Galata Gazete


11 Ekim 2016 Salı

Kimlikli kimliksizler!

Kimlikli kimliksizler!

Ulus devlet projesi bir coğrafya içinde yaşayan her insana bir vatandaşlık kartı vermesi ile başladı. Vatandaşlık belgesi aynı zamanda homojen toplum yaratmak için bir projenin de ilk adımı oldu. Artık toplumlar imparatorluklarda olduğu gibi çok çeşitli, her dilin özgürce kullanıldığı, öğrenimin küçük cemaatler içinde yapıldığı alan olmaktan çıkarılıyor ve birey devlet için var olmaya ve devletin bekası için çalışmaya güdülendi. Çok kültürlüğün yerini devletin hakim olan görüşüne uygun yeni bir kültür yaratıldı. Tarih yeniden yazıldı ve hakim olan kültürün geçmişi yeniden yorumlandı ve yeni destanlar ve öyküler bu geçmişin içine monte edildi.  Kısaca ulus devlet kendisini tanımlamak için yeniden bir ulus yarattı ve o ulusun o coğrafyaya tek hakim olduğu fikrini yaymak için eğitim kurumları kurdu ve insanlar öğrenimden eğitime doğru geçiş yaptırıldı. Ulus devleti homojen olacaktı, homojen olması içinde o güne kadar insanlığın bulduğu tüm işkence yöntemlerinden daha kötüsü bilimin kullanılması ile bulundu. Eğitim!

Eğitilmiş insanlar aptallaştırılıyordu, çünkü bir kalıp şeklinde düşünülmesi ve devletinin hizmetinde olan ve devletin de kendi halkının iyiliğini düşünen bir yapıya dönüştürülmesi ivedilikle hayata geçirildi ve bu geçiş dönemi sermaye birikiminin oluşması ve yeni yaşam ve düşünce yöntemi kapitalizmin feodal ve kırpıntılarının üzerine oturması anlamına geliyordu. İmparatorluğun mutlak hakimiyetinin yerini para ve ona sahip olanlar alıyordu ve kısa sürede de aldı.

İmparatorluktan kalanlar hemen ortadan buharlaşmadı, yok olmadı. Onlar da o coğrafyanın içinde yaşamaya devam ettiler. Önceden planlandığı gibi her şey kısa sürede çözülmedi, ulus devletin sorunları ve projenin aksayan yönleri kısa sürede hayatta karşılığı çatışma olarak ortaya çıktı. İmparatorluk coğrafyası bu çatışmanın sonunda küçülmeye ve geniş topraklardan daha çekirdek diyebileceğimiz bir alana doğru kayma söz konusu oldu. Sömürge imparatorlukların yerin emperyalist devletler alıyordu ve de bu kaybedilen topraklar üzerinde emperyalist devletlerin çıkarını kollayan ve onlar için uydu olarak çalışacak yeni tip sömürge devletler kuruldu. Her ne kadar bağımsız ve özgür gibi gözükseler de geçmişten gelen bir bağımlılık ilişkisi içinde yeni birlikler ve müttefik ilişkileri kuruldu. O ülkelere de gelişmekte olan ülkeler adını verdiler. Bu gelişmekte olan ülkelerin sınırları onların bağımsızlık savaşları veya büyük savaşların sonunda cetvel ile sınırlar emperyalist devletlerin rızası ve bilgisi dahilinde o ülkelerin siyasi insanları tarafından çizildi. Yeni devletler, yeni bayraklar ve yeni piyasa koşulları artık evrensel boyutta kendisini ifade etmeye başladı. Bu ifade ulus devletin bir coğrafya içinde sermaye birikimi evresinin de sonu anlamına geliyordu. Sermaye ulusların üstünde hakimiyet kurmak istiyordu. Ve bu hakimiyet sessizce emperyalist politikaların sonucunda olacaktı. Savaşlı ya da savaşsız artık dünya sermaye sahipleri tarafından paylaşılacaktı. En kaba sermaye yayılımı amerikan iki içecek firmasın dünyaya yayılması ve lojistik olarak dağılımına bakarak görebiliriz. Coca Cola ve Pepsi iki şirket aynı alanda üretim yapıyor ve tüketimi teşvik ederken bir birinin pazarlarına ancak tampon bölgelerde giriyor ve esas yayılımını ve satışını kendi aralarında yaptıkları anlaşmaya uygun şekilde yapıyordu. Bazı ülkelerde Pepsi çok tüketilirken Coca Cola o ülkede az tüketilebiliyordu, tersi durumda söz konusu olan ülkelerde vardı, rekabet eder gibi gözüken ama aslında rekabet etmeden tüketimi teşvik eden iki ayrı firma yeni ‘kızıl elma’ oluyordu. İmparatorlukların sömürge için hedefi olarak ortaya koyduğu kızıl elma efsanesinin yerini başka hedefler alıyordu ve aldı da! Bu arada ulus devlet içinde diğer halklar asimilasyon ile devlet ulusu içinde eritilmeye devam edildi ve büyük oradan da başarıya ulaştılar…

Her ne kadar büyük oranda başarıya ulaşılmış gibi olsa da halen devam eden sorunların başında yer almaya devam ediyor. Ulus devlet hiçbir zaman gerçek anlamda homojen bir toplum yaratılamadı. Soykırım ve katliamlar ile de bu sorunu ortadan yok edemedi. Ulus devlet projesinin aksak yönleri elbette var olan sistemin tıkanmasını ve yeni çözüm yolların açılması anlamına gelmekteydi ve liberal ekonominin devlete hakim olması ile birlikte ulus devletin tüm birikimleri ve devlete yüklenen anlamların için boşaltıldı ve yeniden yapılanma sürece girdi.

Bu yeni sürecin yeni sömürge devletlerde daha fazla etkisi olacağı çok önceden belliydi, çünkü ideal ulus devlet oluşmadan yeni sömürgeye uygun bir ulus devlet yaratılmış ve kolajlanmış bir yapıya sahiptir. Gevşek bağlar ile ulus devlete bağılı olanlar bu liberal politikalardan etkilenmemesi mümkün değildi, devlet kuruluşunda yer alan ayaklanmalar ve itirazlar bu dönemde ortaya çıktı. Devletler için sorunların ortaya çıkması şaşırtıcı değildir, kontrollü kriz en olması gereken olarak bir politik tercih olarak ortada durur. Devletler kendi varlığını devam ettirebilmek için kontrollü krizler yaratır ve o krizler ile toplum içine fısıldar, “bensiz sizler aslında bir hiçsiniz ve o yüzden beni kollayın ve de koruyun” der.  Ulus devletin yerini hala henüz netleşmemiş bir devlet alırken ulusların yumuşak karnı olan ulus sorunu yeniden ortaya çıkarılmış ve kimlikler, kültürler yeninde kendisini bulmak ve biçimlendirme dönemine girdik. Bu dönemin çatışması kontrol dışına çıkabilir, çünkü devlet değişimdedir ve artık kontrollü değildir. Eskisi gibi bir sınır içinde değildir, sorun evrenseldir. Evrensel olan sorunların kontrolü daha karmaşıktır ve çıkar çatışmaları bu sorunun yakıcı veya daha hafif geçişini ortaya çıkarabilir.

Ulus devletinin yapısal olarak ortaya çıkardığı bu sorun kimlikli insanların kimliksizleştirilmesine karşı bir isyanıdır. Devletin ulusundan olmayanları, kültürüne uymayanları ve popüler söylem ile ötekileştirilenlerin isyanı bu geçiş dönemin karakteristik özelliğidir. Çünkü yok sayılanlar, yok kabul edilmişlerin yeninden kimliklerine kavuşma süreci… Bu süreçte kendi kimliğini yeniden kavuşanlar ve yeninde ifade etmeye çalışanlar içinde de birçok çelişkinin de olması doğaldır, el yordamı ve olayların iteklemesi ile bir tarafa doğru çekilmektedir insanlar. Ülkenin siyasi iradesi siyasi çıkarları cepheleşmeyi getiriyorsa, halklar arasında çatışma körüklenir. Sıcak çatışmanın hakim olduğu yerlerde akıl yerini duygular aldığında linç kültürü toplumu kucaklar ve salgın hastalık gibi yayılır…

Bizler ne olursa olsun bir arada yaşamak zorundayız. Hangi sistem olursa olsun, hangi devlet kavramı hayata geçirilirse geçirilsin Anadolu topraklarında yüzlerce kültür bir arada yaşamıştır. Tarihin sayfalarında savaşların tozlu ve kanlı kelimeleri bize gelmektedir, fakat her tarih olayı bize başka şeylerde fısıldar, birilerin çıkarı zaman içinde yok olmuş ve o savaşlar da anlamsızlaşmıştır. Yok olan kültürler, yok olan insanlar ile sorunlar çözülmüyor…  Bir arada yaşamak zorundayız. Bir arada yaşamak demek, herkesin aynı dili konuşması ve aynı şekilde olaylara refleks vermesi değildir... Değişik tepkiler, kültürler o toplumun zenginliğini ortaya koyar, her birey aynı davranırsa, aynı dili konuşursa, aynı pencereden bakarsa orada çok kültürlülük olmaz, asimile olmuş ve üst kimlik kavramına biat edenler olur ki, üst kimlik diye bir şey yoktur, sömürgelerin çıkardığı kuru bir laftan başka şey ifade etmez... Bir arada olmanın birinci koşulu ayrımsız bütün kültürlerin eşit olduğu ve fırsat verildiğinde zenginleşeceği fikrine sahip olmaktan geçer...

Kimlikli kimliksizlerin yerini kimlikli insanların alacağı bir dünya olacağı kabul ediliyor, umarım bu geçiş süreci çok kanlı olmadan ve barış ve huzur ile geçiş yapabilelim.


İsmail Cem Özkan 

5 Ekim 2016 Çarşamba

Dionysos’un Çocukları

Dionysos’un Çocukları

Tiyatroya adanmış hayatlar… Tiyatroya adanmış insanlar geniş bir kavram ama yazarlarımız bunu daraltmışlar ve sadece sahne üzerine düşen tozlara isimlerini yazdırmışlardan seçkin bir oyuncu ve tiyatro yönetmeni kitaplarına konuk etmişler.  İki yazar ve bir kitap, iki tiyatro tutkunu ve konukları… Sayfalar bizi okumaya davet ediyor, çünkü daha önce yayınlanmış kitaptan kaynaklanan bir tat var gözlerimde… Bildiğimiz bir şeye, özlem ile koşar gibiyim…

Kitap alışılmışın dışında soru yanıt yerine, yazarların iç dünyaları ve konuklarının iç dünyaları sahne ışığı vurmuş ve bizler sanki sahneye bakar gibi sahnede gerçekleşmiş sohbeti okuyoruz. Elimizde ki kitap bir anlamda tiyatro sahnesi ve o sahne içinde yer almış ve halen almaya devam eden tiyatroya gönül vermiş insanların izdüşümleri. Kitap alışılmışın dışında, çünkü konukların sözlerine tarihten destek veren ve bugüne taşınan sesleri de duyuyor ve okuyoruz. Alışılmışın dışında çünkü soru soranın kendi özel iç dünyasının ve tarihinin de bizim gözümüzün içine yansıması. Hem soru sormak hem de kendi geçmişinde iz bırakan sahnelerin yeniden canlandırılması.

Bir çocukluk düşünden bugüne hiç değişmeyen heyecan ve içine sığmayan coşku…

Pınar Çekirge’yi yakından tanıyanlar bilir ne kadar heyecanlı ve yaklaştığı olaylardan nasıl bir mutluluk çıkardığını. O bir aşık, çünkü hayata hep aynı gözlük ile bakan ve o  gözlüğünü sürekli değiştiren biri değildir. En umutsuz anında bile aşkın, coşkunun ve birikiminin getirmiş olduğu olgunluk ile sevecen yaklaşması. Onun gözlüğünde her daim sihirli bir değnek vardır ve sanki Alis’in ‘harikalar dünyası’ndadır. Onun dünyasında ihanet yoktur, onun dünyasında zalimler yoktur, onun dünyasında başarısızlık yoktur. Tüm insanlar mükemmeldir ya da mükemmele yaklaşmışlardır. Çünkü öyle bir dünya ki dostluk, sevgi, hoşgörü hakimdir. Onun sanatçıları hepsi birden sevecen ile yaklaşan, her daim başarılı olmuş ve her cümleleri ile kendilerini yaşayandır. Onun naif ve güzel dünyası içinde tiyatro ayrı bir dünyadır ve o dünyada yaşadığımız çirkinliklerin hiç biri yoktur.

Fakir bir aile ya da zengin bir ailenin çocuğu tiyatro aşkı içindedir, her daim zorluklar ile karşılaşır, inançlıdır, seviyordur, aşıktır ve hedefine emin adımlar ile gider. Sonunda sahnede ailesi görür ve mutluluk gözyaşlarına bürünürler ve de çocukları ile onur duyarlar, onları yüceltirler.

Seyirciler içinde ailesini bilen çocuğun ayağı titrer, çünkü o yaşamına yön verecek en önemli sınavdır. Ya geçecek ya da tökezleyip sahnelerden uzaklaşıp başka bir meslek içinde hayatına devam edecektir. Başarı mutlaktır ve kaçınılmaz olarak o yolda sınavlardan başarılı bir şekilde geçmelidir. Fakir ya da ailesi tarafından dışlanan oyuncu adayı sınavı başarır ve artık önünde ki en büyük engel ortadan kalkar ama engellerin hepsi temizlenmez. Başarıdan başarıya koşarken bir iki tökezlenir, onlardan olması doğaldır, çünkü hayatta düşmeden büyüyen çocuk yoktur.

