz kalan ise her daim suçlu ilan edilir, yargılanır...

Yargısız infaz sonucu ters kelepçeli olarak kayıp olur, sonra bulunur, kayıp olur ve üryan olarak sergilenir medya sayfalarında...

Cumartesi Anneleri’nin ellerinde birer poster!

Bizde özgürlükler bile izafidir. Kime göre özgürlük?

İşte, bizde seyahat, çalışma özgürlüğü!

İşte bizde peşin hüküm verme özgürlüğü!

Ülkemiz özgürlükler ülkesi her şey özgür ama öteki olmayacaksın, emeğini savunmayacaksın, doğayı yağmalayana göz yumacaksın, sesini çıkarmayacaksın… Sessiz kalıp izleyici olmak özgürlük kavramı içindedir...

Ayrıcalıklı doğumlar olduğu sürece birileri kendisini efendi ve şanslı görür. Ve bu şansını ters kelepçe takarak gösterir, özgürdür ve özgür iradesi ile özgürce yapmıştır. Çünkü yasalar ayrıcalıklı doğanları korur, çoğunluk kimse onun tarafına pozitif ayrımcılık yapar.

Söyledikleri yalanları sokağa çıkıp haykırdım, dediler anarşist, terörist! Tek bağırdığım şey onların yalanlarıydı, doğruyu söyleyin çocukları öldürmeyin, ters kelepçe takmayın dedim! Doğruyu söylemeyeceksin, görmeyeceksin özgürlüğü var dediler. Sessizlik de bir direniştir dediler… Sessiz kal!

Her şey bittikten sonra “bile bile yanılttık” dediler... Tarih, yaşadığı zamanda bile bile yalan söyleyenlerin destanını sergiler…

Şiddete ait ne varsa durduralım! O zaman bakın ayrıcalıklı doğanlar ayrımcılık yapacaklar mı?

Yorgan altında kurulan hayaller bugünlerde sokaklarda hayat bulmuş... Taciz, tecavüz günlük sokak yaşamın parçası olmuş... Bazıları ayrıcalıklı doğmuş, kendisine ne uygun geliyorsa yapma özgürlüğü içinde.

İsmail Cem Özkan


22 Eylül 2017 Cuma

Referandum derken…

Referandum derken…

Referandum, halkın iradesi idareye doğrudan doğruya yansımakta olup doğrudan demokrasinin güzel bir örneğidir. Referandum dikkatli başvurulması  gereken bir yoldur, çünkü oldukça tehlikeli sonuçlar doğurabilecek halkın istismar edilmesine çok müsait bir yoldur. Çoğunluk haklarını savunanlar, azınlıkların haklarını referandum ile tamamı ile ortadan kaldırabilecek ve ülkeyi istibdat dönemine götürecek kadar tehlikeli yol olarak da karşımızda durmaktadır. Demokrasinin güzel örneği demokrasinin da ortadan kalkması anlamına gelebilir. Ülkemizde referandumlar özgürlükler veriliyor gibi yapılıp özgürlüklerin budanmasında kullanılan bir araca ve silaha dönderildiğini yakın tarihimizden bilmekteyiz.

Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının referandum ile olmasını savunanlardanım. Çünkü savaş ile kader tayin etmenin düşmanlık yaymaktan ve nefret söylemini ayrılanlar arasında yaygınlaşmasına hizmet etmekten başka işlevi yoktur, üstelik her ayrılık her iki tarafta da iki halktan yaşayanların kalması anlamına gelir, kalanların ötekileştirilmesi kadar kötü bir şey yoktur. Sonuç felakettir. Homojen olmak adına diğerlerini baskı altına almak o coğrafyaya yapılan en büyük kötülüktür. Katliamlara ve linçler davet çıkarmaktan başka işlevi yoktur. Ülkemizde nice 6-7 Eylül olayları olmuştur, olayların temelinde ayrılık ve iki devlet arasında yapılan mübadele anlaşmasının olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gereklidir.

Referandum bir kültürün geleceğini belirleme yönünde en demokratik yöntem olarak karşımızda dururken, hakim devletin referandum için ortam yaratması ve iki tarafında neden birlikte yaşam neden ayrılık konusunda halkı bilgilendirmesi için ideal ortamın oluşması için zemin hazırlaması gereklidir, ki o ne yazık ki Çekoslovakya örneği dışında hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.

Gelişmiş demokrasi örneği olarak İngiltere ve İspanya, içinde ayrılıkçı olanlar ile mücadeleyi askeri çözümler ile aramış ve yıllar yılı bastırmış olmasına rağmen, bugün her iki devlet içinden ayrılmak isteyen haklar mevcuttur. Mevcut referandum için propaganda eşitliği için ortam hazırlama yerine jandarma operasyonları ile kendileri lehine olan yasaları uygulamaya çalışmaktadırlar.  Bir de Ortadoğu ülkesinde bunun nasıl olduğuna kısaca bakalım, çünkü liderleri gibi düşünmeyenlerin yaşama hakkının olmadığı coğrafyalarda, ayrılıklar referandum ile hiçbir zaman olmamıştır, hakim güçlerin çizdiği masa üstü sınırlar içinde yaşamaya alışmış olan haklar için demokrasi sadece batılıların konuştuğu bir terimdir.

Kürdistan, referandum ile mi kurulacak?

Irak içinde gerçekleştirilecek referandum konusunda tavrım nettir. Bir halk bir ülkeden ayrılmak istiyorsa keyfince hadi ayrılalım diyerek ayrılmaz. Onların çözmediği sorunlar vardır ve ayrılık bu konuda sorunların çözümü için bir çözüm yolu olarak görüyorlardır.

Irak içinde yapılan bir referandumda solun tavrı mazlumdan yana olmalıdır. Hakim devletin dili ile konuşmak ve bir arada yaşamayı savunmak ancak oranın gerçeğinin göz ardı etmek ve ideal toplum açısından bakmak anlamına gelir. Bir arada yaşamak için ortam varda o yüzden bir tarafın kibirliği yüzünden mi ayrılık için referandum olmaktadır?

Kim ayrılıyorsa vardır bir haklı yanı. Dışarında gazel okumak, yok iç savaş çıkar, yok bölgesel savaş çıkar korkutması ve öngörüde bulunmak dışarıda yaşayanlar için hiç bir anlamı yoktur. Hatta ırak'ta yaşayan halklara akıl vermek hiç haddine değildir, çünkü akıl vermeye kalkanlara sorarlar; kimin çıkarını savunuyorsun?

Ulus devleti bugün ve geçmişte sınıfsal karakteri ortadadır, özgür olamayacaktır. Sermayenin çıkarını savunan ve onların çıkarı yönünde karar almak ile yükümlüdür.

Ulus devletlerden hangisi bağımsız ve özgürdür?

Sorunun yanıtı nettir, çünkü ortada bağımsız ve özgür ulus devleti gerçekliği yoktur, uzun yıllardır uygulanmakta olan liberal ekonomiler ile devletler şirketlerin çıkarlarına uygun olarak değişim göstermektedir. Var olan tüm ulus devletler sermayeye hizmet etmek ile yükümlüdür, her hangi bir coğrafyada oluşacak yeni ulus devletlerde, oluşan sınırlarda sermayeye hizmet etmek ile yükümlüdür, sadece devlet mekanizmasında bürokrat ve kontrol ettikleri coğrafya değişmiş olur.

Yugoslavya dağıldı, birçok devletçik oluştu, kazançlı olan kim? Sermaye...

Her hangi bir ulus devletinde durduk yere hadi dış güçler geldi ve ayrılın dedi diyerek ayrılık mı oldu? Ayrılıkçılara ne vaat ettiler de ayrıldılar, vaat edilenlerin kaçına sahip oldular? Milyonlarca insan öldü, peki ayrılık ya da birlik bu ölümleri durdu mu?

Her ayrılıkta tedirgin olması gereken sermayedir, eğer çıkar çatışmasında yeni roller oluşuyorsa ki, Irak içinde oluşan referandum sonucunda ve başında sermayenin çıkar kavgasında değişen bir şey zaten olmayacaktır.
Geçmişte katliam yaşamış, kazanılmış hakları olan ve halan birçok konuda merkezi hükümet ile sorunu çözememiş bir bölge ayrılmak istiyorsa ayrılır, en demokratik yöntemi referandumdur. Referandum sonrası merkezi hükümet ile pazarlık süreci başlar, kimin eli güçlüyse pazarlık sürecinden kazançlı çıkar, zayıf çok zayıfsa güçlü olan savaş kartını çıkarır ama sonuçta büyük olasılıkla ayrılık olur ya da birlikte çıkarlarımız var, şimdi birlikte bu ülkede yapacak koşullar oluştu devam edelim de diyebilir...

Türkiye zaten özerk Kürdistan ile resmi ilişkisi olan ve ticari çıkarı olan bir ülkedir. Bakmayın şimdilik yüksek sesten konuşmasına, devlet olarak ya da özerk devlet olarak yürütülen ilişkilerde değişen pek bir şey olmaz, hatta devlet olması Türkiye’nin işine daha çok gelir, o zaman resmi olarak kapatın kampları rahatlıkla der, şimdi diyemez. Kapatın kamplarını ancak Irak hükümetine diyebilir, muhatap orasıdır ama onun da gücü yoktur...

“Referandumda ne olacakmış, birlikte olun!” çözüm önerisi Pir Sultan'ın idamında dostun attığı gül kadar insanın vicdanını kanatır...

Bırakın özgürlüğü hiç tatmamış halklar, özgür olacakmış umudu ile devlet kursunlar. Bırakın o halk geleceğini istediği gibi belirlesin, sizden akıl değil destek bekler... Onlardan tek beklentimiz ulus devleti mantığı içinde homojen toplum yaratmayın, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü, insana saygılı ve doğa ile dost bir devlet yaratın! Zaten kurulacak devlette sınıfsal çatışmamız bakidir, mücadeleler sonucunda hakim sınıfın yerini emekçilerin devleti alacaktır; o zaman ayrılan her sınır zaman içinde silinecek ve sınıfsız, sınırsız, çok dilli, çok kültürlü, çok inançlı, her rengin yaşayabileceği bir dünya özlemi ütopyamızda var olmaya devam edecektir. Fakat bugün yaşanan somut durumun somut tahlilinde nerede duracağımız net olmalıdır.

