Galata Gazete


20 Kasım 2025 Perşembe

Doğadan Kopan İnsan ve Zehirle Kurulan Yeni Dünya

Doğadan Kopan İnsan ve Zehirle Kurulan Yeni Dünya

Alüminyum fosfat bir aileyi ortadan kaldırdı… İnsan, kendi dışında canlıların aynı ortamda yaşamasını kendisine tehdit olarak görmüş ve onları yok etmek için her türlü aracı, silahı ve zehri geliştirmiştir.

İnsan, kendisini doğadan koparırken, doğada var olanların kendi yaşam alanında bulunmasını bir biyolojik silah gibi algılıyor; onlara karşı düşmanca bir hukuk, daha doğrusu hukuksuzluk, işletiyor: “Olanı imha et, bir daha bulunmasın” diyerek bir tür soykırıma girişiyor.

Doğadan kopuş yalnızca fiziki değil; insanın kendisini bütün canlılardan üstün gören zihinsel bir evrilişidir. Bu zihinsel kopuş, sonraki tüm şiddetin temelini oluşturur.

İnsanların böcekler, fareler, akreplerle savaşı yeni değildir. Orta Çağ’ın büyük salgınlarının hayvanlardan bulaştığına inanılan dönemlerinde, vebalılar için adalar oluşturulmuş; toplumdan dışlanan bu insanlar için ayrı mezarlıklar yapılmıştır. Ölüme terk edilen bu kitleler, savaş zamanlarında karşı tarafın kale surlarını aşmak için bile kullanılmış; su kaynaklarına atılarak vebanın korunaklı şehir içine yayılması amaçlanmıştır.

Böcekler ve hastalıklar hem korku hem de savaş aracı olarak kullanıla gelmiştir.

Tarih boyunca korku, çoğu zaman bilginin yerine geçti; hastalıkların kaynağı anlaşılmadıkça her canlı potansiyel düşman sayıldı.

Bugün laboratuvarlarda biyolojik silah çeşitliliği artmakta; barış zamanında bile bu silahların toplum içinde ne kadar sürede, ne kadar alanı etkilediği üzerine testler yapılmaktadır. Bir anda, hiç bağlantısı olmayan bir coğrafyada ölümler artabiliyor. Ölümlerin Allah’tan geldiğine inananlar için tek çare dua etmek gibi görünürken, bu ölümleri silah olarak kullananlar için her ölüm bir veri, bir ölçüm, bir deney niteliği taşıyor.

Böcekler bir anlamda silahtır; çünkü doğadan kopan insan, kendi ölümünü yine doğadan kopararak yok ettiği canlılardan devşirdiği yöntemlerle hazırlamaktadır.

Modern dünyada ölüm bile rastlantı olmaktan çıktı; hesaplanan, ölçülen, izlenen bir olguya dönüştü. Bu da insanı yalnızca kurban değil, aynı zamanda veri hâline getiriyor.

Büyük şehirlerde böceklerden kurtulmak için kontrolsüz bir savaş yürütülüyor. Geçmişte ülkemizde satışı serbest olan, ancak Amerika’da yasaklanan fare zehirleri uzun süre yaygın biçimde kullanıldı. Bu kullanımın ardından Alzheimer hastalığının ülkemizde belirgin biçimde arttığını bugün yaşayarak görüyoruz. Söz konusu zehirlerin ciddi yan etkileri vardı; ancak yakın zamana kadar evlerin salonlarına, odalarına, mutfaklarına, kilerlerine bırakılarak solunması kaçınılmaz hâle getirildi. Hepimiz farkında olmadan o gazların kurbanı olduk.

İnsan, kendisini koruduğunu sandığı her müdahalede aslında görünmez bir bedel ödüyor; bu bedelin ne olduğunu ise çoğu zaman yıllar sonra fark ediyor.

Yaz aylarında bizi sinir eden sivrisinek vızıltısı, birçok salgın hastalığın da habercisi olabilir. Steril ortamda üretilmiş sivrisineklerin barış zamanında bile insanları öldürmek için kullanılabildiği bilinirken, sivrisineği yok etmek için üretilen ilaçlar devasa bir pazar oluşturmaktadır. İlaç firmaları ürettikleri zehirleri “etkisiz hâle getirmek” bahanesiyle oda spreyi ya da vücut spreyi şeklinde tüketiciye sunmaya devam ediyor.

Piyasa, tehdidi yok etmeye değil; tehdidi sürekli kılarak kârı büyütmeye odaklanır. Sorun çözülmez, yalnızca satın alınabilir hâle getirilir.

Kapitalist dünyada hayvanlara ya da insanın hoşuna gitmeyen diğer canlılara karşı kullanılan her araç bir piyasa ürünüdür. Bu rahatsızlıklar, birilerinin kasasını dolduran bir ürüne, bir pazarlama stratejisine ve bir PR çalışmasına dönüşüyor.

Doğadan kopan insan, doğanın canlılarını kendisinden uzaklaştırırken; onların yokluğuyla şekillenen yeni ekosistemde, yine o canlılara karşı geliştirilen ürünlerle yeni bir tüketici kitlesi yaratıyor. Bu kitleyi sürekli ve istikrarlı biçimde hasta ederek yeni ilaçlara ihtiyaç duyar hâle getiriyor; depolardaki üretilmiş ilaçlar tükenene kadar da insanların çaresizliğini izleyerek para kazanmaya devam ediyorlar.

Böylece insan, hem av hem avcı, hem üretici hem tüketilen hâline gelir; modern düzenin en büyük ironisi budur.

Alüminyum fosfat, Nazi rejimi döneminde insanların duş odalarına alınıp suyla karıştırılarak Yahudileri, Çingeneleri, komünistleri ve ötekileştirilen tüm grupları boğmak için kullanıldı. Duş yaptığını sanan insanlar, bu karışım nedeniyle nefessiz kalarak hayatlarını kaybettiler. Bugün Naziler yok belki, ama onların mirasını devralanlar hâlâ görev başında.

Bir insanın ya da bir böceğin ölmesi arasında onlar için fark yok; sonuçta öldürmek amacıyla üretilmiş bir zehir işlevini yerine getiriyor. Bizler ise ya ölerek ya da muhtaç hâle getirilip sağlık sistemine bağımlı bırakılarak, sahip olduğumuz tüm birikimlerin elimizden alınmasını gözyaşlarıyla izliyoruz.

Belki de en acı soru şudur: İnsan kendi yarattığı zehirden kaçabileceğine gerçekten inanıyor mu?

İsmail Cem Özkan

Karanlık Bir Aynaya Bakmak: Epstein Dosyası ve Düzenin Görünmeyen Yüzü

Karanlık Bir Aynaya Bakmak: Epstein Dosyası ve Düzenin Görünmeyen Yüzü

Bugünlerde Epstein dosyası yeniden gündemde. Trump’tan Putin’e uzanan bağlantılardan, çeşitli karanlık yapılardan ve bu ilişkiler ağına dahil olduğu iddia edilen güçlü isimlerden söz ediliyor. Skandalın büyüklüğü, yalnızca adları geçen kişilerden değil, bu kişilerin temsil ettiği güç merkezlerinden kaynaklanıyor.

“Epstein” soyadının kökenine baktığımda ilginç bir detayla karşılaştım. Almanya’nın Hessen eyaletinde yaşayan Yahudilere zamanında “Epp” denirmiş; yani “Hessen kökenli Yahudi.” Yahudi Soykırımı Müzesi’nde Hessen’de yaşanan soykırım dönemine, gettolara ve Nazi öncesi tarihsel sürece dair anlatıları okuduğumda, bölgenin tarihinin ne kadar katmanlı olduğunu görmüştüm. Fırsatını bulan birçok Yahudi’nin yeni dünyaya göç etmesi de bu tarihsel arka planın bir parçası. Hessen, Almanya’nın en zengin bölgelerinden biridir; finansın kalbi olarak bilinen Frankfurt da hem ekonomik hem teknolojik açıdan Avrupa’nın en önemli merkezlerinden biridir.

Amerika’ya göç eden Almanya kökenlilerin yıllar içinde bir buluşma ve dayanışma kültürü geliştirmesi şaşırtıcı değildir; sonuçta gurbet, insanları birbirine yaklaştırır. Zamanla ekonomik güç arttıkça kaygılar azalır, zevkler ve tüketim ön plana çıkar. Bu tüketim çılgınlığı kimileri için bir kariyer, kimileri için bir kazanç kapısıdır. Ancak büyük para akışlarının devletten tamamen bağımsız olması beklenemez; devletler, eğer varlıklarını korumak istiyorlarsa, kara para ve organize suç ilişkilerini izlemek zorundadır.

Epstein dosyası da tam bu noktada karşımıza çıkar. İddialara göre, soruşturmanın işaret ettiği karanlık ağın içinde devlet kurumlarının ve istihbarat yapılanmalarının kesiştiği alanlar bulunuyor. Amerika’da etkili olmak isteyenlerin önce lobicilerle temas kurması gerektiği söylenir; işte tam bu temas noktaları, güç ilişkilerinin en çok tartışıldığı yerlerdir.

Bu nedenle dosya, dini, dili veya rengi ne olursa olsun kapitalizmin sert yüzünü görmek isteyenler için çarpıcı bir örnek sunuyor. Gücün, paranın ve nüfuzun birleştiği kapalı ortamlarda insanlık dışı suçların nasıl zemin bulabildiğini gösteriyor. Nitekim güç, para ve kapalı ağlar bir araya geldiğinde adalet mekanizmalarının zayıfladığı tarih boyunca defalarca görülmüştür.

Epstein, yalnızca ABD’ye özgü bir mesele değildir; dünyanın dört bir yanında görülen bir yapısal sorunun adıdır. Elit ağları, lobicilik düzenleri, finans-siyaset ilişkileri ve cezasızlık kültürü… Kapitalizmin denetimsizliğe sürüklendiğinde parayı yücelttiği ve bunun ahlaki çürümeyi kaçınılmaz kıldığı bu dosyada çıplak bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

Tüm bu tablo, aslında tekil bir skandaldan çok daha fazlasını işaret eder: Dünyanın üzerinde döndüğü düzenin, vitrinde sunulanla gerçekte işleyen arasındaki uçurumu. Epstein dosyası çoğu zaman bir “istisna” gibi anlatılsa da, güç yapılarını yakından inceleyenler için son derece tanıdık bir manzaradır. Bu olay, devletlerin, finans çevrelerinin ve elit ilişkilerinin bir noktada nasıl iç içe geçtiğini, hukukun ise çoğu zaman kapı eşiğinde bırakıldığını gözler önüne seriyor.

Bu nedenle mesele, yalnızca kimlerin adının geçtiği değildir. Asıl mesele, gücün denetlenmediğinde nasıl bir karanlık üretebildiğidir. Tarih boyunca farklı rejimlerde, farklı coğrafyalarda değişmeyen tek şey şudur: Gücü paylaşanların kurduğu kapalı dünyalar, en sonunda toplumun en savunmasız kesimlerini hedef alır ve en derin yaraları da onlara açar.

Epstein dosyasının önemi de buradadır. Bir dönemin değil, bir zihniyetin; bir kişinin değil, bir düzenin aynasıdır. Kapitalizmin, devlet mekanizmalarının ve elit ilişkilerinin karanlıkta buluştuğu bu zemin, yalnızca Amerika’nın değil, tüm modern dünyanın yüzleşmesi gereken bir gerçektir.

Sonuçta ışığın değeri, karanlığı ne kadar aydınlattığıyla ölçülür. Epstein dosyası da karanlığın nerede biriktiğini gösteren ender anlardan biridir. Onu anlamak, sadece bir skandalı değil, bütün bir sistemi okumak için bir fırsattır.

İsmail Cem Özkan

18 Kasım 2025 Salı

Kiralanan Dünya: Geleceği Bile Kiraya Veren Sistem

Kiralanan Dünya: Geleceği Bile Kiraya Veren Sistem

“Mülksüzleştirme” kavramını da kapitalistler, tıpkı birçok başka kavram gibi, sosyalistlerin elinden alıp kendi çıkarlarına uygun biçimde yeniden tanımlamayı başardılar. Bir zamanlar mülk sahibi olanların ellerindeki varlıklar çeşitli mekanizmalarla geri alınırken, bireyler giderek kiracı konumuna indirgeniyor; kirasını ödeyemeyenler ise icralık hâle sürükleniyor.

Geçmişte bir bilgisayar satın aldığınızda, yazılımların kullanım hakkını bir kez alır ve neredeyse “ömre yayılan” bir süre boyunca özgürce kullanabilirdiniz. Yeni versiyonlar çıktığında bunlar bir seçenekti; mülkiyetin kendisi ise tartışmasız biçimde satın alan bireye aitti. Ancak zamanla bu düzen değişti. Yazılımlar artık “sahip olunacak ürünler” olmaktan çıkıp “süreli kullanım” hakkına dönüştürüldü. Abonelik modeli, mülkiyetin yerini tamamen aldı; kalıcı kullanım hakkının yerini “kiralanmış işlevsellik” aldı.

Bu dönüşüm yalnızca dijital ürünlerde kalmadı. Ulaşım sektöründe bile aynı mantığın işletilmeye başladığını gördük. Eskiden uçak biletlerinde “last minute” vardı; son dakikada en ucuza uçma imkânı. Bugün ise tam tersine, en son biletini alan en pahalı uçan yolcudur. Havayolu şirketleri, kendilerine ihtiyaç duyan yolcunun yerine, uçmak zorunda olan yolcuya yöneldi. Uçuş boyunca koltuğu size kiralıyorlar; seyahat bittiği an o koltuk artık bir başkasının oluyor.