Her oyuncu başarılıdır aslında, çünkü sahne aldığı günlerde sahneye çıkar ve rolünü seyircilerin önünde repliklerini unutmadan hayat verir… Elbette birçoğu nefesini iyi kullanır ve sorunsuz o gece alkışlarına kavuşur, bazıları nefesini iyi kullanamaz ve nefes nefese oyunu bitirir ama o da alkışını alacaktır, çünkü seyirci emeğe saygılıdır… Önemli bir bölümü alkışlarken elbette küçük bir bölüm alkışlamadan salonu terk edecektir.  Her sahnene oyunda olur böyle şeyler, tıpkı film henüz bitmeden sinema salonu terk eden seyirci gibi. Yetişmesi gereken bir şeyi her daim vardır…

Kitabı okurken, oyuncudan oyuncuya, oyuncudan yönetmene, yönetmenden ustaya doğru, her biri kendi dünyasını anlatırken, Pınar Çekirge sohbet ettiği ile empati kurar, kendi geçmişine ve birikimine sığınırken, Yavuz Pak ise işin arka boyutunu ve tarihten günümüze taşınan izdüşümleri sığınır. Aslında tiyatro sahnesinde ve sohbetlerde söylenen sözler daha önce söylenmiştir ama bugün tekrarlanan sözler geçmiş ile aynı gibi durmuş olsa da içeriği değişmiştir. Anlamlar değişmiş ve yeni anlamları ile günümüzü kucaklamaktadır. Çünkü söz sabit değil yaşayandır. Tiyatroda durağan değil yaşayan ve sürekli değişendir. Değişimin kaçınılmaz olduğu yerde sahne üzerine düşen tozlar uçuşurken kendisilerine ait bir geçmişi ve bugünü yaşatır. O tozlar ne kadar çok sese ve alkışa şahitlik etmiştir. O şahitlik bugün Yavuz Pak gözü ile yeniden ortaya çıkarılır ve bize sunulur. Evet, oyuncu, yönetmen, tiyatrocu kendisini ifade ederken aslında o ifadenin geçmişi o kadar uzakta ki, kuyudan çıkarılması gerekliydi ve o gerekliliği Yavuz Pak yüzünün akı ile yapıyor. Bize diyor ki, sen onu sahnede görüyorsun ama o gördüğün kişi üzerine öyle bir yük almış ki, onu başarı ile sana sunuyor, onu bil ve ona göre saygı duy! Çünkü sanat denen şey güzelliğe güzelleme değil, geçmişin tüm birikimlerini bugüne taşımaktır.

Tiyatro sahnesinde usta bir oyuncu ancak çevresinde yer alan oyuncular ile ustalığını ortaya çıkarır, çevresinde ki oyuncular başarılı değilse istediği kadar usta olsun, o oyun ve sahne başarılı değildir. Ustalık, çevresinde yer alan oyuncular, objeler ile bir bütün olarak ele alındığında bir tiyatroya adanmış yüreğin ustalığı ortaya çıkar. Tiyatro tek başına ve her şeyi ben yaparım anlayışı ile olmaz, ekip işidir. Işıkçısından, sesçisine… kostümünden, sahne amirine… yardımcı oyuncudan, suflörüne… (…) Bir bütünün parçasıdır usta oyuncu, onun ustalığı içinde yer aldığı tiyatronun işleyişine kattığı iz, ses, hoşgörü ve anlayıştır. Kısaca duruşu ile usta bir oyuncu, birlikte başarıya imza atmayı bilendir… Usta oyuncular sahne değişse de, sahneye çıkar ve nefesini iyi kullanarak alkışları hak eder. Ayak oyunlarına ihtiyaç duymadan, rol peşine koşmadan, oyunları, tekstleri kendisine çeken kişi sahnede artık ustalaşmıştır. Usta oyuncu için önemli olan sahneye çıkıp sesini sahne tozlarına bırakmaktır, popüler söylemler ile usta oyuncu olunmaz… Popülizm ustalığı ortadan kaldırır. Söyledikleri ile yaşadıkları arasında tutarlı olmaktır, ustalık… Tiyatroya adanmış hayatlar’ın bu kitaptaki konukları titizlikle seçilmiş ve titizlik ile araştırılıp duygu seli içinde bize sunulmuştur. İki ustanın konukları bizim de konuğumuz olmuş, kelimeleri ile salonumuzu doldurmuştur…

Yürekten gelen her cümle bizi kucaklar, yani okuyucuyu. Bir çırpıda okuyacağınız bu kitap sizde bir iz bırakacaktır, fakat kitap bugün ki zamana göre yazılmış gibidir, gelecekte okuyacaklar için bugün yaşadığımız çalkantıyı kısaca dip notuna ihtiyaç duyar. Biz anlıyoruz, çünkü yaşıyoruz, ama kitap bugünden geleceğe bırakan not olduğuna göre gelecekte okuyacaklar bugünü bilmesi gereklidir… gelecek baskılarda yaşadığımız kaos ve girdaba dair ipuçları verilmiş olursa eleştiri hakkımı ortadan kaldırır…

Son söz diye biter birçok yazı ben de yazayım son söz: Yüreğinize sağlık…

İsmail Cem Özkan

Dionysos’un Çocukları
Tiyatroya adanmış hayatlar

Pınar Çekirge, Yavuz Pak
Opus Yayınları, Haziran 2016

ISBN: 978-605-9245-05-0

30 Eylül 2016 Cuma

Sol, yeniden işçi sınıfının ellerinde yükselmelidir!

Sol, yeniden işçi sınıfının ellerinde yükselmelidir!

Sol üzerine birçok yazı okumuş ve hatta bir bölümünüz yazmıştır. Sol bir umudu simgelediği için konulara konu olur, çünkü solun dışında yer alanlar umutları söndürmek ve var olanın devamından yanadırlar. Sol yeniden yaratır, alın teri ile oluşturur, alın yeri her daim fabrikada, tarlada akacak değildir, yeri gelir barikatta, yer gelir omuz omuza kavga ederken. Solun sembolü alın teridir. Alınterisiz elde edilen şey sola yakışmaz, solcuya hiç yakışmaz! Ne yazık ki zaman değişti, liberal dünya da alın teri hoş görünmemeye başlandı, çalmak, yalan söylemek, dolandırmak genel geçer kabul gördü. Her şeye bir kulp bulundu, her şey yaratılan gerçeklikler ile anlatılır ve anlaşılır kılınmaya başlandı. Sol yeniden özüne dönmeli, yeniden işçi sınıfının elleri üzerinde yükselmeli, yeniden bütün ülkeleri işçileri birleşin, sizi yok etmeye çalışanlara karşı barikatlara diye haykırmalıdır. Sınırları ancak sol yok edecektir, sol en altakilerini birleştirir, sermayeyi değil!

Bütün ülkelerde ne yazık ki solcuların kafası çok karıştırıldı, elde ettikleri tüm değerler liberal ekonomin yarattığı yapay gündemler ve algılar ile ve sol içinde işbirlikçiler ile teker teker kaybedildi. O kadar karışıklı yaratıldı ki, işçi sınıfının eneği ile yarattığı sendikalar kağıttan bir yapıya dönüştürüldü, sermaye istediğini alırken, sendikalar işçi sınıfına akıl vermeye kalktı, ayağa kalkma dedi, çünkü devletin bekası için!

Dünyada ki solcular gibi Türkiye solcusunun da kafası çok karışık, çok karışık olduğu içinde birçok soruya net yanıt veremiyor, veriyormuş gibi yapıyor...

Ülkemizin öznel sorunu gibi duran bir adı konulmamış ama müzakere massı devrilen iç savaş vardır.Yaşadığımız iç savaştan dolayı en önemli mesele, yurtseverlik ya da vatanseverlik kavramı sürekli gündemde duruyor. Vatan sevgisini ülke birliği ve bütünlüğünü korumaya mecbur jandarmanın zihni ile karıştırılanlar, diğer kesim ise ben jandarma değilim birisi ayrılmak istiyorsa ayrılsın diyerek sorgusuz sualsiz destekleme ve hatta onların safında savaşma olarak algılıyor... Bunların dışında olan alternatifler genel kabul görmüyor, çünkü toplum baskısı ve de devlet baskısı diğer alternatiflerin yaşaması için ortam yaratmıyor.

Peki, solcu bu ortamda ne yapmalı?

“Ben komşularım ile sıfır sorunlu hatta sınırı olmayan bir dünya özlüyorum ve yaratacağım” iddiasında olmak zorunda… “Tek devlette ben kuracağım rejimimi/devleti yaşatacağım” demek iddiası artık gerçekçi değil...

Sesli düşünüyorum; “Bu teknoloji bilgisi ile ben kuracağım devlette ancak halkıma bugünden daha geri yaşam sunabilirim, o yüzden teknolojik olarak bağımlılık ilişkim olmak zorunda, çünkü teknoloji üretecek ne alt yapım var ne de ona uygun düşünce yapım... Şimdilik soyut özgürlük mücadelesi kavramım var elimde... Hala adına örgütlenme diyebildiğimiz ama saç ayakları eksik olan örgütlenmem, var olan teknoloji içinde bağımlılık ilişkisi... Yaratmış olduğum her hangi bir yazılımım ve aracım yok... Önce bir bağımsız olalım sonra bakarız diye içimizden geçirmekteyiz belki... Ona uygun belki uluslararası bir dayanışma örgütlenebilir...

Neden olmasın!

Ben bugünden geleceğe doğru bir sosyal düşünüce yapısı kuramazsam zaten ortada bir sorun var, geleceğin nüvelerini içinde bulunduğumuz ilişki ağı içinde ekmek ve büyütmek ile sorumluyum... Nasıl bir toplum istiyorum, ona göre örgütsel ilişkimi o isteğe uygun örgütlerim ki, ileride dün/bugün savaştığımız diktatörler içimizden çıkmasın...

Şimdi yurtsever olduğumuzu iddia ediyorsak, o zaman ülke birliği içinde sorunu çözümü aramak diye bir sorun çıkıyor önümüze ama diğer yandan komşular ile sınırları ortadan kaldıracak bir ilişki de beni zorluyor...”

Solcu ne yapacak bu durumda?

Sıfır sorun ve iç savaş!

Bizim dışımızda zaten bir iç savaş yaşanıyor...

Bu iç savaşın tarafı olan halk aynı zamanda güney sınırımızı oluşturan halk...

Onlar ile sıfır sorun yaşamak için öncelikle ‘Kürt Sorununu’ çözmek zorundayız...

Peki, Kürt sorunu nasıl çözülür?

Direkt ayrışma ile mi?

Ayrışmayı savunursanız bu sever yurtseverlik konusu gündeme gelir. Peki, ayrışmayı savunmamak ama “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” diye bir ilkemiz var. Ne olacak? Sol işte bu ilkenin hayata geçirmesi için ortam hazırlamak ile yükümlü… Halk kendi kaderini kendisi bir referandum ile mi, başka yöntem ile demokratik koşullar içinde kararını açıklayacak ve ondan sonra ki ilişki çizgisi birlikte ya da ayrı şekilde ama sorunsuz devam edecek. Ayrışma demek batıda yer alanların ayrışan tarafa göçmesi anlamına geldiği gerçeğini göz ardı etmemek gerek, çünkü gönüllü ayrışanlar kendi ülkelerinde yaşama hakkına sahiptir, ayrıştık ama ben gitmiyorum deme hakkı ne yazık ki yok... Daha önce yaşanmış tarihi gerçeklerin de var olduğunu unutmamak gerek...

Bizim isteğimiz ve beklentilerimizin dışında tarih akar... Her olasılık ortada olmalı ve en kötü senaryoyu kendimize odak noktası almamız gereklidir...

Kürt sorunu çözülecek ve sıfır problem olacak... Nasıl olacak?

Sol bunu düşünürken aynı zamanda Ermeni sorunu var...

Ermeniler ile sıfır sorunlu, var olan bir devlet ilişkisi içinde ilişki kurmak zorundayız. Ama yan tarafında Azeriler... Onları da yok sayamayız, onlar da komşumuz... Komşular arası ilişki bizim sınır ilişkimizi belirler konumda... Bu sorunu nasıl ortadan kaldıracağız? Çünkü yurtseverlik içinde; komşular ile sıfır sorun ve hatta sınırların ortadan kalmasını savunmak var... Karşılıklı gidiş gelişlerde ve çalışma ve de yaşama hakkı konusunda tüm bireyler karşılıklı olarak hakka sahip olmak zorunda...

Bulgar sorunu ve de Yunan sorunu var... Her iki sorun üzeri tozlanmış rafta duruyor ama bugün yaşadığımız tüm tepkilerin ve reflekslerin temelinde Bulgar sorunu yatıyor dersem? Çünkü henüz yüzleşilememiş ve tartışılamamış bir Bulgar sorunu varlığını alttan alta yaşamaya devam ediyor. Birçoğumuz ‘İttihatçı Refleks’ diyor ama bu refleksin kaynağı Bulgar sorununda yatıyor... o Dönemde yaşanan olaylar ve büyük balkan göçü, yenilginin getirmiş olduğu travma… O travma İttihatçı bir yapıyı ortaya çıkardığı gerçeğini unutmayalım!

Solcular yukarıda anlattığım sorunlar içinde kendisini tanımlamak zorunda...

Soruları sormadan ve cevaplar verilmeden kendi kendine solcuyum demek ile solcu olunmuyor... Bugün örgütlerin her olay karşısında nasıl tavır alacağı konusu sorun olarak duruyorsa, nasıl bir gelecek istediği konusunda doğru tespitlerinin olmamasından yatıyor...

Ayrışmayı savunarak Türkiye sol hareketi kuramazsınız, çünkü ayrışma sizi bir cephenin tarafı yapar ve sadece savaşır ve onlara lojistik destek vermekten başka işlev bırakmaz... Savaşın tarafları hatalı da olsa savunmak ile yükümlü olursunuz... Savunmanız yüzünden ülkeyi kucaklama konusu engel olarak önünüze çıkar ve her saldırıya açık kapı bırakır... Çünkü ülkemizde tek bir halkın ayrışmasını savunmak olmaz, çünkü heterojen bir yapımız var ve her ayrışmak isteyene hadi ayrış demek ülkenin birliğini ve bir arada yaşama ilkesinin ortadan kalmasını savunmak anlamına gelir... Dayanışmak ayrı bir şeydir...

Devlet saldırıyor, mazlum bir halk kendisini var etme mücadelesi içinde. Onun ile dayanışır, onun temel haklarını alması için sen de kendi programını ortaya koyarsın...

