Galata Gazete


30 Nisan 2016 Cumartesi

İstanbul’da 1 Mayıs!

İstanbul’da 1 Mayıs!

İstanbul’da ilk 1 Mayıs 1912 yılında kutlandı. Onun öncesi elbette işçi sınıfının ağırlıkta olduğu 1909 yılında Üsküp ve Selanik’te 1 Mayıs, çok kültürlü yapıya uygun olarak dört dil ile basılan bildiriler ile duyurulmuş ve kutlanmıştır. O dönemin en önemli siyasi istemi “herkese seçme ve seçilme hakkı”  talebi olmuş.
1912 yılında Hüseyin Hilmi Bey’in başkanı olduğu Osmanlı Sosyalist Fırkası, İstanbul’da işçi dernekleriyle birlikte (İstanbul) Pangaltı’daki Belvü bahçesinde 1 Mayıs kutlamaları için mütevazı şekilde bir araya gelmişler.
İstanbul’da Türkiye Sosyalist Fırkası tarafından gerçekleştirilen ilk kitlesel 1 Mayıs 1921 yılında gerçekleşmiş. Dönemin Osmanlı idaresi yasaklamış olmasına rağmen işgal altında kitlesel 1 Mayıs her şey göze alınarak kutlanmış.
1922 yılında ise 1 Mayıs Komisyonu kurularak tek elden yönetilmiş. ‘1 Mayıs Komisyonu’nda; Türkiye Sosyalist Fırkası, Türkiye İşçiler Derneği, Beynelmilel İşçiler İttihadı, Sosyal Demokrat Fırkası, Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi, Ermeni Sosyal Demokrat Fırkası ve Esnaf Cemiyetleri yer almaktadır. Komisyon, Pangaltı’da toplanılacak ve yürüyüş yapılarak Kağıthane’de kutlanacağı ilan edilmiş. Ve ilan edildiği gibi de kutlanmış.
1923 yılında ise 1 Mayıs, Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Ankara Hükümeti’ne yakın Umum Amele Birliği tarafından ayrı ayrı kutlanmıştır. Tam altı ay önce Hüseyin Hilmi Bey ( Türkiye Sosyalist Fırkası lideri) öldürülmüştür. Buna rağmen 1 Mayıs kutlamasını yapmışlar.
1924 yılında göstermelik bir kutlamaya izin verilmiş, 4 Mart 1925’te kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu ile demokratik haklar yok edildiği gibi, 1 Mayıs’lar üzerinde yıllar boyu devam edecek yasaklı yıllar başlamıştır. 
1976 yılında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu tarafından İstanbul (Taksim’de) düzenlenen mitingle bu yasak sona erdirilmiştir.
1977 yılında İstanbul Taksim Meydanı'nda yaklaşık 500 bin kişiyle en geniş katılımlı 1 Mayıs toplantısı düzenlendi. Ancak, göstericilerin üzerine ateş açıldı ve göstericilerden 34'ü, yaralanarak ve üstlerine ateş açılması sonucu çıkan izdihamda ezilerek öldü. 1977 yılının 1 Mayıs günü, tarihe ‘Kanlı 1 Mayıs’ olarak geçti.
1978 yılında yüzbinlerce kişi tarafından Taksim Meydanı'nda kutlandı.
1979 yılında yasaklandı, ona rağmen korsan gösteriler ile bu hak kullanıldı, 1981 yılında tamamı ile yasaklandı.
1989 yılında yasaklara rağmen kutlandı, etkinliklerde polisinin açtığı ateş sonucu işçi Mehmet Akif Dalcı yaşamını yitirdi.
2007 yılında Taksim yeniden işçilere açıldı.
2010 yılında Taksim’de kutlanılmasına izin verildi.
2013 yılında tekrar yasaklandı. Taksim yayalaştırma projesi adı altında getirilen yasak bugün dahi devam etmektedir.
Taksim bir inatlaşma alanı değildir, aksine hak edilmiş ve kanlar ile yazılmış bir tarihin mirasıdır. Faili meçhul cinayetlerin kitlesel olarak uygulandığı bir alandır. İşçi sınıfının kitlesel ve bir arada olduğu etkinlikler bilinerek ve sistemli olarak yasaklanmaktadır. Taksim dışında izin verilen Kadıköy meydanında ki etkinliğe de polis saldırmış, orada da vatandaşlarımız öldürülmüştür. Polis hangi alanda kutlanılırsa kutlanılsın saldırmak için yukarıdan emir almış ve emri yerine getirmiştir.
İşçi sınıfının tırnağı ile elde ettiği hakların gaspına karşın kazanılmış hakkın elden alınmasına karşı girişilmiş bir mücadeledir. Taksim bunun sadece bir sembolüdür. Sermayeyi temsil eden devlet, tüm gücü ile işçi sınıfının kazanılmış haklarını elden almak ve sindirmek için her türlü baskı aracını kullanmaya ve işçi sınıfını içten parçalayabilmek için yandaş sendikalar aracılığı ile Taksim üzerinden söylem geliştirmektedir.
Taksim, Kavel Direnişi ile elde edilen sendikal hakların geri alınmasına karşı geliştirilen bir direniş hattının sembolüdür.
Kavel’de direnen işçiler ve önderinin kararlı tutumu ile sendikal hak yasal olarak güvenceye alınmasına rağmen, 12 Eylül sonrası kurulan sendikalar grevsiz bir kitle örgütü olarak işlevsiz olarak varlıklarını devam ettirmesi bu 1 Mayıs etkinliğinin ve geçmiş ile bağının önemi bir kere daha ortaya çıkmaktadır.
Taksim, Kavel ile kurulan bağın sembolüdür.
Taksim, DİSK’in devrimci olduğu dönemlerinin ruhunu taşıyan ve Kazancı yokuşunda sıkışarak öldürülen işçilerin mücadele alanında yaşadığı yerdir.
Taksim, korkutmaya karşı direniş, sindirmeye karşı başkaldırı, yok sayılmaya karşı sınıf olduğunun haykırıldığı bir alandır.
Taksim tesadüfen ortaya çıkmış bir alan değildir, 1 Mayıs’ı yaratan işçi cinayetlerine karşı yaşama hakkının savunulduğu mücadele alandır…
1 Mayıs’tan Taksim’i alın içini boşaltmış olursunuz. Bunu bilen devlet, tüm organları ile Taksim etrafında duvarlar örmekte, işgal edilecek bir alan olarak görmektedir.
İşçi sınıfının sesi bir gün mutlaka o meydanda özgürce dalgalanacak ve kardeşlik, bir arada, çok dilli, çok kültürlü, çok inançlı işçilerin birliği ile o güzel günler yaşanacaktır.
Taksim mücadele alanıdır, hayallerini satmayanların bir arada olduğu alandır…
1 Mayıs’ta ölen, öldürülen, faili meçhul cinayete kurban giden tüm işçi sınıfı ve dostlarını saygı ile anıyorum, mücadeleleri bugün dahi mücadele alanlarında yaşamaya devam ediyor, onlar ölmedi, yaşıyorlar!

İsmail Cem Özkan

24 Nisan 2016 Pazar

Ergenekon davasına son nokta kondu!

Ergenekon davasına son nokta kondu!

Ergenekon davası henüz adı konulmadan yapılan operasyonlar ve bir çuvalın içine değişik dünya görüşünden insanı yığmaları aslında var olan kontrgerilla teşhirinin üstünü örtmek ve açılması muhtemel olan yakın tarih ile yüzleşmenin önüne bent oluşturmak için yapıldığı görüşü bende hakimdi ve o günlerde yazdığım yazıların konusunu oluşturuyordu. O zaman ki iddiam olan bu olmayan örgüt adına açılan davada yer alan her olayın aklanacağı, çünkü olmayan örgütün davası olmaz tezimi bugün alınan karar ne yazık ki doğruladı.

Ergenekon davası bir örgüt olmadığı gerekçesi ile davaya son nokta kondu ve o davadan yargılananlar bir şekilde aklandı. O davanın içinde gerçekten suçlu insanlar vardı, yapılar vardı. Eğer Susurluk Davası ile gerçek anlamda üstüne gidilmiş olsaydı Ergenekon davasına ihtiyaç duyulmadan faili meçhul cinayetler ve darbelerin üstüne gidilebilinirdi, fakat gidilmedi ve sürüncemeye bırakılarak birkaç söylem dışında ortada somut bir iş olmadan sonlandırıldı ama bu sonlandırılma işi yeni açılan bir davanın oluşturmasına zemin olacaktı. O zeminde açılan Ergenekon adı verilen dava bir anlamda Susurluk’ta yapıldığı gibi aklama davası olacağı tezim bugün doğrulanmış oldu. Bu aklama davasında suçlu suçsuz, haberi olan olmayanın bir dosyaya birleştirilmesi ve gerçek suçun gözden uzak tutulması amaçlanmıştı ki bunda da başarılı olundu. Birkaç simge isimin etrafında dönen tartışmalar bu örtünün nasıl kullanıldığını çıplak olarak bize gösterdiler. Gerçek suçlular, birileri için kahraman olarak çıktı ve sessizliklerini hala da korumaya devam ediyorlar. Suç hala ortada, faili belli ama artık kimse o faile sen suçlusun deme konumuna şimdilik sahip değil, çünkü yakalanmış, yargılanmış ve aklanarak çıkmış dava tutanakları var elinde!... Onların işlediği suçları bundan sonra uluslararası mahkemelere taşlayacak bir sürecin önü kapanmıştır. Ergenekon davası açılırken aslında bu sonuç ile biteceğini herkes biliyordu ama bu davayı bahane ederek açan siyasi irade gerçek amaçlarına ve hedeflerine ulaşılmıştır.

Sağ gösterip sol vurulmuştur. Bu sol vuruşu medya ayağı olarak Taraf Gazetesi özel olarak kurgulanmış ve verilen görevi en iyi şekilde bavullar ile yerine getirmiştir. O bavulu taşıyan, bavulun içini dolduran, bavula içeriğini bilmeden savunma hakkını yok sayarak kesin kanaatler ile sonuç üretenler yaşadığımız bugün ki kriz ortamını doğmasına sebep olmuşlardır.

“Kullanışlı aptallar” adı verilen gönüllü ya da profesyoneller eli ile bu davaya biçim verilmiş ve istenilen belgeler yaratılmıştır. Mağdur olduğunu iddia eden bir iktidar, yeni mağdurlarını “kullanışlı aptallar” eli ile yaratmıştır. Bu el ile toplusal hareketlilik ve kitle örgütlerinin altını boşaltmış ve yeni kavramlar ile algı operasyonunda kullanılmıştır. Hissettikleri yüksek söylemeye çalışanların sesleri yok edilmiş ve tek bir iddia üzerinden suçlular olarak kabul edilenler ayrım gözetilmeden ve suçların tasnifi yapılmadan var olan ve failleri ortada olmayan tüm suçların failleri bulunmuş gibi yapıldı ve geçmiş bir anlamda temizlendi. “Temiz Eller” operasyonu adı verilen ama ‘kirli ellerin’ daha da kirleterek kirli bir operasyona damgalarını vurmuşlardır. İddia üzerine yapılan saldırılar, iddia üzerine yapılan oturumlar ve iddia üzerine medyaya verirken ayarlar otokratik bir devletin olgunlaşması için ortam hazırlanmış ve bu bilinen yol bile bile savunulmuştur.

Yalnız geçmişte hiç acı duymayanlar, işkence tezgahlarından geçmeyenler, işkence tezgahından geçmişler adına öç alma yarışına girmişlerdir. Fakat olayı yaşamayanlar kulaktan dolma bilgiler ile savunma hakkını ve tutukluluk süresini ortadan kaldıran uygulamalar 12 Eylül zulmü ve askeri ile yüzleşeyim derken aslında yüzleşildi sanılan bir olgunun paralelini yarattıklarının farkında bile değillerdi. Dava ile hiçbir aşamada yüzleşilmedi, yeni suçlar ve acılar yaratmak dışında.

“Hukuk siyasi iktidarın fahişesi” olurken, bir grup ‘kullanışlı aptallar’ bu iş için ortam hazırlayıcısı konumuna soyunmuş olduğu, çıkarları ile örtüşen alanlarda masa başına geçtikleri ya da kürsülere sahip oldukları gözüküyordu.

Bu dava kullanılarak, hakim ve savcıların göreceli özerk yapısı tamamı ile ortadan kaldırılmış ve iktidara tabi olan bir adalet ve hukuk sistemi oturtulmuştur. Bu dava siyasi bir dava olduğundan siyasi iktidarın çıkarlarına uygun olarak yeniden bozulmuş ve “paralel devlet” adı verilen paralele bir örgütü ortaya çıkarmak için fırsat olarak kullanılmıştır. (Henüz ‘paralel yapı’ adı verilen ve her türlü suç ve günah onların üstüne yıkılan davanın sonucu ne olacağını şimdiden söylemek çok güç, çünkü belirleyici olan hukuk değil iktidar mücadelesidir. Elbette onların içinde Ergenekon davasında olduğu gibi gerçek suçlular var ve bilerek onları destekleyen, lojistik destek verenlerin olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız, fakat önemli olan savunma hakkına saygı ve hukukun üstünlüğü kavramının hayata geçirilmesidir.) Paralel devlet ve söylem ile iktidar kendi üstüne düşen tüm suçları başkasının üstüne yıkmış ve sanırım yakında o suçların da üstünü örtecektir, çünkü gerçeklerin tam anlamı ile ortaya çıkması demek suç ortaklarının da gün yüzüne çıkması demektir. Paralel yapı adı verilen operasyonlar bir anlamda iktidarın zayıf noktasını sağlama alma çabasından başka şey değildir.