Böylece dünyaya gelen her birey, kapitalist sistem açısından muhtaç, sürekli borçlandırılabilir ve kiraya mahkûm bir müşteri hâline getiriliyor. Mülk edinmek yerine kiralamak dayatılıyor; ömrünüz sona erdiğinde de “sahip olduğunuz” şeyleri yakınlarınıza devretme imkânınız giderek azalıyor. Bu sürecin doğal sonucu, miras kavramının aşınması—hatta uzun vadede tamamen ortadan kalkması—olacaktır.

Çocukluğumda oynadığım “Monopoly” oyununu hatırlıyorum. Bu oyunda en avantajlı olan, aslında en çok parası olan değil; kontrol edebildiği alanlar üzerinden kullanım hakkı için bedel talep edebilen oyuncuydu. Oyunun sonunda mutlaka biri kazanır ve o kişi oyunun “tröstü” hâline gelirdi. Tröst her şeyi belirler, hâkimiyet kurar; parası bitip kirayı ödeyemeyen oyuncu oyundan çekilmek zorunda kalırdı. Geriye kalanlarla oyun devam ederdi. En çok parası ve mülkü olan, yani tröstleşmiş oyuncu, oyunun mutlak hâkimi olurdu. Kapitalizm ise bugün, küreselleşme adı altında tam anlamıyla tröstleşme sürecine girmiş durumdadır. Sonuçta, oyundan çıkan için mülkiyet fiilen ortadan kalkar.

Kapitalist düzenin bugünkü biçimi, mülksüzleştirmeyi yeni bir seviyeye taşıdı. En zengin olanın toprağını, alanını, sahip olduğu imkânları ancak parası yetenlerin kullanabildiği bir düzende; mülksüzlerin sığınacağı son yer çöplükler olacaktır. En sonunda nefes alıp verenlerin ekmeklerini kazanabileceği tek alan, sistemin dışına itilmişlerin birbirine tutunduğu o çöplükler kalacaktır. Kapitalizm, sadece mülkü değil, geleceği dahi kiralanabilir bir hizmete dönüştürmektedir.

Ancak tarih bize gösterir ki her tröst, her sermaye birikimi, bir noktadan sonra kendi çelişkilerinin altında ezilir. Kapitalizm, mülkiyeti tekelleştirdikçe; mülksüzlerin sayısını, öfkesini ve örgütlü gücünü de büyütür. Bugün çöplüklere itilmiş gibi görünenler, aslında yarının yeni dünyanın kurucu sınıfıdır. Çünkü üretimin gerçek taşıyıcısı mülksüzlerdir; mülkiyet tröstlerin elinde birikir, fakat yaratılan değer onların değil, çalışan milyonların emeğinin ürünüdür.

Ve bir gün, kiralanmış hayatların zincirine vurduğu bu kitleler, kendi ortak çıkarlarının bilincine vardığında, tröstlerin üstüne kurduğu iktidarı süpürüp atacak güce sahip olacaktır. Kapitalizmin sonunu hazırlayacak olan şey, işte bu büyüyen çelişkidir: Bir yanda her şeyi kontrol ettiğini sanan azınlık, diğer yanda her şeyi üreten ama hiçbir şeye sahip olmayan çoğunluk.

Sonunda o çöplükler, sistemin dışına atılanların değil; sistemin kendisinin çürüme alanı hâline gelecektir. Mülksüzler, bir kez ayağa kalktığında, kiraya mahkûm edilmiş bir dünyayı değil; ortak emeğin ortak mülkiyetini temel alan yeni bir toplumu kuracaktır. Ve gerçek gelecek, işte o gün kiralanmaktan çıkıp yeniden halka ait olacaktır.

 

İsmail Cem Özkan

15 Kasım 2025 Cumartesi

Tüketilen Bir Kuşağın Sessiz Çığlığı

 Tüketilen Bir Kuşağın Sessiz Çığlığı


Haberlere bakıyorum; yandaş, candaş, muhalif ya da değil… Hepsinin ana teması belli: Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırmacılık ve ekonomideki krizin neden olduğu, sonuçları ölüme kadar varan bir saldırganlık. Kendini ifade edemeyen erkeğin kadını öldürmesi, kendi ayakları üzerinde duran kadına yönelik şiddet sarmalı… Tüm bunlar, sistemin yaşadığı çöküşün aileye ve bireye kadar inmiş hali.

Solcu geçmişe sahip ailelerin çocuklarının çetelere karışması, uyuşturucuya yönelmesi ya da torbacılık yapması… Bunların hiçbiri tesadüf değil; hepsi, gerçeğin üzerini Instagram filtresiyle örter gibi parlatılmış haber bültenlerinin gölgesinde büyüyor. Bir yandan “Sokağa çıkmayın, çete gelir vurur” korkusu pompalanıyor, diğer yandan yağmur gibi yağan zamlarla alım gücü eriyor. İnsanlar mücadele etmek yerine “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” kolaycılığına teslim ediliyor. Bütün bunların “ülkenin bekası” adına yapıldığı söyleniyor. Devletin çıkarı varsa gerisi teferruat!

Toplumsal şiddet, aile içi mesele gibi sunuluyor; medya gerçekliği uyuşturuyor. Sosyal medyaya sığınan gençler ise yaşadıklarını değil hayallerini sergiliyor; görünürlük için yarışırken algoritmanın kölesi hâline geliyorlar. “Kaç kişi beğendi, hangi açı daha seksi, hangi saat daha çok izlenir” gibi sorular hayatlarının merkezine yerleşiyor.

Ey hayattan kopmuş birey… Birinci vazifen tüketmek. İkinci vazifen yok. Korkuyu büyütmek için erkeksin silah, kadınsan bedenin üzerinden değer biçiyorlar. Sana sunulan düzen, hayallerin yerine bedenini satmanı öneriyor; başka sermaye bırakmadıkları için…

Ama yetmiyor. Sana bir de başkasının gemisinin güvertesinde seksi poz vermeni söylüyorlar. Çünkü seni asıl beğenecek olanlar o gemilerin sahipleri; parası, gücü, medya araçları elinde olanlar… Sokakta çöp toplayan, atölyede sabahlayan, plazalarda getir-götür yapan milyonlar beğense ne olacak? Sana ulaşmaları mümkün değil; çünkü kendini onlara değil, zenginliğin ışığında poz veren efendilere sunman isteniyor.

Dünyanın her yerinde servet elitleri, şöhreti ve güzelliği bir yatırım aracı gibi görür. Zamanında gençliklerini sömürenler de, bugün sosyal medya üzerinden aynı düzeni yeniden üretiyor. Gücü elinde tutanların iştahının, genç bedenler üzerinde nasıl bir pazar yarattığını anlamak için komplo aramaya gerek yok; ortada işleyen dev bir endüstri var.

Ey parası olmayan milyonlar…
Ey çocuklarına anne babalık yapamayan, yapmasına izin verilmeyen ebeveynler…
Eskiden evlatlarınızı “vatan için” ölmeye gönderirdiniz; şimdi “gelecek kurmak için” yurtdışına gönderiyorsunuz.

Ama hiç düşündünüz mü?
Hangi sorundan kaçırırsanız kaçırın, onları daha büyük bir kaosun içine attığınız anlar da olabilir. Gittiği yerde yalnızlaşan, kimliksizleşen, köksüzleşen bir genç… Bu da başka bir kırılma, başka bir kayboluş değil midir?

Bugün toplumun yaşadığı çürüme, bireyin ahlaki kusuru değil; sistemin ürettiği bir sonuçtur. Gençler bozulduğu için düzen çökmüyor; düzen çöktüğü için gençler savruluyor. Ve biz, ışıkları parlayan ekranlarda sunulan hayallerin içinde kaybolurken, gerçeklik en sessiz yerlerde kanamaya devam ediyor.

Ama yine de…
Her çürümenin içinde bir filiz saklıdır. Toplumu ayakta tutan şey, ekranlarda parlayan sahte hayatlar değil; görünmezce süren küçük direnişlerdir. Bir genç kendi bedenini değil, aklını ve emeğini değerli kıldığında; bir anne korkuya teslim olmayıp çocuğuna adalet duygusunu aşıladığında; bir baba susmak yerine gerçeği söylediğinde; bir öğretmen, bir işçi, bir öğrenci “ben böyle yaşamak zorunda değilim” dediğinde sistemin çarkı bir kez daha tökezler.

İnsanı çürüten de sistemdir, iyileştiren de insanın kendisidir.
Ve insan, umudu en derin karanlıklarda bile üretebilen tek varlıktır.

Belki bir gün, tüketilen bu kuşak kendi sesini geri alacak;
belki bir gün sahte parıltılar yerine gerçeğin ışığı değer kazanacak;
belki de değişim, hiç beklemediğimiz bir yerden filizlenecek.

Çünkü umut, en çok çaresiz görünenlerde büyür.
Ve bugün “sessiz çığlık” dediğimiz şey, yarın bir toplumun uyanışına dönüşebilir.

12 Kasım 2025 Çarşamba

Sessizliğin Tarihi: İtaat ve Korku

Sessizliğin Tarihi: İtaat ve Korku

“Kelebeklerin Dili” (La lengua de las mariposas) adlı filmi izledim.

Hikâye, sıradan bir İspanyol kasabasında geçiyor; okul çağındaki çocukların ilk gün heyecanı, bir terzinin en küçük oğlunun gözünden anlatılıyor. O küçük çocuğun dayak korkusu vardır, ancak okulda bunun tam tersiyle karşılaşır: Öğretmeninin ilgisi ve sabrı sayesinde, ilk günün heyecanı kısa sürede alışkanlığa dönüşür.

Ailenin iç yapısı da ayrı bir çatışmayı yansıtır: Annesi koyu Katolik, babası Cumhuriyetçidir. Küçük kasabalarda herkes birbirini tanır; parası olan öndedir, sesi daha çok çıkar. Burjuva kültürünü içselleştirmemiş, ama parayla bir sınıfa yaklaşmış insanlar vardır. Zaman, faşizmin ayak seslerinin duyulduğu dönemdir.

İspanya henüz iç savaşa girmemiştir; ancak cepheler ayrılmaya başlamış, farklı düşüncelere sahip olanlar örgütlenmiştir. Öğretmen Don Gregorio, Köy Enstitüsü veya öğretmen okulu mezunu idealistlerimizi hatırlatan bir figürdür. Dayağa karşıdır, bilimin ışığında öğrencilerine yaklaşır.

Kasabanın meyhanesi, siyasi tartışmaların ve radyodan gelen haberlerin merkezi halindedir. Gelmekte olan büyük çatışmanın izlenebildiği bir süreçtir bu. Cumhuriyetçiler darbeyi izler; ancak engel olabilecek bir konumda değildirler. Halk, Cumhuriyetçi olsa da, faşistlerin güç karşısında sessizce taraf değiştirir. Darbe günü ve sonrasındaki gecelerde insanlar evlerinden alınır, işkencelerden geçirilir.

Düşman bellidir: Cumhuriyetçiler. Monarşi, İspanya’da yeniden iktidardadır ve bu darbe, ülkenin en uzun sürecek diktatörlüğünü başlatacaktır. Ancak darbeci lider öldükten sonra Cumhuriyet yeniden kurulacak, mezarı devlet mezarlığından çıkarılacaktır.

Küçük kasabada, öğretmeninin tutuklanması sırasında ailesi çocuktan aleyhine bağırmasını ister. Bağırırsa “özgürce” yaşayacaktır. Kitaplar yakılmış, niyetler değişmiş, Cumhuriyet’i savunan hiçbir şey kalmamıştır. Düzenin insanı gibi görünen ama gönlü başka, çıkarı başka olanların oluşturduğu bir kasaba…

Toplumlar çoğu zaman faşizmi yalnızca politik bir olay sanır; oysa faşizm, gündelik hayata ve bireysel vicdanlara kadar sızan bir korku rejimidir. Bir çocuk bile, korkuyla doğru bildiğinden vazgeçebilir.

Film, İspanya’nın iç savaşına giden süreci anlatırken hikâyesi evrenseldir; çünkü faşizm yalnızca bir yönetim biçimi değil, insanın ruhuna işleyen bir korkudur. Türkiye’de de benzer kasabalar, öğretmenler ve korkular yaşandı.

12 Eylül öncesinde pek çok yerde insanlar kendi küçük “cumhuriyetlerini” kurmuştu: okullarda, derneklerde, köylerde, mahallelerde. Devrimciler, idealistler, öğretmenler halkla iç içeydi. Ancak darbe ve darbe öncesi “Nokta Operasyon” geldiğinde bu umut bir gecede susturuldu. Dün “halkın öğretmeni” olarak sahip çıkılan insanlar, ertesi gün “sakıncalı” oldu. Evler basıldı, kitaplar yakıldı, kelimeler bile suç sayıldı. Tıpkı İspanya’da olduğu gibi, okunmuş kitaplar sakıncalı diye yakıldı. Kitapların yanması, sessizce korkuya teslim olmanın bir göstergesiydi.

İspanya’da küçük bir çocuk öğretmenine bağırarak kurtulmaya çalıştıysa, Türkiye’de de birçok insan susarak hayatta kalmaya çalıştı. Korku, her ülkede farklı biçimlerde aynı sonucu doğurdu: İtaat edenler “özgür” sayıldı.