Akıl vermek yerine pratikte halkların kendi kaderini tayın hakkı için ortam yaratın, o zaman sizin sözünüz referandum içinde bir propaganda aracı olur. İkna ederseniz birlikte yaşarlar, ikna edemezseniz ayrılık belki daha hayırlıdır. Hiçbir halk sınırlar olsun istemez, pasaportlar ile sınırlar geçmek istemez.

Hiçbir halk mülteci olmamalı, sınırlar önünde emekçiler vize kuyruğunda olmasın…

Ortadoğu’da yaşanacak referandumdan ne sonuç çıkarsa çıksın, onu izleyen günler kanlı olmasın… Savaşlar ile yoğrulan hakların coğrafyalarında artık din savaşları, linçler, katliamlar, mülteci haklar olmasın… Medeniyetin doğduğu yerler medeniyetin nimetlerinden yararlanan, gülen yüzlerin çoğunluk olduğu bir coğrafya olması dileğimdir.


İsmail Cem Özkan 

21 Eylül 2017 Perşembe

Okullu olduk, biçimlendik!

Okullu olduk, biçimlendik!

Eğitilen beyin, eğitim müfredatını verene hizmet eder, elbette istisnai durumlar ortaya çıkar, çünkü hiçbir uygulama homojen şekilde başarılı olamamıştır, olamazda, çünkü bireyin özgünlüğü ve içinde bulunduğu kültürel yapısı bu farklılığı ortaya çıkarır. Eğitim toplum için birey yetiştirmez, aksine devletin gerçek sahibi sermaye sahipleri için birey yetiştirir ve onların ihtiyacı yönünde projeler üretir. Ulus devletinde birey ulus için yetiştirilirdi, onun çıkarı yönünde tarih bilinci ile donatılırdı, fakat ulus devletin ortadan kalktığı bir düzlemde devlet sadece şirketlerin çıkarını korumak ile yükümlü olduğunda, eğitim hangi şirketlerin çıkarı yönünde kendisini tanımlayacaktır? Tarih kimin çıkarı yönünde yeniden yorumlanacak?

Liberal ekonomi yeni bir tolum yarattı ama tanımlayamadı ve tanımlayamadığı toplumun tarihi yapısını oluşturamadı, çünkü hukuk sistemini neyin üzerine inşaat edeceği konusunda hala kafa karışıklı devam etmektedir. Ulusal olanların elden çıkarılıp küresel firmaların birer şubesi konumuna getirildiğinde, tarih ve hukuk bu sefer duruş noktası sezinlenmesine rağmen tam yerine oturmadı, kısaca devlet çöktü ama yeni devlet ve yeni insan oluşmadı. Geçiş sürecin ortasında kalan bir karmaşa ve kaosun bireyleri ise nereye savrulacağı ve nasıl biçimleneceği konusunda kafa karışıklığı devam etmektedir. Din ile devlet bayrağı altında bireyleri bir arada tutma girişimi başarılı olamadı, yerine batı toplumunda İslamofobi geliştirildi, bu sayede düşman somut olarak ortaya çıkarıldığında, korku ile toplum devletin çöktüğü konusunda kafa yormayacaktı. İslam devletleri zaten gerçek anlamda devlet olamadıkları için onlar da batı düşmanlığını radikal cihat eğilimleri ile batının istediği gibi davranış geliştirdi, ki Afganistan deneyi başarılı olmuş ve ona bakarak ‘Yeşil Kuşak’ projesi İslam ülkelerinde Arap Baharı ile somut hale gelmiştir.

Batı (Hıristiyan toplumlar) için korku içselleştirilmesi için 11 Eylül yaşanması gerekliydi ve o da toplumların devleti sorgulayamayacağı şekilde bireyler üzerinde travma kalıcılaştırılmıştır. Toplum çökmüş sistemin içinde sorgulamadan olayların akışı içinde kendisine yer bulmaya zorlanmıştır. Bugün bireylerin gelecek kaygısından daha çok yaşama kaygısı vardır.

Bireyin tarihi bugün için yoktur, olmayan tarihin hafızası da yok. Hafıza ise elbette o toplumun hukuki duruşudur…

Ülkemizde eğitim hiç bir zaman laik olmamıştır, çünkü laiklik olabilmesi için Alevilerin ibadet hakkının ve ibadet yerlerinin resmi olarak tanınması gereklidir, o olmadan olmaz... Şimdi laik eğitim denen kavram da zaten içten içe çelişki barındırır, çünkü eğitimin laiki olmaz, teokrat/otokrat eğitim yerine çağdaş eğitim yani bilimsel olanın öğretilmesi, bilimin ışığı altında bilimsel eğitim ya da teokrat/otakrat eğitim karşı karşıyadır. Birinde bilim öğretilir, ötekinde ilim, yani batıl inançlar ve önyargılar... Şimdi bilimin de öğretildiği eğitim konumu icabı ile sistem için insan yetiştirme ve yöntemi demektir.

Sisteme uygun ve ihtiyaca göre insanın biçimlendirildiği sistemde ilerici, özgürlükçü birey yetişmez... Eğitim tutucudur, gericidir, bulunduğu coğrafyaya özgü, sisteme uygun insan yetiştirme makinesi ya da aracıdır... Eğitim bir anlamda topluma bireyin kazandırılması ya da zor ile değiştirilmesidir...

Kural varsa disiplin vardır diyen bir siyasetçi topluma tek tip kıyafet giydirmek için yasaları kullanır...

Yaşadığımız zaman içinde eğitim teokratik bir sisteme uygun yeniden düzenlendi. Bu düzenleme içinde geçmiş sistemden çok büyük farkı, bilimi tamamı ile müfredattan çıkarması ve günlük konuşmanın Arapça ağılıklı olmasıdır... Cihat için insan yetiştirmeye teokratik eğitim diyebiliriz. Bu eğitimden geçen cihat için kendisini canlı bombaya dönüştürebileceği gibi İslam adına küresel dünyamızda gönüllü ya da paralı askerlik kısaca fedailik yapabilir...

Bugün eğitimde yapılan referanduma karşı gelmek demek çocuğunun geleceğine sahip çıkmak demektir… Eğer çocuğunuza sahip çıkamazsanız ileride çocuğunuz devletin belirlediği hedeflere saldıran bağnaz, gözü kapalı birey olması demektir... Vicdan ve ahlakın yerini dini duygular alır ki, o birey artık ne çağdaş, ne bilim ne de uzaya giden ileri ülkelerin nasıl ulaştığı soruları ile kafasını çalıştırmaya ihtiyaç duymaz... Beyne ihtiyaç duymayan duygusal çocuklarınız olmasın istiyorsanız; yaşanan eğitimde ki değişimlere karşı direnmek zorundasınız...


İsmail Cem Özkan

9 Eylül 2017 Cumartesi

Beklentiler geleceğimizi belirliyor!

Beklentiler geleceğimizi belirliyor!

Beklentiler yaşamın devamını belirler. Beklenti bittiğinde yaşam son bulur...

İnsanların beklentilerine karşı aldığı yanıtlar ve gerçekleşip gerçekleşmediği konular insanın psikolojik yapısını ve dokusunu belirler. Sürekli depresyon içinde yaşayanların beklentilerini çok üst sınırda tuttuğuna şahitlik ederiz...

Her insanın beklentisi vardır ve ne yazık ki insanların beklentileri genelde karşılanmaz ama buna karşı geliştirmiş savunma aracı o insanın ilişkilerinin devamını ya da kesmesini ortaya çıkarır...

Ne yazık ki ilişkiler sürekli değildir ve sürekli olanları ise hoşgörünün sınırlarını ortaya çıkarır. İnsanımızın hoşgörüsü artık yoktur, çünkü beklenti karşılanmamış her zaman birimi öfkeyi büyütür ve zaman içinde sorunun temelini oluşturan neden öfkelendiğini de ortadan kaldırır. Öfkeye birikim sağlayan ortam ortadan kalktığında öfkenin gerçek nedeni de ortadan kalkar. Her öfke bir birikim işidir ve o birikim karşılıksız kalmış beklentilerin ortaya çıkarmış olduğu kriz ve kaos ortamıdır. Bizim kültürümüzde kriz yönetebilme birikimi yoktur, krizi yönetemediğimiz için sürekli değişen çevrenin savrulan bireyleri oluruz. Bize insan olmanın birinci koşulu kriz yönetimi ve kriz koşullarında nasıl davranmış gerektiği verilmiş olsaydı, fakat öyle bir kültürün ürünleriyiz ki, her hangi bir şeyi elde etmek için ömrümüzü yok ederiz ama inat ile o sorun olduğumuz duvarı aşamayız. Orada kalırız, çünkü orayı aşarsak mutlu olacağımıza inanırız… yani dikey bakış açısının ürünü olan bizler için Ferhat ile şirin gibi anlamsız aşk öykülerin birer kahramanı olarak ortaya çıkarız, aşkımız için dağı deler, sevgimiz için çölü aşarız. Ee deldik ve aştık ne olacak? Krizi yönetemeyen bir durumu işaret eder, inat ve inanç ile tüm zorlukları baş ederiz ama sonunda ömrümüz yok olur, mutlu olmamız gereken zamanı heba etmişiz… Elde edilen amaç bize mutluluk vermeyeceğini hatta kısa sürede terk edeceğimizi bilsek… bu kadar inada ve öfkeye değer mi?

Mutsuz ve sürekli öfkeli biri; kaşlı çatık, gülmesini suratından kaldıran bir garip yaratığa döner ama aynada kendisine bakmadığı için sırtından düşen anlamların diğer insanları uzaklaştırdığının farkında bile değildir. Aslında gülmek istemektedir, kucaklaşma arzusu içindedir ama nedense adı konulmamış garip onuru için bundan da vazgeçemez. Kendisine biçtiği rolü sonuna kadar oynar… Gülen yüzlü, hoş görülü ne kadar yaşlı tanıyorsunuz? Düşünün çocuklar için kitap yazan, çocuklara sevgisini sürekli gösteren birinin cenaze töreninde kızları yoktu… Neden acaba? Bizim toplumuzun bir yansıması değil mi, en yakına karşı öfkeli ve sevgisiz ama dışarıya karşı sevgi tomurcuğu.. Dışarıdan tanıyan onu sevgi ile anarken en yakını en son yolculuğunda yanında yok… toplum olarak ve birey olarak neden bunları sorgulamayız, sokaklarımız pis ve evlerimiz kullanılmayan odaları ile geniş ve büyük... Üstelik her an misafir gelecekmiş gibi temiz tutulan bir yer… En zor gününde ziyaretçisi az olan bireylerin sosyal insan olması sorgulanmaması bizim garip gerçekliğimizdir...