İktidar mücadelesinin ortasında kalan Ergenekon davası iktidarın çıkarlarına uygun olarak aklanmış ve noktalanmıştır. Bu noktalanma aynı zamanda kontrgerillanın yapmış olduğu tüm suçların ve faillerinin üstünü örtmek anlamındadır. Cinayetler ortadadır, faillerin üstünü aklanmış bir Ergenekon davası kararı vardır. Faili meçhul cinayetlerin katilleri bilinmesine rağmen, devlet nezdinde onurlandırılmaya devam edilmektedir. Çünkü siyasi çıkarlar bugün onu gerektirmektedir.

Geçmişte yaptıklarından pişman gibi gözüken liberaller (solcu, sağcı, dincisi) bugün dahi hala “yetmez ama evet” demeye devam edeceğiz derken, bu dava nezdinde kimleri akladıklarını ve nasıl bir ortam yarattıklarının farkında olmalarına rağmen, bir iddia uğruna “dönen dönsün yolundan” demeye devam etmekteler ve hiçbiri geçmişte yaptıklarından pişman olmadan… Gerçek anlamda özeleştiri yapmadan, arada “kullanıldık” demek ile geçmişin üstü ne yazık ki örtülemiyor…

Ergenekon davası bitti ama biçim değiştirerek kontrgerilla suç işlemeye ve yeniden yeniden toplu katliamlar ve linç yaratmak için ortam hazırlamaya devam ediyor. Geçmiş ile gerçek anlamda yüzleşilemediği sürece katliamlar, linçler hayatımızın bir parçası olmaya devam edecektir.


İsmail Cem Özkan

21 Nisan 2016 Perşembe

En önde kavganın birer bayrağı oldular!

En önde kavganın birer bayrağı oldular!

Devrimci Yol’u devrimci yol yapan antifaşist mücadele en ön saflarda her bir devrimci yolcunun Mahir Çayan olmasıdır. Gözü kara, inançlı, savunma hattında faşistlere karşı vücudunu siper yapan gençleri gören halk onları kucaklamış, kendi evlatlarından üstün görmüştür. Devrimci Gençlik geçmişin mirasını taşırken yeni destanlar, yeni öyküleri ortamın özelliklerine göre yeniden yeniden yazmıştır. O yüzden ülkenin her tarafında farklı farklı Devrimci Yol yaratılmıştır.

12 Eylül mahkemelerinde ülke sathında başka başka içerikte Devrimci Yol davaları açılmıştır.

Devrimci Yol hepsini ortaklaştıran isimdir, onun dışında her biri kendi yöresinde birer Mahir olan gençlerin direncidir.

Liderlik kadrosu gözle görülmez, dergi sayfalarında birer harf olurken, her biri Mahir olan bu gençler hayatın içinde hayatı yeniden yorumlamışlar, direniş hattında ön saflarda halk ile birlikte, halka zarar gelmeyecek şekilde halkı savunmuş, halkın umudu, geleceği, yüz akları olmuştur.

Her ne kadar ki ‘nokta operasyonu’nda direniş hattı kuramamış olsalar da, destek ve dayanışmayı arzu edilir şekilde karşılayamamışlarsa da inançlı, davalarının arkasında yiğitçe durmuş, işkence tezgahlarında işkence odalarının duvarlarını şahit yaparak direnişin en yiğitçesini İbrahim Kaypakkaya adına layık bir şekilde gerçekleştirmişlerdir.

Onlar geçmiş liderlerin yaratmış olduğu yolda yürürken, idam ipini boğazına geçirirken “yaşasın hakların kardeşliği, yaşasın mücadelemiz” sloganları atarken her biri Deniz Gezmiş olmuştur. İdam sehpasında, işkence tezgahında direnişin, onurun, yaptığından pişman olmayan sloganını atarken bugün dahi mezarı olmayan devrimci yolcuların mirasını Seyit Rıza’dan aldıklarını bugün daha çıplak olarak görmekteyiz.

Devrimci Yol’u devrimci yol yapan tabanında yer alan gençlerin inançları, kararlılıkları ve sonunda ölüm olduğunu bile bile “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi...”  diyerek yaşamı çok sevmeleri ve geleceğe olan özgüvenleridir.

Ölüm korkusu yoktur, halk için halk ile birlikte en ön saflarda direniş çizgisini bir örgüt olarak kurmuş, örgütlü bireylerin yaratmış olduğu direniş komitelerin yönlendirici ve kendiliğinden gelişmeye karşı bilinçli müdahil olmalarıdır. Gelen faşizm dalgasını her saldırıdan ders alarak, gecekondu mahallerinde, fabrikalarda, Yeni Çeltek Madeninde yeraltında, yer üstünde, hayatın tüm alanında örgütlemişler. Bilinçli, bilerek direniş hattını oluşturmuş ve en ön saflarda yer alarak işçiye güven, halka umut olmuşlar.

Bir hareket geçmişin anılarında hala taze olarak yaşarken, hala o gençlerin yaratmış olduğu Devrimci Yol yaratma ve yeninde aramıza katılması hayali bugün dahi canlıdır. Bugün geçmişin sloganları, dergi sayfaları, afişleri paylaşılıyor ve yeniden yeniden yorumlanıyorsa, işte yaratılmış olan bu çizginin militan gençliğin emeğindedir. Onların her birinin bir Che olmasındandır.

Uluslararası dayanışmayı, yerelden evrensel bir direniş çizgisini yaratması, kendine özgü, yerine göre halka birlikte direniş hattı kurması ve “Devrimcinin görevi devrim yapmaktır!” anlayışına uygun tüm birikimlerini, hayatlarını bu yola adamışlar. Bireysel kaygılar yerine birlikte yaratılan mücadelenin daha ileriye nasıl taşınırı kendisine kaygı olarak algılaması ve bireysel akıl yerine toplumsal akla uygun olarak ortak hareket etmesi ve o akılın eseri olan direniş hattının yaratılması tesadüf toplumsal olay değildir, çünkü onlara yol gösteren Kızıldere dayanışmasıdır.

Bilerek ölüme gidenlerin “Devrimden başka bir hayat yoktur.” düşüncesi ile kavgada son nefeslerini direnerek vermişlerdir. Ne itirafçı, ne dönek, ne de kavga kaçkınıdırlar. Hayatlarını ortaya koymuşlardır ve o kavgada bir nefer olmanın getirmiş olduğu özgüven ile geleceğe selam göndermişlerdir.

O büyük gün geldiğinde
ben kimbilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda, toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda olacağım.

Fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi,
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla,
kara toprağın altından ben de haykıracağım.

Unutulup geçmişte kalan acı dünü,
kimbilir belki bir kış günü,
üzerimi yorgan gibi kaplayan,
bembeyaz karın soğuğundan,
ya da sonbahar mevsiminde,
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım.

Ve milyonları saran o doyulmaz sevince
ben de sessizce ortak olacağım.

Mevsim ilkbahar, sıcak bir yaz olsa da
gece gündüz farketmez ben her zaman hazırım.

Adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da,
kalmamış da olsa bu dünyada mezarım,
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma,
o müjdeyi ben doğadan alacağım.

Nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama,
hiç kimse farketmeden ben de katılacağım.

Mustafa Özenç

Devrimci Yol bir anlamda Mustafa Özenç’in yazdığı dizelerde harflerdir, duygudur, inançtır. Bugün o geleneğe, o kültüre hayran duyularak bakılıyorsa, hala anıların en güzel yerinde duruyorsa, kavganın bu güzelliğinde yer alan devrimci yolcuların alın teri, hayali, inançları, özgüvenleridir.

Devrimci Yol örgütlüktü, bireysel değil ortak akılın ürünüydü. Her bir sempatizanın, üyesinin yerele özgü kattığı renkti. Kendiliğinden gibi gözüken ama aslında bilinçli müdahalenin savunma hattında hayat bulduğu alandır. Bugün o gerçeğin sadece kendiliğinden tarafı göz önüne alınıp, bilinçli müdahil bölümü göz ardı edildiği için ölü doğan girişimler olmuştur. Yenilgi sonrası yaratılan ortamda her müdahale bir anlamda ölü doğmuş çocuk gibidir, örgütlü olmak yerine arkadaşların yan yana gelip örgütmüş gibi davranmasıdır. Yeniden demek ile yeniden olmuyor, onu yaratacak örgütlü ve bilinçli müdahaledir…

Devrimci Yol’u yaratan Kızıldere’dir. O son noktada bilerek girilen yolun sonunda ortaya çıkan yeni dalgadır. Oradan sağ kurtulmuş liderin yeni yaratılana sadece izleyici olarak katılmasıdır. Ne müdahil olmuştur ne de ona olanak veren ortam olmuştur.

Tarihe bakarken keşke şöyle olsaydı filan denmez, çünkü Marksist tarih bakış açısında o olay öyle olmuştur ve olduğu gibi kabul edersin. Değiştiremezsin… Yaşanmıştır ve bitmiştir ama o yaşanmışlıktan ders çıkarırsın. Kızıldere’den ders çıkaran önderlikler yaşamayı seçmişler ve bireysel duruşlarını ortaya çıkarmışlar ama yenilginin daha ağır olmasının sebebi olmuşlardır. Bugün yaşanan kriz ortamını aşamamanın en önemli sebebi krizi yönetecek yetenekten yoksun olmaktır. Kriz yönetilemediği için aynı kökten onlarca ayrı kanat çıkmış her biri geçmişi savunup ileriyi kucakladıklarını söylemiş olmalarına rağmen bugünü tam olarak algılayamadıklarını yaşanan süreç göstermiştir.

Direniş komitelerinin adı değiştirilip bugünlerde birçok değişik görüşün yan yana gelip oluşturmuş olduğu birlikler hakkında da bir söz söyleme ihtiyacı duymaktayım, örgüt olamamış yapıların yan yana gelmesi ile örgüt olunmaz. Kendiliğinden ve dağılmaya her an müsait yapıların savunma hattı oluşturması, zayıf halkaların oluşturmuş olduğu birliklerin daha fazla hayal kırıklığı yaratmasına uygundur. Geçmiş bu hayal kırıklıkları ile doludur ve insanların var olan güvenlerinde yok olmasına sebep olmaktadır. Gün geçtikçe büyümesi gereken yapılan gün be gün erimesi ve salonlarda ve mezar başlarında anma yapması bunun göstergesidir. Geçmişi yaşatmak demek, geçmişin daha ilerisinde adım atılması demektir. Diğerleri hepsi zaman doldurmak ve safları biraz da olsa anılarla ayakta tutma telaşıdır…

Umarım ki yeni hareketler yaratılır ve artık geçmişin anılarını okuyup onların anılarından eteğimizde birikmiş taşları atmak için fırsat kollamaktan kurtuluruz. Anılar suçlu aramak ve suçluyu mahkum etmek üzerine kurulu olursa ileri bir adımın önüne engel koymaktır, ne yazık ki bir çok anı kitabı bu işlevi görür hale geldi…

Bugün dahi bize Kızıdere bir şeyler söylemeye devam ediyor, dayanışma ile ama örgütlü güç ile başarı elde edilecektir… Kavel’den bugüne gelen öğreti budur… Dayanışma, halk, inanç olmadan ne Kavel olurdu ne de işçi sınıfının grev hakkını içinde barındıran sendikası olurdu.

Kavel’de ‘grevsiz sendika olmaz’ mücadelesini yüzlerce insan savunurken bugün daha büyük kitlesine sahip ama grevsiz sendikaların olması da ayrı bir ironidir. İşçi sınıfı yeni Kavel’lere, yeni işçi önderlerine ihtiyacı vardır.


İsmail Cem Özkan

18 Nisan 2016 Pazartesi

Mağdurlar gerçekten mağdur mu?

Mağdurlar gerçekten mağdur mu?

Günümüzde algılar ile oynayan araçlar o kadar gelişmiş ki, neyin doğru neyin algı operasyonu olduğunu bile algılayacak konumda değiliz. Bilincimiz ile oynuyorlar, hayata bakışımızı biçimlendiriyorlar, sürekli elimize teknoloji ürünü verip bizleri bağımlı yapıyorlar. Bağımlı insanın kendisine ait düşüncesi olmaz, çünkü bağımlı olduğunu elde etmek onun tek hedefidir ve o hedefe giden yolda her türlü yalan ve düzenbazlık mubah sayılır…

Mağdur olanların toplumda bir karşılığı her zaman vardır ve mağdur olana karşı duyulan hisler ve tepkiler bir anlamda kendi zavallılığımıza duyduğumuz korkunun dışa vurumu gibidir. Birçok insan bazı mağdurları onuru olarak kabul edip onun kavgasında onun safında yer almayı iktidara karşı mücadele olarak algılamaktadır ama mağdur ya iktidardaysa… yakın tarihimiz iktidarın mağdur olduğunu yaşadı ve bir çok kendisince akıllı olan zeki insanların mağdurun yanında yer almak adı altında açık faşizme giden yolda iktidarın yedek değneği oldular. İktidar her zaman güçtür ve o gücü iyi kullananlar kendi halkına karşı her zaman “iyilik” düşünürler. O iyilik her zaman halkın daha fazla acı çekmesi ve üzerinde toplanan kara bulutun yoğunlaşması anlamındadır. İlerici olanların tek yapmaması gereken şey, iktidara yaslanmak ve iktidarın peşinden koşmaktır. İktidar algılar ile oynar ve sizi demokrasi ve özgürlük özlemlerinizin altını boşaltır ve bir bakmışsınız baskı yapma özgürlüğünü savunur, çoğunluk hakları için mücadele eder bulursunuz. Demokrasilerde öncelik azınlıkların haklarını korumaktır, onlara gelebilecek baskıların önlemini almaktır. Çoğunluk haklarını savunan düzenlerde her zaman katliam ve soykırım ile karşılaşma olasılığınız yüksektir. Çoğunluk hakları görecelidir ve iktidarda olan her daim çoğunluktur!