Filmin en büyük başarısı, ideolojiyi değil insanı anlatmasıdır: bir öğretmenin vicdanı, bir çocuğun masumiyeti, bir toplumun sessizliği… Film, yalnızca İspanya’nın tarihine değil, baskı görmüş tüm toplumların kalbine dokunur. Faşizm, savaş meydanlarında değil, insanların içinde başlar. Ve o sessizlik, bir kez yerleştiğinde kuşaklar boyunca sürer. İnsanlar “özgürce” yaşarlar — ancak yalnızca itaat ettikleri sürece.

İsmail Cem Özkan

 

Film Bilgileri

Orijinal Adı: La lengua de las mariposas

Ülke: İspanya

Yapım Yılı: 1999

Yönetmen: José Luis Cuerda

Senaryo: Rafael Azcona, José Luis Cuerda (Manuel Rivas’ın öyküsünden uyarlanmıştır)

Oyuncular: Fernando Fernán Gómez, Manuel Lozano, Uxía Blanco, Gonzalo Martín Uriarte, Alexis de los Santos

 

10 Kasım 2025 Pazartesi

Hilafetten Komünizme: Devlet, Karşıtlık ve Tarihsel İzler

Hilafetten Komünizme: Devlet, Karşıtlık ve Tarihsel İzler

Türkiye’nin modernleşme süreci, çoğu zaman karşıtlıklar üzerinden şekillenmiş bir tarihsel yapıyı yansıtır. Kemalizm, kendini tanımlarken “karşıt”ları referans noktası olarak belirlemiş; bu karşıtlıklar hem devletin sınırlarını hem de güvenlik reflekslerini şekillendirmiştir. Devletin bu yaklaşımı, yalnızca siyasi bir strateji değil, aynı zamanda toplumsal düzeni ve kimlik sınırlarını belirleme çabasıdır.

Hilafetin yeniden canlanması korkusu, modern ulus-devletin kurumsal temellerini güvence altına alma stratejisinin bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması, dinin toplumsal bir fenomen olmaktan çıkarılarak devlet mekanizmasının bir parçası hâline getirilmesini sağlamış ve dini toplumsal etkilerden bağımsız biçimde denetim altına almayı amaçlamıştır. Ancak uzun vadede bu strateji, bağımsız dini-siyasal odakların güçlenmesine ve günümüzde süregelen laik–anti laik gerilimlerin oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Hilafetin tarihsel deneyimi, günümüz çağrılarını anlamak açısından kritik bir gösterge sunar. Geçmişte güç mücadeleleri, mezhep ayrılıkları ve baskıcı yönetimler sıradan uygulamalardı. Bugün bazı kesimlerde dile getirilen hilafet çağrıları, sadece tarihsel bilgisizlik değil; Ortadoğu’da hâlâ yaşanan baskıcı yönetimler, mezhep çatışmaları ve toplumsal karanlık, hilafetin bugünkü en korkunç senaryosunu oluşturmaktadır. IŞİD ve El Kaide örnekleri, bu tehdidin somut sonuçlarını göstermektedir. Böylece hilafet çağrıları, tarihsel bir merak değil, modern dünyada hâlâ ciddi sonuçlar doğurabilecek bir tehlike olarak okunmalıdır.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında devlet, bir diğer karşıtlık ekseni olarak komünizmi hedef aldı. 1920’lerde bile komünizm “rejim için tehlikeli fikir” olarak tanımlanmıştı. Devlet, bu tehdidi yalnızca siyasal düzlemde değil, toplumsal yapının ideolojik biçimlenişinde de kontrol altına almak istedi. Bu noktada dini çevreler ve tarikatlar, komünizme karşı stratejik araçlar olarak devreye sokuldu. Komünizm, özellikle tarikatların etkili olduğu bölgelerde dini bir sadakat göstergesi hâline getirildi; çoğu zaman içeriği anlaşılmasa da, “dine ve millete düşmanlık” biçiminde temsil edildi. Bu süreç, tarihsel olarak var olan kimlik temelli önyargıların – özellikle Kürt ve Alevi topluluklarına yönelik mesafelerin – yeniden üretilmesine olanak sağladı.

Hilafet ve komünizm karşıtlığı, aslında devletin kendini tanımlama ve toplum üzerinde kontrol kurma stratejisinin iki boyutu olarak görülebilir. Modern ulus-devletlerin kimlik inşası genellikle “Biz kimiz?” sorusuna cevap ararken “Biz kim değiliz?” sorusunu merkeze alır. Kemalizm’in bu iki karşıtlık üzerinden kendini konumlandırması, hem ideolojik sınırlarını belirlemiş hem de toplumda sürekli bir “öteki” üretme ihtiyacını doğurmuştur. Devlet, ideolojik tehditleri dengelemek için dini çevreleri kontrollü biçimde kullanmış olsa da, bu stratejinin uzun vadeli etkisi kalıcı toplumsal kutuplaşmalar yaratmıştır.

Tarih boyunca devlet-toplum ilişkisi çoğu zaman “denetim” ve “korku” üzerine inşa edilmiştir. Bugün hilafet çağrıları, komünizm karşıtlığı veya dini-siyasal kutuplaşmalar yalnızca bireysel hatalar ya da belirli grupların tepkisi olarak açıklanamaz; bunlar, uzun tarihsel süreçlerin ve stratejik planlamaların güncel tezahürleridir. Geçmişi doğru okumak, bugünün toplumsal ve bölgesel dinamiklerini anlamak için hâlâ en güvenilir yoldur. Ve belki de en önemlisi, tarih bize gösteriyor ki bir toplum kendi kimliğini sürekli karşıtlar üzerinden tanımladığında, ötekinin varlığı her zaman bir gölge gibi peşinden gelir.

İsmail Cem Özakn

6 Kasım 2025 Perşembe

Emekliler de İnsandır ve Hakları Vardır

Emekliler de İnsandır ve Hakları Vardır

Emeklilerin tek patronu var; tek tip, fakir ve mağdur bir emekli kitlesi yaratılıyor.

Ömürlerinin sonuna gelmiş insanlara devlet eliyle adeta işkence yapılıyor; tüm birikimleri ellerinden alınıyor.

Bir ekmeğe muhtaç hale getirilen insan, insan haklarının hiçbirinden yararlanamaz.

Bugün herkes biliyor ki emekliler, yıllarca çalışıp ülkesine değer katmış insanlar olmalarına rağmen, yaşamlarının sonunda açlık sınırının bile altında bir maaşla hayatta kalmaya çalışıyor.

Onlar, “üretimden gelen güçlerini” çoktan devlete teslim etmiş; buna rağmen insanca yaşam talep etmekten bile yoksun bırakılmış bir kesim.

Ancak bu tablo karşısında en büyük sessizlik, ne yazık ki emeklilerin adına kurulmuş yapılardan geliyor.
Kaç sendika, dernek ya da vakıf gerçekten emekliler için mücadele ediyor?

Kâğıt üzerinde var olan, tabelasında “emekli” yazan ama meydanda görünmeyen onlarca örgüt mevcut. Bazıları yalnızca tabelada vardır; mücadele alanında, sokakta, kürsüde, yargıda yoktur. Bugün emeklileri temsil ettiğini iddia edenlerin büyük çoğunluğu da bu durumdadır.

Eğer gerçekten var olsalardı, yıllardır süren bu kötü gidişe bir “dur” denmiş, en azından küçük de olsa bir kazanım elde edilmiş olurdu. Ama olmadı. Çünkü emekli mücadelesi, parçalı yapılar arasında etkisizleştirildi.

Emekliler diktatörlere karşıdır; çünkü bilirler ki kendilerinden kesilen paralar, diktatörlerin güvenliği ve refahı için harcanır.
Emeklinin alın teri, sarayların ışıltısına, koruma ordularının maaşına, yandaşların konforuna dönüşür.
Bu yüzden emekli adalet ister, hakkını ister — çünkü emeğini çalan düzeni herkesten iyi tanır.

Tüm emekliler, kendilerini temsil ettiğini iddia eden örgütlere aidat ödemeyi bıraksın; o zaman gerçek mücadele başlar.

Emekli sorunuyla ilgileniyor gibi görünüp, emeklilerin mağduriyetinden kendine gelir kapısı açanları teşhir edin; belki o zaman anlamsız yürüyüşler, boş stant açmalar ve “Asıl temsilci biziz.” kavgaları sona erer.

Emekliler aslında akıllı insanlardır.

Bu çok sendikalı ama etkisiz mücadelenin ne kadar boş olduğunu en iyi onlar bilir.
Birleşik, kararlı ve doğrudan emekli sorununa odaklı bir mücadele olmadığı sürece, TÜİK’in uydurduğu rakamlara, dudaktan çıkan keyfi zamlara mahkûm yaşamaya devam edecekler.

Onların sorunlarının ertelenmesi demek, ölüm demektir.

Ama ölüm sadece toprağa karışmak değildir; yalnızlaşmaktır.

Yalnız ve çaresiz kalan insanların oluşturduğu karanlık bir zamanın içindeyiz.

Bugün belirli bir yaşa gelmiş emekliye bankalar kredi bile vermez. Sigorta şirketleri astronomik fiyatlar talep eder ki sisteme dahil olamasın. Hastaneye düştüğünde, varsa son kuruşunu alırlar; yoksa ölüme terk edilir.

Oysa emekliler ölümü bekleyen insanlar değildir.

Onlar, ömür boyu emek vermiş; toplumun bilgi, deneyim ve birikimini taşıyan insanlardır.
Rahat, huzurlu ve onurlu bir yaşam sürmek onların en doğal hakkıdır.

Unutmayalım: Emekliler de insandır ve hakları vardır.

Bu haklar için mücadele etmek, yalnızca emeklilerin değil, onurlu bir toplumda yaşamak isteyen herkesin görevidir.

İsmail Cem Özkan

 

18 Ekim 2025 Cumartesi

Yeryüzünün Bütün Karıncaları Birleşince…

Yeryüzünün Bütün Karıncaları Birleşince…

Yaşar Kemal’in 1977 tarihli Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca adlı çocuk romanı, halk masallarından beslenen yapısıyla klasik bir fabl örneğidir. Masal, her yaştan okuyucunun zihninde yer eden yalın ama derin bir politik göndermeyle; gücünü yalnızca fiziksel kuvvetten alan despotizmin, örgütsüz emekçileri ezmesini ve buna karşı gelişen direnişi anlatır. Filler Sultanı’nın otoritesine karşı, Kırmızı Sakallı Topal Karınca’nın önderliğinde birleşen karıncaların gece boyunca sarayın altını oyarak sultanlığı yıkması; masalın hem en çarpıcı hem de en umut verici sahnesidir. Bu anlatı yalnızca bir çocuk hikâyesi değil, ezilenlerin kolektif gücüne inanan bir yaşam felsefesidir.

Arzu Gamze Kılınç’ın sahneye uyarladığı Filler ve Karıncalar, bu masalsı temeli alıp çağdaş dünyanın baskı mekanizmalarıyla örülmüş gerçekliklerine taşıyor. Uyarlama, klasik fabl biçimini aşarak anti-emperyalist, sınıfsal ve kültürel bir alegoriye dönüşüyor. Karıncalar, ezilen halkların, emekçilerin, görünmeyen çoğunluğun temsili olarak karşımıza çıkarken; Filler Sultanı, baskıcı iktidarların, kibirli ve çöküşe mahkûm yapılarının alegorisine dönüşüyor. Oyunun merkezine yerleştirilen direniş ise yalnızca fiziksel değil, zihinsel bir özgürleşmenin kapısını aralıyor.

Sahneye yansıyan hikâye, bir çocuk masalından çok daha fazlası: Günümüz politik atmosferine doğrudan göndermelerde bulunan cesur ve çok katmanlı bir yorum. Birçok devletin halkların dillerini, kültürlerini baskı altına alarak onları görünüşte kendi “uygar” biçimlerine dönüştürmeye çalıştığı günümüzde, Filler ve Karıncalar bu asimilasyon politikalarını açık biçimde eleştiriyor. Filler, itaatkâr, sessiz, uyumlu ve sorun çıkarmayan; ancak sözde özgür olduğunu zanneden bir halk hayal eder. Fakat bu hayal çelişkilerle doludur. Karıncalar bir noktada onların davranışlarını, zevklerini taklit etmeye, hatta benzer şekilde eğlenmeye başladığında, bu "uyum" fillerin çıkarlarına zarar verir. Çünkü üretim düşer, kontrol kaybolur. Böylece fillerin kendi yarattıkları sahte benzeşme modeli, kendi sonlarını hazırlar.

Bu açıdan oyun yalnızca geçmişe değil, bugüne de uzanıyor. Ezilenin ezileni taklit etmesiyle doğan çarpık toplum yapısı, karıncaların filler gibi yaşamaya çalıştığı anda çöküyor. Fillerin inşa ettiği düzen, kendi elleriyle yok oluşunu izlediği bir distopyaya dönüşüyor. Bu derinlikli politik okumayı oyuncular bedenleriyle, sesleriyle, sessizlikleriyle ve nefesleriyle taşıyor.

Oyunculuklar olağanüstü. Her oyuncunun sahnedeki varlığı sadece bir karakter temsiline değil, aynı zamanda bir düşünceye, bir duyguya ve kolektif bir sese dönüşüyor. Söz, mimik ve pantomim dengesi titizlikle kurulmuş. Beden dili yalnızca karakterleri değil, onların zihinsel ve toplumsal karşılıklarını da ortaya koyuyor. Özellikle sesle kurulan ritim, oyunun duygusal dünyasına büyük katkı sağlıyor. Karıncaların sessiz çığlığı, yalnızca kulağa değil, doğrudan izleyicinin iç dünyasına ulaşıyor. Oyun boyunca hiçbir söz fazlalık, hiçbir hareket abartı değil. Her şey ölçülü, yerli yerinde ve inandırıcı.