Gözleri gülmeyen insanların yarattığı topluluk ne yazık ki sevgiyi ve bir arada kalmayı değil sürekli parçalanmayı ve sürekli sevgiyi ve mutluluğu başkasında aramayı getirir, arayış boşunadır ve boş olan arayış hiç bir zaman uzun soluklu ilişkiyi büyütmez...

En uzun soluklu ilişki doğduğunda yanında olandır... Onun sesi ve sevgisidir. O yanında olanın öfkesi ve hırsı bitmemişse, sürekli yeni öfkelere yol açan birikimlere sebep oluyorsa, kendi öfkesini ve hırsını çevresine yayıyorsa orada ne bir arada yaşam kalır ne de geçmiş...

Her şeyin göreceli olduğu yerde mutluluk anlık olan bir zaman ama öfkenin daim olduğu alana döner ve hiç bir zaman mutlu ve istenilen beklentilere yanıt bulunamaz...

İstenilen beklenti bir arada ve geleceğe umut ile bakmaktır...

Geleceği geçmişe kalarak yok edenlerin öfkesi ne kadar isterlerse istesinler geleceği yok ettiğinin farkında değildir... Gelecek keşke ideal olan gibi olsa, mutsuz insanların geleceği hiç bir zaman ideal olan gibi olmayacak...

Bireylerden sürekli masal kahramanın trolleri beklentisi yaratılması ve sürekli bilinçaltımıza işlenen medyanın fısıltıları ile eğitimden geçen biz bireylerin yaşamda karşılığı olmayan hayallerin birer beklentisi içinde kendimize roller biçiyoruz. Kendimize biçtiğimiz roller içinde karşımızdan beklentilerimizin de artmasına sebep olmaktadır, tanıdığımız en yakınınızı aslında hiç tanımadığımızı karşılaştığımız her hangi bir kriz ortamında beklentinin çökmesi ile öğreniyoruz. Sonra beklentimize uygun dayatmalar ve zor ile elde etmeye çalışıyoruz, çünkü bizim düşünce yapımız ve içinde bulunduğumuz kültür buna uygundur… Zor ile elde edilen her zafer kişinin davranışını belirlerken, karşısındakini ezen ve sürekli baskı ve zor ile yönlendirilen bireye dönüşür... Bu tek yönlü zaferin olduğu yerde öteki kavramını ortaya çıkarır ki zaman içinde en küçük kriz ortamını kaosa dönderir. Krizi yönetemeyenler kaos ortamında çatışması doğaldır ve o doğal ortamı zorun hakim olduğu alana sıçratır… Evlilikler bir yastığa baş koyanların yastığında düşmanını veya katilini yaratması gibi…

Tek taraflı Polyanna olmaya zorlanan ilişkiler sadece mutluluğu masallarda bulur, hayatta ki karşılığı çatışmadır… Polyanna rolü verilene dayatılır… Sonuç yaşamda ki karşılığı daha kapalı ve açılmaz bir savunmaya ittiklerinin farkında değiller...

Mutsuzluk bir birine geçen geçici bir hastalıktır, grip gibidir ve gribin tedavisi yoktur, ilaç alarak ya da almayarak benzer zaman içinde kendiliğinden iyileşir... İyileşmek için zamana bırakmak daha önemli olmasına rağmen sürekli dürtmek ve sürekli mutsuzluğu gündem yapıp başa kakmak ve birlikteliği ve geleceği ortadan kaldırıldığının farkına varılmadığını gösteriyor.

Ömür denilen şey kısadır ve kimse bu kısa ömrü mutlu yaşama yerine Türk dizlerin fesatlık aşılayan senaryosu gibi yaşıyorlar...

Keşke hep mutlu olsaydık ve keşke her birimiz Polyanna olmasak da Peter ve Heidi olsak, çünkü her birimiz kölelerin olduğu topluluğun üyesiyiz, hiç birimiz zengin ve varlıklı ailelerin çocukları değiliz. Elimizde ki imkan bellidir, ruhen çok zengin olan fakirler, sanki zenginmiş gibi davranış içine girip geleceği belirsizlik yapan beklentilere olanak sunmaktadır...

Çocuklar bugün geleceği yok, çünkü fakir aileler ellerinde olmayanı çocuklara vererek onları beklentileri geniş ve zenginmiş gibi yaşanmasına neden oluyor... Keşke her çocuk kendisinden beklenilenin farkında olsa, ne yazık ki ne beklenti içinde olan ne de ona yanıt verecek birey bu ikili ilişkinin farkında...

Türk dizileri yeni toplumu fesat ve beklentisi yüksek bir güruh yarattı...

Hiç üzerimize kondurmadığımız sıradanlık ve mutsuzluk hayatımızın birer parçası olduk ve mutsuzluk için sürekli yeni bahaneleri üzerimize biriktiriyoruz... Kaldıramıyoruz ama biriktiriyoruz… Sürekli biriken bahaneler ise bizi daha da yalnızlaştırmakta ve fiziki hastalığa sürüklüyor...

Yaşanan sorunların karşısında beyin uyuşuyor, çünkü hiç bu yaşananlar hiçbir insanın hak etmediğini düşünüyorum, “sorun yumağının bir parçasıyım ve o parçanın öznesi olarak ne yazık ki beklentimi kaybediyor, hedefsiz bir geleceğin baştan savma rüzgara göre savrulan yaprağı oluveriyoruz.” Düşüncesi içimizden fısıldıyor ama yüksek ses ile konuşamaz hale geldik, çünkü kriz ortamını yönetmeyenler bir birinin sözünü dinlemek yerine içinden geçenleri konulmuş ve duymak istediklerini duyan birer canlıya dönüşüyor. Kurgu gerçeklerin üstünü örten ve beklentiye karşılık gelen cümleleri beyinlerde daha fazla yer elde ediyor…

Dalından kopmuş her yaprak sonunda toprağa düşer, uzun ya da kısa süre kalır havada... Sorun üretmek yerine sevgi üreten her ilişki mutluluğu büyütür. Bizim için öncelikle kriz yönetmeyi öğrenmemiz gereklidir, kriz ortamında konuşmalar insanı beklemediği ve hedeflediği sonuçlara iteklemektedir… Doğum anında yanında olanların ömür boyu yanında ve onların birikimleri ile kendisini biçimlendirenler krizi yönetemeyenlerin nesli olduğunda ortada bir birinden kopuk beklentilere yol açmaktadır… beklentilerini ortaya koyamayanların gelecek korkusu yalnız kalmayı sonuç olarak ortaya çıkarmaktadır… en yakını elinin tersi ile uzaklaştıranlar aynada bir de kendilerine bakmayı olanakları kılmış olsalardı acaba nasıl bir sonuç ortaya çıkar?

Toplum çürüdü, ne yazık ki bu çürümede siyasi irada yanında bu iradeye bilerek ve isteyerek boyun eğmenin de sonucunu yaşamaktayız. Dini nesil isteyenler, toplumu biat eden ve sorunlu bireylerin yoğun olarak yaşadığı paradigma için en yakını üzerine basan liberal bireye dönderdi… Kiriz yönetemeyen her toplum gibi toplum en küçük birimi de zorlamaktadır…

Peki, bu kriz ortamından kurtulamayız mı, elbette kurtuluruz. Grip hastalığında olduğu gibi ilaçlı ya da ilaçsız aynı zamanda geçen bir hastalıktır… Zamana bırakın, zaman kriz yönetmenin yönetimini size reçete olarak vermez ama ne yapmamanız geldiğiniz yaşadığınız tecrübe size gerekli ipucunu sunmuştur. En azından batı kriz yönetimi dersleri bireylere/ şirketlere vermektedir, imkanınız varsa alın bir kitap okuyun… Tek yöntem yoktur ve her kriz kendisine özgü çözüm yolları vardır, standart ve reçete ile sunulacak bir formülü yoktur… Sağlık sektöründe her şeyi standart yaptılar ama her hastalığın standardı yoktur, para kazanmayı isteyenler sadece standart ederek ortalama bir çözüm yolu bulur…

İsmail Cem Özkan


Zaman öyle bir kıvrılır ki geçmiş bugün olur.

Zaman öyle bir kıvrılır ki geçmiş bugün olur.

Zamanın göreceli bir kavram olduğunu söyler bilim insanı, durduğun yere göre değişim gösterebileceğini de belirtirken uzayda ki konumunda görecelilik gösterir. Zaman düz bir çizgide ilerlediği farz edilirdi eskiden şimdi zamanın doğrusal çizgide hareket etmediği büküldüğü hatta kara delikler ile başka zamanda da dönüşebileceği kabul görür oldu. Kısaca hepimiz için aynı şekilde ilerleyen zaman başka evrenlerde farklı şekilde ilerleyebileceği kabul görür oldu. Peki, zaman bükülebildiğine hatta başka zamanlara doğru açılım yapacağı kabul edersek bizim şimdiki zamanımız bazı evrenler için dün, bazıları için gelecek olarak kabul edilir. Gökyüzüne baktığımızda bize ulaşan birçok yıldız ışığı aslında çoktan sönmüş ve yok olmuş yıldızların ışığı gerçeği ile karşılaşırız…

Yaşadığımız anı bizler bir daha yaşayamayacağız, çünkü akan ırmağa bir kere girilir, başka girme şansımız yoktur. Her girdiğimiz ırmak aynı gibi gözükür ama artık su akıp gitmiştir, bizleri başka su damlacıkları ve doğanın ekolojik değişimi karşılar. Görüntüde aynı ama içerikte farklılaşmıştır, ne su eskidir ne de biz…