Mağdurum diyenlerin önemli bir bölümü onurum olamaz, lütfen birini onurumuz diyorsak onun geçmişine bir bakın ve hangi olayda nerede durduğuna bakın derim... Cezaevine girmiş diye birine onurumuz deme lüksüm yok… Sadece mağdur olmuştur ve cezaevinde diye ona yüklenmem, aynı koşullar içinde olduğumuzda ise duruşuna göre tavrımı ortaya koyarım... O yüzden birine onur payesi takmak kolay ama o kişi onurunu koruyabilecek mi? Senin yüzünü de kızartabilir, geçmişine bakarak o kızarma olayını tahmin edebilirsiniz. Sermaye yanında saf tutmuş birinin hiç bir şekilde onurunuz yapmayın, çünkü sizi para karşılığında satma potansiyeli yüksektir... Çünkü profesyonel düşünüp profesyonel davranma alışkanlığı vardır... Gerçek anlamda mağdur olmuş biri ile geçici ama onurum diye tanımlamadan dayanışma içinde olabilirim... Ne yazık ki birçok siyasi çıkarlar mağdur olanların önemli bir bölümünü onur payesi verir ama yapılan iş aslında dayanışmadır ve dayanışma ile onur meselesini karıştırmamak gereklidir…

Ülkemizin geleceğini ve politikasını belirleyenler yaşanan toplumsal olayların içten ve dışarında bize yansıması ile şekillenmektedir. Sınırımızın yanında yaşanan iç savaşta ülke olarak taraf olmamıza rağmen, halklar olarak bu savaşın mağduru konumundayız. Savaş koşullarının yaratmış olduğu basın, haber alma özgürlüğünün yok edilmesi süreci aslında savaşı bahane eden kendi iktidarını güçlendirmek ve başkanlık sistemini oturtmak isteyen anlayışın toplumu zor ile biçimlendirmesi sürecidir. Bu süreç içinde ister istemez taraflar vardır ve taraflar kendi çıkarlarına uygun olarak pozisyon almaktadır. Kürtler açılım adı altında yapılan süreç yok olamasın, müzakere masası devrilmesin diyerek her türlü gelmekte olan baskı yasalarını görmezden gelmiş, iktidarın yan değneği konumunda liberaller ile birlikte saf tutmuştur. Her ne kadar Kürtler kendi çıkarları açısından haklı gibi gözükse de çoğunluk haklarını savunan ve bu hakları geliştirmek için kullanan iktidarın karanlık yüzünü halklardan saklanmasına olanak sunan diğer muhalefet hareketlerinden pek farkı yoktur. Ülkemizde iktidar vardır bir de ona destek veren yan partiler vardır. İktidar hedefi olan bu yan değnek işlevi gören partiler zamana uygun ve seçmenin gönlünü aldığı noktalarda iktidara destek vererek iktidarın yolunu açma görevinden başka sorumluluk almamışlardır. Sorumsuz bir iktidarı sorumlu olduğunu hatırlatacak her hangi bir toplumsal gelişme ne yazık ki Gezi Direnişi dışında hayatta karşılığını bulamamıştır. Bunda elbette siyasi partilerin tercihleri önemli rol oynamıştır. İktidar olmaktan korkan ve iktidara destek veren mecliste bulunan siyasi partiler ile bugün yaşadığımız kaos ve kriz ortamı el birliği ile yaratılmıştır.

Muhalefet partilerin yapamadığını medya aracılığı ile yaşanan bu sorumsuz, kontrolsüz süreç haberleştirilmekte ve toplum içinde saklanan gerçekler gün yüzüne ve konuşulur hale getirilmektedir. Elbette medyanın elinden uzun süre iktidarda olanlar tarafından istihbarat ve haber ağı alınmıştır. Cemaat ağırlıklı haber ajansları ülkenin her noktasında örgütlenirken sol bu gelişmelere sadece izleyici ve onlardan gelen haberleri sayfalarına alarak izlemiştir. Solsuz bir ülke 12 Eylül rejiminin istediği ve yarattığı bir süreçtir ve bunda da başarılı olmuştur. İstihbaratı olmayanların olaylara sadece izleyici ve ellerine verilen bilgiler ile kendilerince gerçekleri ortaya serebilirler. Yani gerçek anlamda habere ulaşamaz, ulaştığı bilgi izin verilen bilgidir. Medyayı elinde bulunduran aslında haber ajanslarıdır ve o ajansları yönlendirenlerin siyasi tercihleridir. Ülke bu konuma süreklenirken sosyal medyanın teknoloji ile yaygınlaşması ve ulaşılır olmasıyla göreceli olarak özgür alanlar yaratılmış olsa da sosyal medyanın denetimi iktidar tarafından gözle görünmeyen ama yasalarla desteklenmiş teknoloji araçlar ile sınırlandırılmıştır.

Son aylarda ve halen devam eden bir davanın konusu ‘MİT tır’ları’ ve taşıdıkları araçlar. Bu haber çok önemlidir, çünkü yan ülkede devam eden savaş ve yaşanan sürecin içinde rol alanların haksız bir şekilde güç haine getirilmesi ve katliamlar ile bire bir ilişkilidir. Bu davanın nasıl sonuçlanacağı elbette iktidar denetiminde olan mahkemeler verecektir.

Bu haber bir iktidar mücadelesinin bir aracı konumundadır. Ve haberi yapanlar basın özgürlüğü ve demokrasi mücadelesi verir görünümünde mağdurlardır. Çünkü basın özgürlüğü ve demokrasi mücadelesi veriliyorsa geçmişte mağdur olanlar ile ne kadar ve hangi koşullarda dayanışma içinde olduklarına bakmak gereklidir. Görünür olan çoğu zaman gerçekleri yansıtmaz, bu dava da olan odur! Kısaca Can Dündar davası demokrasi ve basın özgürlüğü davası değildir, sadece o bilgileri ona ulaştıranların iktidara ayar verme ve iktidarı biçimlendirme oyunun görünen yüzü olan davadır...

Profesyonel insanlar parasını aldıkları sürece üzerilerine düşen görevi yapar... Onların yanında yer alanlar ancak birilerin amacı yolunda yedek değnek ve kamuoyu oluşturmaları için kullanılan olur... Yakın tarihimizde yaşadığımız Taraf Gazetesi olayı buna örnektir. Taraf Gazetesi içinde yer alanlar birçok suça direkt ortak olmamış olsa dahi orada olmaları nedeni ile kamuoyu oluşumuna katkı sunmuş ve dolaylı olarak tüm oluşan suçlara ortak olmuşlardır...

Her anını paraya döndürme telaşında olan Can Dündar, henüz bitmemiş davasının kitabını çıkararak vakit nakittir sözüne yeni anlamlar yüklemiş... Can Dündar gibi profesyonel insan ile dayanışma içinde olanların anılarını ve yaşamlarını Can Dündar ne zaman piyasa sürecek diye merak ediyorum...

Magazin olmayan şeyin pazarda payı olmaz!

Can Dündar ve Erdem Gül davasına gizlilik kararı alınmış... Orada oynanan oyun Amerika ile Erdoğan arasında ki küçük ayar oyunudur. Amerika, “hadi dedi delikten aşağıya” demekte, bu söylem karşısında Erdoğan direniyor ve diyor ki “bak hala güçlüyüm, dediğimi yaptırırım bu ülkede!”...

Bakalım kim kimi delikten aşağıya atacak!

Cevabı belli ama biri direnerek gideceğini ilan etti...

Davadan nasıl bir sonuç çıkacağını gerçekten merak eden birileri var mı?

Sözümü bitirirken aklımda ki soruyu yazayım; mağdurlar gerçekten mağdur mu?

İsmail Cem Özkan


12 Nisan 2016 Salı

Tasarlanmış toplumda değişim zamanı!

Tasarlanmış toplumda değişim zamanı!

Toplumsal olaylarda bazı şeyler tesadüfen oluşmaz, ortam hazırlanır ve o tasarlanan şeyin olması için zamanın olgunlaşması beklenir.
Siyasi iktidarların bir ömrü vardır, hiçbir güç uzun soluklu olarak iktidarda kalmaz. Elbette soluk burada kişiden kişiye ve toplumdan topluma değişen izafi bir kavramdır ama tarih bize en güçlü olanların kısa zamanda yok olduğunu haykırır ve der ki; “iktidar hırsına kapılmadan arkanızda temiz bir sayfa bırakın!”
Hayata trajedi ve dram yaşayasınız diye gelmediniz, mutlu olmak ve sevdikleriniz ile gülerek yaşamanız için varsınız. Yaşamı çekilmez kılan şey sizin ve içinde bulunduğunuz toplumun hırsları ve tek hakim olma düşleridir.
Yaşam hiçbir şekilde tek rengin hakim olduğunu kaldıramaz, hemen tek rengin hakim olduğu yere başka renkleri karıştırır ve mesajını açıkça verir. Bizler içinde bulunduğumuz koşulların ruhunu o kadar benimsemiş ve içselleştirmişiz ki, verilen bu açık mesajı dahi göremeyiz. Tek doğru, tek iktidar, tek ülke, tek toplum doğaya aykırıdır.
Doğadan kopmuş, beton içinde kontrollü ortamda yaşayan bizlerin hırsları sonsuz gibi durur ama elbette bir sonu vardır, o son; son nefesi verdiğimiz andır ve her şeyin boş olduğunu kanıtlar. Bizi verdiğimiz acılardan dolayı anan olmaz ama verdiğimiz neşe her daim sohbetlerin konusu olur.
Toplumsal olaylarda ‘yöneten ve yönetilenler vardır’ algısı hakimdir. Yönetenler ayrıcalıklıdır ve her türlü pozitif ayrımı kendileri için kullanırlar. Ne yazık ki bugüne kadar ilkel toplumla hariç modern olarak kabul edebileceğimiz ve doğa ile savaşta doğaya biçim verenlerin oluşturduğu toplumlarda bu algı baskındır ve sadece felsefecilerin konuştuğu özgün alternatifler yok sayılmış ya da toplum içinde karşılığı bulunamaz ütopyalar olarak sunulmuştur. O yüzden geri bıraktırılmış toplumlarda düşünmeyi teşvike eden felsefe yok sayılmış ya da küçümsenmiştir. İnsanlık tarihi içinde özgür ve özgün düşünenler toplumları ileriye itekleyen ve taşıyan olmalarına rağmen, toplumu yönetenler ve biçim verenler her zaman siyasetçiler ve öldürmek üzerine eğitim görmüş askerlerin kafasında oluşturdukları tek tipleştirme senaryosunun hayata geçirmeye çalışanların hakimiyeti altında geçmiştir. Özgün olanlar fırsat buldukları toplumlarda katkı sunmuş ama biçim vermeye imzalarını ne yazık ki atamamışlardır.
Ülkemiz yeni bir kırılma dalgası içindedir. Toplumsal yaşanan değişimin artık çıkmaz sokağına girdiğimiz bu günlerde toplum ya geri dönecek ya da önüne engel olan duvarı yıkıp geçecektir. Her seçenekte de var olan iktidarın artık tarihin tozlu raflarına doğru bırakılacağı kesindir, çünkü kafalarında oluşturmuş oldukları toplumsal değişimin çok uzağında ve onların bilinçaltına işlenen zamanın ruhuna uygun tercihler arasında bilinçli ya da bilinçsiz seçtikleri yolda çıkmaz sokağa girmişlerdir.
İktidar değişimi aynı zamanda toplumun dünya gerçeklerine göre yeniden biçimlenmesi için yeni fırsat anlamındadır. İktidarı uzun süre elinde bulunduranlar, o güçten elde ettikleri özgüven ve sermaye birikimi ile her şeye muktedir oldukları duygusu ile en güçlü oldukları anda en hızlı şekilde yok olacaklardır. İktidar elbisesi içinde kim olursa olsun, her türlü baskı aracını ve yalan makinesini elinde bulundursalar da değişim kaçınılmazdır. Bu kaçınılmaz sonu önleyebilecek ne güçleri olacaktır ne de ortamları.
Ekonomik alanda ve istihbaratı güçlü olan yapılar başarıya diğerlerine göre daha yakındır… istihbaratı güçlü olan her toplumun hareket alanı daha geniş ve lojistik olarak kanalarla sahiptir. Lojistik kanaları olmayan her yapı bir anlamda intihar etmek için ilk kriz ortamını bekleyecektir, çünkü krizi yönetemeyen her yapı gerçek bir güçlü direniş karşısında yok olmaya ve teslim bayrağını açmak için kendisi ortam yaratır ve yandaşlarına da bunun doğal bir sonuç olduğunu empoze ederek, küçük olsun ama benim denetimim ve yönetimim altında olsun cemaat ilişkisini doğurur.
Her yenilen ve iktidar gücünü ve olanağını kaybedenler kendi küçük cemaat ilişkisi içinde gelecek yeni iktidar olanaklarının hayallerini kurarken, geçmişte yaşadıklarını destan yazan söylenceler üretmekten de geri durmazlar, çünkü cemaatleri bir arada tutan geçmişin şanlı öyküsüdür.
Elbette toplumsal dinamiklerin her an ortamını bulduğunda iktidara gelme olasılığı vardır ama bu olasılık elinde ki olanağı ve örgütsel yeteneğini kullanabilme becerisi ile orantılıdır. Hiç beklemediği anda hazırlıklısız olarak iktidara gelme olanağına sahip olabileceği bir ortam başkaları tarafından yaratılabilinir, ortam yaratan aynı zamanda iktidar sandalyesini idam sehpasına döndürecek ortamında yaratabilir…
Düşünemeyen her güç, başkasının maşasıdır.
Özgün çözüm ütemeyenler, toplumun en gerici yapısını oluşturur. Genelde aklı kullanmayan ama başkalarının yaratığı ortamı kendisi yaratmış gibi görenlerin boş gölgelerinden oluşan toplum üzerinde ki karanlık bulut, o gölgelerin üzerine ışık düştüğü an yok olduğu gerçeğini her kuşak sürekli yeniden yeniden acılar içinde öğrenmek zorunda kalıyor. 
Karanlık bulutun yaratmış olduğu karamsarlık elbette bir şekilde ortadan kalkacaktır, bu kalkış süresi göreceli zaman kavramı içinde değerlendirlebilinir ama mutlaka yok olacaktır…
Toplumumuz yeni bir kırılma sürecine girdi, yeniden oluşturulan dinamikler içinde kişiler kendi tercihlerini ortaya koymaya başladı, bu tercihleri belirleyecek ne kültürdür ne de gelenek! Çürüyen toplumlarda en önemli unsur çıkarlardır.
Adalet, özgürlük, saygı, ahlak gibi kavramların altını çıkarların oluşturmuş olduğu cümleler doldurmaktadır. Adalet, özgürlük, saygı ve etik kavramlar evrensel değerlerin yaratmış olduğu zamana uygun anlamlar göreceli olarak değişime uğramaktadır…
Tek devletin, tek iktidarın, tek dinin arattığı değerler değil, evrensel anlamda hareket eden paranın ve onun yaratmış olduğu rüzgarın oluşturduğu değerlere eskiden verilmiş isimler, sıfatlar üzerinden konuşmaya devam edeceğiz…