Sahne tasarımı ise oyunun düşünsel yükünü taşıyan bir diğer güçlü unsur. Sahnedeki her ayrıntı, anlam katmanı olarak kurgulanmış. Yükseltiler, sabit dekor unsurlarıyla birlikte oyuncuların hareket alanını sınırlamak yerine derinleştiriyor. Kar sahnesinde kullanılan beyaz kâğıt parçalarıyla yaratılan görsel atmosfer, açlığı, yıkımı ve doğanın gücünü sahneye taşıyor. Dalga dalga yayılan beyaz örtü, filler sultanlığının çöküşünü simgelerken; aynı örtü direnişin örtüsüne, kolektif bir yeniden doğuşun zeminine dönüşüyor.

Bileklere bağlanan kırmızı kumaş parçaları ise yalnızca bir kostüm detayı değil; direnişin, ortak bilincin ve mücadele tarihinin görsel simgesi hâline geliyor. Bu sahne imgelerinin hiçbiri tesadüfi değil; her biri düşünülmüş, inşa edilmiş ve oyunun ruhuyla bütünleşmiş. Sahne, sadece fiziksel bir alan değil; politik bir alan, bir mücadele ve düşünce yüzeyidir.

Işık tasarımı, anlatının temposunu yöneten bir diğer güçlü anlatım aracıdır. Işık kimi zaman bir karakteri öne çıkarır, kimi zaman boşluklara çekerek seyirciyi hazırlıksız yakalar. Bu karanlık geçişler yalnızca teknik tercihler değil, anlatının ritmini belirleyen dramaturjik hamlelerdir. Özellikle topal demirci ile karıncaların buluştuğu sahnede, sesin yerini alan eller; hem estetik hem politik açıdan etkileyici bir sahneleme örneğidir. Karıncaların sesi vardır ama bizim duyabileceğimiz kadar yüksek değildir. Oyunun içine girdikçe, onların seslerini eller aracılığıyla, hareketin diliyle duymaya başlarız. Direniş, yalnızca sözle değil, bedenle, jestle ve sessizliğin içindeki yankıyla görünür olur.

Müzik, oyunun olmazsa olmazıdır. Özel olarak bestelenmiş ezgiler yalnızca atmosferi güçlendirmekle kalmaz, adeta Yaşar Kemal’in destansı anlatım dilini yankılar. Her nota oyuncuya yön verir; oyuncular bu ezgilerle nefes alır, hareket eder ve kolektif bir bütünlüğün parçası hâline gelir. Müzik ile beden arasında kurulan uyum, anlatının duygusal derinliğini katbekat artırır.

Final sahnesi ise neredeyse görsel bir şiir niteliğinde. Yüzey alt üst olur, toprağın altı üstüne gelir. Beyaz örtüyle karla kaplanan sahne aynı zamanda fillerin toprağa karıştığı, sultanlığın çöktüğü anı temsil eder. Bu yalnızca bir bitiş değil, bir dönüşümdür. Karıncaların sessizce, inatla oyduğu toprak kibirli bir imparatorluğu yutar. Bu an, anlatının doruk noktasıdır; sözcüklerle değil, imgelerle yazılmış bir adalet sahnesidir.

Oyun sona ererken salonda hâkim olan sessizlik, aslında çok şey anlatır. Bu sessizlik sahnedeki hikâyeye değil; orada temsil edilen direnişin mümkünlüğüne, karıncaların sabrına ve inancına duyulan saygıdır. Ayakta alkışlanan yalnızca oyuncular değil; onların bedenlerinde can bulan ezilenlerin sesi, örgütlü bir toplumun hayali ve Yaşar Kemal’in masalına sızan büyük gerçekliktir.

Filler ve Karıncalar, yalnızca bir tiyatro oyunu değil; düşünsel, duygusal ve toplumsal bir deneyimdir. Yaşar Kemal’in bugün sahnede görünür kılınması, yaşadığımız zamanlara dair güçlü imgelerle doludur. Nefessiz kaldığımız bu çağda, o sessiz çoğunluğun sesi olduğunda filler karıncaları ezmeye devam edemez. Kendilerini mutlak ve sarsılmaz iktidar sananların sırça köşkleri elbet bir gün yıkılır; ancak bu, karıncalar olmazsa çok daha geç gerçekleşir. Çünkü o köşkün temeline inen ilk çatlak, topal karınca ve yoldaşlarının açtığı küçük bir tünelde saklıdır.

Ülkemizde olan karıncaların bu oyunu mutlaka izlemlerini öneririm…

 

İsmail Cem Özkan

 

Filler ve Karıncalar

Yazan: Yaşar Kemal

Sahneye Uyarlayan ve Yöneten: Arzu Gamze Kılınç

Oyuncular:

Boran Özsaygı, Canberk Dikmen, Can Seçki, Derya Özsoy, Dorukhan Kenger, Erdi Öztürk, Murat Aytekin, Nihal Parlak, Onur Çolak, Seren Köken, Serhat Güney

Dış Sesler: Kıvanç Kılınç, Boran Özsaygı

Müzik: Berkay Özideş

Işık Tasarımı & Koreografi: Muhammet Uzuner

Afiş Tasarımı: Ali Can Elagöz

Yönetmen Yardımcısı: Boran Özsaygı

Oyun Asistanı: Sesli Dikris Türker

Işık Kumanda: Ekin Bora Boran

Efekt Kumanda: Barış Can Güler

Afiş Fotoğrafı: Bartu Özbatur

Oyun Fotoğrafları: Gençer Yurttaş

16 Ekim 2025 Perşembe

Şebbaz: Gölgelerin Ardında Saklı Hakikat

Şebbaz: Gölgelerin Ardında Saklı Hakikat

Ahmet Sami Özbudak’ın yazdığı, Emrah Eren’in yönetmenliğini üstlendiği “Şebbaz”, geleneksel gölge oyununu sahneye taşıyan ama onu sadece estetik bir nostaljiye hapsetmeyen, günümüzün vicdanına temas eden bir yapım. Gölge oyunu, burada yalnızca ışıkla figürleri perdeye düşüren bir teknik değil; tam anlamıyla bir hakikat sahnesi, bir yüzleşme alanı.

Perdeler günlük hayatımızdan, gölge oyunu oynatan kahvehaneler ise çoktan yaşamlarımızdan çıktı. Yeni kuşak, onları yalnızca AVM'lerde PR çalışması olarak görüyor artık. Geçmişin büyük birikimi sadece eğlence amacıyla hatırlanır oldu. Oysa oyun yalnızca güldürmek için değil; trajikomik olayların içinde ders veren nükteleriyle düşündürmek ve eleştirmek için de vardır. “Şebbaz”, mizahın en keskin dilinin, güncel olaylar karşısında nasıl etkili bir eleştiri aracına dönüşebileceğini hatırlatıyor.

Oyunun merkezinde, iki çocukluk arkadaşının —Turna ve Mehmet’in— ortak imzasını taşıyan “Ejderha ve Balık” adlı gösteri yer alıyor. Bu gösteri, memleketin nüfuzlu isimlerinden Muhterem Bey’in torununun sünnet düğününde sahnelenmek üzere davet ediliyor. Ne var ki sahne, sadece bir eğlence mekânı olmaktan çıkarak karanlık geçmişin, saklı yozlaşmaların ifşasına dönüşüyor. Gölgeden gelen kelimeler Muhterem Bey’in tüm çamaşırlarını ortaya serince, kutlama bir anda bir kaçışa evriliyor. Artık sorgulanan, sadece oyuncular değil; bizzat sanatın kendisi oluyor.

Oyun, her sahnesinde zamansız; ama mekânları olan bir anlatıya sahip. Bu mekânların zamanı ise tarihin içinde sürekli hareket hâlinde, dinamik. Sorgu odasından kaçarlar, çünkü orada aranan gerçek fail değil, suça uygun bir figürdür. Ülkemizde bu sorgu odalarına düşenlerin başına gelenler sıklıkla “sorgusuz”dur; çünkü hedef, çoğu zaman faili meçhule kurban seçilenlerdir. Tarihimizin içinde üzeri örtülmüş öyle çok olay vardır ki; her dönemin bir “The Muhterem Beyleri” olmuştur.

Bu “Muhterem Beyler”in hizmet ettiği yapılar değişse de, özde aynıdır: Ülkenin zenginliklerini başka odaklara peşkeş çeken, rüşvet çarkının sessiz ortakları… Herkes bilir bir anda zenginleşen bu “The Muhteremleri” ama kimse onlara dokunamaz. Çünkü onları koruyan bir sistem, bir düzen vardır. Ve bu sistemin gücünü karşısında güçsüz olanlara kullanmaktan çekinmediği nice örnek görülür. Onların suçlu olup olmadıkları önemsizdir; asıl amaç, onlara verilen cezayla başkalarına gözdağı vermektir.

Bu gözdağı için seçilmiştir iki gölge oyuncusu. Geçmişlerinde dram, iftira, ayrılıklar vardır. Bir babanın attığı iftira sonrası hayatları keskin biçimde ayrılır. Yıllar sonra bu sorguda yeniden bir araya gelirler. Geçmişin, bugünün ve vicdanın iç içe geçtiği bir sorgudur bu. Kaçak yaşadıkları süreç boyunca sığındıkları her yer, onları biraz daha yalnızlaştırır. Sokakta afişleriyle hedef gösterilenlerin sığınacağı fazla yer yoktur. Sonunda ya yakalanacak ya da birilerinin amacına uygun birer piyona dönüşeceklerdir. Örgütsüz olanların yalnızlığı, acı ama bir o kadar da trajikomik bir yolculuğa dönüşür.

Geleneksel ile Modern Arasında Kurulan Köprü

“Şebbaz”, Karagöz-Hacivat geleneğini çağdaş bir yorumla sahneye taşıyor. Ancak burada ne Karagöz ne de Hacivat var. Onların yerine, onların ruhunu taşıyan figürler var. Bu figürler yalnızca deriden kesilmiş tasvirler değil; geçmişle bugün, masumiyetle suç, sanatla iktidar arasındaki gelgitin sembolleridir.

Oyunun önemli başarısı, bu sembolik dili sahnede hem estetik hem de politik bir düzlemde kurabilmesinde yatıyor. Mizah mevcut, evet; ancak güldürmek için değil, acının içindeki trajediyi daha da keskinleştirmek için. Kahkahadan çok, iç çekişler duyuluyor.

Oyunculuk ve Sahneleme

Fatih Koyunoğlu ve Erdem Akakçe, yalnızca oyuncu değil; anlatıcı, seslendirmen, bazen bir figür, bazen de gölgenin ta kendisi olarak sahnede devleşiyorlar. Performansları, metnin taşıyıcı damarını oluşturuyor. Oyunun eleştirel diliyle, kara mizah tonuyla seyirciyi güçlü biçimde buluşturuyorlar.

Işık ve perde kullanımı, geleneksel gölge oyununu çağdaş sahne estetiğiyle buluşturmanın ne denli etkileyici sonuçlar doğurabileceğini gösteriyor. Barış Dinçel’in dekor ve kostüm tasarımı ile Yakup Çartık’ın ışık tasarımı bu anlamda övgüyü fazlasıyla hak ediyor.

Gerçeğin Peşinde, Gölgenin İzinde

“Şebbaz” yalnızca bir oyun değil; iktidar, sanat, adalet ve toplum vicdanı üzerine bir yüzleşme çağrısıdır. Kim suçlu? Oyuncu mu? Gösteriyi “bozan” mı? Yoksa yıllardır bu kirli düzene seyirci kalanlar mı?

Oyun, geçmişiyle hesaplaşamayan bir toplumun nasıl gölgelerle oyalanabildiğini ve bu gölgelerin arasından aniden çıkan hakikatin nasıl rahatsız edici olabileceğini hatırlatıyor. Bir yerde, “gölge oyuncusu figürlere acır” deniyor. İşte bu acıma, tiyatronun merhametle birleştiği, vicdanla konuştuğu an oluyor.

Sonuç: Bir Eğlenceden Fazlası

“Şebbaz”, geleneksel gölge tiyatrosunun araçlarını kullanarak bugünün karanlıklarını aydınlatıyor. Mizahın, sanatın ve sahnenin; iktidarı sorgulamanın en etkili yollarından biri olduğunu gösteriyor. Perdeye düşen gölgelerden ibaret değil bu oyun. O gölgeler, bir toplumun üstü örtülmüş geçmişi, bastırılmış sesi ve görmezden gelinen hakikatidir.

“Gölge yalan söylemez,” diyordu oyunun bir yerinde. Belki de en doğru cümle buydu. Çünkü bu oyunda ışık, yalnızca figürleri değil; yüzleşemediğimiz karanlıkları da sahneye getiriyor.

İsmail Cem Özkan

 

Şebbaz

Yazan: Ahmet Sami Özbudak

Yönetmen: Emrah Eren

Oyuncular: Erdem Akakçe & Fatih Koyunoğlu Hayali: Aytek Önal

Yönetmen Yardımcısı: Ahmet Balta

Dekor ve Kostüm Tasarımı: Barış Dinçel

Müzik: Deniz Bayrak

Işık Tasarım: Yakup Çartık

Dramaturg: Sinem Öztürk

Tasvir ve Kukla Tasarımları: Cengiz Samsun

Reji Asistanı: Barış Kırantepe

Dekor Realizasyon: Sırrı Topraktepe

Sahne Amiri: Çağatay Tok

Ses Kumanda: Sait Yamaner

Işık Kumanda: Mehmet Doğan

Sosyal Medya: Devrim Lüküslü

Sosyal Medya Editörü: Ali Yozgat

Teaser: DoDigital Medya

15 Ekim 2025 Çarşamba

Her Cinayet Bir Teslim Almadır

Her Cinayet Bir Teslim Almadır

Hrant Dink cinayetinden bugüne kadar gerçekleşen tüm siyasi cinayetlerde failler — yani tetikçiler — genellikle yakalanır. Ama unutmamak gerekir ki onlar, kurbanın bir tür benzeri gibidir. Tetikçilerin yakalanması, perdenin arkasında olanları tanımamızı sağlamaz. Mehmet Ali Ağca gibi tetikçilerin açtığı yoldan ilerleyen bu figürlerin, kafa karıştıran ve sürekli birilerine mesaj gönderen ifadelerini bizim çözmemiz mümkün değildir. Çünkü öyle bir perde vardır ki, adeta demirden!