Tarih tekerrür etmez, fakat ders çıkarmak zorundayız…

Girdiğimiz ırmağın neresinde duracağımızı bilmek zorundayız, yoksa su bizi sürükleyebilir… Elbette dağlara karın erimesini de dikkate almak zorundayız birden bir selin önünde kurban da olabiliriz. Hangi zamanda hangi dereye ya da ırmağa nerede ayağımızı sokacağımız ve nerede duracağımızı bilmek ile yükümlüyüz eğer sağlıklı olarak ayakta kalmayı istiyorsak, fakat ders çıkarmak yerine sürekli her şeyi baştan öğrenmeye alışmış bir kültürün parçasıysak; bizi her ‘felaket’ kaderimiz gibi karşılar ve Allah'ın hikmetine bağlarız…

Tarih bize birçok şeyi fısıldar ama tarih dediğimiz de öyle genel doğruların olduğu alan değildir, çünkü duruş noktasına ve bakış açısına göre değişen bilgi topluluğundan başka bir işlevi yok… Kısaca tarih elde ki veriler ile genel olarak bize çok şey anlatır ama çok şeyi de gizler… Belki de zamanın evrilmesi gereklidir birçok şeyi daha iyi anlayabilmek için… Fakat elimizde olanaklar ile bizler ne zamanı evirebilir ne de değiştirebiliriz…

Zamanı değiştiremeyeceğiz, fakat bize sunulan bilgileri sorgulamayacağımız anlamına gelmez, çünkü resmi tarih genelde yaratılan gerçeklik üzerine oturur, gerçek resmi tarihin dışında durur, çünkü resmi tarih için önemli olan propaganda için bilgi kaynağı ve kanıt aracı olarak bilgilerin sunulmasıdır. Resmi söylemler, her zaman kuşku ile yaklaşılması gereken bilgidir, neyin üstünü örttüğü sorgulanması gerekendir…

9 Eylül 1922

Bir şehir terk edilmiş... Ne ordu var ne de gözyaşı dolu insanlar... Belirsizlik… Gelecek olan belli... Korku bir halkın üzerine çökmüş, öteki yağmalamak ve linç etmek için fırsat kolluyor... Bir şehir çoktan askerden boşaltılmış, yeni askerler gelecek ellerinde bayraklar ile.

Bayrak, ölüm demektir...

Düzenli birliklerin bir şehre girmesi birçok beklentiye yanıt verecektir. Öncelikle cinayet işlenecek, biliniyor... Öç alınacak... Ve bir gün beklenen olur... Gelirler...

Asker, bir şehre girer...

Fırsat kollayanlar hemen başlar yağmalamaya... Yağma, linçe davettir. Linç sembolik olarak başlar, önce kendisi gibi olmayan ve inanmayanı linç ederler… (Bayrak çekilen konağın hemen yanında ki sokak olduğu dillendirilir.)

Barış sözü havada asılı kalır, özgürlük sözdedir...

Zafer, ölüm ile ilan edilir, kan dökülür şehrin sokaklarında... Bir bayrak çekilir bir konağın balkonuna. Konak zenginliğin sembolü, paranın efendisinin yerleştiği yerdir. Semboliktir... Tüm seremoni yerine getirilir, sokaklar postallar ile uygun adım marşı ile geçilirken korku ve öfke iç içe geçmiştir... Linç için fırsat kollayanlar şehrin sokaklarında önceden nefret ile baktıkları evlere yönelirler...

Ölüm kaçınılmazdır.

Bir bıçak darbesi, sonra süngü, sonra kurşun...

Yaşananlar yaşanır ve sonra hakim olanlar bu zaferi kansız göstermek için yaşanmışlıkların üzerine yeni bir öykü monte ederler... Romantizm doruktadır. Marşlar eşliğinde balkona çekilen bayrak sunulur... Sonra sevinç naraları... Korku ortadan kalkmıştır, linç enerjisini boşaltmış, şehrin yeni efendileri kendisine güvende hissettikten sonra yağmaya başlayacaktır...

Yağma eski sahiplerin izlerini silmek ile olur...

Yangın kaçınılmazdır...

Fırsat kollanır… Rüzgarın hızı hesaplanır... Artık aynı anda üç yerde yangın çıkarmak için ortam uygun hale geldiğinde yangın birden ortaya çıkar ve şehir yanar... Yeni efendiler, eski zenginlerin ve aralarına bir türlü katılamadıkları sokakların olduğu yerler yani yeni yağmalayacakları alanı yangın ile ilan ederler... Yangın yerinde canlılar bir bir dumana karışıp kül olurken, diğer yandan bunu romantizmin birer şöleni gibi tepeden seyreden yüreğine “soğuk su” döken bir halk vardır... Öfke, öç, çekilen acıların hesabı alınmıştır.

Öfke, yağma, linç... Yeni gelenlerin zaferidir... Yangın zaferdir…

Şehir asla bir daha eskisi gibi olmayacaktır... Geçmişin son hesaplaşmasını da yangın ile yapılır ve geçmişe ait izler teker teker silinir... Tek bir konak önünde saat kulesi kalır, zaman artık durmuştur oranın eski sahipleri için…

Bir şehir yangın yeri olduysa, orada gizlenilmek istenen çok büyük acılar var demektir...

Bugün kimse o acıları duymak istemez, çünkü kurtuluş romantizm görüntüleri eşliğinde elde bayrak ile sunulur...

Sokaklar geçmişi anlamak için dolmaz bugün, balkona çekilen bayrak var olan karanlık zamanın ve karanlığın öfkesine karşı bir direnişin sembolü olarak sunulur… Kutlamalarda bugün ne ulus devletinin algısı vardır, ne de dönemin istibdadın yarattığı karanlığın algısı…

Bugün algısı ile dün yorumlanamaz, dünün algıları ve doğruları ile bugün olaylara anlamlar yüklemek bizi yaratılan gerçekliğin başka yerine savurmaktan başka işlevi olmaz. Genelde bizi ırkçı ve ‘öteki’ olarak görülenlere karşı öfke birikimine iter. Faşizm, böyle ortamlarda kendine zemin yakalar, başka kitlesel katliamlar için ortam oluşturur. İzmir ve ege bölgesi gün be gün kitlesel katliamlar için uygun ortam olma yolunda düzenli, planlı ve istikrarlı bir şekilde içten içe örgütlenmeye devam etmektedir, ne yazık ki bunun panzehir olması gereken karşı örgütlenme gün be gün erimekte ve ırkçı söylemlerin içinde erimeye devam etmektedir.

Tarihe bakanların kafası o kadar karışıktır ki, yarı resmi tören ile tarihte olmamış bir olayı olmuş gibi yoktan var edip bir parkın içinde Yunan ordusuna İzmir'e kadar gelmiş ama “ben komşumun toprağımı işgal etmem” diye sözde direnmiş ve idam edilmiş komünistlerin anısı için suya karanfil bırakırlar… Birkaç senedir yapılan ve bugüne kadar bu garip olaya bir türlü anlam veremem, neden böyle bir anmaya imza atılır? Devlet kendisine göre bayram icat edip var olanları silmesi doğaldır ama bu suya karanfil bırakılan eyleme hala anlam veremiyorum… Örneğin İstanbul’un fethi 500 yıl hiç kutlanmamış ama 500. yılda keşfedilmiştir… Onun bir anlamı vardır, çünkü ülke kriz içindedir, uluslaşma için (homojenleşmek) atılmış, 6–7 Eylül 1955 Pogromu için ön hazırlıktır…

Karl Marx, “Tarihte her ne olduysa, başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur” der.

İsmail Cem Özkan

27 Ağustos 2017 Pazar

Faşizmin kendi ile imtihanı…

Faşizmin kendi ile imtihanı…

Ülkemizde faşizm Avrupa’da gelişen faşist hareketlerin ülkemizde sempati toplaması ile başlamıştır. Öncelikle faşist İtalyan yasaları ile ülkemize sızmış, faşist Almanya’nın tüm kurumları ile ülkemize konumlanması ile olmuştur. Faşizm ülkemize kurumları ve sempatisi ile gelirken ulus devletin yaratmış olduğu olanaklar içinde halkı da biçimlendirmiştir. O kadar ileri gidilmiş ki kervan geçmez kuş uçmaz diyarlarda bile Hitler bıyığı burun ile dudak arasında kendisine yer bulurken, imparatorluktan çıkmış ülkenin ahalisi sadece ideolojiyi sembolik düzeyde içselleştirmiştir, çünkü onlar için düşman gayr-ı Müslimlerdir ve gayrıların en önemlisi zaten ülke topraklarının ötesine atılmış, geride kalan çocuklar henüz dağlardan kimsesizler yurdunda toplanmıştır.

Faşizm, ülkemizde görsel olarak yayılırken karanlık gecelerin hakimi olan devlet karartma gecelerinde ekmeği bile karne dağıtırken yandaşını bal ile besler olmuştur. Faşist hareket yağmacılık ile ülke içinde kök salmaya çalışırken zaten var olan alışkanlıklara yeni elbise giydirmekten öte anlamı olmamıştır. Ülkenin kurucuları Nazilik konusunda bir biri ile yarışırken bir bölümü sağduyularının gereği bağımsız gözükmeye ya da ete sütlüye bulaşmadan arka planda kalmaya özen göstermiştir. İttihat ve Terakki Partisi’nin devamı olan kadrolar yenilgiden sonra eski rüyaların canlanmasından başka şey ifade etmemektedir. O dönemde başbakan olan, bakanlar kurulunu oluşturanlar Alman faşizmi ile açıktan cilveleşmekten öte onların istemleri yönünde düzenlemeler yapmaktan da öte durmamışlardır…  Her faşist rejim kendi düşmanını yaratır ve kontrollü olarak ona baskı uygulaması kaçınılmazdır. Azınlıklar ve gayr-i Müslimler tehdit olmaktan çıktığı için yeni düşmanın Kürtler olması kaçınılmazdı. O dönemde “çıbanbaşı” olarak görülenlerin “irinlerinin boşaltılması” ve “yaranın tedavisi” edilmesi resmi söylemler içinde yerini bulmuştur.