İsmail Cem Özkan

4 Nisan 2016 Pazartesi

Çıkarlar, demokrasi mücadelesinin altını boşaltıp doldurabilir!

Çıkarlar, demokrasi mücadelesinin altını boşaltıp doldurabilir!

Demokrasi mücadelesi olarak gösterilen birçok etkinlik aslında demokrasi değil, iktidar mücadelesidir. İktidar için girişilen kavgada özgürlük, demokrasi, hoşgörü kelimeleri sık sık kullanılır ama hayatta karşılığı olmayan altı boş olan cümlelerin birer parçası olurlar.

Türkiye'nin ilk anayasası "Özgürlük, Adalet, Kardeşlik, Millete Eşitlik" sloganları eşliğinde 23 Aralık 1876 ilan edilmiştir. Bugüne kadar o sloganda yer alan kelimeler hala gündemde ve gündemin sıcak ve yumuşak karnı oluşturmaktadır. Azınlıklardan her hangi biri ne zaman özgürlük dese, çoğunluğun baskı kırma özgürlüğü ile karşılaşır. Kardeşlik kelimesi zaten baştan aşağıya yanlış algılar üzerine oturmaktadır, çoğunluk ve güçlü olanın zayıf ve güçsüz olanı dövmesi, hırpalaması ve kendisi gibi düşünmeye zorlaması kısaca asimile olmasını ve değişmesi üzerine kuruludur. Küçük ve zayıf kardeş abisi ne derse onu yapmak ile yükümlü kılınır ve ona benzemesi için sürekli karşılaştırma yapılır. Bakın bizim dilimiz ne mükemmel her şeyi açıklayabiliyoruz der, ama onun dilinin güdük kalmasının tek sebebi olduğunu görmezden gelir. İmkanı olsa belki çoğunluğun konuştuğu dilden daha fazla kelime üretebilecek! Millette eşitlik tekil olarak algılanır, tek ulus, tek bayrak, tek dil, tek mezhep, tek din, tek… kısaca eğitimde tek, güvenlikte tek anlayış eşitlik kavramını zaten ortadan kaldırmaktadır. Millette eşitlik diyerek imza verenler, ilk anayasanın yazımına katkı sunan azınlık üyeleri ilk baskı görenler olmuştur.  

Ülkemizin tarihi genelde dışa bağımı şekilde gelişmiştir, içeriden birileri istedi değil, dışarıdan birileri istedi diye yapılmıştır. Kendi aklı ile düşünmek yerine ısmarlama fikirler kolaj usulü yapıştırılmış ve topluma giydirilmeye çalışılmıştır. Alışkanlıklar ve kültür biat etme üzerine kurulu toplumda özgürlük de tepeden aşağıya sözde verilmiş ve ilk özgürlük istemi ve hareketi karşısında hemen ortanda kaldırılmış, isteyenler de askıya alınmış, işkencelerden geçirilmiş… Onların tabanı olduğunu gördüğü kesim üzerinden de baskı gerek toplumsal linç için zemin hazırlanmış gerek devlet kendi imkanları ile saldırmış, kararnameler ile yaptığı usulsüz işleri yasal kılıfa büründürmüş. Kendi aklı ile içselleştiremeyenler, başkalarından gelen baskılara boyun eğmiş ve dışarıya karşı hoşgörü, içe karşı otoriter bir toplum çıkar çatışmalarının ortasında kurulmuş…

Türkiye kurumları ile Osmanlının devamı olarak kurulmuş ve parçalanarak bugün ki halinde daha kontrol edilebilen sınırlar içinde kurulmuştur. Osmanlı’dan aldığı mirası bir çok kurumları ile bugün de yaşatmaktadır. Osmanlı zamanında cephe gerisi boşaltma adı altında tehcir, Abdülhamit'e 'kızıl' lakabını takan katliamların başka boyutta kısa tarihimiz içinde küçük ya da büyük boyutta yaşadık… Türkiye sürgünler ülkesi gibidir, her olumsuz gördüğünü bir yere rahatlıkla sürebilmekte ve cezalandırılabilmektedir. Osmanlı zamanında sürgüne göndermek ve başka ülkeler tarafından sürgüne gönderilmişleri almak doğal bir şeydir. Muhacir, mübadil, mülteci… yabancısı olmadığımız kelimelerdir...

Türkiye devletinin doğuşu dönemin uluslar arası ilişkilerde ki çıkar çatışması ve güç göstergesi sonucunda dış güçler arasında karar verilmiş ve o karar sonucunda ihtiyaca uygun şekilde şekillenmesine olanak verilmiştir. Elbette bu sadece bizim gibi ülke ile sınırlı değildir, cetvel ile çizilen devletler ve çıkarlara uygun küçük devletlerin kurulması ve sonra onları çıkarlar gereği başka ülke tarafından işgal edilmesi o dönemin karmaşık olayları içinde yer alır. Burada gözden kaçırılan gerçek, bir ara ya da tampon olarak kurulan ülkenin içişleri bir biri ile çatışan devletlerin karşılıklı görüşleri ve uzlaşması ile biçimlendirilmiştir. Örnek biz demir perde ve önünde yer alan devletler tarafından arada sınır boyunda kurulmuş bir devlet olduğumuza göre, bizim içişlerimizi daha iyi anlayabilmek için iki grup ülkelerin bize bakışına bakmamız da fayda var. Her karar ve darbe gibi olaylar icazet almadan olmayacak şekildedir. En baskın gibi gözüken, sanki ülke içinde çıkarı yok edilmiş gibi gözüken bir tarafın darbe sonrasında fazla refleks göstermediğini gözden kaçırırız. Onlar adına ülke içinde adım atanlar, toplumsal dinamikte yer alanların tepkileri ve onlara yönelik operasyonlarda gösterilen tepkiler, kuzey ülkemizin çıkarı ile paraleldir… en çıplak olarak 12 Eylül sürecinde yaşadık, Sovyetler topraklarına giren devrimciler, aynı hızda geri askeri rejime iade edilmişlerdir. Çünkü o dönemde ki Sovyetler Türkiye’de yaşanan darbeyi darbe olarak görmemiş, bir müdahale olarak algılamıştır. Onların ülkemizde ki sözcüsü gibi hareket eden TKP 12 Eylül'ü ‘ılımlı bir askeri cunta’ olarak değerlendirmiştir. 1983 yılında ancak ‘faşist diktatörlük’ olarak değerlendirmiştir. Bu kararın temelinde belirtilen gerekçe "Sovyetler Birliği'yle iyi komşuluk ilişkilerini sürdüreceğiz" sözünü söyleyen generallerin mesajında saklıdır... Sovyet çıkarı, ABD çıkarı ile çatıştığı noktalar ve çatışmadığı noktalarda ülkenin kader çizgisinde değişimler olmuştur. 24 Ocak kararları liberalizmin tüm dünyayı kuşattığı yılların başlangıcıdır, devlet zırhı ile korunan gümrüklerin açılma sürecinde Gorbaçov’un iktidara yürüyüşü de başlamıştır.

Suriye savaşı son dönemde belirleyici olan bir iç savaş görünümündedir. Her ne kadar modern değim ile hibrit savaşları olarak geçse de orada çatışan güçlerin çıkar ilişkilerine göre savaşın boyutu ve yıkıcılığı değişmektedir. Birden korku karanlık bir şekilde ilerlemesine izin verilirken, birden izin veren ülkelerin ekonomik dar boğazında iyileşmelere sebep olan silah satışında patlama yaşanıyor. Petrol fiyatları savaşa rağmen dibe vuruyor, Almanya'nın ABD bilgisi dahilinde Rusya içişlerine müdahalesi ve ona karşın Rusya'nın tepkisi gecikmemiştir. Almanya onu Avrupa olarak okuyun, mülteci akını ile test edilmiştir. Fakat Suriye savaşında iki hasım gibi gözüken güç ortak hareket etmekte ve birbirlerine bilgi vererek kendi sınırını korumaktadır… Bu arada gözden kaçmasın ABD tarihinde en iyi ekonomik performansını yakalamak üzere…

Sonuç olarak ülkemizden olaya baktığımıza göre, "Özgürlük, Adalet, Kardeşlik, Millete Eşitlik" ilk anayasamızda kullanılan kelimelerdi, günümüzde demokrasiyi ekledik... Çıkarlar, demokrasi, özgürlük, adalet, kardeşlik, eşitlik mücadelesinin altını boşaltıp doldurabilir! Ne yazık ki ülke içinde ki çıkarlar, uluslararası ve uluslar üstü firmaların çıkarları karşısında etkisiz kalır… Cumhuriyetin ilk yıllarında belki hükumet indirmek ve bakanlar kurulu oluşumunda ülke içinde çıkarların önemi varmış gibi gözükürdü ama makamlara kim gelirse gelsin birilerin çıkarına hizmet ile yükümlü olduğu için uzaktan bize bakanlar için kişilerin önemi yoktu, hala da yok… Ülke içinde karma ekonominin şartları içinde demokrasi varmış gibi saha içinde oynayanlara özgürlük alanı bırakılırdı. Sadece liderlere önem verilir ve o liderlere gerek görüldüğünde ayar verilebilirdi. Bir dönemin lideri İnönü, “Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur.” diyerek konumumuzu özetlemiştir.  Bu uygulama hala varlığını koruduğunu yaşayarak bir kere daha görmekteyiz.

İsmail Cem Özkan


2 Nisan 2016 Cumartesi

Medea Kali

Medea Kali

İki mitoloji bir sahnede harmanlanmış, iç içe geçmiş. Hint ve Yunan mitolojisinin iki kahramanı, ölüm ile isyan, acı ile hedef arasında ki haykırışı… Öç ve öfke, sesin yüksek çıktığı anlar. İsyan, kendi kaderine ve aşkı uğruna terk ettiği geçmişine ve geri dönüş. Acı, çocuklarını kutsal gördüğü nehre ruhlarını bırakması. Doğum sancısı ve inleme, aynı zamanda ölüm! Ölüm, yaşamın kaçınılmaz gerçeği, doğum olan yerde ölüm vardır. Ama her ölüm başka başkadır. Kimisi doğal, ölür, kimisi bir canin ellerinden!