Bu demir perdenin arkasında hangi güçlerin olduğunu hissediyoruz; ama somut olarak ifade edemiyoruz. Soyutlaşan failler, varlıklarını korurken; daha fazla yağmadan, daha fazla çatışmadan besleniyorlar. Hem toplumu hem de içinden beslendikleri devleti çürütüyorlar. Çünkü çürüme, bir güçlünün üzerine devletin bayrağını, nutkunu, tarih anlayışını ve medyasını örterseniz başlar; orada bir incir ağacı gibi büyür ve en sağlam binaların bile temelini oynatacak güce erişir. Bu yapının besin kaynağı, tetikçilerin açtığı o yoldur. Her siyasi cinayetin bir siyasi sonucu olur; güçlü olanlar bu sonuçlardan daha da güçlenerek çıkar. Geriye kalanlar ise; çaresizlik içinde çırpınan kalabalıklardır. Bu ortamda mafya gelişir, kara para dolaşır ve tüm bir devlet birikimi erimeye başlar.

Türkiye’de siyasi cinayetler, yalnızca bireyleri değil; toplumun belleğini, cesaretini ve direncini hedef alır. Hrant Dink cinayetinden bugüne yaşanan benzer olaylar, yalnızca faili meçhul birer suç değil; faillere dokunulmazlık sağlayan sistematik bir karanlığın göstergesidir.

Devleti şirketleştirirseniz, tekelleşme kaçınılmaz olur. Tröstleşmiş piyasanın ne kadar tehlikeli olduğunu tarihe bakarak görebiliriz. Tröstleşme, sıradan insanları oyuna dahil etmeye gerek görmez; onları yalnızca tüketiciye çevirerek, sessiz ve uysal kölelere dönüştürür.

Hakan Tosun öldürüldü. Tetikçisini teslim edeceklerdir, çünkü onun ölümüyle verilmek istenen mesaj zaten verilmiştir. Bu mesaj aynı zamanda belgeselcilere yöneliktir: “Ölmüş olanların hayatını anlatın; yaşayanlarla, devam edenlerle ilgilenmeyin. Onların röntgenini biz çekeriz; siz sadece susun. Biz bu arada yurdundan ettiklerinizin geride bıraktığını yağmalarız.”

Çevreciler, yeni bir "düşman" olarak kodlanıyor artık. Çünkü ABD merkezli şirketler, yerli işbirlikçileriyle birlikte, direnişsiz bir ortamda yağdan kıl çeker gibi istediklerini alıp gidiyor. Geriye ise devasa sorunlar ve çöp yığınları kalıyor. Ülkemiz, Avrupa’nın resmen plastik çöplüğüne dönüşmüş durumda. Ama asıl çöplük, maden alanlarında biriken siyanür yüklü atıklardır.

Her cinayetin siyasi bir sonucu vardır. Fakat her cinayetten sonra toplum biraz daha teslim olmuş görünür: çaresiz, kısırlaştırılmış, amaçsız; sadece karın tokluğuna çalışıp, bol çocuk yapan bir sürüye dönüşmüş gibidir. Siyasi cinayetler, aslında toplumu teslim almak için yapılır.

Toplum teslim olmadığı zaman, çürümenin etkisine kapılmadan o cinayetin faillerini ortaya çıkarır ve yüzleşir. Ama yüzleşilmiyorsa, bilelim ki çürüme çoktan başlamıştır. Ve bu derinden başlayan çürüme, bir anda büyük bir düşüşe neden olabilir. Evet, her çürüme yeni olan için bir alan açar. Ama yeni olanın her zaman iyi bir şey getirdiği anlamına gelmez.

İsmail Cem Özkan

13 Ekim 2025 Pazartesi

Hakan Tosun’a Dair Birkaç Satır…

Hakan Tosun’a Dair Birkaç Satır…

Hakan ile Taksim bölgesinde gazetecilik yapan, doğayı seven herkesin bir anısı vardır.

Benim onunla ilk tanışıklığım İstiklal Caddesinde Galata Gazete çıkardığım dönemde başlar ve sonrası Gezi Direnişi sırasında gelişti ve zamanla derinleşen bir dostluğa dönüştü.

O da, diğer gazeteciler ve amatör fotoğrafçılar gibi o günleri fotoğraflıyordu. Ben ise Taksim Meydanı’ndaki metro duvarına hazırladığım afişleri asarak korsan bir sergi açmıştım.

Geldi, serginin fotoğraflarını çekti ama bu kareler bana hiçbir zaman ulaşmadı.

Gezi’den sonra karşılaştığımızda, “Dosyaların arasında kayboldu, bulamıyorum,” dedi gülerek. Sorun etmedik.

Çünkü zaten çektiğimiz kaç kareye dönüp bakıyoruz ki?

Yıllar içinde her olayda, her etkinlikte yollarımız kesişti.

Zaten bir süre sonra, sokaklarda fotoğraf çekenler birbirini gözle tanır; sonra dost olur ve o dostlukla yürümeye devam eder.

O dönem, doğa katliamlarına karşı direnişlerin en yoğun yaşandığı zamanlardı.

Bu süreçte şirketlerin önünde protestolar düzenler, katliamın yaşandığı yerlere gider, nasıl destek olabileceğimizi konuşur, araştırmalar yapardık.

Hakan, bu mücadelenin içinde kendini adeta sorumlu hissetti.

Nerede bir çığlık varsa, o oradaydı; o çığlığın görüntüsünü çekiyor, yaşananları belgeliyordu.

Dağdan dağa, ovadan ovaya; geceleri gündüze çevirerek, soğuğu sıcağa eyleyerek direnişin tam kalbinde olmaya devam etti.

Ve her zaman yerini korudu.

Benim yolum Gezi’den sonra başka bir yöne saptı belki; ama Hakan’la olan yoldaşlığımız, dostluğumuz hiç eksilmedi.

Ne zaman karşılaşsak, sanki dün ayrılmışız gibi içten, sıcak bir sohbete devam ederdik.

Ne gariptir ki, hiç birbirimizin fotoğrafını çekmedik.

Ancak bir karede tesadüfen, arka planda kalmışsak vardır.

Ama belki de bu, en gerçek tanıklığın haliydi.

Hakan sadece bir fotoğrafçı değil; hafızamızın bir taşıyıcısıydı.

Görünenin ötesine geçen bir bakışın, sessiz ama kararlı bir direnişin izini süren bir yol arkadaşımızdı.

Bu kararlı duruş, elbette birilerinin işine gelmiyordu.

Yaşanan hak ihlallerinin fotoğraflanması, belgelenmesi; devlet ihalesiyle toprakları parselleyenlerin, altın arayanların, zeytinlikleri yok edip yerine maden sahaları kuranların, ormanları yakıp yerine oteller dikenlerin, bereketli toprakları kazıp içine beton dikenlerin işine gelmiyordu.

O, doğanın sesi; sessiz bir ağacın haykırışı olmuştu.

Direnen bir annenin gözyaşı, öksüz bırakılan köylülerin seslerine ses oluyordu.

Çadırda yattı; depremin vurduğu yıkıntılar arasında bir umudun sesi olmak için sessizce bekledi.

O, fazla söze gerek bırakmayan insanlardandı.

Ötekiler gibi katil değil; “Yaşamak için yaşatalım” sözüne sadık biriydi.

Hakan’la en son Haydarpaşa Dayanışması’nın 700. Buluşmasında (15 Haziran 2025) karşılaştık.

Ayaküstü sohbet ettik; o eylemin sonuna kadar kaldı, ben ise erkenden ayrıldım.

Arkamda sessizce fotoğraf çeken bir arkadaşımı son kez göreceğim aklımın ucundan bile geçmemişti.

Onun kaybolduğuna dair paylaşımlar elime ulaştığında ne düşüneceğimi, ne yapacağımı bilemedim.

Sadece, elimden geldiğince daha fazla kişiye ulaşsın diye afişini yaptım ve “yalnız değildir” diyerek onun yanında olduğumu ilan ettim.

Ölüm saçan şirketlerin çetelerinin neler yapabileceğini biliyordu belki; ama bir gün kendi bedenine bir sopa gibi ineceğini düşünmemişti.

Başına aldığı darbeler sonucu beyin ölümü gerçekleşti.

Anısı sadece fotoğraflarda değil; birlikte yürüdüğümüz sokaklarda, astığımız afişlerde, gece nöbetlerinde, dağlarda ve meydanlardadır.

O hep yüzü gülerken, sıcak sohbetleri ile aramızda hep yaşayacaktır...

İsmail Cem Özkan

9 Ekim 2025 Perşembe

Zamanın Boşluğunda

Zamanın Boşluğunda

Dünyanın krizler, savaşlar ve belirsizliklerle sarsıldığı dönemlerde sanatçının sorumluluğu yalnızca üretmek değil; aynı zamanda tanıklık etmektir. Sanat, böyle zamanlarda bireyin yalnızlığını, toplumun çöküşünü, umudun arayışını görünür kılma görevini üstlenir. Bu bağlamda sanatçının sessiz kalma lüksü yoktur. Sanat, yalnızca bir ifade biçimi değil; toplumsal hafızanın da taşıyıcısıdır.

İşte tam da bu anlayışla sahneye taşınan Anahtar Deliğinden Gişeye Bakan Üç Kişi ve Sonat, absürd tiyatronun diliyle bugünün bireyini, sistemle ilişkisini ve hayatta kalma çabasını anlatıyor. İzleyiciyi, zamanın ve mekânın anlamını yitirdiği bir dünyaya çekerek hem düşündürüyor hem de rahatsız edici sorular sorduruyor. Birey merkezli bir anlatımla, toplumdan soyutlanmış bir sığınağın içinden hayata bakıyor.

Oyunun temel eksikliği ise tam da burada ortaya çıkıyor: Yaşadığı toplumdan uzakta konumlanan bireyin, içinde bulunduğu krizin ve sığınağın nedenleri seyirciye aktarılmıyor. Yazar, bireyin iç dünyasına yoğunlaşırken toplumsal, siyasal ve sınıfsal bağlamı dışarıda bırakıyor. Bu durum, oyunun çağımıza tanıklık etmesini engelliyor; onu zamansız bir ana sıkıştırıyor.

Oyun, nükleer tehdidin gölgesinde, izole bir mekânda hayatta kalmaya çalışan üç karakter üzerinden kurgulanmış. Kapı ve pencereleri naylon muşambalarla kapatılmış bu alan, sadece fiziksel bir korunma değil; bireylerin zihinsel kapanışını, içe dönüşünü ve iletişimsizlikle örülü dünyalarını da simgeliyor.

Üç ayrı öykü, bu steril mekânda yer buluyor. İlk bakışta birbirinden bağımsız görünen bu hikâyeler; bürokrasiyle yüzleşen bir yolcu, kapı deliğinden özlemle bakan bir karakter ve boşluğun içinde kahkaha ile hayal kırıklığını taşıyan, kimliksiz bireyler üzerinden ilerliyor. Temel ortaklıkları ise şu: baskı, yalnızlık, zamanın kırılması ve anlamın çözülmesi.

Zaman ve mekân algısının belirsizleştiği oyun, seyirciyi gerçek ile kurgu arasındaki sınırın silindiği bir düzleme davet ediyor. 1800’lü yıllara gönderme yapılırken, nükleer santraller ve savaş uçakları gibi çağdaş unsurlar da anlatıya dâhil ediliyor. Bu çelişkili detaylar, absürd tiyatronun karakteristik yapısına hizmet ediyor.

Dekor oldukça etkileyici: Naylonlarla çevrili sahne, dış dünyaya karşı alınan önlemlerin yarattığı paranoya ile bireysel yalnızlığı iç içe geçiriyor. Her nükleer ya da bomba patlamasında, savaş uçaklarının sesleri ve geride bıraktıkları yıkım, ışık ve ses efektleriyle birlikte sahnenin dönüşümünü sağlıyor. Bu değişim yalnızca fiziksel değil; karakterlerin iç dünyalarında da bir çöküşü betimliyor.

Oyunculuklar, absürd tiyatronun doğasına uygun biçimde abartılı ama ölçülü. Beden dili, jestler ve ses kullanımıyla her oyuncu, kendi karakterine ait özgün bir ifade dili kuruyor. Üç öykünün farklı yapısına rağmen oyuncuların sahnedeki uyumu, anlatının bütünlüğünü koruyor. Her üç oyuncu da kendi sahnelerinde öne çıkıyor. Ancak ben her oyuncuyu başarılı bulduğum için tek tek yazmak yerine, üçünün birlikte sahneyi doldurmasını ve birbirlerinin oyununu yukarıya çekmelerini özellikle vurgulamak isterim.

“Sonat” kavramı, oyunda yalnızca müzikal bir yapı değil; sesin, hareketin ve bedenin yarattığı bütüncül bir anlatım biçimi olarak kullanılıyor. Bu da oyunun estetik yönünü güçlendiriyor.