Resmi faşizm ilham aldığı kaynağının yenilgisi ile ülkede ki gücü de ortadan kalkmış ve pusuda bekleyenlerin sıra kendilerine geldiğini görerek devlet mekanizması içinde yeniden güç kazanmaları ile sonuçlanmıştır. Kurumsallaşamamış faşizm gücünü aldığı devlet mekanizmasından uzaklaşmış olarak görünse de yasalları ve adalet kavramı içinde varlığını korumuştur. Yeni cumhuriyete numara verenlerin verdiği numaralar dışında iç içe geçmiş olan cumhuriyet uygulamaları güce göre değişime uğrayacaktır. Çok partili sürecin başlaması ve Birleşmiş Milletlere üye olduktan sonra uluslararası yasaların ülkemiz içinde geçerli kılınması ile birlikte başka bir tarih çizgisi üzerine oturmuş olduğumuz gerçekliği ile karşılaşmaktayız.

Osmanlı döneminden kalan henüz yüzleşilmemiş sorunlar ile yeni sorunların harmanlandığı süreci yaşamaktayız. Küresel dünyanın bir parçası küresel yasaların da hakim kılınmasının henüz başında olan ülkemizde siyasi yaşam ikili parti olarak yoluna devam ederken güncü kaybetmiş faşizm ideolojisi de kendisine gerçek anlamda taban bulmaya da başlamıştır.

Demokrat partisi demokrasi için yola çıkmış ama faşizm ideolojinin kurumsallaşmış alanının yeniden filiz bulmasına da olanak sunmuştur. Alman faşizmi yenilmiş ama faşizm ile gerçek anlamda yüzleşilmediği için bizim gibi ülkelerde kök salması için ortam yakalamıştır. Faşizm kendi toprağı dışında kök sallarken yenidünya düzeni içinde faşizm efendisini değiştirmiş ve hizmet etmeye devam etmektedir. Faşizm kendisinin suçlarının üzerini örtenlere her türlü hizmet vermeye başlamıştır. CIA bu dönemin ürünü olarak uluslararası siyasi arenada yerini alırken NATO içinde kurumsallaşmıştır. Demokrasi için yola çıkanlar ülkemizin bağımsızlığını NATO içinde olacağı varsayımı ile NATO üyeliğine girmiş ve bu sayede kurumsallaşmış faşist hareketin ülkemizde ki ayağını oluşturacak Gladio örgütlenmesi için ortam yaratılmıştır. NATO eli ile ülkemizde faşizm yer altı örgütlenmesi olarak kendisini devlet denetimi dışında ama devletin olanakları içinde alan bulmuştur.

NATO içinde örgütlenenler Amerikan’ın çıkarına uygun politikalar geliştirmiş ve Amerikan başkanlarının doktrinlerine uygun NATO ülkelerini düzenlemek adına siyasi adımlar atmıştır. Ülkemize düşen ise 27 Mayıs darbesidir. Amerikan çıkarına uygun yapılan bu darbede NATO içinde yetiştirilmiş subayların rolü saklanamayacak kadar ortadadır. Gladio adı ülkemize uygun şekilde değiştirilmiş ve halk arasında “Kontrgerilla” olarak adlandırılacaktır. 27 Mayıs sonrası gelişen her toplumsal olay içinde bu teşkilatın adı geçecektir, onun fotoğrafı çekilemeyecek ama varlığından herkesin haberi olacaktır. İlk fotoğrafını çekmeye çalışan Abdi İpekçi elinden dosyası alınarak öldürülmüş, onun cinayet dosyası görünmeyen eller tarafından yönlendirilerek üstü sürekli ihtiyaca göre örtülmüş ya da kısmen açılmıştır. Siyasi cinayetler Gladio’nun üzerine serilen örtüyü aralamaya çalışanlar üzerine yoğunlaşmıştır. Kitlesel cinayetler günlük yaşantımızın ayrılmaz bir parçası oturması Gladio’nun içinden devşirdiği elemanları ile öne çıkan siyasi partiler adı etrafında oluşmaya başlaması tesadüfi değildir.

27 Mayıs darbesinin sesi Gladio’nun cinayetlerinin sesi olması tesadüfen ortaya çıkmamıştır.  Faşizm kurumsal ilişkisini 12 Eylül öncesinde MHP içinde gerçekleştirdiği 12 Eylül sonrası açılan MHP davası ile ortaya çıkmış ve o davanın sonucunda geçmişten ders alanlar sonrası yapılan örgütlenmeler ile kendisini ortaya koymuştur. Yazıcıoğlu MHP’den ilk önemli kopuşu temsil eder, o kadar kontrollü örgütlenme yapmış olsa da Dink cinayeti sonrası “bizim içimizde bizi yanlış yönlendirenler var” diyerek partisinin adının bir cinayete karışmasını eleştirmiş ve kısa süre sonra da bir “kaza” sonrasına hayatını kaybedecektir.

MHP sokak siyasetinden tamamı ile uzaklaşmış sokakta taraf olmayacağını ilan etmiştir. 90’lı yıllarda sokakların yeniden kan gölüne dönderilmesi süreci içinde “Susurluk Kazası” sonrası gelişmelerden kendilerini uzak tutmayı başarmıştır. Geçmişin tortuları su yüzüne çıkmış ama kurumsal alandan uzaktadır. Devşirilenler çıkarsal ilişkiler içinde verilen görevi yapmış ama gerçek anlamda olaylar ve ilişkiler ortaya çıkarılamamıştır.

Gladio ihtiyaca uygun kurumlar yaratmış ve sokakta kullanmaktan çekinmemiştir. Çatışmanın en yoğun olduğu yerlerde Gladio kendisine uygun örgütlenmeler kurmuş ve zaafı olan insanları kullanmayı bilmiştir.

MHP ders almıştır ama içinden sürekli günlük siyasete uygun olarak kopmalar olmuştur. Siyaset ihtiyaca veren teşkilatlara yaşama şansı verir, diğerlerini etkisiz hale getirir. Türk siyasetinin ayrılmaz ögesi olarak MHP 12 Eylül sonrası kendisine verilen toplum tepkisini en alt düzeye çekme görevini en iyi şekilde yerine getirmiştir. Ilımlı İslam ve Ortadoğu ülkesi hedefine MHP’siz ulaşma şanı yoktur. Hem İslam hem de Türk ırkçılığının kaynaşması MHP bayrağı altında kurumsallaşmış olması bu siyasi partiyi her dönemde siyasi arenanın olmazsa olmazı olarak öne çıkarmaktadır.

MHP yeniden parçalama sürecindedir. Bu süreç AKP’nin artık krizi yönetemediği sürece denk gelmiş olması tesadüfen değildir. Ortada bir boşluk olmuştur ve var olan MHP yönetimi bu boşluğu dolduramamıştır. AKP siyasi ve ekonomik krizi yönetemez konuma gelmiş, Suriye ve diğer ülkelere yönelik emperyalist (ümmetçi  yayılması) politikası iflas etmiştir. Bu politikası Amerikan ve Rus emperyal devletlerin çıkarı ile çatışır hale gelmiştir.

Erdoğan’a verilen BOP eşbaşkanlığı görev süresi dolmuştur. Fakat onun yerine getirilecek başka bir lider henüz ortaya çıkmamıştır. MHP’den ayrılanların yeni bir umut olma şansları yoktur, sadece AKP’nin yan değneği konumunda olan bir siyasi dayanağın çökmesi anlamındadır. AKP kendisine destek olarak gördüğü etnik siyasi parti ve yan örgütleri ile arasında oluşan diyalog masasını devirmiş ve arasına kalın bir çizgi çekmiştir.  AKP yalnızlaştırılmaktadır…

AKP tek başına krizi yönetmez hale getirmiş ve AKP’nin kurdu AKP içinden çıkacaktır. Çünkü kurt kurdun açığını bilir ve ona göre önlem alır…

Gladio ihtiyaca cevap veren askeri bir örgütlenmedir. Elbette kurucusuna hala sadıktır. Canlı bombalar ülke kriz içinde olduğu süreç içinde AKP’nin çıkarına uygun zamanlarda kendisini ortaya koymuştur. Her kriz geçici çözümler ile ortadan kalkmış ama daha ağırı ile geri dönmüştür. Yeni bir dönem başlamıştır, bu yeni dönemin siyasi arenada yeni düzenlemeler için ortam hazırlanmaktadır. Bu ortamın belirsizliği olasılıkların fazlalığını ortaya çıkarmaktadır… Kim kime hangi proje ile ortaya çıkacağını kısa zamanda göreceğiz, çünkü para olmadan siyasette adım atılamaz ve şu anda ki siyasi yapıların ne ekonomik, ne istihbarat, ne de lojistik olarak cevap verecek örgütsel yapıları mevcut değildir…  Küresel siyasette sürekli gerilim üretenler ulus devletinin yaratmış olduğu tüm engelleri ortadan kaldırmak ile kalmıyor, yeni ulus devleti görünümlü sınırların da oluşumuna olanak sunuluyor… Küresel politikalara piyonların rol verme şansı yoktur, verilen görevi yerine getirmek ile yükümlüdürler. Hangi piyonun ne zaman oyun dışına itekleneceğini emperyalist güçler şimdilik karar verecek konumdadır…

Faşizm bu belirsizliğin olduğu ortamda kurumsal ilişkileri ile kendisi ile imtihanı içindedir… Ulus devletinin yok olduğu koşullar içinde faşizm sermayenin çıkarını savunmak dışında başka bir görevi mi var?

İsmail Cem Özkan


22 Ağustos 2017 Salı

Yerel yönetimler!

Yerel yönetimler!

Yerel yönetimler hakkında bugüne kadar çok değişik görüşler ortaya sürülmüş ve birçoğu da denenmiştir. Yaşadığımız çağın ruhu içinde yerel yönetimlerin birincil görevi gelmekte olan tehlikelere karşı o yörede yaşayanları korumak ve önceden beklenen göre önlem almaktır. Yaşanan her felaketten ders çıkarıp bir daha benzeri yaşanmaması için felaketin olduğu alan ve benzeri yerler için önlem bilim insanların desteği ile ortaya konup uygulanmasıdır.

Dünyanın en iyi yaşanan şehirleri araştırılırken uygulanan kriterler yerel yönetimlerin aslında nasıl olması gerektiğine sunulmuş cevaplardan biridir. Fakat bizim sol açıdan baktığımızda solun yerel yönetimler konusunda zengin bir tecrübesi olmasına rağmen ama ‘o tecrübe hiç yaşanmamış gibi davranılarak’ muhafazakar sağ politikacıların ve yerel yöneticilerin uyguladığı yöntemlerden pek farklı iş yapmadıklarına şahitlik etmekteyiz.