Ortada Kürt sorunu var ve o sorun çözülmeden ülkede demokrasi adına bir adım atılamıyor, orada bir kilitlenme söz konusu... Öncelikle Kürt sorunu çözmek gereklidir, yoksa başka alanlarda ne yazık ki adım atılamıyor, savaş ekonomisi ve politikası birçok şeyin önünde engel ve kontrol edilemeyen kara paranın kaynağı olarak ortadadır.  Kara paranın hakim olduğu yerde her türlü hukuk dışı gelişme olağan sayılır.

Solun üstüne düşen görev ağırdır.  Bugün ki siyasi konjonktüre bakarak sanki sol çaresiz gibi gözükmektedir. Ülke gittikçe şeriat ister konuma gelmiş… Bu duruma gelmesine sebep olan şey ülkede yaşanan iç savaşın rolü olduğunu unutmamak gereklidir.

Şeriat bayrağı altında ümmet olarak birliği savunanlar sanki çözüm yolu gösteriyormuş gibi toplumda algı oluşturuyorlar... Şeriatın çözümsüzlük ve daha kanlı bir gelecek olduğunu artık hepimiz biliyor ve yaşıyoruz...

Sol kendisini yeniden ortaya koyabilmesi için siyasi hedefleri net olan bir program ile kamuoyunun önüne çıkmak zorundadır...

Yaşadığımız kaos ve girdaptan çıkmak için, siyasi hedefleri net olan bir program etrafında geleceğin nüvelerini yaşatabileceğimiz yeni bir yaşam biçimini ortaya koymak ve yaşatmaktan geçiyor... Kürt sorunu konusunda kafası net olan ve bu sorunu nasıl çözeceğini açıklayan ve şeriata karşı gerçek alternatifin bu program olduğunu açıklayacak bir proje...

Öyle soyut şekilde ben iktidara geldiğimde bütün sorunlar sihirli değnek ile çözeceğim masalına kimse inanmıyor... Şeriatçılar bakın kendi içlerinde ümmet çatısı altında Kürtler ile birlikte yaşamlarını kurmuşlar, yaşatıyorlar hatta IŞİD saflarına cihatçı ithal ediyorlar... Onlar için sorunun çözümü ortada... Devletin çözümü mutlak çatışma ve katliam... Onun çözümü de ortada... Bir grup solcunun çözümü de mutlak destek şeklinde tarafların bir yanında saflarda...

Peki, bu durum sorunu bugüne kadar çözdü mü?

Bakıyorum etrafıma, hala savaş var, hala iç savaş devam ediyor… Hala insanlar ölüyor, hala sınır komşularım ile sorunlar çözülmemiş, hatta gün geçtikçe karmaşıklaşıyor. Ermeniler başka yerden bir lobi için kaynak bulmuş, ülkemiz içinde bu lobicileri finans ediyor, kendileri için en doğru yöntem belki... Belki de olması gereken… Ortada kalmış birçok sorun sahipsiz ortada... Sol ortada, polis ile etrafı sıkıştırılmış, halktan kopuk sloganlar ile gerçek sorun ile uğraşmak yerine kendisince öncelikli olan eğitim alanında şeriat ile mücadeleyi öne almış, çünkü şeriat artık bu ülke için gerçekten yakın bir problem ve her an gelmesi muhtemel... Mutlaka mücadele edilmeli ama onları yaratan ortam ve devlet anlayışı ile nasıl ve hangi boyutta mücadele edilmesi gerektiği net değil... Sadece eğitim ile çözülecek iş değil, eğitim sadece görünen kısmı… Devletin her biriminde şeriatçılar örgütlenmiş konumda... Özel hareket polisleri bile artık “İstiklal Marşı” yerine “tekbir” getirmektedir...

Bu girdaptan sadece bizi örgütlü sol çıkarabilir ya da dış güçlerin çıkarları bize yeni bir rol verir ve biz de o rol içinde kendimize düşeni oynamaya devam ederiz...


İsmail Cem Özkan

26 Eylül 2016 Pazartesi

Tarih yazıcıları bizi kandırıyor mu?

Tarih yazıcıları bizi kandırıyor mu?


Tarih bilimsel bir olgu değildir, yazanın duruş noktasına ve dünyaya bakış açsına göre değişen bir olgudur. Bilimsel olmadığı içinde tarih yazıcıları arasında çelişkiler her daim varlığını korur. Bir konuda uzlaşı varsa büyük olasılıkla o konu yakın tarihimizi ve bugünü etkilemiyordur… Tarih yazıcıları yakın tarihimizi yazarken ya da resmi tarih söylemini geliştirirken aslında bizlerden birçok gerçeği sakladığını, yaşadığımız olaylar ve sonucunda o olaya bakarken bir kere daha anlıyoruz. Aslında bize görmemiz gerekeni gösterip, algılamamız gerekeni sakladıkları yaşanan süreçlerin sonucunda ortaya çıkıyor. Yaşadıklarımıza dönüp dönüp bakma ihtiyacı duyuyorsak bilelim ki bizlerden çok şey saklanmıştır. Saklanan gerçekler bir gün mutlaka ortaya çıkacaktır diye umut ederiz ama ne yazık ki bazı gerçekler beklentilerimizin ötesinde dahi ortaya çıkmıyor, çünkü o beklenti içinde olanlar artık bu dünyada ne gölgesi kalmıştır ne de izi. Tarih en çok yakın tarih konusunda yalan söyler ya da gerçeklerin bazı şeylerini gösterir… Bizlere denir ki karşılaştırmalı tarih ile olayları inceleyin belki şansınız varsa gerçeklere yakın bir gerçek ile yüzleşebilirsiniz… Çünkü resmi tarihlerin hemen hepsi istisnasız propaganda amaçlı ve tamamı ile algılar ile oynayan söylemlere sahiptir. Tarih yazıcıları eğer resmi tarih yazıyorsa ister istemez yalan söylemek zorundadır, çünkü onu besleyen, kamuda ikame edenin söylemi ile paralel olmak zorundadır. Yalnızca tarih yazıcıları mı? Elbette değil, günlük olaylara bakan gazeteciler, onlara görüş bildiren akademisyenler bu propagandanın birer parçasıdır. Bağımsız, özgür olmayanlar ister istemez resmi söylemin sınırları içinde yaşamak zorundadır, çünkü kaybedecekleri; maaşları ve çocuklarının okul parasıdır…

Bugün, ülkemiz ve içinde bulunduğu coğrafya kaos ve bitmez tükenmez krizlerin içinde çatışmalı bir şekilde varlığını korumaya çalışıyor. Tek tanrılı dinlerin çıktığı, peygamberlerin bol olduğu bu coğrafyada sanki kader gibi yazılmış alınlarına; çatışın, öldürün, kan ile nesilleri büyütün ve sürekli nefret tohumu ekin denmiştir. Huzur aranmıştır, ama huzur bu coğrafyaya çok yabancıdır. Kim ki iktidarı tam eline geçirmiş, baskı ile huzuru yaratmış ama baskısı biraz ortadan kalktığında kendisi için olan huzur huzursuzluğa ve katliamlara dönüşmüş. Tek adamların, tek düşüncelerin, tek doğruların, tek tarih inancının hakim olduğu bu coğrafya bu teklere inat çoktur, karmaşık bir tarih çizgisi vardır ve tek adamları yıkan yine tek gibi gözüken tek olmayan güçler vardır. Kısaca tek diye savunulan şeyler tekler teker yıkılmış yerlerini karmaşık ve daha çatışmalı ortamlara bırakmış… 

Ortadoğu sürekli yeniden şekillenen bir coğrafyadır ve bizler bu coğrafyanın bir parçasıyız.

Birinci dünya savaşı sonrası ellerinde cetveller ile haritalar çizilmiş, sınırlar yaratılmış, her yaratılan sınır içinde yeni tarih söylemler geliştirilmiş, gururlar okşanmış, vicdanlar rahatlatılmıştır. Çöl ortasında kalan bir tren yolu ve çürümüş vagonlar birilerinin kahramanlığı olmuş, öteki tarafın yüz karası. Ellerinde cetvel olanlar ise başka bir tarih çizgisi içinde kendi vatandaşına daha fazla refah, daha konforlu hayat sağlamış. Bir yerde çöl üzerinde deve sidiği ile şifa arayanlar, öte yanda uzaya insan gönderenler… Tarih dengesiz akmaktadır, her ne kadar tek bir dünya atmosferi içinde olmuş olsak da… Yeni kurulan devletler ve o devletlerin bir biri ile ilişkileri ellerinde cetvel olanların çıkarlarına göre belirlenmiş. Gerek görüldüğünde bir biri ile çatıştırılmış, gerek gördüklerinde bir askeri darbe! Onların kaderi bu olmuş, alınlarına yazılan yazılar sürekli çıkarlara göre silinmiş yeninde yazılmış, kimse bu yazılanı ve silineni bilmemiş, çünkü resmi tarih bizden o gerçekleri hep saklamış her daim gururumuz okşayan şeyler anlatılmış, kahramanlıklar destanı içinde kendi içimizde ki ötekini ezmişiz. Sömürülenin sömürüleni olmuş, ezilenin ezileni olmuş… Ezilen kahraman, ezilenin yeni kahramanlarını yaratmış... Hepsinin üstünde elinde cetvel olanlar “bizim çocuklar” diyerek şampanya patlatmış…

“Yeşil Kuşak” süreci içinde değerlendirilir İran iktidar değişikliği… İran’da Şah’ın iktidarından Humeyni iktidarına dönüşüm konusunda her daim sorular varlığını korumuştur, çünkü bu değişiminde taraf olan Amerika, Tahran’da konsolosluğu basılıyor ve rehine krizi yaşıyordu. Fakat olayların sonucuna bakılınca ve arkasından Irak ile girilen savaşa ayrıntılı bir şekilde baktığımızda bütün bu olayların Humeyni rejiminin topluma içine tam yerleşmesi için neden olarak kullanıldığı ve algılar ile oynandığı gerçeği ile karşılaşıyoruz. Amerika ve o dönemin Sovyet rejimi istemeden İran’da Humeyni İran devletinin başına gelip oturamazdı. Çünkü İran kuruluşu bizim gibi iki dünya arasında tampon olarak kurulmuş ve ikisinin çıkarına uygundur. Bugünden bakarak o güne dair kafamızda ki soruları sormaya başlarsak eğer, her soru başka yanıtı ortaya çıkardığı gerçeği ile karşı karşıya kalabiliriz ve en ilginci de o döneme ait tüm belgelerin hala gizli olduğu ve belirli kasalarda saklandığı gerçeği ile karşılaşırız.

Ortadoğu’da bugün yaşanan mezhepler savaşı için İran’da iktidar değişimi yapıldı ve acaba Şah o yüzden mi sürgüne gönderildi? Şah iktidarda kalsaydı acaba mezhepler savaşı bugün ki gibi keskin olabilir miydi? Lübnan’da bir Hizbullah örgütünden bahsedebilir miydik? Şah neden devrildi ve yerine Humeyni getirildi, Humeyni gelmesi İran’ın siyasi hedeflerinde nasıl bir sapma oldu ve kimler bu iktidar değişiminden karlı çıktı?

Bugün yaşanan kaos ve çatışmaların temelinde ‘yeşil kuşak’ filan şeylerden bahsediyoruz, o halde İran analiz edilmeden ülkemizin iç çatışması ve darbeler süreci anlaşılabilir mi? İran tıpkı Türkiye gibi iki kutup arasında geçiş ya da tampon ülke olarak kurulduysa -ki bana göre öyle- o halde neden rejim değişikliği önemliydi İran’da? Neden Pakistan ve ülkemizde bu olay gerçekleşmedi? Pakistan ile kader birliği yaşıyor muyuz? Onlar kadar iç çatışma keskin olmamasına rağmen neden ve nasıl bir İslam’ı merkezli canlı bombaların hedefi olduk?

‘Yeşil Kuşak’ ve onun takibi ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ve onun eş başkanı konumuna getirilişimiz ellerinde cetveli olanların bir projesidir. Ve her projenin bir finans edeni ve çıkarı olanı vardır. Proje yapanlar ise o paraya verenin amacına uygun olarak çalışır ve onlar için bilgi toplar ve onlara gönüllü olarak ajanlık yaparlar. Her proje bir anlamda parası olana gönüllü olarak ajanlık yapmaktır… Proje yapmak ve proje üzerinden beslenmek soğuk savaş ve sonrasında ortaya çıkan ve çok daha ekonomik ve verimli bir olgudur ve o projeler tarihi yazıcıları gibi algılar ile oynamak ve kamuoyu oluşturulmak için kullanılan sivil inisiyatiflerdir. Ve ‘Sivil Toplum’ kavramı bu projenin bir ürünü olarak karşımızda durur… Aktivistler, sivil geçen kurumların birer gönüllüleridir… Devletlerde tıpkı birey ve dernekler/vakıflar gibi proje yaparlar ve o projelerde gönüllü olarak birçok şeyin lideri gibi gözükmek için canla başla çalışırlar ama ellerinde cetvel olanların sadece amaçlarına ve çıkarlarına uygun davranmak ile yükümlüler…

Tarih yazıcıları bu projelere bakarak bir şeyler yazıyorlar, elbette proje amacına ve sonucuna uygun söylemleri kullanarak…


İsmail Cem Özkan

20 Eylül 2016 Salı

Yaratılan düşman!

Yaratılan düşman!

Dünyada düşman kavramı sürekli bir hayalet gibi gezer ve bir gün bakarsınız düşman siz olmuş olabilirsiniz, çünkü kimin sizi düşman ilan edeceği çıkar çatışması sonucunda ortaya çıkar ama düşman ilan etmeden önce size öyle olanaklar yaratır ki, artık beni düşman ilan edebilirsin diye diklenen bir kedi konumuna dönüşebilirsiniz. Kedi kendisini aslan gördüğü an artık düşmanı boldur!