Günümüz dünyasında bireyin yaşadığı baskı, yönünü kaybetmişlik, kimliksizleşme ve duyarsızlaşma gibi temalar, bu yapımda absürd tiyatronun diliyle etkileyici bir metafora dönüşüyor. Ancak oyunun bireysel psikolojiye kapanması, onu daha geniş bir tarihsel ve siyasal bağlamdan koparıyor. Çağa tanıklık etmeye çalışan bir yapı olmaktan çok, zamanın boşluğunda gezinen bir anlatıya dönüşüyor.

Yine de, absürd ve deneysel tiyatrodan hoşlanan izleyiciler için düşündürücü, estetik açıdan güçlü ve cesur bir yapım olarak öne çıkıyor.

İsmail Cem Özkan

Oyun Adı: Anahtar Deliğinden Gişeye Bakan Üç Kişi ve Sonat
Yazan: Jean Tardieu
Uyarlayan ve Yöneten: Ömer İvedi
Oyuncular: Barış Akkoyun, Gökçe Burcu Zümrüt, Bahar Karaoğlu

 

5 Ekim 2025 Pazar

Bir İşgalin Gölgesinde Kurulan Cumhuriyet

Bir İşgalin Gölgesinde Kurulan Cumhuriyet

Türk resmi tarihini yazıcıları, elbette tarihi kırmış, biçmiş, yeniden anlamlandırmışlardır. Tarihin gerçeklerini, elbette, yeni kurulan devlet ve o devletin zayıf yönlerini göstermeyecekti: demir yumruk, demir irade, sarsılmaz yol! “Bir Türk dünyaya bedeldir!”

Modern Türk devleti adı verilen, hâlen içinde yaşadığımız Cumhuriyet’in kuruluşu üzerine binlerce destanlaştırılmış kitaplar yazıldığı gibi, içinde doğruların saklandığı dedikoduların da tarih diye anlatıldığına şahitlik ederiz. Sonuçta tarih, geçmişin dedikodusudur. Kimin anlattığına bağlı olarak anlamlar değişir. Genelde ulus devletinde tek yönlü anlatım tercih edilir, karşı anlatımlar yok sayılır ya da düşmanın propagandası olarak gözükür. Karşılaştırmalı tarih bizde sadece suç olarak kabul edilir ve bu konuda yazı yazanlara her türlü eziyeti reva görülür. Bizim tarihimiz tarih kitaplarından değil de o süreci anlatan romanların içinden öğrenmeye çalıştık.

İzmir işgali olmasaydı, modern Türk devleti olabilir miydi?

Elbette olamayacaktı. Çünkü Türkleri bir araya toplayan bu işgal, aynı zamanda yeni devletin kuruluş adımlarının Samsun'dan atılmasına sebep olmuştur. Sonuçta işgal öncesi İstanbul’dan çıkanlar, işgalden sonra Samsun’a çıkmıştır.

Kurucuları Samsun’da karşılayan İngiliz karakolunun memurları geçiş damgasını basmamış olsaydı, arkasından gelen konferanslar, toplantılar ve kurulan kongrelerle yeni devletin ya da var olan devletin kuruluş sürecini gerçekleştirebilirler miydi? Elbette gerçekleştiremezlerdi.

Yeni bir devleti kuracak olan kadrolar açsından sadece nasıl savaşılacağını bilmek yeterli değildir. Bu savaşı yürütecek maddi kaynak ve lojistik destek de önemlidir.

Eldeki kıt imkânlar ile bu yeni ülke nasıl kurulacaktı?

I. Dünya Savaşı yenilgisi yaşayan İttihat ve Terakki Partisi lider kadroları partilerini dağıtmışlardı, fakat hepten devletten ellerini çekmemiş devletin devamlılığı için yerine yeni oluşumların koşulları hazırlanmıştı. Kaçan lider kadroların arkasından açılan davalar, savaş suçunu konu edinen “cadı” avlarının ortaya çıkardığı dağınıklık; ancak ve ancak Anadolu toprakları (birilerine göre Küçük Asya) üzerinde oluşacak bir işgale karşı direniş dalgası ile toparlanabilirdi. İzmir işgali tesadüfen olmuş bir şey değildir, bugün çok dillendirilen projelerden ya da planlardan biri olma olasılığı yüksektir, çünkü hiçbir toplumsal olay tesadüfen ortaya çıkmaz.

İzmir işgali, öncelikle İstanbul’da başlayan ve Anadolu’ya yayılan protestolara sebep olmuştur. Yunan askerinin postalı İzmir’de toprağa değmemiş olsaydı, işgal altındaki İstanbul’da bu kadar geniş protestolar — üstelik İngiliz askerlerinin izniyle — alanları doldurabilir miydi? Elbette hayır!

İşgal altındaki İstanbul’da grevler oluyor, protestolar yapılıyordu ama işgalci güçlerle gerçek anlamda bir çatışma ve yeniden bir kurtuluş hareketi oluşmuyordu.

İttihat ve Terakki Partisi’nden kalan ve yer altı örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa’nın elemanları işgal altındaki topraklarda beklenildiği kadar fazla etkili değildi. Anadolu’da oluşan hareketlilik üzerine İstanbul Meclisi’nden alınan kararlar ve oradaki vekillerin Ankara’ya taşınmasıyla etkisini göstermiştir.

Peki, modern Türk devleti için en önemli olan bu işgal nasıl gerçekleşti?

Bu konu bizde fazla anlatılmaz. Sonuçta bu, “Yunan tarihidir!”

Oysa Yunan tarihi içinde yaşananlar aslında bizim iç işimizdir.

Venizelos’un hayatı, bizim tarihimizin başka bir yönünü anlatır. İzmir işgali öncesine kadar birçok olayın içinde yer alır ve Yunan halkı içinde popülerdir. Hatta kraldan daha çok adı geçer. Doğal olarak siyaset içinde bu popülarite, çatışmayı kaçınılmaz kılar. Sürgüne gider, iktidara gelir… Yani iktidar mücadelesinin her alanında onun ismini görmek şaşırtıcı değildir. Sonuçta sürgüne gitmek ve sürgünden güçlenerek dönmek, onun hayatının özeti gibidir.

Bizi ilgilendiren işgal öncesi yakın tarihe geldiğimizde ise:

Venizelos, İtilaf Devletleri’nin desteğiyle (Özellikle İngiliz) krala karşı bir darbe gerçekleştirerek 1917’de tekrar başbakan oldu. Kral, tahtını oğlu Aleksander’a bırakmak zorunda kaldı. Venizelos, Kral Konstantin ve Genelkurmay Başkanı Metaksas’ı Haziran 1917’de İsviçre’ye sürgüne gönderir. Bir ay sonra da Osmanlı Devleti, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’a savaş açar. Kasım ayında Trakya’ya Yunan askerlerini gönderdi. Ardından 15 Mayıs 1919’da İzmir’e Yunan askerlerini çıkararak Anadolu topraklarını çıkararak "Büyük Yunanistan" (Megali Idea) hayalini gerçekleştirmeye girişir.

İşgalden sonra Venizelos, kendine o denli güveniyordu ki, parlamentodaki tüm sandalyeleri kazanmak için 7 Eylül 1920’de meclisi feshederek erken seçime gitti. Kasım ayında yapılan seçimlerde Venizelos kaybetti. Bu seçimi kaybetmesi elbette sadece iç işlerindeki olaylar etkili olmamıştı, o sırada işgal topraklarda gelişmeler ve o gelişmelere karşısından emperyalist devletlerin özellikle İngilizlerin çıkarı da değişmişti. Yerine gelen kral, var olan işgalden faydalanmak istedi ama artık İngilizlerin çıkarı bu işgale karşı tutumunu da değiştirmişti.

Mudanya Mütarekesi (3-11 Ekim 1922)olarak tarihe geçen anlaşmayla, Yunanlıların Anadolu’daki varlığı sona erdi.

Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti, imzaların atıldığı gün Osmanlı devleti fiilen ortadan kalkarken yerine Ankara merkezli devlet (tanınmış olarak) fiilen kurulmuş oldu.

Venizelos’un iktidarı, Yunanistan’ın Anadolu’ya asker çıkarması, İngiliz desteği, ardından bu desteğin çekilmesi ve iktidar değişimi... Tüm bu gelişmeler olmasaydı, savaşın seyri çok farklı olabilirdi. Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi, doğrudan Yunan iç siyasetiyle ve İngiliz çıkarları ile bağlantılıdır.

Bu da bize gösteriyor ki, tarih sadece bizim ne yaptığımızla değil, aynı zamanda karşımızdakilerin ne yaptığıyla da şekillenir. Resmî tarih anlatılarında bu karşılıklı ilişki çoğunlukla ihmal edilir.

Tarih, sadece bizim hikâyemiz değil; aynı zamanda başkalarının bizim üzerimizde kurduğu hikâyelerdir.

İsmail Cem Özkan

 

3 Ekim 2025 Cuma

“Bir Ziyaret”: Paranın satın aldığı adalet, satılan vicdanlar

“Bir Ziyaret”: Paranın satın aldığı adalet, satılan vicdanlar

Friedrich Dürrenmatt’ın “Yaşlı Kadının Ziyareti” adlı eseri, “Bir Ziyaret” adıyla Türkçeye kazandırılmış ve bu sezon Şehir Tiyatroları tarafından sahneleniyor. Paranın adaleti nasıl dönüştürebileceği, yoksulluğun insanları hangi noktaya getirebileceği ve ahlakın ne denli çürüyebileceği üzerine çarpıcı bir kara mizah. Ancak bu güçlü metin, sahnede düşündürücü olduğu kadar bazı teknik ve ideolojik sapmalarla da izleyiciyi sorgulatıyor.

Bir zamanlar görkemli günler yaşamış Güllen kasabası artık yoksulluğun pençesinde kıvranmaktadır. Hiçbir trenin durmadığı bu kasabada, içlerinden biri olan Claire Zachanassian’ın dönüşü, halkta büyük bir umut yaratır. Claire sadece bir ziyaret için geri dönmemiştir, aynı zamanda sonucu belli olan bir yargılama istemektedir. Claire, amacına uygun şekilde kasabaya büyük bir bağış teklif eder — ama tek bir şartla: Alfred öldürülecektir.

Claire, parçalanmış bir kadındır. Vücudundaki neredeyse her parça metaldir; sadece kafası kendisine aittir. Bu parçalanmışlık semboliktir: Evliliklerinin ve aşklarının ona bıraktığı izlerdir. Her ayrılan eşi ondan bir parça alıp götürmüştür.

Zengin bir Ermeni vatandaşla evlenmiş, ondan kalan servet ise dudak uçuklatmaktadır. Paradan kaynaklanan verdiği özgüven ile Claire, “Dünyayı parayla satın alabilirim. Adaleti de,” diyerek kesin konuşur.

Kasaba halkı, Hristiyanlık inançları ve öğretilerine uygun şekilde karşı çıkar:
“Sizin teklifiniz insanlık dışı!”

Claire’in cevabı nettir: “Ama sizin sefaletiniz insanlık dışı değil mi?”

Claire Zachanassian, umutsuzlara bir umut olmuştur, ama bu noktada kasaba halkı büyük bir ikileme düşer: Ya sefaletten kurtulacaklar ve bir adamı feda edecekler ya da “iyi insanlar” olarak yaşamaya devam edip açlığa boyun eğeceklerdir.

Alfred, sonunun geldiğini anlamıştır: “Beni öldürecekler, çünkü fakirler.”

Oyun boyunca kasabalıların ahlaki değerleri, paranın cazibesi karşısında erozyona uğrar. Sonuç artık bellidir.

Son sahnede Claire:“Ben sadece adaleti satın aldım. Sizse vicdanınızı sattınız. Hoşça kalın… İnsanlar.” diyerek oyunun ana fikrini insanlara sunar.

“Bir Ziyaret”, paranın satın alma gücünün karşısında yozlaşan ahlakı, toplumsal ikiyüzlülüğü trajikomik bir dille sahneye taşıyor. Oyun boyunca antik Yunan tiyatrosundan Shakespeare’e kadar tiyatro tarihine göndermeler yapılıyor. Bu oyun, tiyatro tarihinin izdüşümlerini imgesel olarak içinde barındırıyor.

Yaşadığımız çağın kaosu içinde — ya da popüler söylemle, tarihin kırıldığı bir noktada — Dürrenmatt, trajik olayı seyirciye katı bir gerçeklikle taşıyor. Çöken ahlak, dağılan insan ilişkileri, çıkarların yaşamdan daha önce geldiği bir bireyselleşme... Tüm bunları bize kara mizahın diliyle sunuyor.

Bir anlamda, bizi çaresiz bırakan bir sistemde çaresiz insanların aslında fazla seçeneği yoktur: Ya Hristiyan öğretilerine yeni anlamlar yükleyecekler ya da cinayeti işledikten sonra olmamış gibi davranacaklar.

Sonuçta Dürrenmatt, seyircinin yüzüne sert bir tokat atıyor. Suratınızı dönüp döndürmemek ise artık size kalmış.

Tek yönetmen, çok sayıda yardımcı yönetmenin olduğu oyunda; Oyunculuk performansları genel anlamda başarılı. Özellikle Claire rolüyle sahneye çıkan oyuncunun beden dili, ses tonu ve duygusal geçişleri oldukça etkileyici. Ancak ne yazık ki sahneleme anlamında pek çok problem göze çarpıyor.