Betimlemeler, imgeler arka araya geliyor, arka arkaya sırlanıyor insanların beyinlerine. Yüksek ses, dijital. Hareket alanını gözü kapalı izleyemezsin, çünkü ses sahnenin ortasından değil, kenarlarında ki hoparlörlerden gelmekte… Bilerek belki yok etti oyuncunun o muhteşem performansını. Ses dışarıda, oyuncu sahnede. Oyuncunun elinden almakta dijital sessin tek düzeliği. Yüksek, mikslenmiş ses, efekt ile daha da vurgulanmak istenmiş ama yok ediyor oyunun gücünü ve oyuncunun performansını. Ses cd kaydından mı geliyor, canlı olarak sahnenin ortasında mı? Gözünüzü kapayın, dinleyin. Oyuncunun hareketini, rüzgarını duyabiliyor musunuz? Nerede hareket etmekte, oyun beyaz perde de mi, yoksa canlı olarak sahnede mi? Gözünüzü kapatın, bazı sahnelerde ister istemez kapatmak zorundasınız, çünkü eğer epilepsi hastasıysanız sizi tetikleyecek bir uzun süre ışığın açıp kapattığı sahne var. Sahnenin arka zemini oluşturan video görüntüsü, bir ayın içindedir. Sahnede yaşananlara eşlik eden görüntü. Işık sesten önce gelir ama başlangıçta ses önce, görüntü arkasından geldi. Su damlıyor, daha doğrusu kan. Sesi geliyor arkasından görüntüsü… Teknik bir sorun diye algıladım. Ayın içinde ateş, kızıllık oyunun içselleştirmesine katkısı azımsanamayacak kadar. Dans figürünün gölgesi o yuvarlağın içine düşmesi, iyi düşünülmüş. Fakat her cümlenin sonunda gelen ama ve fakat cümlesinin başlangıç kelimesi. Evet, fakat son sahnede çocukların ruhları ve bedenleri Ganj Nehrinde sonsuzluğa giderken su yok orada… İnce ince düşünülmüş bir düzenlemede neden bu son sahneye su sesi yanında su görüntüsü verilmedi dedim. Devlet tiyatrosu olanakları olan bir kurum, o olanaklar biraz daha görselliğe harcanmış olsaydı, örneğin yağmur altında olan bir sahnede ses var ama yağmuru hissedemiyoruz. O hissi verecek ve daha önce birçok oyunda uygulanan su sahnede uygulanabilirdi. Arkadan aşağıya doğru bırakılan su… Yuvarlak bir dekor, basamaklar ile yukarıya çıkarken, o yuvarlağa uygun bir yağmur efekti için bir şeyler konulabilinirdi… Su sahneye taşmaz, o dekorun içinde devir daim olabilir konumda teknik açıdan çözülebilinirdi diye düşündüm… ses efektleri ile verilmiş bir çok geçiş ve sesin yükselişi ama keşke başka çözüm yolları da düşünülseydi dedim içimden sessizce... Oyun beni içine alıp sarmalayabilmesi için hafif bir rüzgar, hafif bir yağmurun damlacığı dokunabilirdi yanağıma…

Mükemmel bir performans, mükemmelliğe eşlik eden ışık! Sahne dekoru sade, oyuncuya hareket alanı bırakmış. Sahnede üç oyuncu yok ama üç oyuncu ile sahnelendiğini alkış sırasında gördüm. Aslına bakarsanız oyun tek kişilik, tek kişinin performansı üzerine oturmuş. Zeynep Utku. Çeviren ve aynı zamanda sahnede canlandıran Zeynep Utku.

Kali Hintli, Ganj nehri kenarında doğmuş dans etmeyi doğasından almış, öğrenmemiş, izlemiş ve dans etmiş ama onun mitteki rolü yaratan ve yok eden, koruyucu ana Tanrıça. Sahne de dans kareografisini kim yaptı diye düşünüyorum, elimde ki broşürde ise adı yazılı değil. Anladığım kadarı ile doğaçlama dans! Modern dans ve biraz da olsa anımsattığı Hint! El hareketleri, vücut kıvrak ve anlatılan öykünün acılığını biraz da olsa hafifleten. Korkunç, ölüm ve acı içinde olan anne! Köpek gibi vurgusunu sık sık duyduğumuz anne. Her ne kadar Medusa Medea’ya da dönüşse ölümü simgeliyor, gözüne bakanı taşa döndüren yani öldüren anne! Kali ise Hint güzel söylencelerini içinde barındıran, kıvrak, erkekleri ve bakanları büyüleyen bir kadın! İki büyüleyici kadın tek bir vücutta acı çekiyor… Sonuçta iki karakter ölüm demektir. Ölümü bir kadın vücudunda görmekteyiz. Güçlü, öfkeli… Çaresiz…

Çaresizdir, yalnızdır. Çocuklarının boğazı kesilmiştir ve Yunan geleneklerine göre gömülmüşlerdir. O Ganj nehrine bırakmak istemektedir. Acıları hafiflesin, töreler yerini bulsun diye, ruhlar özgürleşsin, özgür olmak adına… Yalnızlığını ortadan kaldıracak ve onu sinsice izleyen Perseus, maskesi altında elinde bir fener ile izler. Zaman zaman onun üzerine fener tutar, hissettirir.

Her bölüm farklı ışıklar ve çocukların sesi ile ayrılır. Her bölüm de acı biraz daha yoğunlaşır. Perseus son sahnede maskeyi yüzünden çıkarır ve Medea Kali ile yüzleşir. Onun karşısında taş olmaz, Medea’nın kurtuluşunu simgeler, çocukların ruhları Ganj nehrinde yol alırken, o da acıları ile yüzleşmiş ve artık özgürlüğüne doğru ruhunu Perseus’un gözlerinde teslim edecektir, öldürdüğümüz ben’lerimizle baş başa bırakarak…

İsmail Cem Özkan

Medea Kali

Yazan : Laurent Gaude
Çeviren : H. Zeynep Utku 
Yöneten : Musa Uzunlar
Yönetmen Yardımcısı: Ülkü Duru
Asistan: Yusuf Can Sancaklı
Oyuncular: H. Zeynep Utku, Musa Uzunlar, Yusuf Can Sancaklı
Dekor Tasarımı: Aytuğ Dereli
Kostüm Tasarımı: Aslı Akıncı
Işık Tasarımı: Enver Başar
Müzik Direktörü: Mehmet Fırıl
Sahne Amiri: Reşit Arslan
Kondüvit: Anıl Güripek
Işık Kumanda: Ozan Çelik
Dekor Sorumlusu: Dursun Özalp
Aksesuar Sorumlusu: Salim Baş
Bayan Terzi: Gönül Macit
Erkek Terzi: Yusuf Çalışkan

Peruka: Zeynep Bolkısık

26 Mart 2016 Cumartesi

Dönüşü olmayan!

Dönüşü olmayan!

İnsan yaşamında dönüşü olmayan bir çok olay yaşar, bir çoğu kötü bazıları ise iyidir. Kötü olanlar ömür boyu bir travma etkisi ile bizimle birlikte yaşar. Çocukluğumuz bizim fark etmediğimiz geleceğimizdir. Her ne kadar güvenli bir ortamda yaşadığımızı sanmış olsak da aslında saldırılara en açık olduğumuz dönemlerdir. Ailelerimiz, çevremiz bizim için yarattıkları duvarlar aynı zamanda bizim geleceğimiz etkileyen travma nedenlerimizdir. Özgürlüğümüz sadece ciğere giden ilk hava ile çıkardığımız sestir, diğerleri esaretimizin başlangıcı belki de ilk adımlardır.

İnsan eğitildikçe ehlileştirilir, çevresine uyum sağlar. Ehlileşirime süreci okul öncesi küçük bir çevrede başlar ve toplum içinde devam eder. İş yaşamımızda keskin sınırları belli olan kalıpların içinde yaşamaya çalışırız. Özgürlük ancak tatillerde paranız olduğu sürece satın alabileceğiniz bir şeydir ama o özgürleşme de sınırlıdır, geçmişte aldığınız eğitim ile sınırları çizilmiştir.

Sınırları çizilmiş yaşantımızın içinde bizim hareket etme alanımızın daha da daraldığı alanlar vardır ki, bu hareket etme olanağımızın tamamı ile elimizden alındığı ve biat ettiğimiz süreçtir. Cinsel taciz işte bu biat etme ve kaderine boyun eğme sürecidir. Bu süreç her ne kadar insanlık suçu olsa da birçok toplum içinde hoş görülebilir ve hasır edilen bir sorun olarak durur. Dinler bu toplumsal olayı bastırmak için kullanılan bir araçtır, o aracı da dini bildiğini söyleyen ulema tarafından usturuplu bir şekilde kullanılır. Pedofili hastalığı ile karıştırılan bu ince çizgi içinde insanlar hastalığı bile doğal ve olması gerektiren yaşamın bir parçası olarak görür. Çağdaş dünyada en azından bu konuda çalışmalar yapılmış ve ayrım yasalar içinde konulmaya çalışılmıştır. Henüz bu konuda insanlık ne yazık ki sorunu çözmüş değildir, çünkü binlerce yıldır gelen bir kültürün kırpıntılarını yok etmek o kadar kolay değildir, üstelik bu ahlak ve din tarafından üstü örtülmüş ise…

Yaşadığımız zaman içinde üstü örtülen bir çok sorun artık örtülemeyecek konuma gelmiştir, bunda en önemli etken teknoloji ve iletişim araçlarının yaygınlaşmasıdır. Devlet insanları gözaltında tutan araçları geliştirirken dikizleme ve gözlem aracını da insanlar bir birilerine karşı kullanmakta ve suçlar artık daha rahat suç olarak tanımlanabilmekte ve yeni toplumsal normların oluşmasına neden olabilmektedir. Toplumlar ve kültürler iç içe geçerken, karşılaştırmalı incelemeler ve mukayeseler yaşam kalitesi konusu sorgulanmakta ve yeni insan hakları evrensel kuralları yaşam içinde uygulanır hale gelmektedir. Her ne kadar yaşama hakkı hala birçok ülkede yok sayılsa da, çıkarlar gereği görmezden gelinse de zaman içinde çıkarların ortadan kalkması ile suç geçmişe yönelik sorgulanmakta ve cezalandırılmaktadır. Savaş suçları Lahey’de ki Uluslararası Adalet Divanı yetersiz de olsa soruşturmakta ve ceza verebilmektedir. Yetersiz ama önemli bir adımdır…

Tecavüz bir insanlık suçudur ve iç hukuk bu suçu suç olarak kabul etmediği ülkelerde, uluslararası bir divanın konusu olabilmelidir. Ulusların kendi kültürlerinden gelen suç ve ceza kavramı artık insanlığın gelişimine cevap vermez konuma gelmiş, doğal görülen şey başka ülkelerde insanlık suçu olarak tanımlanabilmektedir. Ticari ilişkiler bu etik kuralları çerçevesinde olduğunda ister istemez birçok gelenek tarihin boşluğuna bırakılmak zorundadır. Tarih insanlığın ilerlemesini kayıt eder, geleceğin daha güzel olması için dersleri içinde not olarak tutar.

Tecavüzü ve tacizi saklayan, tecavüzcüyü koruyan bir din var mı? Peki, yoksa neden dinciler arasında yaygın gözüküyor ve meşrulaştıran açıklamalarda bulunuluyor? İnananlar neden bu duruma karşı sessiz kalırlar?

Elbette tarihi iyi analiz edersek, reform hareketini yaşayan Hıristiyanlığın tarihi içinde bu sorunun yanıtını rahatlıkla bulabiliriz. Evet, bir zamanlar açıktan da olsa korumayan ama dolambaçlı yollarda kendi yandaşını koruyan, para verenleri hoş gören bir anlayış vardı. Bu laiklik vurgusu ile tartışmaya açılmış ve reform hareketi binlerce yıla yayılan bir süreç ile bugün ki normlara gelmiştir. Laiklik her ne kadar birden çıkmış bir şey değildir, uzun süren bir çatışmanın sonucunda insanlığa armağan edilmiş bir anlayıştır. Dinin elinden devlet erkini alınca din eskisi gibi bazı şeyleri saklayamaz ve koruyamaz olur. Sevgi üzerine oturduğu iddia edilen din laiklik ile gerçekten sevgi üzerine oturmuştur. Korku ve öteki dünya cezaları ile fakir halk uysallaştırılması ve dillerinin ellerinden alınması süreci dinin tekelinden çıkmıştır. Korku yine topluma pompalanmaktadır ama öteki dünya yerine bu dünyada yaşanan ve yaşanması muhtemel korkular ile biçim değiştirerek devam etmektedir.

Din, insanların elinden dillerini, sesini alır, eğer tam otoriter bir toplum içinde yaşanıyorsa. Dinin hakim olduğu ülkelerde demokrasi, özgürlük kavramaları bizim anladığımız kavramlardan çok farklı bir şekilde anlamlandırılmakta ve altı doldurulmaktadır. Orada özgürlük erki elinde bulunduranın azınlık ve zayıf olarak gördüğüne her türlü eziyeti yapma ve emir verme olarak görülür. Çoğunluğun hakkı diye sunulan kavram dinin hakim olduğu yerlerde çoğunluğun göreceli şekilde kullanıldığını görürsünüz. Gücü elinde bulunduran her daim çoğunluktur!