Düşman olanlar önce sizin kahramanız olabilir. Kahramanlık destanlarınız romanlarda, senaryolarda hatta şiirlerde konu olmuş dahi olabilir, fakat o kahramanlık döneminin parıltılı vitrinlerinde bir an gelir ki vitrinin lambalarından bazıları ömrünü tamamlar ve sönük bir ışıkta aydınlanan vitrin bir bombanın hedefi olabilir… El Kaide işte öyle bir sürecin sonucunda düşman ilan edildi. Önce Sovyet sistemin Afganistan tercihi karşısında Amerikan gizli servisi tarafından beslenen Arabistan’ın en soylu ve de köklü ailesinin bir ferdi dağların kartalı, şahini olmuştu. İslam dünyasının yeni lideri, İslam dünyasının en üst rütbesini almaya ramak kalmışken birden değişen koşullar ve demir perdenin yerini yeni rejimin alması ile birlikte Amerikan için istenmeyen adamı ilan edildi, çünkü onun Afganistan’da bulunması artık Amerikan çıkarlarına ters gelmeye başlamıştı, çıkarlar o tersliği açıkça ilan ediyordu. Afganistan Amerika için stratejik konumda olan bir ülkeydi ve yeni düşmanı ve kontrol etmesi gereken coğrafyanın lojistik yolu üzerindeydi… Bu arada Amerika yeni ürettiği hafif silahlarını deneyebileceği bir tatbikat alanıydı. Tatbikatının uluslararası kamuoyu tarafından eleştirilmemsi için bir düşmana ihtiyacı vardı, seçim ile gelen ve kendi desteklediği Taliban bu düşman konumuna uymuyordu… Ülke uzun süredir istikrarsız ve kaosun hakim olduğu bir yer. Yerel güçler savaşmak için her şekilde dışa bağımlı, teknolojiden uzak bir coğrafyanın içinde ortaçağa sürüklenmiş haklar topluluğu… Afgan üst kimlikti ve Afgan halkının olmadığı bir coğrafyanın haklar mozaiği İslam şemsiyesi altında eritilmeye çalışıyordu.

İslam ne zaman batı için düşman oldu?

Batıda ne zaman islamofobi kavramı geliştirildi ve sağın yükselişine kontrollü izin verildi?

Bugün geriye doğru baktığımızda çok uzak bir zamanda gerçekleşmiş kavramlar ve çok uzun yıllardır gündemimizde olan kelimeler olduğunu düşünebiliriz, ama bu kavramlar çok yenidir. Batı için İslam İran devrimi sonrasında geliştirilen stratejilerin bir ürünü olarak karşımıza ciddi bir şekilde çıktı. Yeşil kuşak ve onun devamı olan Büyük Ortadoğu Projesi aslında bugün yaşmadıklarımızın teorisini yani eski değim ve bir zamanların popüler söylemi ile doktrinidir. Kısaca üzerinde tartışılmayan yaratılan yeni dogmadır. Bütün insanlığın kabul etmek zorunda olduğu ve baş eğdiği yeni öğreti insanlara dayatıldı. Kimin çıkarı için? Elbette bugün bu yaşanan mezhep ve din savaşlarının en kazançlı çıkan kesim için… Kapitalist sistemin yaşadığı buhrandan çıkış kapısı olarak görülen savaş ve onun için üretilen evrensel düşman! Bir coğrafya ile sınırlı kalmayan ve geniş alanda savaşın olacağı ama bu işten karlı çıkanların topraklarında olmayacak olan sıcak savaş. Kapitalist sistem ulus devletini yıkmaya karar verdikten sonra yeni düzeni kurabilmesi için yeni arayışlara girdi, aslında girmek zorunda kaldı, çünkü ulus devlet artık yeni ihtiyaçları karşılayamayan ve hatta paranın evrensel hareketi önünde en büyük engel olarak ortaya çıkmıştı. Sermaye evrensel olarak yirmi dört saat hareket edecek ve önünde hiçbir engel olmayacak. Bu borsalar eli ile dünyada güneşin hiç batmadığı yeni bir imparatorluğun doğuşu anlamına geliyordu. Fakat bu düzenin kurulabilmesi için ulus devlet ve onun politikaları başlangıçtaki amacından çoktan uzaklaşmış ve artık gerici ve değiştirilmesi gereken bir sorun olarak ortaya çıkmıştı.

Kapitalist sistem yapısal sorun yaşıyordu ve bu sorunu aşabilmek için yeniden bir dünya savaşına benzer koşulun yaratılması kaçınılmazdı.  İki savaştan büyük dersler çıkarılmıştı. Bu sefer ki dünya savaşı adı konulmadan devam edecek ve ulus devletlerin yeniden yapılanması için gerekli olan sermaye akışı bu savaşlarda elde edilecek kara para ile karşılanacaktı.

Savaş ayrılıkları ve yeni birleşmeleri ortaya çıkarır.

Avrupa Birliği bir proje olarak ortaya çıkmış ve Avrupa Ekonomi Topluluğu biçim değiştirerek bu sorunun çözümü için model olabilir mi diye denenecekti. Ekonomi birlik siyasi birliğe dönüşürken, ulus devletinin sermaye birikim olan ulusal para ortadan kaldırılacaktı. Artık ulus devletinin temel fonksiyonu sermaye birikimi bir ulus için ortadan kalkacaktı. Kıta Avrupa’sı yeni düzen için bir proje alanı olarak seçilmiş ve yeni parlamentosu ve devlet için gerekli olan tüm kurumları ile oluşturuluyordu. Evrensel bir düzen için en önemli bir alandı ama Amerika’nın kontrolü ve gözetiminde bunun yapılması çok önemliydi. İkinci dünya savaşı sırasında ve sonrasına kıta Avrupa’ya yerleşen Amerika bu yeni projenin içindeydi. Fakat alınan kararlar içinde söz hakkı ve oy hakkı yoktu. Kıta Avrupa’sı projesinde önemli adımlar atmış ve istenilen düzlemde gelişmeler göstermişti ama bir noktada bir şeylerin ters gittiği anlaşılacaktı.

Liberal ekonomik politikalar ile M. Thatcher döneminde temel politika olarak ortaya çıkmış ve ulus devletin tüm kazanımları yok ediliyordu. Sosyal devlet yok edilirken işçi sınıfının mücadele ile elde ettiği kazanımları yine yandaş işçi sınıfı sendikaları eli ile sermayeye hediye edildi. Elbette bu durum sadece Birleşik Kraliyet için geçerli değildi, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde de aynı çizgi izlenmiş ve ulus devlet anlayışı yıkılmıştır. Yıkılanın yerini bir şeyin alması beklenir ama alan bir şey yoktu, yıkıntı içinde kalmış devletler topluluğu konumuna büründü. Devletin zayıfladığı bir tarih çizgisinde yaratılan yeni düşman ulus devlet içinde yaşayan hakları bir arada tutmak için yeni düşmanı ile tanıştırılacaktı. Bu düşman dağılan devletin dağınıklığının üstünü örtecek ve ırkçı düşünce içinde olan hakların gözlerine şiş sokulacak ve ağmalaştırılacaktı. Bu süreç de başarılı bir şekilde hayata geçirildi. Afganistan’da varlık gösteren El Kaide birden dünya ölçekli bir örgüt oluvermiş ve sınır tanımadan eylemler yapar konuma getirtilmişti. CIA tarafından kurulan örgüt güya  birden kontrol dışına düşmüş ve kontrol dışı güvenli topraklarda eylem yapan, terör estiren  konuma getirilmişti. Hz. Muhammed’in fikrinden daha çok kıyafetine önem verenler birden dünyaya korku salan ve sadece ölüm ile anılan yeni Hassan Sabah olmuşlardı. Tarihten yaratılan yeni düşman birilerin üstüne giydirilmiş ve canlı bombalar onlar ile anılır olmuştu.

Ulus mücadelesi yapan örgütler de bu dalgadan nasiplenecek ve kendi canlı bombalarını kendi amaçları yolunda kullanarak ölüm ve korku dünyaya yaygınlaştırıldı. Bu yaygınlaşan korku kıta Avrupa’sı ve Amerika’da istenilen sonucu doğurmuştu. Dağılan devletlerin yeni düşmanı vardı ve o devletin çatısı altında kalan halklar bu dağınıklıyı ne sorgulayacak ne de değiştirecek gücü yoktu. Çünkü zayıflatılmışlar ve işçi sınıfının temsil eden sendikalar devletin hizmetinde işçilerin direnme hakkını ortadan kaldırıyordu. Haklar teker teker yok edilirken işsizlik onların önüne bir silah olarak çıkarılıyor ve göçmen işçiler ve de mülteciler yedek güç olarak konumlandırılıyordu. İslam bu yedekler içinde bir fobi olarak ortaya çıkarılıyor ve izin verilen minareli camiler birden terör merkezleri gibi algılanır hale gelmişti. Camilerin duvarına ırkçı yazılar yazılması, duvarına domuz başı asılması artık sıradan bir olaydı. Devlet destekli ırkçı örgütler Müslüman olanları sistematik olarak öldürecek ve açılan dava ile bu açığa çıkacaktı. (Almanya’da işlenen dönerci cinayetleri) islamofobi yeni doktrinin uygulaması olarak karşımıza çıktı ve algılar ile oynandı. Yerel halk tanımadığı halka ve inanca düşman olmuştu, tıpkı ikinci dünya savaşı öncesi Yahudi ve Çingene (Roman) düşmanlığı gibi… Korku ve düşmanlık o dönemden ödünç alınmış ve yaygınlaştırılmışı.

Seksenli yıllar islamofobi tohumunun serpiştirildiği ve Sovyetler Birliği’nin tarih sayfalarına atıldığı yıllara rastlar. Glasnost ve perestroika reformları birçok şeyin kapısını birden açmış, uygulama güçlüğü zor olan liberal reformlar birden hayat bulmasına sebep olmuştur. Sosyal devlet yıkılmış ve yerine henüz başka bir devlet mekanizması oturmamıştır, çünkü henüz sermayenin ihtiyacına cevap verecek bir evrensel sistem fiiliyatta hayat bulmuş olmasına rağmen hukuki olarak kurulamamıştır.

Avrupa ile Amerika arasında yapılması planlanan Serbest Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması’nı (TTIP) henüz hayat bulmadı. AB dışında gerçekleştirilmesi düşünülen en önemli ikinci projedir. Eğer hayat bulur ve başarılı bir şekilde uygulamaya geçerse artık yeni düzenin hukuk düzenlemesi önünde ki en büyük engel de ortadan kalkacaktır. O zaman yaratılan İslam düşmanlığı bir süreliğine ertelenebilir ve yerine ileride oluşacak sıkıntılar karşısında yeni düşmanlar yaratılacak yeni figürler bulunabilir… Arap Baharı ile domino taşı gibi yıkılan liderler ve yeni liderler bir pazar için figür olmaya ve silah satın almaya devam edeceklerdir, ta ki yukarıda bahsettiğim anlaşmanın hayat bulması ve sistem kendisini güvende hissetmeye başlayana kadar…

Dünya savaşı dünyamızda adı konmadan devam etmektedir. Bu savaşın adı konmuş hali ile belirteyim hibrit savaşları. Bu savaşta muhataplar bir biri ile savaşırken, bu savaştan tek karlı çıkan silah üreten ve satan ülkeler ve onların yıkılmış devletleridir. Devletleri ulus devletinden sonra tekrar restorasyon edilirken ihtiyaç duyulan sermaye bu savaşların sonucunda ortaya çıkmaktadır.

Bugün yaratılan düşman İslam’dır. İslam adına kavga ettiğini belirtenlerde canlı bombaları ile kendi topraklarında ölüm olmuş ve kendisi gibi inanları öldürmeye devam etmektedir… Savaş insanların gözlerini kör eder ve öfke toplumların üzerine yük olarak oturmuştur. Öfke akıl ile düşünmeyi ortadan kaldırır. Aklın olmadığı yerde ise hurafeler ve yaratılan paranoyaklar gerçek olarak algılanır ve bu yaratılan gerçeklik içinde kime hizmet etmediğini bilmeden ölür ve öldürür…


İsmail Cem Özkan 

14 Eylül 2016 Çarşamba

İstihbarat yalanı ya da yaratılan gerçekler!

İstihbarat yalanı ya da yaratılan gerçekler!