Ülkemiz açısından yerel yönetimlere baktığımızda elimizde tutabileceğimiz birkaç örnek mevcuttur, Ankara’da Karayalçın’ın Sovyet yerel yönetimlerinden örnek aldığı ve kötü kopyası şehirleşme örneği ki başarılı olamamıştır. İzmir Gültepe’deki kendi inisiyatifi ile zamanın koşullarına göre doğru tavır geliştiren Aydın Erten, Fatsa Belediye Başkanı Fikri Sönmez var olan çizgilerin dışında yer alan politikalar geliştirmeye çalışmıştır. Bugün Ovacık belediye Başkanı öne çıkmasına rağmen gerçek anlamda belediyecilik hizmeti sunduğunu söylemek abartılı olsa gerek. Elbette her örnek bizim birikimizdir ve her birikimden ders çıkarılması gereklidir.

Yerel yönetimler konusunda ülkemizde tek çizgi hakimdir, yönetimde yer alan partilerin tercihleri o yerel yönetimlerden daha fazla kimlerin yararlanacağı konusunda küçük ayrımlar söz konusudur, onun dışında tüm partiler sağ sol ayrımı yapmadan bir birinin kötü kopyasıdır. Rant yaratmak, projeler ile sorunların üstünü kapatmak ya da ertelemek dışında geliştirmiş oldukları uzun vadeli bir politikaları yoktur. Belediyeler kaldırım söküp takmaktan, seçim öncesi yapılmayan yolların yapılması ve var olanların üzerine cila sürülmesi dışında gerçek anlamda bir hizmet yapamadıkları gözlemlenmektedir. Belediyeler yerel kültüre katkı amaçlı ortaya çıkarmış olduğu politikalar yandaş yazarların desteklenmesi ve kurumların sunmuş olduğu projeler katkı sunmaktan öte bir işlevleri olmamıştır.  

Yerel yönetimlerden ülke yönetimine sıçrayan bir parti gerçekliği ile karşı karşıyayız. AKP yerelden elde etmiş oldukları tecrübelerini genele uygulamak için eline geçen her türlü olanağı kullanmaktan çekinmemiştir. AKP’yi iktidara taşıyan; ortaya koymuş oldukları hedefleri ve o hedefler yönünde taviz vermeyen duruşlarıdır. Hatta kendi hedeflerine liberal aydınları gerektiğinde faşist hareketleri, gerektiğinde etnik kimliği ve gerektiğinde karşı gibi gözüken siyasi oluşumları da “özgürlk” kavramı içinde kullanmaktan çekinmemiştir.

AKP dinsel ibadet özgürlüğü söylemi içinde aslında kendi inanç ve yaşam tarzını toplumun geneline dayatmış ve kabul ettirmiştir. AKP dini ibadet özgürlüğünü savunmamış, aksine sadece kendi düşüncesine yakın insanların ibadet özgülüğünü “başörtüsüne özgürlük” adı altında savunmuş ve amacına ulaşmıştır. İbadet özgürlüğü içinde Alevilerin ibadet özgürlüğü de yer almasına rağmen AİHM kararları olmasına rağmen bugüne kadar ret etmiş ya da görmezden gelmiştir.

AKP ılımlı İslam profiline uygun olarak 12 Eylül sonrası ülkemize verilen yükümlülüğü olduğu gibi kabul etmiş ve o amaç ve hedefler yönünde politikalara açık olduğunu ve gerçekleştireceğini beyan etmekle kalmamış, uygulamıştır. AKP, liberal ekonominin açılımı olan özelleştirmeyi katı bir şekilde ANAP’dan aldığı bayrağı ileriye taşımıştır. AKP bir anlamda ANAP’ın ve dolayısı ile 12 Eylül siyasetin var olan uzantısı olmayı hiçbir koşulda ret etmemiştir.

AKP yerel yönetimlerde rant politikasını içselleştirmiş ve TOKİ eli ile şehirler şantiye alanına dönderilmiş, gecekondu mahalleri varoşlar haline döndükten sonra oraları kendi siyasi hedefleri yönünde dönüşüm için cami ve imam hatiplerin çoğalması için yatırıma açık hale getirmiştir. Elbette bu yeni rant alanları şehirleşme kuralları dahilinde değil, yerelde çıkarlar gözetilerek dar sokakların hakim olduğu balkonların birbirine baktığı sokak baskısının hakim olacağı bir yapılanmaya doğru adım atmış ama bu yaşanan deprem gerçeği ila başka boyuta sıçramıştır. AKP buradan aldığı ders var olanın yıkılıp depreme dayanıklı binaların inşaatı. İnşaat ülkenin ilerlemesinin motoru haline getirilmiş, sanayileşmek ve endüstri ihracatın bir ilgi alanı olmasını ortaya çıkarmıştır. Ucuz elde edilen teknoloji hayatı kolaylaştırırken, yaşam kalitesinin göreceli artırırken ülkemiz inşaat alanına dönderildi. Dünyadan gelen enerjinin liberalleşmesi için enerji borsası kurulması amaçlı enerji üreten ve dağıtan firmaların oluşması için firmalar teşvik edilmiş, her görülen dere birer HES, rüzgar alan her tepe bir RES alanı olması sağlanmıştır… Henüz ülkemizde enerji borsası kurulmamış olmasına rağmen enerji dağıtım alanları yabancı firmaların firma ortaklığı ile denetimi içine girmiş bile…

AKP ülkenin tüm alt yapısını liberal ekonomiye dayalı olarak çok ortaklı firmaların denetimine bırakırken devletin merkezi denetimini bile ortadan kaldıran olaylara imza atmaya devam etmektedir. Felaketler sonrası yaşanan denetimsiz durumu kader ve fıtrat kelimeler ile açıklamaya çalışmış, açılan davaları zamana yayarak acıların üzerine kapanması için firmalara olanak sunulmuştur. AKP parası olanın yaşam kalitesini daha fazla artırırken, yaratmış olduğu rant çevresinden kendi seçmenini de kollamış ve korumuştur.

AKP yerel tecrübesini ülke yönetimine aktarırken hedeflerinden taviz vermemiş aksine hedeflerini çeşitlendirmiştir…

AKP’ye muhalif olanların AKP politikasına benzer rant işlerine adım attıklarına şahitlik etmekteyiz… Rant yerel yönetimlerin vazgeçilmez alanı olurken yerel yönetimlerin uzun vadeli politikaları seçim dönemlerine uygun olarak görüntüye ve göze hitap eden şekilde olmuştur. AKP kendisini taklit edenlerin ve farklı politika üretmeyenlerin olduğu ortamda girmiş olduğu seçimlerden başarılı ile çıkmış ve aratılmış olan pazardan şirketlerin daha fazla pay almasını ve yeni geçici istihdamlar ile seçmenini kendisine bağlamıştır. AKP döneminde geçici olan her uygumla revaçta olması tesadüfi değildir, “denedik olmadı” söylemi daha iyi ancak biz yaparız söyleminin bilinç altına işlenmesinden başka şey değildir.

İzmir Büyükşehir Belediyesi yerel üreticiye vermiş olduğu destek görünür olmamış ama seçim sandığında var olan belediye başkanın seçimi için yeterli olmuştur. Şehir içinde göze hitap eden uygulamalar mütevazi diyebileceğim uygulamalar ile yerel yönetim konusunda gözlem yapanın gözüne dokunurken belediye bir çok uygulaması ile halkında tepkisini çekmeye devam etmektedir. Özellikle ulaşım konusunda yaşanan olumsuzluklar yerelde yaşanan sorunların görünür olmasını ortaya çıkarmıştır. Yerel yönetimler her ne kadar olması mümkün felaketleri önlemek amacı olmasa da aksine felaketlere yol açacak uygulamalar rant yüzünden göz yumulmaktadır… Henüz alt yapı sorunu çözememiş belediyeler sök tak kaldırım hizmeti ile belediye hizmeti yaptıklarını rahatlıkla söylemeye devam ederken yaşanabilir şehir kategorisine duygusal yaklaşımlar dışında henüz ulaşıldığını söylemek çok zor…

Peki, çözümsüz mü?

Elbette çözümü ortadadır, bilinmektedir. Moskova yoktan var edilirken uygulanan strateji ortadayken, Berlin, Viyana… şu anda yaşanabilir şehirler kategorisinde yer alan şehirlerin hemen hepsi alt yapı sorununu, kanalizasyon, yol gibi alt yapıların planları üst yapıya uygun şekilde çözülmüştür, oralarda sök tak kaldırım ve her alttan geçen kablo için asfaltların söküldüğü bir şehir ile karşılaşmazsınız…

Her sokağa ambulans girebilir. Her caddeden itfaiye araçları trafiğe takılmaz, her hangi bir doğa ya da insandan kaynaklanan felaketler karşısında şehir yönetimi ne yapacağı önceden bilinmektedir. Deprem anında toplanma alanları şehirlerin nefes alma alanı olurken bizlerde o alanlar büyük AVM’lerin alanı haline dönüştürülmüştür…

Bizim şehirlerimiz rant alanı olurken yaşam alanı olmaktan uzaklaştırılmıştır…


İsmail Cem Özkan

16 Ağustos 2017 Çarşamba

Her yalanın bir inananı vardır.

Her yalanın bir inananı vardır.

Yahudiler olmasaydı Naziler iktidar olabilir miydi? Yahudi düşmanlığı ile iktidara gelen Naziler sözünü zamana yayarak tuttu ve sonunda toplama kampı kurdu. Sonra oralar toplu infazların yeri oldu.

Soykırıma uğrayan halk her dönemde mağdur olarak nefret söylemin merkezinde oldu... Hatta tarihin dehlizlerinde yaşanan reform hareketleri bile bu düşmanlığı merkezine alarak yapmıştır. Düşmanlık köklüdür, çünkü her iktidar bir düşmana ihtiyaç duymuştur ve kendisi gibi inanmayan, düşünmeyen ve yaşamayan halkları hedef tahtasına oturtmuştur. Bugün dahi birçok kişi bilerek bu nefret söylemine devam ediyor.