Cinsel açlık ve doyurulamayan istemler ancak kapalı toplumların içinde bir sorun olarak görülmez ve o açlıkların üzerinden ekonomik kazanç sağlayan egemenler, yeter ki siteme karşı bir hareket olmadığı sürece hoş görü ile karşılanan ve bir kader kurbanı olarak algılanan süreçtir. Cinsel tacize uğrayan çocuk ve kadın / erkek kaderinin kurbanıdır, alın yazısında olduğu için olmaktadır. Taciz yapan eğer yakalanmışsa adi suçludur ve kader mahkumdur. Cinsellik ile kapalı toplumlar mücadele etmez, çünkü cinsellik kilitli kapıların arkasında olan şeydir. Mahremdir, kimse karışamaz.. fakat bu mahremiyet teknoloji ile ortadan kalmış ve orta yerde yapılır hale gelince isyan ve karşı çıkışlarda artışın olması doğaldır. Bugün taciz ve tecavüz bir bireysel sorun değil, sistemin sorunu olmasının temelinde bu gelişme yatar…

Öteki dünyada sunulduğu kabul edilen cariyelerin söylemleri toplum içinde farklı algıların oluşmasına sebep olmuştur. Benim okuduğum hiçbir tek tanrılı dini kitapta (yorum değil, kaynak kitapta) cariyelerin nasıl olduğu ve ne yapacağı konusunda ayrıntılı bilgi yok. Hatta doğal olmayan ölümleri (intihar) yasaklar. Fakat bunların yazılı kaynaklarda belli olmasına karşın cihad için canlı bomba olan erkekler tek bir organını güven altına alıp, öyle kendisini patlatıyormuş... Bir ipucu vereyim organı hakkında: cennete giderse eğer, tek kullanacağı organ olarak düşünülen şey... Cinsel konular o kadar etkili ki din adına ölüme giden cinsel organını korumaya almakta…

Dincilere ait kurumlarda ki çocuk istismarı medyanın gündemine sürekli düşüyor. Peki, çocukların ebeveynleri ne yapıyor? “Kol kırılır yen içinde kalır” sözüne uygun olarak biraz para karşılığında “çocuğuma bir şey olmadı, olmuş olsa da kuran öğrendi” diyebiliyorlar… Bütün bu söylemler tesadüfen mi? Elbette değil, çünkü binlerce yıldır uygulanan ama dillendirilmeyen gerçeğin sessiz ifadesidir.

İnananların çocukları tecavüze uğruyor, dinci olumlu bakıyor, ona ses çıkaran başkası... Kendi sorununa sahip çıkmayana sahip çıkmayı doğru bulmuyorum. Elbette, çocuk tecavüzü insanlık suçu, onu işleyen ve savunan ve koruyan uluslararası mahkemede yargılansın... Bizim görevimiz tecavüz için yaratılan oramı yok etmektir, diğer konular sadece vicdan sorunudur... Boşu boşuna tecavüz eden razı, tecavüze uğrayan razının arasına girmek değildir... Onların kültüründe ve ahlakında doğal görünen şeyi onlara bu doğal değil desek de olmaz... Doğal olmadığını yaşayarak öğrensinler... Bir vakıf sorunu değil bu iş, genel bir sorun... Bir vakfı hedef almak sorunun üstünü örtmek anlamına gelir... Genel sorun da ülke sorunudur ve bu sorunu besleyen de erk sahipleridir... (Dinciler ile inanları ayırmak gereklidir, dinci; inanan gibi gözüküp, dini kullanarak kendi çıkarı ve işine geldiği gibi davranan demektir.)

Şu anda tecavüz konusunda sosyal medyada paylaşılan tepkilere bakıyorum... Hepsi duygusal... Duygusal tepkiler akıl ile yürütülmediği sürece tecavüz eden ve tecavüze uğrayan ilişkisi daha da kilitlenmesine sebep olur... Sıkı dayanışma içinde kol kırılır meselesine döner...

Yaşanan tecavüzleri protesto/ eleştirenleri polis yaka paça gözaltına almış... Elbette polis tek başına karar verme yetkisi yok, ona birisi emretmediği sürece adım dahi atamaz... Siyasi irade tecavüze sahip çıkmayı, karşı çıkanların üzerine kaba güç uygulamayı seçmiş. İfade özgürlüğü yine polis dayağı altında kaldı... Bu süreçte boşu boşuna çocuklarımız polis dayağı yemesinler...

Bu sorunu erk sahipleri iktidar mücadelesinin bir parçası olarak görmektedir, o yüzden en ufak eleştiriyi bile kendi kurumlarına yapılan saldırı ve iktidar koktuğunu kaybedecekleri paranoyası içinde savunma/ saldırıya geçmekteler… Bu içgüdü ile hareket edenler iktidardan giderse gerçek din belki kendisini ifade etme fırsatı olacak...

Bu sorun sadece çağdaş dünyanın sorunu değil, dinin sorunudur. Din ile ilgilenenler bu sorunu tespit edip kendisi ile yüzleşmelidir... Dışarından bizlerin günah dememiz ile günah olarak görülmez...

Sübyancılık ile mücadele hangi kesim içinde görülüyorsa o kesimin ana sorunudur... Sorunu yaşayanlar sorunu ortaya sürmedikleri sürece dışarında yapılan her tepki anlamsızlaşır...

Türkiye yeni bir siyasi sürece girdi... Ortalığa bir bakın liberaller geçmişte yan yana yürüdükleri iktidara sataşıyor, altını oymaya çalışıyor, demokratik kitle örgütleri değişik konularda protestoda, canlı bombalar sokaklarda ve uygun gördükleri yerlerde patlıyorlar... Ortada bir siyasi partiler yok! Neredeler diye sormuyorum, kongre yorgunu veya kongre heyecanı içindeler... Siyasi parti liderlerini göreniniz var mı? Meclis toplantısı olmazsa sanırım öyle bir parti olduğu bile anımsanmayacak!

Her güç, kendi sonunu kendi içinde çıkar çatışması ile hazırlar. Uzun zamandır iktidarda olanların sonu her daim hasıraltı yaptıkları, üstünü örtükleri sorunlar ile yüzleşerek olacaktır. Cinsel taciz bu sorunlardan sadece biridir ve bu artık iktidar sorunu haline getirilmiştir. Gelmekte olanı ve gideni biliyoruz. Giden ölüm, gelen sıtma... Ama en azından yaşama hakkı için gelmekte olana şimdilik sessiz kalacağım... 

Kan göllerini kan deryasına dönüştüren öncelikle gitsin, daha fazla kan dökülmesin...  Taraf olmuyorum bu iktidar kavgasında, çünkü her ikisi de sonuçta bana, geleceğe, insanlığa düşman...

Gelmekte olanların tarafları bugünlerde karşılıklı kavgada, o kavgalara bakarken taraf olmaması gerekenler gelmekte olanın yan değneği konumuna düşmüş...

Belki kendilerince haklılar...

Dönüşü olmayan bir yoldayız, tarih dönüşleri not etmez, geleceğe açılan kapılardan ve fırsatları tarihten ders çıkaran örgütlü bireylerin ve toplumların yararlandığını belirtir…


İsmail Cem Özkan

19 Mart 2016 Cumartesi

10:55 İstiklal Caddesi

10:55 İstiklal Caddesi

Sabahın erken saatleri İstiklal Caddesi küçük grup halinde dolaşan turist gruplarına ev sahipliği yapmaktadır. İstanbullular bilir ki eğlence öğleden sonra başlar sabah saatlerine kadar sürer. Sabah saatlerinde caddeyi bilenler pek uğramaz, çünkü çöp kutuları caddenin ortasında dağ gibi yığılmış, dükkanların kepenkleri kapalı, birkaç lokanta ve zincir mağazaların şubeleri camekan düzenlemesi içindedir. İstiklal Caddesi her zaman ki gibi sakindir, polisler görevlerinin başında, henüz sivil polisler kalabalık olmadığı için cadde üzerinde değillerdir.

Cumartesi günleri saat 12 civarında Galatasaray Lisesi önü ve postane arasında bulunan Cumhuriyetin 50. yıl heykelin önünde faili meçhuller konusunda duyarlılığı artırmak için anaların oturma eylem yeri boştur. Sessizlik öğleden sonra başlayacak gürültü ile ortadan kalkacaktır. Gökyüzü gri havasını henüz yeryüzüne indirmemiş. Saç ektiren Araplar başlarında bantlar ile caddenin sahibi gibidir. Çevre otellerde kalan turistler cadde boşken keyif ile gezmeye ve fotoğraf çekebilecekleri kilise ve ara sokak duvarlarında ki grafitilere meraklı gözler ile bakmaktadır. Elinde bir küçük bayrak ile grup önünde yürüyen kokartlı rehberler, çevre ile ilgili bilgi vermektedir.

Yayın yasağı gelmeden internet yavaşladı.

Saatler 10:55’i gösterdiğinde kaymakamlık binasının ön tarafında bir ses duyuldu. Duman kan ile karışık şekilde gökyüzüne çıkarken, korku İstanbul'u teslim almaya başlamıştı. Canlı bomba sakin bir cumartesi günün sabahını kana buluyordu. Amacı çok insanı öldürmek olmadığı, bir mesaj taşıdığı eylemin saatinin seçilişinden anlıyorduk. Mesaj verilmişti ama kime? Mesaj kısa zamanda adresine ulaşmıştı, fakat mesajı alanlardan önce olayın ilk metni internet dünyasında olan sosyal sitelerin duvarına düşerken, internet bağlantı hızı yavaşlatıldı. Henüz yayın yasağı ilen edilmemişti ama internet yavaşlatıldı.

Teyit edilemeyen bomba patlatarak kendisini teyit ettirdi...

Günlerdir uyarılar yapılmış, alman lisesi bir günlük de olsa okulunu terör yüzünden tatil ilan ettiğini duyurmuştu. Alman istihbaratı sağlam kaynaktan bilgi almış ve vatandaşlarını uyarmıştı. İstanbul valisi buna çok içerlemiş, beyanat vermişti. Zaten ülkemizin havası Ankara katliamından beri gergin, canlı bombaların patlayacağı beklentisi içindeydi. Ama teyit edilemeyen bilgi yüzünden normal yaşam olağanüstü hale getirilemezdi!

Saatler 10:55 gösterdiğinde devletin güvenlik politikası istiklale bomba gibi düştü... Teyit edilemeyen bomba patlatarak kendisini teyit ettirdi...

Sosyal medyanın duvarına tepkiler çığ gibi düştü.

Yorumlar içinde dikkati çeken bir dilek dillendiriliyor. “Canlı bombadan korkmuyoruz, alışmayacağız!” İlk bakışta doğru gibi gelen cümle aslında başka bir gerçekliğe parmak basıyordu, çünkü alışamayacağız dediğimiz her şeye alıştık, korkmayacağımız her şeyden korkar olduk!

Canlı bomba en sinsi saldırı aracıdır.

Bu ülkede birileri korumalı ve güvenli sitelerde yaşarken, diğer yanda halkın çoğunluğunu oluşturan kesim saldırıya açık ve kurban olarak sunulmaktadır. Toplum içinde oluşan eşitsizlik ortadan kaldırılmış olsa sanırım her birey aynı derece önlem almak için siyasi iradeyi zorlar ama bir bölümü “yaralılar keşke ölseydi” diyecek kadar gözü dönmüş taraftar konumundadır. Taraftarlığı ölüm üzerinden yaşam üzerine döndürmek için öncelikle canlı bombaların her kesimi potansiyel eşit derece kurban yapmaktan geçer, öncelikle çok korumalı siteleri yıkın, çok korumalı para sahipleri ve siyasileri ortadan kaldırın, o ülke de yaşamak daha keyifli olur...

Korkun, çok korumalı siteler var olduğu sürece!

Korkun çok korumalı siyasiler hayatımıza yön verdiği sürece!

Korkmuyoruz, alışmayacağız diyenlerin hepsi 12 Eylül’den bugüne korktu ve alıştı.

Birçok yorum içinde canlı bomba paniklediği için erken patladı demektedir. Ben bu görüş ile hemfikir değilim, çünkü panikleyen insan canlı bomba olamaz... Birilerine mesaj verilmesi için kendisini patlatılmıştır, mesajı alan da zaten almıştır...

Küçük turist grubundan ölenler ve yaralıların var olması sanırım amacına uygun bir mesaj olmuş...

Bu arada Taksim'deki oteller boşalmış... Turizm bu sene kara kışını yaşayacak gibi... Eğer bu ölüm istikrarı bu şekilde ivme ile devam ederse bayramlarda yollarda ölümler de azalır, çünkü dışarıdan gelen turist azaldığı gibi iç turizm de batar...

“Türk halkı korku ile yaşamaya alışıktır” denmenin anlamı yoktur, başka seçeneği olmadığı için yaşamak zorundadır...

Ülke yönetilmez, güvenlik tedbiri alamaz konuma getirilmiştir. Bu duruma gelişinin başlı başına bir kaç nedeni var. (aslında birçok neden var ama yazının içeriğine göre kısalttım) Birinci neden; Erdoğan "bak bensiz olmuyor çifte başlılık açık yaratıyor" diyerek yandaşlarının gündeme dokunuşları, ikinci Suriye / Kürt politikası yüzünden iktidarın değiştirilmesi ve dış müdahale... Erdoğan ve dış güçlerin işine gelen kaos ve korku havası...

Sosyal bilimlerde kağıt üzerinde ki planlar, hayatta karşılığını bire bir karşılamaz, çünkü hayat teoride ki gibi tek bir çizgi üzerinde devam etmez. Ülkenin bu hale gelmesini planlayanların planları umarım bozulur... Daha fazla insanın kanı toprağa karışmadan.

İstiklal Caddesindeki canlı bomba sonucu hayatını kaybedenler: İsrail vatandaşları, Simha Simon Demri, Yonathan Suher, Avraham Godman; İran vatandaşı Ali Rıza Khalman.

19 Mart 2016 istiklal caddesi 10:55' unutma diğer patlamaları ve son nefeslerini verenleri unutmayacağın gibi...

İsmail Cem Özkan


Geçilmez diye yalan uydurdular, geçtiler gittiler!

Geçilmez diye yalan uydurdular, geçtiler gittiler!