Bir ülkenin istihbaratının güçlü olduğu fikri sadece iç kamuoyunu disipline etmek ve kontrol altında tutuluyormuş gibi göstermek amaçlı o ülkenin iktidarı ve devlet gücünü elinde bulunduranların uydurduğu bir durum olduğunu Ortadoğu’da bir biri arkasına yıkılan devletlere bakarak söyleyebiliriz. Suriye iç savaşında birkaç günde IŞİD ülkenin başkentinde dış mahalleyi bile kendi bölgesi ilan edebilmişti. O kadar abartılan ve üzerine söylenceler istihbarat ortada yoktu, olmuş olsaydı bir Baas Partisi geçmişinden gelen bir örgüt Amerika, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan destekli Sünni bir gücün nasıl oluyor da ülkenin başkentinde bir mahalleyi kendi bölgesi ilan edebiliyordu?…

Suriye, Irak, Mısır, Libya.. Arap Baharı’ndan nasiplenen ülkelerin istihbaratının güçlü olması ve o istihbarat elemanlarının yaramış olduğu korku cumhuriyeti dillere destandı. Birçok romana konu dahi olmuştu. Ülkenin karanlık yüzü, elinde olan sınır tanımayan bütçesi ile abartılmış söylencelerin arkasında teknolojiden yoksun, sadece söylencelere ve yanlış bilgilerden beslenen bir örgüt şeması olması tesadüfi değildir, çünkü onlar yarı sömürge devletlerdi ve sömüren devletlerin çıkarları orada güçlü olan her hangi bir şeye izin vermezdi. Evet, görünürde başkanlar güçlüydü, tıpkı gücünü aldığı istihbarat gibi ama onların yıkılışı çok hızlı ve kanlı olmuştur. Efendilerine başkaldıran ve bağımsız karar aldığını sananlar efendilerin yaratmış olduğu siyasi atmosferde sadece bir piyondular ve üstlerine düşen görevi en iyi şekilde oynayarak sonlarını hazırladılar. Onları iktidarda tutanlar istedikleri an onları tünelde saklanan birer korkağa dönüştürmeyi de bildi…

İstihbarat, örgütün olmazsa olmazıdır. Eğer kendisine örgüt diyen bir yapı varsa onun istihbaratının olup olmadığına bakın, çünkü istihbaratını gazetelerden ve devletin verdiği olanaklardan alıyorsa o örgüt, örgüt değildir, sadece bir piyondur. Çünkü onu bir başkası istediği gibi yönlendirebileceği atmosferde piyon görevi verir. Elde ettiği başarıları da kendi başarıları gibi zafer sarhoşluğuna düşenlerin şişmiş balonları çok kısa sürede patlayacaktır. Tarih bize bunun ile ilgili birçok olayı gösterir ama görmek ve algılamak isteyene…

Bir ülkede medya istihbarat yapıdan sonra haberi alandır, eğer istihbarattan önce medya haberi alıp yayınlıyorsa o ülkede istihbarat zafiyeti var demektir. İstihbarat bilinmesi istediği yarattığı gerçekleri medya içinde kullandığı medya çalışanlarına iletir ve onlar aracılığı ile devletin çıkarına uygun atmosfer yaratır. İstihbarat sadece dış ülkelerde ve düşmandan bilgi almaz, aksine esas görevi kendi kamuoyunu yönlendirmek ve algıları oynamaktır. (Ülkemizde her istihbarat kendisi için çalışan medyada yüzü vardır ve onlar aracılığı ile kendi haberlerini medya havuzuna sunar. Genelde iyi gibi gözüken popüler gazeteciler haber kaynaklarına göre sürekli benzer haber yaparlar, o haber yapanlara bakın hiç biri istihbarat elemanı değildir ama onların sanki sözcüsü gibidir. Haber kaynaklarının olduğu mekanlarda gözükürler ve onlar ile sıkı ilişki içindedirler. Gerektiğinde gece yarısı bile telefon ile uyandırılacak kadar içli dışlıdırlar.) Gündem belirleyen her örgüt, bir anlamda gerçekleri kendi lehine değiştiren ve dönüştürendir. Yaratılan gündemin arkasına takılanlar ise sadece o gündemden faydalananların yan değneği konumundadırlar ve istenmeyen bir sonuçta o gücün zaaflarını ortadan kaldırmak ile yükümlüdürler… Çünkü onların algısı, yaratılan gerçekliği tartışmak ve kendisine göre soyut sonuçlar çıkarmaktır ki, yaratılmış gerçeklikten zaten doğru ve isabetli sonuç çıkarma şansı yoktur. İstihbaratı zayıf olanlar her daim birilerin yedek değneği olmaya adaydır ve yaratılan atmosfer içinde oynanan bir piyon konumuna dönüşür.

Gelişmiş istihbaratı olan ülkeler dünyadaki değişim karşında büyük şaşkınlıklar yaşamazlar, beklenen şeylerin olması ve ona göre önlem aldıkları görülür. Onların uzun vadeli programları vardır ve o programa uygun şekilde yasal ya da yasa dışı yapılar ile işbirliği içinde amaçlarını gerçekleştirirler. Gelişmiş ülkeler bir birilerini çok yönlü olarak kontrol ederler ve her atılacak adımı bir adım öncesinden görmek veya tahmin etmek için büyük enerji harcarlar. Gündemleri önceden planlanmıştır ve sürprizlere kapılar kapalıdır. O kadar ki 11 Eylül’de yıkılan gökdelenleri seyrederken bile ne yapacaklarına çoktan karar vermişler ve yaratılan düşmanın üzerine uzaktan komutlu bombalar yağdırılmıştır. Çünkü düşman bellidir ve kendisinin yarattığı düşmanın kendi toprağında kendisini vurmasına göz yumuluyorsa iç politikaya yönelik atılan bir adımdan başka şey değildir. Yapacakları için iç kamuoyunun desteğine ihtiyaç duymaktadır ve o gerçekleştirilmiştir. Bu eylem karşısında şaşkına dönen Avrupa devletleridir, çünkü hazırlıksız yakalandılar, düşman militanlar Avrupa kıtasında eğitilmiş ve onlardan habersiz Amerika’da gökdeleni yerle bir etmişlerdi. O günden bugüne kadar Avrupa iç istihbaratı yeniden yapılanmaya girmek için mücadele ediyor ama CIA o kadar içlerine girmişler ki, Alman istihbarat elamanı devletinden önce CIA’ya bilgi verdiği ortaya çıktı. Elbette istihbarat elamanı ikili oynamak ile yükümlüdür, bilgi almak için bilgi vermek ile yükümlüdür ama ölçüsü, işte önemli olan o…

Amerika istihbaratını ikinci dünya savaşı sonrasında Alman Nazi istihbaratçıları kurdu ve dünyanın en güçlü istihbaratını yarattılar. İstihbarat için yerli işbirlikçilerin nasıl kontrol edileceğini öğrettiler. Irak işgalinde Amerika istihbaratına Alman istihbaratı bilgi vermesi ve hangi noktalara bomba bırakılacağı onların yönlendirmesi ile olduğu şaşırtıcı değildir. Ülkemizin iktidarı içte Fettullah Gülen yapılandırması ile mücadele ederken birden Suriye içlerine girmesi istihbaratı olmayanlar için şaşırtıcı oldu ama Rusya devlet başkanı Putin söylemi ile “istihbaratımız vardı” demek oldu.

Devlet bir örgüttür, siyasi partiler de birer örgüttür. Her biri bir şekilde örgüt olmanın kurallarını yerine getirmek ile yükümlüdür. Örgüt olmanın olmazsa olmaz saç ayakları vardır ve onlardan birinin eksikliği örgüt ve başarıya ulaşmayı ortadan kaldırır. Eğer kendisini ve yandaşlarını kandırarak kendisini beslemek istemiyor ve iktidar hedefi olan bir siyasi parti, rakibinin her adımını önceden hesaplayabilecek kadar istihbarat yapılanması ve kanalına sahip olmak zorundadır. Olmazsa her daim şaşkınlığa düşecek ve yenilginin muhatabı olacaktır… Yaratılan atmosferde istemediği meydanlarda istemediği sahneye çıkıp halka mesaj verecektir ama beklentilerinin tam zıttın da, her şey devlet içindir!


İsmail Cem Özkan

5 Eylül 2016 Pazartesi

Her şeyi bilmek!

Her şeyi bilmek!

Birçok insan her şeyi bilir, o konu hakkında uzman olmasa dahi bilir, görüşlerini belirtir. Bu bizim eğitim sistemimizin bize bağışladığı ukalalık bir durumdur. O kadar ki her konu hakkında uzmanına danışmadan ve sormadan bildiklerimizi hayata geçire gayret içinde oluruz. Sonuçta elbette –çoğu zaman- hatalı sonuçlara ulaşırız, hatadan dönmek bir erdemdir deriz ama genellikle hatadan dönülmez inat edilir, o uğurda can veririz ve hatamızı kabul etmeyiz. Nede olsa bu eğitimin ve kültürün insanıyız.

Hatasız kul olmaz sözünü kabul eder ama hatasız olduğumuzu bilinçaltımıza işlenir, o kadar ki hep başkaları bizde hata arar ama bulamaz güveni içinde olaylara yaklaşırız, çünkü bizim bilgilerimiz gerçek doğrudur ve doğru tektir, değiştirilemez. Bu düşünce yapısı içinde olaylara ve olgulara yaklaştıkça egomuzu besler ve bizden alt olarak gördüklerimize emir komuta zinciri içinde dayatırız, üstlerimiz ise her daim yanlış düşünüyor, aslında doğrusu benim bildiğim ama çıkarım şimdilik ona karşı gelmeye yetmediği için köprüyü geçene kadar…

Sıradan insan her şeyi bilir de siyasi irade içinde erk olanın her şeyi bilmemesi imkansız mı? Öyle şey bile söz konusu değildir. İlk defa yurtdışına gittiğinde başka bir dilin yaşayan bir şey olduğuna şahitlik ederken ilk hayal kırkılıklarını yaşar, çünkü bütün dünyanın kendi dilini konuştuğunu ve araya tercüman koyarak konuşmayacağını düşünürken, araya tercüman girmesi işleri ilk etapta bozar. Tercümandan duyduğu birkaç kelime ile o dili bildiğini ve her şeyi iyi anladığını düşünür, tercümanda neymiş, zaten her şeyi bilen ve konuşan olduğuna göre tercümansız da anlaşır ama karşısında ki anlamaz, aptaldır çünkü! Siyasi erk yabancı dilin ölü dil olduğunu tek yayan şeyinde kendi konuştuğu dil olduğunu düşünür, çünkü tüm filmlerde yabancılar Türkçe konuşur…

Siyasi erk her şeyi bilir ve kontrol edebilir düşüncesi içindedir. En güvendiği insan çıkarı gereği onun yanında durduğu ve çıkarı bozulunca çatışacağını düşünmez, o güven içinde ilk gün heyecanı ile işlerin devam edeceğini bilir ve uygular! Elbette her aşk bir gün gerçekler ile karşılaşır, evde ki hesap çarşıya uymaz! Uyumsuzluk çatışmadır ama çatışma yerine yanında kini değiştirmek en kolay ve kestirme yoldu, çünkü o gidenin yerine bir sürü okumuş ve biat etmeye hazır birileri vardır. Bütün okumuşlar siyasi iradenin karşısında el pençe dururken, elbette erk sahibinin egosunun da gelişmemesi imkansızdır… İmkanız diye bir şey yoktur, istemesini bilmek gereklidir, aldığı eğitime uygun karar verir, çünkü eğitim onu öyle biçimlendirmiş ve karşılaştırma yapmasını gerektirecek hiç bir olay ile ve direnç ile karşılaşmamıştır.  Dışarıdan müdahale gelmediği sürece yaşadığı yerin tek bilenidir, yönettiği kesim ise onun koyunlarıdır. Koyunların etrafında çoban köpekleri vardır ki, dünyanın en iyi çoban köpeği Anadolu kökenlidir. O halde bu kadar güzel ve istikrarlı olan bir yerde her şeyi bilmek suç değil, meziyettir.

Siyasi irade her şeyi bildiğinde ve karşılaştırma yapmadığı sürece her türlü kararı aslında bir yerlerde can kayıbı ve birilerin vücudunun toprağa düşmesi anlamındadır. Çünkü siyaset içinde her türlü görüş ve doğru savunan birileri vardır ama bu savunanların görüşleri karşılaştırmalı olarak bakılmadığı ve sorgulanmadığı sürece zaten cephenin bir parçasıdır ve yok edilmesi ve de ezilmesi gereken kesimi ifade eder. Muhalefete baskı ilk günden itibaren başlar ama zaman içinde bu baskının dozajı artar, çünkü her şeyi bilenin aslında birçok şeyi bilmediği ortaya çıkar ama geri adım atmak yok, yola devamdır… Çevresinde zaten ona karşı tarafın hatalı olduğunu ve ellerinde veri olmadığı için doğruları bilmediğini fısıldarlar. O fısıltılar gerçek ve doğrudur aslında! Kimse onu sorgulayacak ne konumdadır ne de cüreti vardır. Tek doğrunun olduğu yerde, tek lider, tek bayrak, tek dil ve tek ulus vardır. Ulus devletinin tanımı da bu değil midir? Çeşitlilik, azınlık, öteki gibi kavramlar bizim birliğimizi ve iyiliğimizi istemeyen insanların uydurmasıdır. O halde göz ardı edilmelidir, en küçük hatalar büyütülmemelidir. Küçük hataları bizden biri yaptığı sürece iktidarın gücüne söz gelir diye görmezde gelinir ve bir kurban isteyenlere karşı bizim çocuk savunulur, onların önüne atılmaz. Bak Osmanlı geçmişimiz bize böyle derseler veren geçmişi vardır. Ne zaman bir yeniçeri bir sadrazam istese gelecek olanın da kellesinin gitmesi anlamındadır. Kelle vermek ile sorun çözülmez, o halde karşı tarafa diz çökertilmeli ve mutlak itaat ve de biat!

Her şeyi bilenin inancından şüphe yoktur, bilginin yerini inanç aldığını düşünmez bile. İnan doğrudur, çünkü onu oraya taşıyan aslında inancında ki taviz vermeyen tavrıdır. O kadar inanır ki inancı doğrusudur ve sorgulanması bile büyük suçtur. Siyasi irade müttefikler ilişkisidir, siyasi amaç yolunda girilen her türlü müttefik ilişkisi mubahtır. O halde geçmişte girdiği ve geçtiği köprüden sonra o ittifakı yok etmek en önemli görevdir, çünkü o ittifak onun ile iktidarı paylaşması anlamındadır. İktidar paylaşılmaz!

Paylaşılmayan şeyin gücü o kadar cezp edicidir ki, kendisi gibi düşünmeyen her şey ve kesim düşmandır ve kendisine karşı girişilmiş bir kirli oyundur. İktidarına doğru yapılan her hamleyi düşmanların oyunu olarak görür ve sürekli bir paranoya içindedir, çünkü geçmişimiz darbeler ve siyasi linçin, suikastın yoğun olarak görüldüğü zamanlardır. Tarih bize bir şeyler fısıldar ama her birey durduğu yere göre sonuç çıkarır. Tarih her daim tek şey söylemez, birçok şeyi söyler ama işimize gerekeni alıp kullanırız, diğerlerine gözümüzü kapatır, bilincimizin önüne duvar örürüz…

Her şeyi bilenin danışmanları sadece azar işitmek ve muhatap almayacağı kişilerin önüne sürebileceği kişilerdir. Onlar sadece belirli konularda muhatapları ile konuşurlar, aksi halde danışman sadece görecelidir ve aldığı para karşılığında koltuk doldurandır. Elbette sadece koltuk doldurmaz kadrolaşmak için ekip kurar devletin içinde.  Devlet bir mekanizmadır ve onu somutlaştıran kadrolardır, eğer kadroları kendine sadık insanlardan kurarsan zaten devlet sen olmuş olursun ki, tüm hukuk kuralları, yasalar sadece kağıt üzerinde kalan lekeler olarak durur. Hayatın pratiği yaratılan fiiliyat artık doğrudur ve geçerli olandır… Sadece onu kağıt üzerine dökmek biraz sorunlu olabilir ama her siyasi çalkantı bu olmazı olur kılar… sadece olayları iyi yönet ve her krizden karşı ve de mağdur çıkmayı bil…

Her şeyi bilmek demokrasiler için sakıncalıdır, o yüzden ona karşı devlet değişik önemler geliştirmiştir ama Ortadoğu ülkelerinde bu mekanizma yoktur, çünkü tek doğrunun olduğu yerde diğerleri zaten yoktur. Biz tipik bir Ortadoğu ülkesi olduk, çünkü tek doğruyu savunan ordunun komutanları aldıkları eğitime uygun bir devlet yarattılar… Ordunun yarattığı devlette erk sahibi her şeyi bilmesi kadar doğal başka ne olabilir?