Kullanılan video, çizgi film ve arka fonda perdeye yansıtılan görüntüler, birkaç teknik aracılığıyla seyircinin sahnedeki olaylarla bütünleşmesini sağlar. Oyun boyunca sabit kalan dekor, kapıların işlevleri çok iyi ve yerinde tasarlanmış olduğunu gördüm. Yere serilen bezin birçok anlam yüklenmesi ve oyuna zenginlik katmıştır. Kıyafetler, oyunun ruhunu görsel olarak sunmaktadır. Bunlar başarılı yönleri ama tiyatro sonuçta bir bütündür.

Ses ve Mekân Uyumsuzluğu: Oyuncular seyircinin arasında yer alırken mikrofon kullanımdan kaynaklı sesleri sahnedeki hoparlörden gelmekteydi. Bu durum izleyici ile oyuncu arasında bağ kurmayı zorlaştırdı. Sesin geldiği yöne bakan izleyici, çoğu zaman ortada bir beden göremedi.

Işık Kullanımı: Yetersiz ve plansız ışık düzenlemeleri, sahne bütünlüğünü sık sık bozdu. Özellikle seyircilerin oturum alanın sağ ve sola verilen ışıklar ilkinde zamansızdı, ışığı izlediğimde oyuncuyu o ışık altında görmedim. Oyuncuların konuştuğu anlarda birçok defa karanlıkta kalması ya da ışık verilen alanların boş olması ciddi teknik aksaklıklardı.

Sahne Geçişleri: Işık-perde uygulaması yalnızca birkaç sahnede etkiliydi. Seyircinin üzerine verilen beyaz ışık sahnede karanlık alan yaratarak oyuncuların bu alanda hazırlanması sağlamış, iyi bir görsel ile seyircinin karşısına çıktılar. Yandan verilen ışık yoğunluğunda başarılıydı. Diğer sahnelerde ise geçişler dağınıktı.

Asıl dikkatimi çeken ise alakasız Gazze görüntüleri ve Filistin’e doğru yapılan göndermelerdi.

Eleştirinin belki de en sert kısmı burada başlıyor. Oyunun içinde arka perdeye yansıtılan Gazze görüntüleri ve yönetmenin sahneye çıkıp gözyaşları içinde “Çocuklar ölüyor!” diyerek yaptığı konuşma, izleyiciye doğrudan politik bir yönlendirme olarak yansıdı.

Elbette çocuk ölümleri her zaman bir trajedidir ve Gazze'de yaşananlar görmezden gelinemez. Ancak tiyatro, özellikle kamuya açık bir sahnede, sadece belli bir bölgeye ağıt yakıp diğerlerini görmezden geldiğinde ahlaki tutarlılığını yitirir. Aynı zaman dilimi içinde Kürdistan’da öldürülen çocuklar, El Kaide ve IŞİD’in cariye yaptığı kız çocukları, Suriye’de Alevilere ve Dürzilere uygulanan katliamlar... Bu örneklerin hiçbiri oyun içinde veya yönetmenin söyleminde yer almadı. Bu durum, yapılan ağıdın insani değil, popüler ve seçmeci bir refleksle kurgulandığı izlenimini yarattı.

Benim aklımda şu sorular kaldı: Tiyatro bir vicdan çağrısı mıdır yoksa politik bir manipülasyon alanı mı?  Katili ve kurbanı seçerek mi insanlık sergilenir?

Bu seçmeci insaniyet, oyunun evrensel derdine ters düşüyor.

“Bir Ziyaret”, tiyatro tarihine gönderme yapan, kara mizahın imkânlarını sonuna kadar kullanan güçlü bir metin. Toplumsal çürüme, bireysel ikiyüzlülük ve kapitalizmin insan hayatı üzerindeki etkileri, sahneye başarıyla taşınmış. Ancak teknik aksaklıklar ve ideolojik yönlendirmeler, bu güçlü metnin etkisini yer yer gölgeliyor.

Tiyatro seyircisini sorgulatmalı, düşündürmeli. Ama asla seyircinin vicdanını tek bir yöne bükmeye çalışmamalı. Dürrenmatt’ın metni seyirciye “Tokadı yedim mi?” sorusunu sorduruyorsa başarılıdır. Ama rejinin amacı “tokat attım” demekse, burada bir sahicilik problemi doğar.

 

İsmail Cem Özkan

 

Yazan: Friedrich Dürrenmatt

Çeviren: Zahide Gökberk

Yöneten: Yıldırım Fikret Urağ

Dramaturg: Dilek Tekintaş

Müzik: Burçin Elmas Çubukçu, Şiringül Kaya

Dekor-Kostüm Tasarımı: Eylül Gürcan

Işık Tasarımı: Mustafa Türkoğlu

Koreograf: İbrahim Ulutaş

Efekt Tasarımı: Serkan Yavşan

Video Tasarımı: Serkan Yavşan

Korrepetitör: Burçak Çöllü

Yardımcı Yönetmenler: Ayşegül İşsever, Erkan Akkoyunlu, Gökhan Eğilmezbaş, İbrahim Ulutaş, Müge Çiçek, Şehnaz Bölen Taftalı

Yönetmen Yardımcıları: Gülsüm Alkan, Mehtap Gündoğdu Akbulut, Neşe Ceren Aktay, Ozan Akif Serman

Suflöz: Zeynep Köylü

Oyuncular: Aslı Akın Narcı, Aslı Menaz, Aslı Şahin, Berk Samur, Buğra Can Ildırışık, Burhan Yeşilyurt, Cengiz Tangör, Cüneyt Arda Pamuk, Çağlar Ozan Aksu, Elyesa Çağlar Evkaya, Ergun Üğlü, Fatih Aksüt, Gökhan Eğilmezbaş, Gülsüm Alkan, Hakan Gümüş, Mehmet Avdan, Musa Arslanali, Müge Çiçek, Nagehan Erbaşı, Neşe Ceren Aktay, Ömer Naci Boz, Özgür Efe Özyeşilpınar, Selim Can Yalçın, Şebnem Köstem, Yalçın Avşar, Yasemin Güvenç, Yılmaz Aydın

29 Eylül 2025 Pazartesi

Çengellerin Gölgesinde Geçmiş

Çengellerin Gölgesinde Geçmiş

Mersin’de yapılan bir mitinge, muhalif bir kanalın canlı yayını sırasında rastladım. (İYİ Parti Mersin mitingi, 27 Eylül 2025) Gözüm alışmış işte; muhalefet partisinin mitinglerinde sallanan kırlangıçları aradım. Kırlangıcını göstermek için can havliyle sallayanların olmadığı bir miting, ilgimi kaybettirdi. Başka kanallara geçtim. Zaten mitinglerde ne konuşulduğu, ne anlatıldığı hiç ilgimi çekmez; konu bütünlüğü taşıyamam, sadece kuru kalabalığın bu ülkede hiçbir şeyi değiştirmediğini bilirim.

O mitingde konuşan lider, Fatsa’daki “Nokta Operasyonu”nda ev adreslerini gösteren maskeli biri değil miydi?

O gösterdiği adreslerdeki gençler, Et-Balık Kurumu’nun etlerin asılması gereken çengellerine asıldılar...

Maskelilerle birlikte yapılan baskına “Nokta Operasyonu” adı verildi.

“Nokta Operasyonu” deyip geçmeyin.

O operasyon, darbe yapan generalin anılarında test edilen bir sol gücü anlatır. Askerler o zaman kendi güçlerine tam güvenemediği için maskeli gençleri alıp gelmişti. Adı üzerinde, nokta ev baskınlarıyla ilçede olan sükûnet, operasyon süresi içinde bozuldu; ardından kısa sürede “sükûnet” sağlandı! O zaman kimsenin aklına gelmezdi bunun bir test olduğu.

O testte, eğer sol direniş göstermiş olsaydı, belki darbenin tarihi değişecekti.

Ancak beklenen direniş olmayınca, darbe 12 Eylül günü gerçekleşecekti.

Gerçi o darbenin en güçlü sesi, Nokta Operasyonu ve Kemal Türkler cinayetiyle — postallar eşliğinde — verilmiş olsa da darbe “12 Eylül” diye tarihlere geçecektir. Darbe, sokakta ölümleri ortadan kaldırma sözüyle geldi; işkence merkezleri, hapishanelerin avlusuna kurulan idam sehpalarıyla devam etti. Ölümleri sokaktan alıp kapalı alana taşıdılar.

Seçilmiş Fikri Sönmez, görevini terk etmediği hâlde, suçsuz olduğu bile bile tutuklandı.

Hani diyorlar ya “halk/direniş komiteleri”... Peki, o komitelerde yer alanlardan kaçı onun arkasında durdu? Toplu davanın sanığı olanlar elbette yanında durdu ama ya dışarıda kalanlar?

O günlerde ve o dönemin anılarını yazanlar, o yenilgi sürecini gerçekten anlatmadılar; yüzleşemediler. Resmî tarih yazıcılığının dışına çıkıp gerçekler, ortalıkta konuşulduğu gibi yazıya dökülmüş olsaydı, fena mı olurdu?

Bir şeyler değişir miydi, sanmıyorum.

Çünkü acı çekenler, o çengellere asılanlar, içeride dışarıda, bir sığınakta ölenlerin yiğitliği, savundukları yarınlar, ütopyaları bugün yaşadığımız sonucu doğurmadı. O günden bugüne, geriye sadece “keşke”ler kaldı.

Yenilgi Fatsa’da başlamadı, sadece orada “görünür” hâle geldi.

Devlet gücüyle o operasyonda gelenler, daha büyük bir operasyonla ülkeye el koydular ve bugünkü yaşadığımız “ılımlı İslam” soslu ülkeyi yarattılar.

Üstelik o günlerden daha fakir, gelecek ütopyası olmayan bir ülke olduk.

“O günleri özleyenler var mı?” diye sormuyorum bile; o günleri anımsayanlar da kalmadı.

O günleri özleyenler için “o dönem”, artık sadece rakı masasında bir konu mezesi oluveriyor.

Anılarda hep anlatılır: sağcısı, solcusu, dincisi... Dönemin bütün partilerinden insanlar vardı o komitelerde.

Tek yer almayan parti ve taraftarları ise maskeli olarak askerlerle birlikte gelip operasyon yaptılar.

Ama bir süre sonra o askerler, o maskelileri de alıp cezaevinde “ağırladılar”.

Halkı için “bir şey yapanı” halk arkasız bıraktı.

O dönemde maske takıp Nokta operasyonu yapanlar dağa çıkıp uluyup ulumadıklarını bilmiyorum ama bugün CHP içinde vekillik yapanın uluma sesi ekranlara yansıdı.

Halk hep arkamızdaydı; “Halk için, halkla birlikte...” bir şeyler yaptığımızı düşündük.

Ama o, bizim yaptıklarımızdan nasiplenenler, işlerine geldiği an karşı tarafa geçip “ahmak” (saf) diye acıyarak bize baktılar.

Çocuklarını — hatta bizden biri olur diye — “bizim yaşadıklarımızı” anlatarak korkuttular...

Bazı şeyleri görmezden gelince yok olmuş olmuyor; yıllar sonra gelir, maskeliler o meydanlarda sizden biriymiş gibi nutuk atarlar.

Gerçeklerin üzerini kapatan resmî tarih yazıcılığı ya da redaksiyondan geçirilmiş anılar, yaşanmış olanlardan uzaklaştığı anlamına gelir. Keşke destanlaşan yönlerimiz yanında zaaflarımızı da anlatan anlatılar geleceğe yazı olarak kalsaydı…

İsmail Cem Özkan

 

 

27 Eylül 2025 Cumartesi

Alevilik, Bektaşiliğin Gölgesinde mi Eriyor?

Alevilik, Bektaşiliğin Gölgesinde mi Eriyor?

Yıllar önce Hacıbektaş Dergâhı'nda, Hacı Bektaş Veli’ye atfedilen özlü sözler yer alırdı. O dönemde dergâhın müze müdürlüğüne ilk kez Alevi inancına mensup bir kişi atanmıştı. Üstelik bu kişi Kürt kökenliydi. Bu durum, Cumhuriyet’in ilanından sonra bir ilk olma niteliği taşıyordu. Zira Osmanlı döneminden başlayarak dergâhın kapatılıp müzeye dönüştürüldüğü yıllara dek, genellikle Nakşibendi tarikatına mensup kişiler bu tür kurumlara yönetici olarak atanırdı. Bu kişiler aracılığıyla dergâh, Bektaşiliğin merkezî bir yapısı gibi işlev görmeye devam etmişti.

Dışarıda ise Ulusoy ailesine ait, halk arasında “Çelebiler” olarak bilinen evler fiilen dergâhın yerini almıştı. İnananlar o evlerde el alır, dua eder, gönüllerini güvercinin hafifliğiyle, turna kuşu gibi hafifletirlerdi. Turnalar Semahı, Hacıbektaş Semahı’dır. Elbette birçok yörede semah, turna figürüyle özdeşleşmiştir.

Dergâhın en üst duvarında “Türkçe konuş” ifadesi yer alırdı. Bu söz, birçok Alevi kaynağında “Bu yurtta Türkçe konuş, Türkçe sev ve Türkçe yakar” biçiminde geçer. Yıllar sonra Hacıbektaş’a tekrar gittiğimde bu yazının kaldırıldığını fark ettim. “İsabet olmuş,” dedim içimden. Ancak bu değişiklik, Bektaşilik inancında Türkçe ibadet meselesini yeniden gündeme taşıdı.