Neden Nazilerin suçunu Alman halkına yüklenmediğini sorgulamıyor, çünkü o sorguyu yapacak ortam Nürnberg mahkemeleri ile üstü kapanmış ve Nazi liderleri mahkum edilmiştir. Çıkarlar bugün geçmişin karanlık yüzü ile yüzleşmeye uygun değildir, uygun olmadığı için Alman toplumu içinde Naziler yeniden yeni düşmanları bahane ederek güçlenmektedir. ...

1933’de Naziler halkın seçimi ile iktidara geldiler, halkın desteği ile iktidarlarını korudular, savaş ile karşı gelenleri yok ettiler...

Savaş olmasaydı Naziler iktidarda kalabilir miydi? Çünkü yaratılan yalan balonu sönecekti... Yalanı sönenler yalanı yaşatmak için her türlü çılgınlığı yapabilir... Diktatörler halka yalan söyler ve söylenen yalanı gerçek göstermek için yalanın hedefinde olanlar yok edilir ya da sürekli sistemli baskı altında tutulurlar...

Hayatta kalma mücadelesi gelecek kaygısını buharlaştırıyor.

Virginia Woolf, Walter Benjamin, Stefan Zweig ve karısı Lotte ile birlikte boşuna intihar etmemiştir. Onların intiharı aslında var olan zamanının ruhunun ifadesinden başka şey değildir. Her biri kendi alanında çok önemli çalışmalar yapan bilim insanları, sanatçılar ve adını dahi duymadığımız birçok insan bireysel kararları ile hayat denen çizgilerini kendileri kırmıştır. Hayatta kalma mücadelesi umut ile olur…

İnsan çaresiz olduğunda sürekli kendini avutarak yaşar.

Gündeme bakıyorum sanki Titanik Gemisi ile okyanusa doğru açılıyoruz... Eğlence bol, neşe, aşklar ülkesi...

Bir insanın geleceğini belirleyen şey doğduğu coğrafyadır. Coğrafya karakterini belirtir, bazı insanların gelecek korkusu olur bazılarının ise yaşam kaygısı, çünkü ölüm bazı coğrafyaların kaderidir, her bir yerden ya kurşun ya bir bomba düşer...

Her zaman haklı ve doğru olduğunu düşünen biri yalnız kaldığında çevresine öfke ile bakar... Öfkesini hafifletmek için çevresinde yer alan her bireyi aptal ve kendisini izlemediği için gereksiz olarak görür...

"En önemli kriteri bağlılık ve sadakat." olan J. Edgar Hoover göreve gelir gelmez cadı avı başlattı, bir süre dokunulmaz ve en büyük olarak anıldı, birçok Amerikan başkanı değişti o değişmedi.“bilgi güçtür” dedi ve topladığı tüm bilgileri kendi çıkarı için kullanmaktan çekinmedi, bu sayede emekli olana kadar görevinde kalmayı başardı. Onun hakim olduğu zamanda suçlu suçsuz bir çok insan toplum dışına itekledi ve toplum dışına iteklenmekten korkan ve işini kaybetmemek isteyenler işbirliğine zorlandı... O da artık yok. Yenildi... Yok oldu. Haklarında bilgi toplananlar, toplum dışına iteklenenler bugün anılırken onun ile işbirliği yapanlar alınlarına sürülen itirafçı, işbirlikçi, ispiyoncu… gibi kara lekelerinden bir türlü kurtulamadılar... J. Edgar Hoover yok oldu... Korku cumhuriyeti de yok oldu... O görevinden ayrılır ayrılmaz Amerikan parlamentosu bir daha J. Edgar Hoover gibi biri olmaması için bürokratların görevde kalmaz zamanını belirledi. Amerika bu cadı avından ders almıştı ve aldığı dersini kanunlar ile güvence altına aldı. Azınlıklar ve öteki gibi kabul edilenlerin yaşama hakları orada güvence altına alınmıştır. Peki ülkemiz açısından bakarsak, çünkü ülkemizde de bir çok olumsuz olay yaşadık ama yaşadığımız olumsuzluklardan ders çıkarma yerine unutmayı seçtik... Geçmişi anımsatanlar ve gerçekleri katıksız ortaya koyanları ötekileştirdik, yok saydık, olmadı hapishane duvarları arasında yaşamaya zorladık…

Şirketlerin hakim olduğu yerde adalet olmaz, özgürlük; sadece patronların emek sömürme ve artı değeri kasalarında biriktirme özgürlüğüdür...

Her yalanın bir inananı vardır.

Her diktatörün bir yalanı ya da yalanları vardır, o güçlü olduğu sürece ona inanan ya da inanıyormuş gibi yapanlar var olur, çünkü çıkarlar buna izin verir. Eğer diktatörler çıkarını savunduğu kesime yeni rant alanları yaratamazsa kısa sürede tarihin karanlık deliğinden aşağıya bırakılır, çünkü çıkarlar yeni alternatif lideri kısa sürede ortaya çıkaracaktır…


İsmail Cem Özkan 

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Yaşadığımız çağın ruhu!

Yaşadığımız çağın ruhu!

Yaşadığımız çağın ruhu diğer zamanların ruhundan çok farklı bir yere oturuyor, çünkü saklanacak bir yerimiz kalmadı ve küresel gelişen olayların birer figüranı olarak bizim haberimiz olmadan bize yüklenen rolü oynamamız istenmekte ve ona zorlanmaktayız. Kaçacak yerimiz yok, her birimiz birer mülteci olduk ama kimse mülteci olduğunu bile kendisine itiraf edemiyor…

Sadece mültecilik omuzumuza yüklenmedi, savaşın birer taraftarı olduk, kim için ve ne için savaştığını bilmeyen toplumların bireyleriyiz, her birimiz bir cephenin içinde nefer olarak almaya zorlandık. Bizim savaşımız olmadığını hepimiz biliyoruz ama karşılıklı kurşun sıkmayı da ihmal etmiyoruz, eğer sıkmaz isek öldürüleceğimizi biliyoruz. Cephenin bir yanında bilimden uzak hurafeler ile yetişmiş katiller sürüsünün elinde bıçak ile boğaz kesmeyi oyun haline getirmiş, binlerce yıllık insanlık birikimini gözünü kırmadan yok edecek kadar cahil bir kesimin varlığını her birimiz ekranlar aracılığı ile beynimize işleniyor…

Yaşadığımız zaman diliminde katil olmayan ve kurban olmayan var mı? Zamanın ruhu katil ol diyor ve teknoloji ile insanlar görmediği insanları ölüme götüren yolu açıyor...

'Metin2 oynayan çocuk, hesabı çalınınca intihar etti' haberleri medyaya düşüyor… Çocukları ben elinizden çalıyorlar derken bakın çocuk bir oyun yüzünden bile intihar edecek kadar aptallaştırılıyor... Burada katil kim? Bir ölen çocuk var ama binlerce katil vardır. Bu oyunu kurgulayan, programlayandan, bu oyuna para yatıran, bu oyunu internet ortamında yayımlayan kısaca katil olmayan yok... Bütün insanları katil yapan sistemdir...

Sistem değişsin!

Berlin duvarı yıkıldığında yıkılan duvarın üzerine çıkıp zafer işareti yaparak özgürlüğüne kavuştuğuna inanan insan topluluğu daha büyük duvarın içinde köle olduklarını kısa sürede anladılar... O günden bugüne kadar kazanılmış haklarını kaybetmeye devam ediyorlar...

Devletin dili bitti hayatımızı belirleyen firmaların dili oldu.

Tek tip düşünmemizi isteyenler tek tip kıyafet içine bizi mahkum etmek ister... Hazır giyim göreceli olarak çeşitlilik kazandırmıştır, fakat tüm dünyada insanlar benzer kıyafetler giymeye, benzer yemekler tüketmeye, benzer kimlikler taşımaya başladı... Benzer eğitimden geçen, benzer yarışma programı izleyen, benzer tv programlarda benzer stüdyolarda farklı diller ile yapılan programlar ile insanlar tek tip kıyafet içine sokulmaya çalışılıyor, kısaca tek tip tüketmeye alıştırılıyoruz...

Sürekli tekrarlanıyor, kriz, çöküş... kapitalizm kriz içinde yaşamaya ve kriz üretmeye devam ediyor, bu sistem içinde yaşadığımız sürece de  bizler her daim sorunların yumağı içinde yaşamaya çalışacağız…

Ulus devleti çöktü, bugün kimse ulus devletinden ve ulusal hükümetten bahsedemez, var olan tüm yapılar ve mekanizma şirketlerin çıkarı üzerine oturmaktadır ve rüşvet lobi faaliyeti adı altında olağan hale gelmiştir... Bütün bunlar ortadayken kapitalizm çöktü diyebilir miyiz, emperyalizm sonlandı mı? Bildiğimiz klasik anlamda emperyalizm değişmiştir ama uygulama biçimi ve yöntemi aynı kalmıştır.

Geçmişte devletler adına yapılan savaşlar, işgaller şimdilerde şirketler adına yapılıyor, savaşlar çıkıyor. Hibrit savaşları tamamı ile şirketlerin çıkarı doğrultusunda şirketlerin finansı ile yapılmaktadır. Orada devletlerin politikacıların konuştuklarına bakmayın, onlar şirketler adına orada konum belirlemektedir. 

Yaşadığımız çağda devletler çıkarı önemli değildir.

İki büyük buhran sonrasında ulus devletler krizi bir şekilde dünya savaşları sonrasında kendi içlerinde oluşan pazar ile çözmüştü, fakat bugün öyle mi?

Şirketlerin devleti yok, fakat kontrol ettikleri devletleri var...

Kapitalist sistem kuruluş krizini hala yaşıyor ama ortadan kalkmadı... Peki, kapitalizm ne zaman ortadan kalkar? Bunun yanıtı artık ezberlenmiş olması gerek ama hafıza kötü unutmuşuz! Marks, Engels ve onları takip eden tüm sınıf teorisyenleri olayı ortaya koyar ama çıkarların kavgasında sınıf kavgası yerine kişisel çıkarı öne alanlar kapitalizmin yedek değneği olmaya devam ediyor, üstelik kendi kirlerini her gün yayarak...