Çanakkale geçildi, hala geçilmez diye böbürlenenleri gördükçe dudaklarımda kara bir gülümseme oturur, kara dediğime bakmayın acıdır. Acının gülümsemesi olmaz. Emperyalist oyunun parçalanan oyuncağı olduğumuzu anlatır karanlıktaki sesim. Böbürlendiğimiz / övündüğümüz on binlerce ölümüzün olmasıdır, çoluk, çocuk, yaşlı – kadın erkek nesillerin ortadan kaldırılmasıdır.

Bir cephede yok edilen tüm birikimlerimiz.

Birikimlerimiz halklarımıza uyguladığımız zulümdür, derisi yüzülen insanlarımızın acısıdır. Osmanlı devleti içinde yaşadığı topluma çok acılar çektirdi, çok zulümler uyguladı. Anlı şanlı denilen tüm seferler acılar, katliamlar üzerine kuruludur.

Yağmaladı devleti yaşatmak için, yağmalandı İstanbul eşrafı şatafatlı ve rahat yaşasın diye. Tarlada ekili üründen hesap sormadan pay biçildi, alındı. Evdeki ocaktan çocuklar devşirildi, sırf bir aile gücünü korusun, daha fazla baskı yapsın diye…

Çanakkale savaşları işte bu zulmün son dönemecidir, yok oluşunu işaret eder. Böbürlenerek anlattığımız kıyımın olduğu yıllar bu kıyımın son sahnesidir. Son sahne bir Alman generalin yönetiminde sahneye kondu. İleriye sürülen bizim çocuklarımız, karar verenler Alman halkının çıkarını savunmak ile yükümlü olan bir general!

Çanakkale geçilmez diye yazarlar ya bende biraz gülümserim…

Çünkü bir kaç sene sonra bizim ro-ro gemilerimiz saray burnunda demirlemiş değillerdi... Saray burnuna demirleyen gemilerde İstanbul'u işgal edecek emperyalistlerin bayrakları sallanıyordu.

Karne ile şehirden şehre gidiliyordu...

Bir ülke işgal edilince özel belgelere sahip olmayanların seyahat etme özgürlüğü bile yoktur, işgal kuvvetlerinden icazet almayanlar oturdukları semti bile değiştirmezdi. Yeraltında örgütlenenler ancak direnişin umudu olur ve onların yaptığı kap - kaçlı mücadele ile birileri “içimde ki yağ eridi, oh olsun!” diye içinden geçirmiştir.

Örgütlü güçlerin olduğu yerde “geçilmez!” dediniz mi, geçilmeyecek!

Bir kaç gün ve yıl için binlerce güzel çocuğunu bir cephede bir Alman generalin emrine verip öldürteceksin! Sonra övüneceksin!

Neden?

Alman çıkarlı ve savaş stratejisi onu gerektirdiği için. Tıkanan ve siper savaşında kilitlenen batı (Garp) cephesinde daha rahat hareket edebilmek ve Fransız / Belçika cephesinde tıkanıklığı aşmak için yeni cephe açmak gerekliydi.

Kim için?

Kimlerin çocukları öldü orada?

Yeni Zelandalı, Avustralyalı, Kürt, Yahudi, Arap, Türk, Çerkeş, Gürcü, Alevi, Hristiyan... Osmanlı tebaasında olanların ve olmayanların hepsi... Hiç görmedikleri bir boğaz ve deniz manzarası içinde…

Peki, neden?

Geçilmez diye birileri propaganda aracı olarak kullansın diye. Öteki cephelerde yaşanan kötü haberi bastırmak için öne çıkarılmış ama savaşsız, çatışmadan Çanakkaleyi geçen gemiler İstanbul'u çoktan işgal etmiş, bu işgalden nasıl kurtuluruzu düşünmüş dönemin yurtseverleri…

Geçilmez dediğiniz yerleri geçmişler…

Bir çakıl taşı vermeyi düşünmeyen dönemin siyasi iradesi ülkeyi kendi elleri ile teslim etmiştir… Gereğinden fazla böbürlendikleri için... Gereğinden fazla güçlü olduklarına inandıkları için...

Evet, güçlüydüler, kendi halkına ve tebaasına karşı... Onları sürdü, asker kaçağı dedi öldürdü...

Askere gidenlerin önemli bölümünü düşman yok etmedi, bitler, pireler ve salgın hastalıklar yok etti.

Çölde susuz ölen, dağda soğuktan donan askerler bizim evlatlarımızdı...

Hepsi Osmanlı bayrağı ve padişah (halife) için öldüler, kalanlar başka bayraklar altında bir arada yaşamaya devam ettiler…

Abartı ile olaylara bakanlar, şanlı geçmişimiz diye övünenler biraz da gerçekleri görerek, geleceğe baksınlar...

Bugün de binlerce vatandaşımız kendi toprağımızda ölüyor?

Neden?

Kim için?

Bir arada bir birini tanıyarak yaşamak yerine erk sahibinin kafasında olan yaşam biçimi halka yaşatmak adına. Zor ile baskı ile halklar ne yazık ki bir arada olamıyor... Olmadığını yakın tarihe bakıp görebilirsiniz...

Savaş yerine başka çözümler var. O çözümlerin biri ikinci dünya savaşı sırasında uygulandı… Ama bugün ki iktidar o olasılıkları yok sayıp savaş savaş diyor...

Kimin çocuklarının kanı üzerine kahramanlık türküsü söylenecek?

Bir petrol borusu için Suriye iç savaşı başlatanlar, çıkarı için milyonlarca insanın ölümüne sebep olanlar savaştan elde etikleri ganimetleri kasalarına doldurmak ile meşgul...

Başkalarının çıkar savaşına hayır diyelim...

Geçilmez dediğimiz her yer geçilir...

Güçlü olan, teknoloji sahibi olan geçer...

İsmail Cem Özkan

18 Mart 2016 Cuma

Bugünler de newroz’a rengini veren ateş değil kandır!

Bugünler de newroz’a rengini veren ateş değil kandır!

Newroz baharın müjdesi yani uyanışın günüdür. Uzun ve çetin kış günlerinden sonra baharın geldiği, yeni günün 21 Mart ile başladığı kabul edilen gün! Gelmekte olanı işaret eder, yakılan ateşler ile zulmün, esaretin bittiğini işaret eder… Ağrı’nın tepesine konan agri’dir. Ateşi ilk gören bilir hayat yeniden başlamıştır. Yeni güne neşe ile başlamak, üzerilerine sinmiş olan esaretin atıldığı gündür. Halaylara durulur, bütün insanlık kol kola dans eder, neşelidir. Çengiler kurulur meydanlara… Bayramdır, insanlığa sunulmuş bir bayram. Hepimiz biliriz 21 Mart günü kutlanan bayramın anlamını ve içeriğini, anlatmaya gerek yoktur ama karanlığın hakim olduğu ve zifiri karanlığın üzerimize kara bir bulut gibi çöreklendiği bu günlerde bir kıvılcım gibi, umut gibi tekrarlamak gerekti.

Yeni başlayan gün, karanlığı yok edecektir!

Geniş bir coğrafyada kutlanan newroz, bizim yakın tarihimizde başka anlamlara büründü, yüklenen anlamlar altında ezildi, yasaklandı, özgürce kutlandı. Şimdi yeniden yok sayıldığı günlere döndük, çatışmanın, cepheleşmenin, kan dökerek anlaşıldığı günlerde newroz çiçeği kan ile sulanır oldu. Newrozun rengi ateşin rengi değil, toprağa karışan kanın rengi oldu.

12 Eylül sonrası newroz / nevruz tartışması yaşandı, yok sayıldı, olmayan bayram dediler, bahar bayramı oldu, yeni gün dendi, yeni yıl dendi türki halklar için, en sonunda newroz yerine nevruz kutlandı. Daha sonra newroz oldu. Farsça bir kelimenin çok sahibi oldu, yazım ve okunuşu şivelere ve dillere göre değişikliğe uğradı ama sonuçta newroz bayramı kabul edildi. Ateş üstünden devlet erkanı atladı, halk zaten dileğini tutup nasıl kutlaması gerektiğini atalarından öğrendiği gibi kutlamaya devam etti. Newroz birisi için Demirci Kawa, diğer için Hz. Ali doğum günü, başka biri için yeni yılın ilk günüydü.

Yasaklanmadan, kutlanan şenliğe dönüşen newroz aynı zamanda Kürt sorununda mesaj verme günü, sorunun çözümü yönünde umutların halka anlatıldığı gündü. Şimdi yeniden yasaklandı. Kutlanmasına izin verilmiyor. Kutlama yerine bomba, kitle katliamı, bodrum cinayetleri parmak izini bıraktı...

Ülke 21 Mart gününe yeniden odaklandı, yeniden daha fazla kan akmasın diye inandıklarına dua eder oldu... Barış demek nefesin üzerine dört duvar örmek, açık bırakılan alanında demir parmaklık koymak oldu. Newroz güzelliğe, berekete, doğanın uyanışın simgesel günü olması gerekirken kan deryası günü olmaya başladı.

Sorunlar kan ile çözülmez, çözülmüş olsaydı kan davası hala devam eden ilkel rütel olarak varlığını kan deryasında devam ettirirdi. Kan davası genel anlamda bitti, bitirildi çünkü hepimiz biliyoruz ki kan kan ile temizlenmez...

Bugün dahi kan davası güden ilkel beyinlerin ve ritüellerin hayatımızı kan deryasına döndürmesine izin vermeyin... Kim ki nefret duygusu ile hareket ediyor, uzak durun, çünkü en kısa zamanda sizi de bu kan deryasına bir damla olarak bırakacaktır...

Hukuk, siyasi iktidarın fahişesidir!

Eğer bir şeyler değişmez ise kırklı yılların karanlık zamanlarına benzer bir karanlıkta yok olup gideceğiz. Bu ülke toplama kamplarına yabancı değildir, yakın tarihimizde bir çok kamp yerinin olduğunu ve orada çalışan mahkumların olduğunu unutmayalım!

Her şey yasalar ve hukuk içinde olmaktadır söylemi, tarihte işlenmiş tüm soykırımlar ve toplu katliamların da sistemli, planlı ve kurallara uygun şekilde işlendiğini işaret eder. Yahudi soykırımı, Ermeni Tehciri hepsi yasalar eşliğinde ve hukuk kuralları ile sistemli, planlı bir şekilde uygulandı. Demektir ki, erk sahibi insanlık suçunu yasalara dayandırarak yapmış olması onu suç olmaktan çıkarmaz. Hakim olduğu yerlerde meşru olarak yaptığı tüm işlemler başka zaman ve coğrafyalarda suçtur. İktidar güçlü olduğu yerde çoğunluğun haklarını savunuyorum diyerek, azınlıkların ve güçsüz olanların haklarını çiğner ve bunu kendi çıkardığı hukuk kurallarına dayandırır. Demokrasi ve özgürlük çoğunluk haklarının korunduğu değil, azınlıkların hakları korunduğu sürece vardır.

Demokrasi ve özgürlük adına evet bugün karamsarım, çünkü karanlık bir bulutun altındayım...

Ülkeyi kan tuttu, akıl artık yeni bahara.

Ülkenin erk sahibi Erdoğan ve PKK kazanımlarını kaybetmemek için her şeyi göze almışlar. Her yere her toplum katmanı arasına mayınlar döşüyorlar.

Yaşadığımız toplum mayın tarlasında adım atmaya ve geleceğini görmeye çalışıyor. Ülkemiz mayın tarlası gibi, her an bir yerde biri mayının üstüne basıp toplu katliama sebep olabilir. Esas suçlular patlamanın gölgesinde kalacaktır. Mayına basan suçlu, ölen orada olduğu için suçlu kabul edilecek.

Ortaya bırakılmış kör mayınlar acaba bugün nerede ve kimlerin üstünde patlayacak? Her gün bir yerde toplu cinayet işleniyor ve bu cinayetten hala kimlerin kazançlı çıktığı sorgulanmıyor, bayrak elde, kör olmuşçasına düşmanlıklar körükleniyor...

Gerçek suçlular yeni katliamları hazırlarken, ölenler toplum arasında kırılmaya biraz daha katkı sunan neden olarak karşımıza çıkacak… 

Düşmanlık ve nefret söylemi ile mayınlar toplum içinden temizlenmez...

Duygusal bakışı bir yana bırakıp artık akıl ile olaylara bakmak gereklidir, bu kadar ölüm hep bizden ve hep biz ölüyoruz, yetmedi mi?

Katliamların ve acıların coğrafyası yok!

Ne yazık ki gidişat kötü, bu gidişatı önleyebilecek ülkede ne yazık ki örgütlü kitlesel bir yapı yok!

Kendiliğindencilik siyasette ancak yeni bir satışa kadar devam eden süreçtir, akıl ile ve örgütlü müdahale olmadığı sürece kan tutulmasına hepimiz katışmış oluyoruz...

Akılın yerini duygular aldığında “bir sizden bir bizden” ölümlerin ne yazık ki arkası gelmez.


İsmail Cem Özkan

16 Mart 2016 Çarşamba

Ben iyi biri olmadan önce

Ben iyi biri olmadan önce

Tiyatro ve şiir yan yana gelmiş sahne de imgeler ile kardeşliğini ilan etmiş. İmgeler ile devam eden diyaloglar, aslında diyalog demeyelim her oyuncunun canlandırdığı bir iç konuşma. İç konuşmalar o kadar çok imgeler ile yüklü ki, kim kime ne dedi, neden dediğini soramıyorsunuz, çünkü ilgisiz gibi duran ama her birinde imgeler ile yüklü bir oyun.
İmgeler sahneye sanki boca edilmiş, seyircisini kucaklıyor. İmgeler seyircinin yüzüne kara bir gülümseme olarak otururken, sahnede yaşamın bir yüzü oyuncuların seslerine bulaşmıştı.