Mutlak doğrunun olduğu yerde muhalefet olmaz, sadece muhalefet evet haklısınız efendim demekten ve zor düşen tek bilene yardım etmekten başka işlevi olamaz…

Sonuç diye bir şey yoktur, sadece yaşanan süreç vardır ve bizler bu süreci yaşamaya devam ediyoruz… Devran değişecek, yeni eğitime uygun insanlar gelecek, onlar da erk sahibi olacaklar, bizler de her daim tek doğruların karşısında savunmada ve kendimizi korumak ile meşgul olacağız…  Çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı bir gelecek ne yazık ki görünürde gözükmüyor ama içinde de yaşamaya devam ediyoruz…

İsmail Cem Özkan

30 Ağustos 2016 Salı

Horoz dövüşü!

Horoz dövüşü!

Bir meydan etrafı çit ile çevrilmiş, çitin dışında insanlar, içinde iki horoz. İnsanlar horozlara bakarak heyecanlı bir şekilde bir birine bir şeyler anlatıyor, öte yandan ellerinde ki paraları birine vermekte ev heyecanlı bir şeklide kendi saffını belirliyor. Ortada horoz bir şeylerin farkında, oraya neden geldiğini biliyor. Sahibine para kazandıracak ve kendi gücünü gösterecek. Horoz kendisinden emin, daha önce yaşadığı olayların bir birikimini üzerinde taşıdığı yaralar ile göstermekte. Rakibi de öyle. Horoz etrafına bakınırken, sahibi tarafından kışkırtılmakta. Sahibi bıraksa hemen rakibinin gözünü oyacak.

Bir küçük oda, duman içinde. İçeride insanlar ve horozlar. Yasak bir şeyi yaşıyorlar. Yasak ama heyecanlı. Orada ne döndüğünü tüm şehir biliyor ama kimse bilmiyor. Yasak koyucu gözünün tekini kapatmış, kara para olmadan düzen olmaz, bu devran dönmez. İşsizler kendilerine iş yaratmışlar, devlete ve sosyal barışa bir zararı yok! Bu devran böyle gelmemiş ama böyle gidecek, göz yumanda, göz yumduran da ve olaydan faydalan da memnun! Küçük bir oda, toplumda pek göze batan bir yerde değil. Şehir yaşamı içinde zaten kimsenin de farkına olmayacağı kadar küçük bir kesimi ilgilendiren şey… bir küçük oda, belki bir binanın bodrum katı ya da eski bir gecekondu, şimdilerde varoş diyorlar. Varoşlar gecekonduların üzerine çıkılan katlar ile oluştu. Sahibi para kazandı, şehir megakent oldu. Övünç kaynağımız. Övünüyoruz nüfusumuz ile, rızkını kara para veriyor! Bir küçük oda, içeride sigara dumanı kaplamış, heyecanlı sesler arasında bir horozun sesi, son nefesini verecek gibi bağırıyor! Kalabalıktan her hangi biri bu sese kulak dahi kabartmıyor, güneş çoktan doğmuş ya da batmış kimse bilmiyor. Orada zaman başka şeylere bakarak söylenebilir, hayatın ve dünyanın döngüsünün çok dışında… Zaman hızla akıyor ama kimse bu akan zamanı düşünecek kadar kendisinde değil. Horoz rakibinin gözünü oymak için fırsat kolluyor, sahibi kazanacağı parayı düşünüyor, o mekanın sahibi her gün kaynattığı çorbaya bir katkı daha geliyor diye içten seviniyor, çünkü bir başkasının yanına gidip emir alarak çalışmıyor. Özgürlüğünü bu şekilde yaşıyor… Özgürlük görecelidir, paradigmaya göre değişir!

Havanın nasıl olduğunu dışarından yeni giren üzerinde getirmiştir. Ama içeride kimse bunun farkında bile değil, zaten ilgi alanlarına da girmiyor. Meydanda iki horoz kavgaya tutuşmuş, kimin kazanacağı konusunda iddialara girilmiş, saflar bellidir. Biraz sonra kimin kazanacağı belli olacak, birileri sevinç çığlıkları atacak, birileri yere tükürecek ve kaderine küfredecek. Sokakta duymadığınız küfürleri orada havada aslı bulabilirsiniz…

Devletlerin tarihi de sanki bu mekanda yaşananlar gibidir. Kapalı toplumlar kendi dünyalarında yaşarken dışarıdan gelecek her hangi bir saldırı karşısında çaresizdiler. Eğer yaşadıkları devlet gibi göz yuman devletler varsa o zaman sorun yok ama kara para bir küçük toplum içinde pek rahatsız edici değildir ama uluslar arası ilişkiler içinde kara para kontrol edilemez ise devletlerin çöküşü anlamındadır. Sistem kendi güvenliğini sağlamak ile yükümlüdür, o yüzden güvenlik için milyarlarca para harcarlar aynı zamanda güvenlik sistemin can damarıdır, o alan için kurulan sanayi kriz içine girmiş ekonomiler içinde aynı zamanda çıkış kapısıdır. Silah sanayisi için devletlerarasında çatışma kışkırtıldığı gibi, silah sanayisinin sahibi olan ülkelerin dışında kalan ülkelerde de iç savaş ortamın yaratılması için iç çelişkiler kullanılır. Silah sanayisi için savaşlar, çatışmalar kaçınılmazdır… o yüzden iki horoz karşılaşması gibi bir çok ülkede kapışan horoz konumunda olan taraflar mevcuttur. Kışkırtılırlar, çatıştırılırlar, kan davaları oluşur ve yeni cepheler ve sınırlar oluşur ama bu işten kazanan sistemdir. Sistem yanında silah sanayisidir. Silah sanayisi ile kriz içinde olan gelişmiş ülkeler toplumsal ve ekonomik krizden çıkarlar. Bir mekanda, ülkede yaşanan horoz dövüşü toplum dinamiklerine hiçbir katkı sunmuyormuş gibi gözükebilir, hatta orada oluşan kara paranın toplum barışına katkısı yokmuş gibi algılanabilir ama üniversal açıdan bakıldığında küçük bir değişimin nasıl bir dalgaya yol açabileceği bu küçük öykü içinde de görülebilir.

Kontrol edilebilen her şey serbesttir, ama kontrol dışına düştüğü an sisteme zarar verecek konuma gelebilir, o yüzden sistem kendi güvenliğini değişik adlar ile yapar. Birleşmiş Milletler Dünya Ticaret Örgütü, NATO gibi kurumlar boşuna kurulmamıştır ve bu güvenliğin istikrarlı olması için ellerinden geleni yaparlar.

Birinci dünya savaşının sonucunda birçok yeni sınır oluştu, o sınırların çizilmesi sürecinde birçok ulus bir biri ile kavga etmeleri için silah yardımı aldı. Meydanlarda o ulusların çocukları bir birini boğazlarken birileri o kanlardan para kazandı. Ölen ulusun çocukları ise bir birleri ile kavgalarını anti - emperyalist mücadele olarak gördüler. Bugün dahi okuduğumuz tüm tarih kitaplarında tarih yazıcıları bize öyle olduğunu söyledi, bizlerde hiç sorgulamadan kabul ettik.

Horoz dövüşü karanlık bir odada devam ediyor…


İsmail Cem Özkan

23 Ağustos 2016 Salı

Bam teline dokunmak!

Bam teline dokunmak!

Her yapının zayıf bir noktası var, oraya dokunduğunuzda nasıl tepki vereceği önceden tahmin edilir. Bu durum kişiler açısından da öyledir, her insan doğası gereği ve yetiştiği toplumdan elde ettiği alışkanlıklar gereği bazı olaylar karşısında nasıl bir tepki vereceği önceden tahmin edilir ve o bilinen noktalara -eğer iyi geçinmek isteniyorsa- dokunulmaz ama kavga etmesi isteniyorsa oraya dokunulur ve çatışma kaçınılmazdır.

Her ne kadar öznelden bütüne varılamaz ise de toplumsal örgütlerinde benzer davranış özellikleri vardır. Sessiz kalan bir yapının birden kamunun önüne çıkması devlet mekanizmasının o yapı üzerine gitmesi ile mümkündür. Bir anda ve zaman diliminde o yapı kamuoyu önünde çok konuşulur olması aslında vermiş olduğu tepkinin dışa yansımasından başka şey değildir, çünkü hiç sesi çıkmayan neden birden tepki verir ve protesto eder diye bir birimize sorduğumuz sanırım o yapının bam teline dokunan olaylar olmuştur. Devlet kendisine düşman olarak gördüğü ya da kendi gücünü hissettirmek istediğinde bazı yapılara özellikle dokunur ve o yapılarında benzer olaylarda daha önce gösterdiği tepkisel davranışlar içinde olduğu gözükür.

Türkiye içinde büyük bir kaos yaşanmaktadır, aynı zamanda büyük bir siyasi kriz. Çünkü 15 Temmuz günü gerçekleşen bir darbe girişimi ve sonrası oluşturulan Olağanüstü Hal Yasasının geçerli olduğu süreçten geçmekteyiz. Bu süreçte kendisini yalnız hisseden hükümet ve onun kontrolünde ki devlet güven sorunu yaşamaktadır, çünkü darbe girişimi yapanlar devletin en üst kademesinde ki ve kontrol mekanizması içinde yer almaktadır. Komşu devlette yaşanan iç savaşta taraf olmuş ve bu tercihinden dolayı yalnızlaşan bir devlet, aynı zamanda iç sorunlarını çözememiş bir “hasta” olarak artık batı toplumu ve siyaseti içinde tanımlanmaktadır. Elbette toplumsal durum salgın hastalık gibi bir birini tetikleyen bir süreçtir ve bu sistemden kaynaklanan sorun diğer ülkelerde de gözükmektedir. Dünya üzerinde tek güç kabul edilen kapitalist sistemin yapısal sorunları; çözülemeyen bir sorun yumağına dönüşmüş ve devlet mekanizması liberal bakış içinde dağıtılmış ama yerine sistemin ihtiyacına verecek şekilde devlet mekanizması henüz oluşturulamamıştır. Yamalar ile devletler kendisini ayakta tutunmaya çalışırken, ekonomik sorunlarını geçmişte yaşanan iki büyük buhran ve sonrasında ortaya çıkan dünya savaşı sırasında ortaya çıkan / gelişen savaşa sanayisi ile çözemeye çalışmaktadır. Savaş sanayisi dünya ölçekli kara paranın büyümesine ve hareket alanın genişlemesine sebep olmaktadır. Yasalar zeminde sorunlarını çözemeyen ekonomiler var olan açığı kapatmak için kara para ile yama yapmaktadır. Kara parada yapısal sorunun daha da karmaşıklaşmasına ve denetim dışına çıkan güçlerin devlet mekanizmasını kullanarak sermaye barışını yok etmesine sebep olmaktadır. Kısaca sermeye ulus devleti anlayışı içinde korunan ve gelişen güçlerin yanında yine aynı kaynaktan gelen ama kaynağı belli olmayan daha fazla güce dayalı bir sermaye grubun hırçınlığı içinde rekabet koşullarının yaratmış olduğu düzenin yıkılması anlamındadır. Bu dünya üzerinde serbest hareket eden ve kendi kurallarını dayatan sermayenin isteyeceği bir şey değildir.

Türkiye yaşadığı öznel sorunlar ile birlikte evrensel sorunların da altında ezilmektedir, bu sorun yumağı altında iktidar her daim sorumluluktan kaçarak mazlum olmayı becermiş ve iç kamuoyuna bunu dayatmıştır. Hiçbir sorumluluğu olmayan işlere imza atmış ve sonucunda oluşan her olumsuzluğu da içte çatıştığı kesimler ve kişiler üzerine atarak sorumluktan uzaklaşmıştır. İktidar partisinin karşısında gerçek anlamda kitlesel bir muhalefet partisinin olmaması bunu yapması için ortam yaratılmış ve bu ortamı en iyi şekilde kullanmaya da devam etmektedir.  İktidar sorumlusu olduğu ama sorumsuz olarak gördüğü her şeyden rant yaratmasını bilmiş, yaratılan rant ile toplum içinde kendisine destek veren hatırı sayılı bir cemaat ilişkisini yaratmıştır. Biat ve itaat kelimelerin çok sık kullanıldığı ve tek doğru ve tek liderin her şeyi belirlediğini kabul eden bir duygusal bağ kurulmuş ve bu bağ ile yeni bir sermaye hareketi ve bu hareketin içinde el değiştiren güçler dengesini kendi lehine değiştirmiştir. Bu değişim mağdurluk söylemi altında paradigmaya uygun şekilde yapılmıştır. Devlete göbekten bağımlı ve özürlüğünü henüz sağlayamamış yarı gelişmiş ülkelerde sermaye sahiplerine görme, duyma ama biat et, bak devlet ihalesinden yararlanacaksın, yeter ki liderin elinden öp onun ihtiyacını karşıla fısıltısı kulaktan kulağa aktarılmıştır. O ülkenin lideri de dünya zenginler klubüne adını gereği yazdırması yadırganan ve ayıplanan bir şey olmaktan çıkmış, “ihalelerden ticaretin yasası pay alınır” anlayışı içinde doğru kabul edilmiş ve sorgulanması bile ticari hayata müdahale olarak görülmüştür. Siyasi çevresini kendi kişisel çıkarı için kullananların batıda ayıplanası ve tedbir alınması bu süreçlerden daha önce geçmiş olmaları ve bu süreçlerden ders çıkarmaları ile yasal düzenlemelerin yapılması ile mümkün olmuştur. Batı için suç ola şey ülkemiz gibi ülkelerde suç değil övünç kaynağı olmaya devam etmektedir.