Dünyanın her hangi bir yerinde balistik füze denenmesin. Sürekli yeryüzü bombalar ile dövülüyor... İnsanlık büyük savaşa hazırlanıyor ve küçük silahların hiç bir önemi yok... Peki değer mi? Bir kaç kuruşu kasasına koymak isteyen para babaları bu küresel savaştan nasıl bir sonuç ile çıkmayı hesaplıyor? Dünya imparatoru artık devletler olmayacağına göre hangi firma bu savaşı körüklüyor?

İsmail Cem Özkan

28 Temmuz 2017 Cuma

“Ben Ulrike Bağırıyorum!”

“Ben Ulrike Bağırıyorum!”

Amatör tiyatroları her daim sevmişimdir, amatör ruhu ile iş yapanlara hayranımdır… İzmir’in Karşıyaka semtinde bir dernek içinde yarı amatör ama usta bir ekip tarafından yürütülen bir çalışma vardır. O çalışmanın sorumlusu Seda Yelbuğa. İdealist ama ütopyası olan güzel bir insan, elbette bunda benim sübjektif bakış açım vardır, çünkü yıllardır tanırım, yıllardır onun iğne ile kazarak büyük başarılara imza attığını yakından gözlemlemiş biri olarak bu sübjektif analizi yapmak benim hakkımdır diye düşünürüm… Elbette söz söylemek için insanlar değişik araçlar kullanır, kimisi direkt konuşmayı, kimisi dolandırarak, kimisi ise işi estetik boyutuna vardırıp sanatın inceliklerinden yararlanarak söylemek istediğini rahatlıkla söyler. Seda, tiyatro aşkını bu söz söyleme sıkıntısını yaşarken keşfetmiş ve o sanatın tüm inceliklerini öğrenmiş ve usta olduktan sonra da öğreten konuma gelmiş ve o sanatın vermiş olduğu geniş evrenin olanakları içinde sözünü çekinmeden söylemeye başlamış ve devam etmektedir…

Yıllar içinde kafasında tasarladıklarını hayatta karşılığını bulmuş, idealize ettiğini bulamasa da yaşamın ona verdiklerini iyi değerlendirmiş.  Karşıyaka’da küçük bir çevre ile başladıkları dernek çalışmasını bugün büyük bir aileye dönüştürmüş.

Dernek, para üzerine oturmamaktadır, proje yoktur burada, birilerine iyi gözükmek için ya da küçük yardım almak için boyun eğmemiş, başı dik ve ne söylediğini bilen ve ne yapmak istediğini açıkça ortaya koyan ve hayat veren bir yapıya kavuşmuş. Kısaca dernek kendi evrenini Karşıyaka içinde yaratmış ve kısa sürede etrafında tanınmış, profesyoneller tarafından orada ücretsiz etkinlik yapılıyor diye de eleştirilmiş, çünkü onların piyasasına sessiz ama etkili bir müdahale olmuş. Sanat parasız ve sokakta yapılabileceğini göstermekle kalmamış, sokakta ve yarattığı ortamda kendisine hayat ortamı yaratmış…

 Karşıyaka Sanat ve Kültür Derneği  (KSK-D) özgün ve bağımsız yapısı ile Karşıyaka’nın dar ve basık sokaklarında oksijen taşıyan bir vaha olmuş…

Bu vahanın içinde oluşmuş olan bir tiyatro: Çatlak Tiyatro ya da Tiyatro Çatlak kim nasıl kullanmak isterse, çünkü o özgürlüğü isim konulurken düşünülmüş, kimin kolayına gelirse öyle ifade etsin, marka yani satılıp alınan bir isim olmamış, sahip çıkılan ve paylaşılan bir isim üzerinden yola çıkılmış… Kısaca Çatlak Tiyatro marka değil, ortak üretimin bir adı olmuş… Ortak emeğin ortaya çıkarmış olduğu düzen ve çok renklilik çalışmalara ve seçilen oyunlara da yansımış. Emek ortak olunca seyircisi de bol olmuş, çünkü ortak emek harcayanlar daha fazla sahip çıkmış, yeteneği (emeğini ortaya koyarak çalışmak isteyenleri)olanları da bu kolektif çalışmaya dahil etmişler.  

Bu kadar tiyatro tutkunu olurda oyunlar olmaz mı? Her ayın son perşembesi ‘oda tiyatrosu’na adım atılmasına sebep olunmuş. Her ay başka bir oyun, her ay gündeme uygun başka söz söyleme… Her ayın son perşembesi ortak emeğin seyircisi ile buluşmasıdır…  Birçok oyun olmuş her ayın son perşembesinde…

Temmuz ayın son perşembesinde ki oyunu görme şansına sahip oldum… Son perşembeye uygun kendimi ayarladım, dedim mutlaka görmeliyim… Mutlaka bu emeğin sahnede nasıl hayata karıştığını görmeliyim… Temmuz ayı benim için İstanbul’dan kaçmak için fırsat ayıdır… Bu fırsatımı iyi değerlendirdim ve İzmir’e geldim… Şansıma “Ben Ulrike Bağırıyorum!” oyunu çıktı. Başka oyunda olabilirdi ama Temmuz ayı için Seda Yelbuğa ve arkadaşları bu oyunu seçmiş, bence çok iyi bir seçim olmuş… Çünkü karmaşık ve sürekli kırılmaların yaşandığı ülkemizde gündem hızla değişmekte. Değişen gündeme ait söz söylemek öyle kolay değil, çünkü ne söylediğine kimse bakmıyor, kimin yanında sesin yankılanıyor ona bakıyorlar ve yankı yerleri sürekli değişime uğramaktadır… Zeminin sürekli değiştiği yerde sağlam duruşlu insanların işleri gerçekten zor, çünkü onlar nerede durduklarını biliyor ama çevresinde olanlar sürekli yer değiştirdiklerinden sağlam duranları her durdukları noktaya göre yeniden değerlendirip kendi kafalarında yeniden yaratıyorlar. Yaratılan gerçekliği gerçek gibi görenlerin oluşturmuş olduğu gündemler ise her daim cepheleşmeyi ve düşmanlığı körüklüyor… Düşmanlığın körüklendiği ortamlarda barışı savunmak, gerçek doğruları konuşmak öyle kolay bir iş değil, çünkü yaratılmış gerçeklik içinde yaşayanlar hem siyasi hem de ekonomik güçleri olduğu için ortamı kargaşaya ve ses kirliliğine sebep olarak kendi çıkarlarının kavgasını yapmaya devam ediyorlar… Bu kirliliğin ortasında vahada sözleri olanların söz söylemek için arkalarına sanatın gücünden alarak bir odanın içinde seslerini gök kubbeye bırakıyorlar… Hiç bırakmamaktan daha iyidir, çünkü o ses bir gün ulaşması gereken yerlere ulaşacaktır… Evren kendisine emanet bırakılan sesi mutlaka bir gün sahibine ulaştırır…

“Ben Ulrike Bağırıyorum!” oyununa gelince bugüne kadar görmediğiniz farklı bir yorum ile sahnede hayat buluyor… Tek rengin hakim olduğu hücrede RAF örgütü liderlerinden Ulrike Meinhof’un hücreden dünyaya bıraktığı sese şahitlik ediyoruz. Oyuna Sultan Demiralp can veriyor. Sultan Demiralp amatör ruhun vermiş olduğu rahatlıkla usta oyuncuların takdirini toplayacak şekilde bir performans ile ete kemiğe büründürüyor ve Almanya’nın insanlık dışı trajedisini ülkemizin gerçekliğine yansıtıyor. Oyun bir projektör görevi görmektedir. Beyazlar içinde kalan bir insanın ölüme doğru gidişini ve hiç konuşmayan gardiyanların gözleri önünde siyasi iradenin tercihine göre yok edilişine şahitlik etmekteyiz. Ulrike duvarlara bıraktığı sesi bugün hala aramızda yankı bulmasına sebep oluyor…  Muhteşem bir performans, ses ve mimikleri ile usta bir oyuncuya da gönderme yapmaktadır, evet profesyonel oyuncuların kaybettiği ruh oda tiyatrosunda Sultan Demiralp vücudunda hayat bulmaktadır.

İzmir, Osmanlı döneminde en çok tiyatro salonuna ve oyuncusuna sahip bir şehirken nasıl çöllere dönderildiğini yaşamış bir şehirdir, bugün İzmir şehrinin hemen hemen tüm ilçelerinde sanki tiyatro festivali yapılıyor, çocuklara tiyatro eğitimi veriliyor… Tiyatro yeniden kendisine yaşam alanı bulmuş, çöle dikilen her biri birer yaşam tohumudur. Karşıyaka’da bu tohum tutmuştur… Boy vermiş ve şimdi kendi ormanını yaratıyor…

Abdullah Özbağcı kısa ve öz bir rolü vardır sessiz gardiyandır. Sesiz ve mimiksizdir… Bize o gardiyanın ruhunu kısa ve anlık vermektedir…

Dorio Fo eğer bu eserini sahnede görmüş olsaydı eserimin ruhu hayat bulmuş diye ayakta alkışlardı. Sade bir dekor, sade bir ışık altında, gürültüye sebep olmayan efekti  ile oyun tiyatro sahnesine yakışır bir şekilde hayat bulmuş ve seyirciye istediği mesajı vermiş olduğunu düşünüyorum. Oyunun yönetmeni bu başarıda ki rolünü tartışmaya bile gerek yoktur, başarılı bir şekilde birlikte çalıştığı arkadaşları gözlemlemiş ve onlara uygun rol dağılımını yapmış olduğunu oyun sonunda seyircinin yerinden alkışlar ile fırlamasından bellidir…

Emeği geçen tüm Tiyatro Çatlak ekibini kutluyorum, iyi ki gelmişim, iyi ki izlemişim…

Ulrike bugün dahi sesi kulaklarımızda, onu yok eden Alman devletinin gerçek yüzünü teşhir etmiştir…

“Bütün devletler katildir hatta büyük bölümü seri katildir…”

İsmail Cem Özkan


“Ben Ulrike Bağırıyorum!”
Yazan: Dorio Fo
Yönetmen: Seda Yelbuğa
Oynayanlar:
Sultan Demiralp
Abdullah Özbağcı
Ses, efekt, Işık: Tiyatro Çatlak ekibi
Tiyatro Çatlak Oda Tiyatrosu
27 Temmuz 2017 Karşıyaka İzmir