Şairlikten tiyatro oyun yazarlığına adım atan Şerafettin Kaya, şairlikten gelen imgeleri sahneye uyarlamış. ‘Ben iyi biri olmadan önce’ adlı oyun bir fotokopi dükkanı aynı zamanda cafe’de gerçekleşmekte. Bir çalışan, bankta oturan genç bir kız, sakallı başka biri. Sessizdir. Sessizliği dışarıdan gelen bir kadın bozar. Çıktı almak istediğini söyler. Bu sırada sakallı kapının yanında duran fırlar. Sıra bende ama iyi bir insan olduğumdan sıramı size vereceğim der. Kadın şaşkındır. Çıktı alınır ama ondan sonra gelişen olaylar imgelerin dünyasındadır. İyi olduğunu iddia eden bir insanın iç konuşmaları ve çevresindekilerin ona uyum sağlaması ve kendilerini kendimce sorgulamaları. İyi biri olmadan önceki haline doğu bir serzeniş. Kısaca yüzleşme. İmgeler içinde oyun monologdur ama diyaloglar içindedir.

Oyucular kendilerine verilen görevi en iyi bir şekilde yerine getirirken, henüz çok yeni olduğundan kaynaklı olsa gerek, henüz sahnenin enerjisini seyirciye aktaramıyorlar. Amatör ruh ile yapılan işler her başlangıcında buna benzer görüntüler olur. İlerledikçe oynadıkça sahne ısınacak, oyuncular ısınacaktır. Pratikte öğreniyorlar çoğu, oynadıkça kazanılacak tecrübe...

Oyun içinde hiç müzik ve efekt kullanılmamıştır. Belki bunun eksikliği olabilir, çünkü sahnede tek düzen kurulan ışık oyunda iniş ve çıkışlara yardım etmemektedir. Işıklar sadece bölüm geçişlerinde karartılır ve açılır.

Her oyunun bir öyküsü vardır, bu oyunda öykü imgelerin arasında sanki yokmuş hissi veriyor. Kısaca öykü bir cafe /fotokopi dükkanında dört kişinin içsel sohbeti ve ilişkileri şeklindedir.

Özel tiyatroların en büyük sorunu her oyunun başka sahnede olması, taşınma ve yerleşme. O yüzden en az materyal ile sahne düzenlenmesini yapmak ile yükümlüler. Masrafların artması demek gelemeyen seyircinin giriş ücretinin artması ya da tiyatro sahibinin cebinden karşılaması demektir ki, genelde düşük bütçeli olan kurumların bunu karşılayamaması elbette pratikte çözüm yollarını aramayı getirir. Bundan kaynaklanan sahne düzenlemesi istenildiği gibi olmamakta çoğu zaman da oyunun içeriğini kucaklayamamaktadır. Bu oyunda da sahne pratik çözüm ile ve el yordamı ile çözülmüş gibidir. Daha az materyal ile daha işlevsel kullanılabilir mi diye düşündüm. Her şeye rağmen sahne düzenlemesi oyunun içeriğine uygun diye düşündüm.

Oyunda amatör ruhu canlandıran tüm oyunculara ve sahne önünde ve arkasında olanlara, beni bu oyuna davet ederek incelik gösteren şair dostum, oyuncu, yeni tiyatro yönetmeni arkadaşımın da emeklerine sağlık demek düşer bana…

Alkışınız bol, yolunuz açık olsun…

İsmail Cem Özkan


Ben iyi biri olmadan önce
Kara komedi
Cibali oyuncuları

Yazan ve yöneten: Şerafettin Kaya
Oynayanlar: Didem Yeldan, Mustafa Güngör, Ali Can Yılmaz, Asena Büşra Sayın, Pelin Takat 

15 Mart 2016 Salı

İnsan vücutları üzerimize yağdı!

İnsan vücutları üzerimize yağdı!

Savaş bulutları, toplama kampları üzerimizde kara bir bulut gibi çöktü, bunu engelleyecek ne gücümüz ne de nefesimiz var sadece kurbanlar gibi bakıyoruz... Acı duyuyoruz... Parçalanıyoruz... Çünkü örgütsüz bireyleriz...

Son yıllarda sürekli ölümler gündemimizi belirlemeye başladı, artık tek tek bireylerin değil, toplu ölümlerin ve katliamların ülkesi olduk. Toplu olarak infaz ediliyoruz, beyinlerimizin her kıvrımına biat etmemiz fısıldanıyor, sormadan öldür ve öldürt!

“Bir arada yaşayamayacaksınız, et ile kemiğin ayrışmasında oluşan acıyı yaşayın, parçalanın, olacaksa artık olsun!” diye bilinçaltımıza fısıldanan sözün yüksek söz ile ifade etmemiz istenmektedir. Bütün bu algı operasyonlarına, toplu cinayet projelerine karşı bizim yapabileceğimiz, savunma da kalacağımız elimizde ne kaldı? Teker teker hepsini zaman içinde elimizde alınmakta ve kör bir bombanın patlaması sırasında vücudumuzun parçalandığını izlemekten başka. Her cinayet, her katliam etimizden birer parça alırken, bilincimizde karanlığa, duyguların esiri olmaya zorlanıyor. Bilinç ile hareket etme, duygun ile hareket et ve düşman olarak gösterileni linç et fısıltısı sürekli ekranlar aracılığı ile haber bültenlerinde, filmlerin içinde söyleniyor, söyletiliyor… Duyuyoruz, görüyoruz, çaresizce bekliyoruz. Kurban olmaya hazır bir koyun gibiyiz, ölüm bizi ipnotize etmiş, kasap elinde bıçak ile bizi kesmeye gelirken, kaderimizin bu olduğunu dahi düşünemeyecek kadar boş gözler ile dışarıdan kendimizi izliyoruz. Ölüm kapımızı çaldı, biz bilinçsizce kapıyı açan kurbanlarız! Ölüm tüm sokakları teslim aldığı yerde bodrumda saklanan masum insanlarız. Hiçbir zaman bodrumda saklanacağımız aklımıza gelmemişti, şimdi yaşam yerlerimiz oldu!

"Türkiye, çözülmemiş bir ulusal sorunun bedellerini ödüyor" Alberto Negri

Yüzleşme konusu son kırk yılın ayrılmaz kelimesi olmuştur. Geçmiş ile yüzleşme, çünkü kuruluştan kaynaklanan birçok sorun katmerleşerek bugüne kadar geldi. Zor ile hasır edilen, görülmezden gelinen sorunlar değişen politikalar ve yurt dışına açılan bilinç duvarları karşılaştırmalı tarih sayesinde kırılmaya ce sorular sorulmasına sebep olmuştur. Kuruluş aşamasında dünyada hakim olan anlayışın yerini başka bir anlayış ile yok olmuş, kapitalist sistem ihtiyacına uygun olarak yeni tarih bakışını tüm toplumlara dayatmaktadır. Etnik kimlikler ve inançlar ayrılığın ve bir arada olmanın mihenk taşları olduğunu gören sistem, ihtiyacına uygun olarak yeni pazarların oluşması için parçalanmayı ve bu parçalanmadan doğacak olan enerjinin sistemin sorunlarının giderilmesinde çözüm olacağı düşünülmüştür. Çünkü kapitalizm ne zaman sistemsel sorun ile karşılaşsa global olarak savaş reçetesi ile kurtulmaya çalışmıştır. Yeni savaş stratejisinin adı ‘hibrit’ savaşlarıdır ve bu savaş sayesinde sistemden kaynaklanan sorunlara çare aranmaktadır. Bir bölgede ölümler başka bölgede refahın yükselmesi anlamındadır.

İnsanın nasıl öldürüleceği konusunda geliştirilen teknoloji ve akıl yürütmeler yaşatmak üzerine yürütülmüş olsaydı bugün kanserden ölen insan olmazdı.

Başkalarının refahı için seçilen coğrafya içinde yaşadığımız coğrafyadır ve olayın aslını bilmeden halklar birbirini boğazlamaya ve bölge ülkeler silah stokunu artırmak için piyasadan silah toplarken, sessiz kurbanlar bizler olduk. Bizde yaşanan savaşın sonucu olarak mülteci krizi refah toplumunun sınırlarını zorlaya başladığında, refah toplumun refleksi ırkçılığı artırmak ve sınırlarına tel örgüler çekmek oldu. Mülteciler arasında ayrım yaparak denizleri ölüm tarlalarına dönüştürdüler. Bu kendi ulus devletini korumak adına yapılmış bir insanlık suçudur ve kimse bu suçu sorgulayacak kadar örgütlü değildir, çünkü kapitalist sistemde parası ve gücü olan her zaman haklıdır, azınlıklar ya tüketicidir ya da kurban!

Hepsi barış için!

Ülkemizin tek hakimi gibi gözükmeye çalışan Erdoğan "ya bizimle olacaksınız, ya da terörist!" toplumu bu şekilde kategorize ettiğini bir toplantıda dillendirmiş. Ya sev ya terk et politikasının başka versiyonu yeniden hayatta geçiriyor... Kısaca daha fazla kan ve daha fazla çatışmayı işaret ediyor, ne zaman tüm toplum tam biat eder ancak o zaman barış gelir! Çünkü barış kelimesinden her birey ve toplum durduğu yere anlamlar yüklemekte ve o anlamlar ışığı altında barış demektedir.

Barış ortamı ve istikrarın sağlanması için bazı yerleşim yerlerinde sokağa çıkma yasakları uygulanmaya başlandı. Hepsi barış için!

Barış için var olan sorunlar ve sorun oluşturanlar ortadan kaldırılmış olsa, o zaman ülke pürüzsüz ve istikrarlı bir ülke olur. Çoğunluk haklarının hakim olduğu yerde azınlıklara düşen görev biat etmek ve çoğunluk refahı için çalışmaktır. Barış ancak o zaman hayat bulur anlayışı içinde operasyonlar yapılmakta ve yönetilmektedir. Barışa giden her yolu mubah gören anlayış hala erki elinde tutmaktadır.

Bodrumda yanmış cesetler, anadan üryan duvar dibinde insanlar, panzer ile ezilmiş insan fotoğrafları medyaya servis ediliyor... Sanırım fotoğraf çeken bakın biz insanlık suçu işliyoruz, kimse bizden hesap sormaz... zaten hangi insan hakları kaldı ki çiğnenmeyen?! En önemli halk olan yaşama hakkı ortadan kalktı!

Ankara’da ki Güvenpark katliamı Silopi, Cizre, Sur'da yaşanan ‘sokağa çıkma yasağı’ ve ‘bodrum cinayetleri’nin üstünü örten bir patlamaydı, çünkü o katliama ve insanlık suçuna ilgiler yoğunlaşırken Ankara katliamı onların üstüne insan külünü savurdu, ne yazık ki artık gündem bile değiller.. Ankara katliamından kimler kazançlı çıktı derseniz, pimi çeken mi, pimi çekmesi için ortam hazırlayan mı? Duygular ile yapılan her eylem bazı şeylerin üstünü örter. Sur’da Cizre’de, Silopi’de ve ‘sokağa çıkma yasağı’ olan yerlerde işlenen ‘insanlık suçu’nu nasıl ki mahkum etmeye çalışıyorsam, Ankara katliamını yapanları da aynı şiddet ile mahkum ediyorum... Masum, sivil insanları öldürmenin hiç bir haklı gerekçesi olamaz... Bu katliam bir arada yaşama iradesine atılmış bir bombadır... Sur’da katliam yapan ile Ankara’da katliam yapan arasında düşünsel anlamda paralellik görmekteyim. Her ikisi de parçalanın, tıpkı insan vücudu gibi demekte...

Türkiye’de muhalefet katliam yerine karanfil bırakmaktan öte bir anlam ifade etmiyor...

Ankara katliamında ölenlerin kimlikleri yaşadığımız ülkenin renkleridir... Anma paylaşımlarına bakıyorum, bazı iller kendi ölüsüne sahip çıkıyor, onu anıyor... Sanki tek o ölmüş gibi... Ölenlerin hepsi bizden ve aralarında hiç ayrım yoktur, hepsi kardeşimiz ve canımızdır... Yüreğimiz hepsi için parçalandı... Onların vücutları üzerimize yağdı!

Ankara katliamını protesto etti diye biri veya birileri gözaltına alınmış. Katliamları durdurun demek bile göz altına alınma sebebi olmuş… Ankara katliamı bir daha olmasın diye tüm demokratik kurumlar sokağa çıkıp sesini duyurması gerekirken, devlet sanki katil ve olay ile ilgili olanları kollar gibi, olayın üstünü kapatma telaşına girmiş, faili meçhul bir katliam yaratma telaşı içinde gösterilere müdahale emri vermiş. Bu soğukta insanların yüreği yanarak çıktığı meydanda gözaltına almak; gösteri ve yaşama hakkına müdahaledir.

Solcu, işçi, Alevi, Kürt meydana çıkarsa tüm haklar askıdadır, gözaltına alınanlar da askıya alınır!

Yeni demokrasi ve özgürlük anlayışı ne yazık ki artık yukarıda ki gibi ve kolluk kuvvetlerinin beynine yerleşmiş...

İsmail Cem Özkan