Öyle bir ülke düşünün ki, bir lider sadece bir şeyi sadece kendisine yapıldığı zaman fark eden, dünyası sadece kendisine yapılanlar ve yapılmayanlardan oluşan bir dünya içinde yaşasın. İnsanlara hala "niye şunu fark etmedin", "bunu nasıl görmedin" diye şaşkınlık içinde soran ama bilincinde olan, köprüyü geçene kadar “abi” diyen, geçtikten sonra kaptanı değiştiren bir liderin hakim olduğu ülkede hiçbir şey sürpriz değildir.

Ölçüsü sadece kendisi olanın "öteki" gibi bir derdi olabilir mi?

Öteki gibi bir derdi olmayanın demokrasi gibi bir derdi olabilir mi? Öteki gibi bir derdi olmayanın yapılan fedakarlıkları anlama şansı olabilir mi?

Sorular çoğaltılabilinir ama yaşam içinde soruların karşılığını her birimiz hissederiz, hatta bir bölümümüz biliriz, küçük bir bölüm seslendirir ama sonuç değişmez, çünkü örgütlü bir gücün karşısında örgütlü bir güç olmadığı sürece yaşananlar kader olarak görülür…

Toplumsal olaylarda iktidarda olanlar muhalefetin hangi noktasının zayıf, hangi noktasında nasıl bir tepki vereceğini kendi hizmetinde bulunan toplum mühendisleri aracılığı ile bilir. Toplumsal olaylarda kendi lehine gelişmeyen durumlarda bu ihtiyaç duyulan karmaşa ve operasyonlar için muhalefet olarak kabul edilenlerin bu bam tellerine basılarak birden mağdur konumuna dönüşebilir ve her şey kendisine karşı yapılan bir planlı hareket olarak sunulur. İktidar hiç değişmeyecekmiş gibi hava yaratarak yapmış olduğu tüm hataların üstünü işte yaratılan bu bam teline dokunuşlar ile kendi lehine dönüştürecek atmosfer yaratmaktan geri durmamaktadır. Her bunalım ve çıkmazın sonucunda bir günahkar bulunur, kendileri her daima ak ve suçsuz kabul edilir. Bu kabulü yaratacak medya gücünü elinde bulunduranlar ellerinde olan para ile “satın alamayacakları” bilim ve siyaset insanı yoktur. Çünkü her insanın bir fiyatı olduğu düşüncesi liberal ekonominin ve siyasetinin doğal sonucudur. O sonuca uygun her zaman davranacak bir kesim bulunmaktadır. Her ne kadar özneler değişmiş olsa da iktidar kendisini taşıyacak her zaman muhalefetten birilerini bulur ve elinde bulunan baldan biraz tattırır…


İsmail Cem Özkan

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Nefret söylemi bitmez!

Nefret söylemi bitmez!

Savaş bir yerde biterken öte yerde yeniden başlar. Ölenler değişir ama öldürenler ve kar edenler hep aynı kalmaya devam eder. Nefret söylemleri coğrafya değiştirse de, kullanılan dil ve kültür değişse de hep aynıdır. Toplumları parçalamak ve bir biri ile savaşmasını sağlayacak düşmanlık tohumu ekmektir.  Düşmanlık tohumu çabuk ekilen ve kök salan zararlı bir canlı varlıktır. Bu varlık tüm toplumu kucaklamaya başladı mı o toplum boğulur ve üzerine bu işten kar sağlayanlar toprak serper.

Nefret söylemi dilde ırkçılık konusu bilince çıkarılmadığı sürece sürekli yeni ekilen tohumların uzayan kolları arasında boğulmaya mahkumuz. Nefret günlük yaşantımızın bir parçasıdır ve yüzyıllardır iktidarlar tarafından sürekli aramıza ekilmektedir. Tehcir, katliam, soykırım hepsi bu ekilen tohumların alınan ürünüdür. O kadar ki kan ile sulanmayan bir karış toprağımız ne yazık ki yok! Her yer her şey kan üzerinden bilince çıkarılmaya çalışılıyor, insanlığın en kötü buluşu bayrak işte bu kan ile açıklanmaya ve o bayrak denen sembole verilmiş anlamlar ile nefret söyleminin üstü örtülmüştür. Bayraklar kötü bir şeyin üstünü örtmek için kullanılmamalıdır, bu düşünceye hakimsek eğer o zaman dilimizde ki nefret söylemini, ırkçılık belirlemesi olan kelimeleri söküp atmak zorundayız. Söküp atamıyorsak yeni bir savaş, katliam, linç kültürünün girdabına girmek kaçınılmazdır ve kapı komşumuz, sevdiğimiz saydığımız insanlar bile en kısa sürede çatıştığımız insanlar bile olabilir. Hatta öz kardeşimiz ile kanlı bıçaklı olur ve ömür boyu görüşmeyiz. Geçmişin tarım yapılan günlerine bir bakın, en kanlı kavgalar kardeşler arasında miras yüzünden çıkmıştır, şimdi o kanlı bıçaklı olan toprakları üstüne para verecek konuma geldi, değersizleştirildi. O kavgalar yok oldu ama nefret kelimelerin içinde yaşamaya devam ediyor.

En son nefret söylemleri kitlesel kıyıma yol açan Irak işgali ve sonrasında gelişen Arap Baharı sürecinde yaşadık. Afganistan’da CIA denetiminde başlayan El Kaide birden nefret söylemlerinin kaynağı olmuş ve bütün dünyada İslami fobi adı verilen bir dalgaya dönüştürüldü. Elbette bu dalga İslam dünyasının dışında farklı bir İslam algısı oluşturdu ve bu nefret söylemi hiç tanımadıkları bütün Müslümanları canlı bombaya dönüşen fanatikler olarak gördü. Nerede bir İslamcı örgüte üye olan görülse linç yapacak, katliama neden olacak biri olarak bakılmaya başlandı. Bu söylemin tehlikeli boyutunu fark edenler ılımlı İslam adını verdikleri yeni bir dalga oluşturup devletlerin başına bu ılımlıları getirip güya panzehir olarak sunuldu ama kağıt üzerinde ki hesap uymadı ve Mısır’da askeri darbe oldu. Arap Baharı adı verilen dalgada Libya parçalandı, Irak daha önce parçalanmıştı, Suriye parçalandı. Parçalanan ülkelerde savaşlar nefret söylemlerine paralele olarak devam etmektedir. Elbette bu parçalanma ve silah ticaretinin yapıldığı coğrafya sadece İslam dünyası değil, Avrupa’nın doğusunda da aynı yöntemler ile ama aynı sonucu göreceğiniz iç savaş devam etmektedir. Bunun gerekçesi de dünya üzerinde yaşanan kapitalizm içsel krizidir. Sistem yeni bir sıçramaya ihtiyaç duymakta ve bu ihtiyacını karşılayacak bir organizasyon yaratamamıştır. Ulus devleti şeklinde örgütlenen ve ulusal sınırlar içinde sermaye birikimi yapan anlayış yerini Liberal Ekonomi adı verilen politik tercih ile parçalanmış ve devlet çökertilmiştir. Çökmüş devlet yerini alacak devlet ne yazık ki hala oluşturulamadığı gibi, rol örneği olarak gösterilen Avrupa Birliği de dağılma sürecine girmiştir. Kapitalizm hala varlığını koruyan Amerika ve Avrupa kıtası için krizden kısa yoldan çıkış gibi gözüken silah sanayisi pohpohlanmış ve var olan savaşlar ile silah sevkıyatı sayesinde göreceli refaha ulaşmıştır. Fakat bu içsel krizi ve kaosu ortadan kaldırmamıştır. Daha fazla savaşa ihtilaç duymaktadır ama var olanlar da bir şekilde bitmek zorunda, çünkü mülteci akımı ve tahmin edilemeyen göç dalgası bu refah ülkelerine doğru yönelirken savaşın başka boyutu da ülkelerine gelmektedir. Kendi topraklarından uzakta savaşmaya alışmış ülkeler yükselen ırkçılık ile savaşı ister istemez ülkelerinin topraklarının üzerine çekmektedir. Klasik devlet ortadan kalkmıştır ama korumak zorunda oldukları bir coğrafya vardır ve bu görev ister istemez savaşları bir yerde sonlandırıp başka ülkelerde yeniden başlatarak süreci zamana yaymaktan başka çıkar yolları yoktur.

Suriye ve Irak'ta yaşanan vahşi karanlığın sonuna doğru gidiyoruz. Savaş bitecek ve bu karanlığa sebep olan İslam faşizmi ile hesaplaşılacak!

Biliyoruz ki hesaplaşma olmayacak!

Tarihte faşizm ile hesaplaşılmamış, sadece hasıraltı edilmiştir. Bu bilinmesinden dolayı hemen soruyu sorayım; İşleri sadece adam öldürmek ve baş kesmek olan bu karanlık Müslümanların nasıl topluma kazandırılacak ya da başka bir İslam dünyasına gönderilip orada cihat savaşı vermeye mi devam edecekler? Yugoslavya iç savaşında kullanılan bu adamlar daha sonra Afganistan, Libya, Irak ve Suriye de kullanılmaya devam ediliyor. Türkiye’de canlı bomba olarak karşımıza çıktı. Soru açık aslında orada biten iç savaş yerini hangi ülkede iç savaş başlayacak ya da hangi iç savaş bölgesinde daha kitlesel cinayetler işlenecek? Potansiyel iki ülke var Türkiye ve Pakistan! Bangladeş ve Malezya’da olabilir... Savaşı yönetenlerin bileceği iş artık, bundan sonra hangi ülkede kendi senaryolarına hayat verecekler? Türkiye batı için sınır, mülteciler yüzünden sanırım hemen kabul görmez ama belli de olmaz…

Batı için kullanılan ‘aptallar listesi’ gün be gün artıyor, çünkü silah üreticilerinin yarattığı nefret söylemi birçok toplumda hemen kök saldı ve komşusunu boğazladı… Bu büyük bir oyundur ve bu oyunun faktörü olan siyasi liderler Tony Blair gibi durumu kabul etmekteler.  Tony Bliar ve onun ile aynı suçu işleyenler mahkeme önüne çıkacak mı?

Sanmıyorum…


İsmail Cem Özkan

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Projeler bitmiyor, rant kapısı kapanmıyor!

Projeler bitmiyor, rant kapısı kapanmıyor!

Projeler son kırk yılın vazgeçilmezi, iktidarda kalmanın, istihbarat toplamanın ve de yeni rant alanları yaratılmasının vazgeçilmez uygulamasıdır. Projeler birileri tarafından desteklenir, birileri proje yapmanız ve standart başvuru yapmanız için kurslar bile açar. Proje yazmak artık bir meslektir, yazmanın dışında proje takibi yapmak artık bir meslek! Eskiden gazetecileri (gazete sahipleri iş adamı olduktan sonra) patronu için resmi makamlar içinde iş takibi yapmak sıradan bir ek iş olmuştu. İşi bağlayan gazeteci ödüllendirilir, birden küçük bir dairede yaşayan gazeteci boğazda yalılarda oturup, viski eşliğinde klasik müzik dinleyebileceği bahçesi bile oldu. Bahçesinde verdiği kokteyller ile iş bağlantısı için yeni ilişkiler yaratmak işin başka boyutudur. Medya ile arası iyi olasına özen gösteren kara para aklayanlar, kara para ile rüşvet dağıtanlar ve alanlar bu kokteyllere katılıp karşılıklı çıkar ilişkisi içine girip yazılmamak kaydıyla ilişkiler ucundan açığa verilirdi. O günlerin cengaver gazetecileri bugün dahi görünmeyen koruma zırhları içinde olmaları o yazılmamak kaydıyla öğrendikleri yüzündendir büyük olasılıkla…

Medya parası olanların tekeline geçtikten sonra haber servisi yapan ajanslarda kendilerinden talep edilen haberlerin peşinden koşmaya başladılar. Çünkü piyasa koşulan göre uygun ürün üretmeyenler piyasadan silinmeleri kaçınılmazdır. Devlet olanaklarını kullanarak liberal söylem adı altında zaten otosansürün bol uygulandığı alan bile artık o otosansür içinde de piyasa sansürü uygulamaya başladı ve iktidarın PR çalışmasını yapar hale geldi. Çünkü talep edilenin karşılığını veremeyen gazeteciler elenecektir, elendiler de geriye jurnalci diyebileceğim eline geçirdiği bilgiyi önce istihbarat dairelerine servis eden medya çalışanları aldı. Gazeteci editörünün bir aracına dönüştü, editör ne derse o haberi gören “Murtaza” adını verebileceğim gazeteci kimliği taşıyanlar aldı. Editöre kim hangi konuları istediğini her sabah toplanan medya gündemi belirliyor. Orada ilk soru hangi haberler işverenimin çıkarına uygun hangisini bugün görelim, hangi başlık altında hangi haberleri görelimdir. Sayfa düzeni bile önceden bellidir, sadece boş bırakılan alan editörün gözetiminde gazeteci kimliği olanlar tarafından doldurulacaktır. Medya projedir, proje devam ettiği sürece oradan birileri maaşını alacak, proje bitince verimliliği ortadan kalktığı için o bölümde ya da medyada ortadan kalkacaktır. Ülkemizde proje medya ürünleri arşivleri bile aklamadı, belki birileri medya çöplüğünde o medya organlarının bir iki sayfa alıntısına rastlayabilirler. Dijital ortamda arşiv de medya ile birlikte yok olup gitmektedir.

Projeler hayatın her alanına girdi, girmediği hiçbir alan yoktur. Çocuğunuzu nasıl eğitirsiniz projesi ve model anne ve çocuğa davranışı gösteren profesyonel annelik bile bir proje ürünü olarak hayatımızdadır.  İnsan yavrusunun eğitmeni olursa köpeklerin olmaz mı, proje her alan için yapılmaktadır, yeter ki birileri para versin!

Yaşadığımız şehirler projeler ürünü olarak yeniden biçimlenmektedir, bir çok haklı gerekçeler projeler için neden olarak kıvılcım olarak kullanılmış ve artık o haklı gerekçelerin yerini sadece rant çılgınlığı almıştır. İktidara yakın inşaat firmaları devletten aldıkları projeleri onların güvencesi altında hayata geçiriyorlar ve kasalarına paraları doldururken günlük yaşamları da ortanca eşine kadar döndü… Proje yapanlar birden devlet olanakları ile zengin olurken, elbette devletlerin üstünde olan uluslararası kurumlarında projelerine sınır tanımadan katılıyorlar. Yanlarında çalıştırdıkları proje yazıları ve proje takibi yapan profesyoneller ile hibe projelere dört elle sarılmaktalar ve birden yardım sever gözüken projeler sayesinde itibar ve para kazanmaya devam ediyorlar.

Şehirler yeniden yapılanırken gökyüzüne doğru büyümektedir. Yer altında metrolar sayesinde semtler bir birine bağlanırken, yer üstünde araç trafiğinin kaldıramayacağı sokaklar ve yetersiz yer altı hizmeti ile bu yeni şehrin silueti değişmektedir. Sürekli kapalı olan caddeler ve sokaklar yeni şehrin vazgeçilmezi olarak karışımıza çıkmaktadır. Firmaların çıkarı düşünülerek yapılan işler aslında genel insan yaşamı ve şehir yaşamı açsından bakıldığında karlı gözüken işlerin aslında büyük zarar olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Çünkü şehir yaşamında amaç sadece ticari hayatın akması değil, hayatın bir bütün olarak refah düzeninin artması ve buna bağlı olarak hayatın uzamasıdır. Bütün bunların göz ardı edildiği projeler sadece firma için karlı gözükmekte ve firmanın sahibi işinden evine helikopter ile gidip gelmektedir. Şehir gürültüsüne gün geçtikçe bu helikopterlerde katılmaya devam edecektir, çünkü karayolu ve altı yapısı yetersiz yerlerde lojistik artık havadan olmak zorundadır. Bugün İstanbul gibi metropol şehirlerde kanser gibi hastalık salgın hastalık gibi yayılmıştır. Sinirleri sürekli gergin, en ufak sürtüşmeyi kavgaya dönüştüren, bencil, saygısız ve komşusu ile hiç tanışmayan bireyler topluluğu olduk.

İstanbul’da proje bitmiyor, sürekli bir proje ve sürekli yeni rant kapısı... ‘Martı projesi’ bunlardan biri ama bu proje ile kaç kuş pardon martı vurulduğunu düşünüyorsunuz? Çünkü bir projeden birçok proje faydalanıyor... Martı projesi için deniz doldurulacak… Peki, o deniz için nereden moloz alınacak? Etraftakilerden, dağdan, ovadan! Evet, kentsel dönüşüm moloz çöpü ortaya çıkarıyor ve o molozların uzak yere dökülmesi maddi yük! Zaman ve yok pahalı bir şey! (Zaten yeteri kadar geniş caddeler yok, var olanlar ise günlük trafiğe yetmiyor.) Metro inşaatı moloz üretecek ve aynı sorun onun için de geçerli... Yenikapı miting alanı molozları nereden gelmişti? Orada moloz taşıma işi yapan firmalar kimindi? Molozları nereden getirdiler? Acaba Yenikapı miting alanın altında moloz olarak dökülen toprak kaya içinde hiç bakılmamış, yok edilmiş öğütülmüş tarihi eser var mı? Metro çalışması sırasında ortaya çıkan tarihi kalıntıların kaçı göze göründü, kaçı yok edildi? Tarihi yarım adanın altından moloz çıktı ve deniz dolduruldu! Her yapılan işin bir molozu olması kaçınılmazdır, Sulukule yıkıldı yerine lüks binalar yapıldı, orada yaşayanlar şehirden uzak yerlere gönderildi ve Sulukule artık adı olan ama kültürü olmayan bir yere dönüştürüldü. Şehir yeniden biçimlenirken molozlar arasına kültürü de katmak zorundayız. Yenikapı miting alanı deniz doldırılarak elde edilmiş bir alandır, Anadolu yakasında da Maltepe’de aynı yöntem ile oluşturuldu. Kentsel dönüşüm moloz üretti, yeni alanlar yaratıldı ama şehir içinde olması gereken alanlar ise ranta kurban gitti.

Martı projesi içinde aynı yöntem uygulanacak!

Mahmutbey’e kadar metro için zemin deşilecek, yer altından çıkanlar denize! Martı projesi için deniz dolacak! Bu projelerde kimler moloz taşıyacak? Kime rant kapısı aralanacak? O yollarda zaman ve benzin tasarrufu kim için yapılacak? Martı projesi metro inşaatı olmasıydı acaba ortaya çıkar mıydı?

Martı Projesi hayata geçtikten sonra mutlaka başka bir proje daha çıkacak, çünkü boğazı kullanan gemiler için zamanla tıpkı karayolları gibi yetersiz olacaktır. Çünkü her proje başka lojistik alanı yok ediyor…

İnsan yaşamının en önemli organı damarladır, damarlarda kan olmayınca kangren olur… Şehirlerimizde de ne yazık ki kangren olan caddeler ve sokaklar oluşmaya başladı. O sokakları ve caddeleri kullanan insanın da yaşamı kısalmakta ve refah seviyesi göreceli artarken aslında insan kendi sonunu hazırlıyor… Şehir göğe doğru yükselirken insan kendisini betonların içine gömmektedir...


İsmail Cem Özkan

4 Ağustos 2016 Perşembe

Darbe!

Darbe!

Darbecilerin hepsi öç almak ve toplumu hizaya sokmak için darbe yapar. Onların iktidarı her daim açık faşizmdir ve zulmün tavan yapmasıdır. Darbe dönemleri, katliamların ve kayıpların ülke sathında olduğu dönemi işaret eder. İnsan hakları askıya alınır, haklar ile birlikte insan da... Askıda yaşama hakkı yoktur... O yüzden kim ki darbe diyor, kim ki darbeyi savunuyor, o insan hakları mücadelesi ve insan hakkını tanımaz... Kendi doğrusuna inanmamızı ister... Tek doğru vardır, o doğruda onun doğrusudur ama kısa zamanda yanıldıkları anlaşılır, yaptıkları tüm yasalar kevgir gibi delik deşik olur... Yaşama örtüşmeyen her saçmalığı darbeciler savunur...

Başarısız da olsa 15 Temmuz’da yaşadığımız darbedir. Başarılı olsaydı bugün darbenin sonuçlarını ve nedenlerini konuşuyor olacaktık, bugün konuştuğumuz gibi. Gizli, kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklar, “ne istediler de vermedik?” sözünün altı bu yaşadığımız süreç içinde dolacak mı, yoksa eskisi gibi altı boş bir cümle olarak mı kalacak? Yani bazı ilişkiler karanlıkta ve yeni pazarlıklara örnek mi teşkil edecek? Her karanlık nokta başka karanlık noktaların oluşmasına sebep olur ve bugün OHAL nedeni olarak gösterilen ilişkiler ve hareketler ileride tekrarlama olasılığı var demek zorundayız. Her ne kadar okullar ve kışlar kapatılmış olsa da!

Askeriye mantığı içinde cezalandırma vardır. Bir top, tank her ne ise bir araç bir tatbikatta çalışmadığı zaman o alet cezalandırılır, ordu içinde cezalı olarak ve bir yerde teşhir edilir. Askere gitmiş her asker sanırım bu cezalı aletleri görmüşlerdir. Şimdi darbe sonrası bazı kurumlar cezalandırılmakta ve o kurumlarda çalışan insanları sorgulamaları ve oraya nasıl geldiklerini araştırmak yerine kurumu kapat sorun çözülsün mantığı hakim. Asker mantığını ortadan kaldıracağız diyenler askerin mantığı ile darbelere karşı önlem almaya çalışıyor ama asker mantığı ile darbeler yok edilemez, darbeleri yok edecek panzehir daha fazla demokrasi ve özgürlüktür.

İktidar gücünü elinde bulunduran her daim haklı ta ki gücünü kaybedene kadar... Gücünü kaybettikten sonra herkes haksız diyecek! O yüzden bugün ki erk sahiplerine karşı medyada ses çıkmıyorsa ondan çekindikleri ya da kaybedecekleri var olduğu içindir. Kısaca ses çıkarmayanlar erki her daim haklı gördüğü tezi yanlıştır, çünkü bugün düşman ilan edilen F. Gülen hakkında geçmişte söz söyleyen iktidardaki siyasilerin konuşmalarına bakmanız yeterlidir. Gülen’den daha fazla gülenci olmuşlar ve ona karşı yapılan en ufak eleştiriyi bile kürsü dokunulmazlığını yok sayacak şekilde kürsülere yürünmüştür.

Gülen cemaati çok güçlü ve her dediği olur imajı sürekli verilmiştir. Onlar özel koruma altında olan ayrıcalıklı insanlardı. Polis ile birlikte operasyona katılır, operasyon öncesi tutuklanacakların isimlerini kendi medyalarında dillendirirlerdi. Fuat Avni o dönemde onların medyasında çalışıyor gibi, önceden her şeyi söylüyor ve ertesi gün ya da bir kaç saat sonra o dedikleri oluyor. Peki, bu nasıl başarılmıştı? Beylik bir cümle olacak ama ben yazayım; insanların kaybetmekten korkacağı bir şeyler verin, onları kendinize kapı kulu yaparsınız... Gülen Cemaati kendisine bilgi taşıyanlara öyle şeyler vermişti ki, her türlü bilgi ve hizmet karşılıklı bir şekilde verilmiştir. O dönemin mal varlıkları bir incelenmiş olsa acaba nasıl bir hareket olmuş olabilir. Bugün tutuklu olanlar neyi kaybetmekten korktular acaba?

Sürekli tekrarlıyoruz zaman cevabını verecek ama biliyoruz ki, hayat cevap vermez, zamanın akışında olayların sadece bizim ile fotoğrafını paylaşır. O fotoğraflara bakarak ancak bizler kendimiz sübjektif bakışımız içinde cevaplar bulur ve doğru olduğuna inanırız.
Değişim çok hızlı bir şekilde olmaktadır. Seçimi kazanmış bir başbakan koltuğundan oldu, arkasından bir darbe sürecini yaşadık. Sosyal bilimlerde hiçbir olay ön hazırlığı olmadan olmaz. Birden hiçbir şey olmayacağına göre, o olayı olgunlaştıran süreç iyi analiz edilmelidir.  Ve yaşadığımız kısa zaman içinde (Arap Baharı ve sonrası Suriye) dünyayı düşmanlık duygusu değiştirmiş ve bugün yaşadığımız kaos ortamını yaratmıştır. Ve bu kaos ortamının bir ürünü olarak vazgeçilmez diye bir şey yoktur, her şey bir anda vazgeçilir olur. İnsan ilişkileri bunu kanıtlamıyor mu?

15 Temmuz günü için birçok isim önerilecek ve birisi kabul edilecektir ama bana göre ‘dünya kandırılma günü’ olsun… O gün birçok insan kandırıldığını yenilgi tam anlaşıldığında fark etmiştir... Darbe başarılı olsaydı ben dememiş miydim günü olurdu... Kandırıldık demek geçmişinin üstüne utanmazca çizgi çekmektir... 

Olağanüstü koşullarda limanlar yapılmaz, aksine var olanlar yakılır. Olağanüstü birlik yaratmaz, tersi biat etmeyenlere sopa gösterilir. Söz ile uslanmayana, sırtından sopa eksik edilmez. Sopa eksik olmaz ama sopanın olduğu yerde suçlu yaratılır ve suçların üstü örtülür. İşkence altında alınan her ifade ya eksiktir ya da yanlış.

İşkenceyi durdurun!

Duymak istediğimiz şeyler gerçeklerimizdir, yaşadıklarımız hayal kırıklıkları, trajedi ve dramlardır...

Korkak bencillik yüzünden ülke karanlıktan zifiri karanlığa doğu düşüyor...

Yaşama hakkı, savunma hakkı, ifade özgürlüğü, seyahat özgürlüğü hakkı... Hayata benzer pencereden bakanlar yan yana gelebilir ama işte ama der ve parçalı şekilde durarak cahil cüret karşısında ezilirler...

Otokrasi, teokrasiye daha yakınız, demokrasiye daha da uzak kaldık... Otokrasi ve teokrasi içinde yetişen kuşaklar demokrasiyi yaşadıkları rejim olarak görür ve algılarlar ve o yüzden demokrasi mücadelesi onlara aptalca ve uzak bir şey olarak görülür, onlar sadece liderlerin sözünü yerine getirmek ile yükümlü bireyler ve liderlerinin mutluluğu için çalışan teba olmaktan başka tercihleri olamaz...

Giden hoca, gelen başkan! İki başlı, paralel devlet bitmiştir, teokrasi rüyası görenlerden biri kazandı, öteki teokrasi getirecek mi, yoksa başka bir kulvara doğru mu evirileceğiz?

Meydanlarda insanlara idam cezası getirilsin sloganı attırıyorlar, idam cezası bu ülkede kalkmıştır ve uygulanan her idam bir cinayet olduğu bugün daha çıplak olarak görmekteyiz. Bunu bile bile öç almak için yapılan bu çağrılar aslında bir şeylerin üstünü örtme telaşından başka şey değildir. Bilenleri konuşturmadan asın gitsin! Güçlü olan kendi tarihini yazar ama mazlumun tarihi bir gün, gün yüzüne çıkar…

Denetimsiz devletlerde isyanlar ve darbeler kaçınılmazdır. Denetime açık, hesap vermeyi ve istifa etmeyi kabul eden ülkelerde isyanlar ve darbeler ancak başka ülkelerde olunduğunda kınanan bir durumdur.


İsmail Cem Özkan