Bektaşilik, özellikle Balkanlara açılım sürecinde yeniden keşfedildi. Yeni kurulan devletler içinde Bektaşilik, kurumsal olarak varlığını koruyordu. O kurumlara gidip gelmeler başladığında fark edildi ki, ibadet eden birçok kişi dualarını ana dillerinde değil, anlamadıkları bir dilde ettiklerini fark ediyordu. Bektaşi babaları duaları Türkçe ezberden okuyordu; ancak çoğu, Türkçeyi bile anlayamıyordu.

Türkiye’de ise başlarda devlet, şehirleşen Alevilerin ihtiyaç duyduğu Cemevlerini tanımadı. Ancak zamanla bu yapının kendi işine yaradığını fark etti. Türkiye’nin her bölgesinde farklı biçimlerde yaşanan Alevilik, süreç içinde homojenleşmeye başladı. Baskın anlayışlar, daha zayıf olanları sindirmeye başladı. Genel kurallar geçerliydi; ancak farklılıkları ortaya koyan birçok geleneksel davranış ve ibadet biçimi yok olmaya başladı. Her derneğin kendi “bileni” ya da “otoritesi” ortaya çıkıyor, kendisine “dede” diyenler için yeni kapılar aralanıyor, fikirlerini yaymak isteyen bazı kişiler baskı aracına başvuruyordu.

Avrupa’da kurulan Alevi dernekleri bu süreci hızlandırdı. Hangi şehirden gelenler çoğunluktaysa, o dernekte o bölgenin Alevilik anlayışı baskın hâle geldi. Bugün birçok Alevi, hem cuma namazına gider, hem Sünni İslam’ın orucunu tutar, hem de 12 İmam orucunu yerine getirir. Dernekleşme süreci, heterojen olan Aleviliği hem homojenleştirdi hem de giderek Türkleştirmeye başladı.

MHP kökenli Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek, bu homojenleştirme sürecinin izlerini Kazakistan’da da bulmuştu. Orada kurulan Ahmet Yesevî Üniversitesi’nin mütevelli heyeti başkanlığını üstlendi. Bakanlığı döneminde Hacı Bektaş Veli ile Hoca Ahmet Yesevî arasında bir bağ kurulmaya çalışıldı. Ona göre Yesevî, Sünniydi ve Alevilikle doğrudan bir ilgisi yoktu. Ancak aynı zamanda onun bir “Türk öğretisi” sunduğu da iddia edildi: özü, sözü Türk’tü. Böylece Mevlânâ, Hacı Bektaş ve Ahi Evran da “Türk” kimliğiyle tanımlanmaya başlandı. Yıllarca Hacıbektaş’a gelip Sünniliği anlatmaya çalıştı; ancak sanırım bu çabalarından sonuç alamadığı için artık o arayıştan vazgeçtiğini düşünüyorum.

Osmanlı dönemindeki Nakşibendi etkisi, bu kez müze statüsündeki Hacıbektaş Dergâhı üzerinden yeniden inşa edilmeye başlandı. Çünkü Hacıbektaş’ı kontrol eden, Bektaşiliği; dolayısıyla Balkanlar’daki Aleviliği de kontrol edebilirdi. Bu stratejik bir hamleydi. Alevileri sadece kontrol etmek değil, bazı yapılar onları tamamen asimile etmek amacıyla hareket etti. Bu hedef doğrultusunda Aleviliği, Bektaşilik içinde eritmek istediler. Bugün bu süreç, Cemevleri ve dernekler aracılığıyla yavaş ama kararlı bir şekilde sürdürülüyor.

Sosyal medyada bir Alevi ozanın yaptığı paylaşım, özellikle Kürt Aleviler arasında hayal kırıklığına yol açtı. Ancak aynı zamanda birçok Alevi’nin özünü ve sözünü de yansıtıyordu:

“Alevilik, 72 milleti içine alan kadim bir gelenektir. ‘Kürt Alevi’ ya da ‘Türk Alevi’ diye bir tabir yoktur; Kürtçe konuşan Alevi, Türkçe konuşan Alevi veya Zazaca konuşan Alevi vardır. Alevilik, ‘lisan-ı hâl’ dilidir; ibadet dili ise Türkçedir.”
— Erdal Erzincan

Bu konu son yıllarda daha sık dillendirilmeye başlandı. Hatta “Çepni, Türkmen dini” diyenler arttı. Kimine göre Kürtler de Türkmen soyundandır. Elbette herkes kendini hangi soydan görüyorsa öyle adlandırıyor. Ancak Kürtçe ibadet neredeyse ya tamamen yok sayılıyor ya da açıkça reddediliyor.

Devlet Bahçeli’nin 16 Ağustos’ta bir Alevi açılımı yapacağı yönünde bir öngörüm vardı. Ancak yaptırdığı Cemevi zamanında yetişmediği için açılımın 29 Ekim’e ertelendiğine dair duyumlar aldım. Fakat 16 Ağustos yaklaşırken Alevi açılımına dair söylemler ciddi biçimde artmıştı.

Devlet bir bütündür, parçalanamaz.

Bu durum kimilerini şaşırtıyor olabilir, ancak bana kalırsa şaşılacak bir şey yok. Zira bu mesele ilk kez konuşulmuyor. Hatta birçok Alevi dergâhında “Cemevinde ibadet dili Türkçedir” denilerek diğer dillerin kullanımı reddediliyor. Bu yaklaşım, Avrupa’da iki ayrı Alevi federasyonunun kurulmasına neden oldu. Çünkü Cemevlerinin kurumsallaşması süreci, bu tür tartışmalarla birlikte başladı.

Öte yandan “Alevi-Bektaşi” kavramı giderek birleşik bir ifade hâline gelmeye başladı. Bektaşilik, doğrudan Alevilik gibi sunuluyor. Sözde Bektaşilik, “şehir Aleviliği” imiş. Bu da zamanla kanıksandı. Bugün neredeyse her Alevi yayını ve söyleminde “Alevi-Bektaşi” ifadesi birlikte kullanılıyor. Birçok Cemevinde Bektaşiliğe ait simgeler daha baskın hâle geldi.

Katıldığım pek çok cenazede, Bektaşi şapkası takan bir dede ya da baba, Sünni inancıyla neredeyse birebir örtüşen söylemlerle sohbet ederken, yalnızca “Hz. Ali” ismini araya serpiştiriyordu. Buna bizzat şahit oldum.

Sonuç olarak, Aleviler kaybolmaya yüz tutmuş inançlarını Bektaşi şapkası altında kurumsal bir yapıya dönüştürerek sürdürmeye çalışıyor. Bu sayede Alevi açılımı başarıya ulaşmış gibi bir algı oluşturuluyor.

 

İsmail Cem Özkan

 

25 Eylül 2025 Perşembe

Kürtçe Şarkılar Çalıyor, Ama Sorun Bitmiyor

Kürtçe Şarkılar Çalıyor, Ama Sorun Bitmiyor

Kürt açılımı ya da popüler ismiyle “Terörsüz Türkiye” süreci, Meclis'te uzun süren bir oyalama, dinleme ve boş cümlelerle dolu çuval misali bir süreçle ilerledi. Eğer bir adım atılacaksa bile, bu adım içi doldurulmamış cümlelerin ardına gizlendi.

Sürecin sonunda, “zurnanın zırt dediği” noktaya geldik.

Faşist lider Bahçeli, kendisinden beklenmeyen ama “devlet aklı” olarak sunulmaya çalışılan bir çıkış yaptı. Bu çıkışla Meclis'e PKK’nın "kurucu lideri"ni davet etti. Aynı zamanda Meclis’te yer alan her DEM vekilini Öcalan olarak gören bir söylemle, mikrofonlardan duyulan ve kayıtlara geçen ifadeler kullandı.

Sonuçta, “Ben,” dedi. “Görüntülerini dinlemek yerine orijinaliyle pazarlık yaparım. Çünkü ben güçlüyüm. O ise teslim olmuş durumda. Teslim olmanın gereğini yerine getirsin. Kayıtsız, şartsız teslim olsun.” Bu çağrıyı laf kalabalığı içinde dillendirdi.

Kalktı, gitti DEM vekillerin elini Meclis’te sıktı. Birbirine nefretle bakanların bakışı birden değişti. Sanki bir umut yeniden filizlendi — hiç beklenmedik anda!

Aşk filmlerinde hiç değişmeyen bir konu vardır: “Tüm aşklar nefretle başlar.”

O günden bugüne, her iki muhatabın açıklamalarına göre süreç ilerlemiş gibi görünse de, pratikte hiçbir karşılığını göremiyoruz. Hissedemiyoruz da. Bizler, bu liderlerin açıklamalarının “yalancısıyız” adeta.

İşte söylüyorum o yalanı: İlerleme oldu!

Kürt sorununun Meclis'te görünür olmasının asıl sebebi, Suriye'deki iç işlerden başlayıp dış siyasete evrilen gelişmelerdir. Bizim taraftan bakıldığında, artık Araplarla olan sınır komşuluğumuz ortadan kalkıyor. Irak ve Suriye sınırının her iki tarafında Kürtler yer alıyor.

İki tarafın da Kürt olması, bu durumu bazılarına göre Türkiye’nin iç meselesi hâline getiriyor.

İşte zurna burada “zırt” diyor.

Halaya durulmuş, kemençe ve davul-zurna eşliğinde, mahallenin dedikodusunu anlatan dengbejin sesi yankılanıyor.

Kürt sorununa çözüm arayışına bir de İsrail faktörü ekleniyor.

Zaten daha önce ABD, Irak işgali sırasında meseleye dahil olmuştu. Uçuşa yasak bölge ilan etti. Bu bölgede hava operasyonları yapılmazken, kara operasyonları ile iç cepheye saldırılar arttı. “Terörle mücadele” adı altında yıllar geçti, yıllar birbirini kovaladı. Ama bitmesi söylenen, ayakkabı numarasını bile bildiğimiz “terör” bir türlü bitmedi.

Oysa bu işin içinde emperyalizm olduğu söylenmişti. Her Kürt ayaklanması, içeride hep aynı nakaratla karşılandı:

"Emperyalistlerin maşası olan ayrılıkçılar; Cumhuriyet’i yıkmak için emperyalizm desteğiyle yürütülen gerici bir ayaklanmadır. Resmî tarihe göre, tüm isyanlar ülkeyi yıkmak için girişimlerdir; ülkenin birliği için zor ile bastırılması zaruridir."

Silahı veren, karşılığında istediği ihaleyi alıyordu!

Yıllar geçti. Ölümler arttı. Derelerden kan aktı. Kimsesizler mezarlıkları genişledi. Yaylalar, dere kenarları adı konmamış, isimsiz mezarlıklarla doldu. Bu mezarlara taş dikilmedi; üzerleri örtüldü. Altlarında ise çürüyen bedenler kaldı.

Bir zamanlar “bir iki anarşistin macerası” diye küçümsenen Kürt sorunu, bugün “Kürt realitesini” tanımakla ülkenin gündemine oturdu. Bu realite tanındı. “Türkçe konuş vatandaş!” propagandasının yerini, dolmuşlarda Kürtçe şarkıların çalındığı bir süreç aldı.

Şarkılar çalıyor ama sorun çözülmüyor. Onlara göre şarkı çalınca sorun çözülecek!

Ama çözülmedi…

Sorun büyümeye devam etti. İnşaatta Kürtçe türkü söyleyen işçiler aşağı atıldı. Cinayetler eklendi. Bu etki-tepki süreci, batıdaki tatil bölgelerinde ırkçı dalgaya dönüştü. “Kelebek etkisi” gibi, hem beklenen hem de yok sayılan bir sürece evrildi.

Kürt sorununu çözmek istediğini söyleyenler, gerçek çözüm adımları atmak yerine cepheleşmeyi tercih etti. Cenaze törenlerini, ırkçı dalganın büyümesi için kullandılar. Sonuçta, milliyetçilik varsa, karşı milliyetçilik de vardır.

Milliyet, ancak karşısıyla var olur.

Suriye’de rejim değişti. İktidara giden yolu İsrail açtı. Cihatçı, kelle kesen, Ezidi kadınları cariye yapan biri; birden kravat taktı, ceket giydi ve Suriye devlet başkanı olmak için sahneye çıktı. Önce suçlu oldu, sonra kader kurbanı. Ardından zamanla “cumhurbaşkanı” oluverdi.

Demokrasi ve fırsat eşitliği dedikleri bu!

İsrail, açtığı kapıdan geçenleri elbette kontrol edecektir. Ama bu kapının açılmasını kendi propagandasının parçası olarak sunanlar, hemen surlara Türk bayrağı çekip “Bakın biz yaptık!” dediler. Yiyen oldu mu? Oldu. Ama çok kısa sürede o yenenler çıkarıldı, inandırıcılığı ortadan kalktı…

Sınırları halklar çizmez. Güçlü olan ve o bölgeye hâkim olan emperyalistler çizer. Yugoslavya bunun en açık örneğidir. Bir ülkeden, misket bombası gibi etrafa yayılan küçük devletçikler çıktı. Bugün Balkanlar’da suni bir barış dengesi sürüyor. Ama emperyalist devletlerin çıkarları orada çatıştığı an, tekrar savaş bölgesi hâline gelebilir.

Suriye sorunu, “zorunlu açılım”ın anahtarı oldu. Ancak çözüm üretmeyen, sadece bir “Kürt realitesinin” tanınmasıyla sınırlı bir yere evrildi. “Kapalı kapılar arkasında ilerleme var” deniyor ama pratikte bu ilerlemenin karşılığını göremiyoruz. Kayyumlar hâlâ yerli yerinde oturuyor. Seçilmiş belediye başkanları, görev yaptıkları Kürt yerleşimlerinin altyapı sorunlarını bile çözememiş durumda, belki onlar için altyapı Kürtlerin özgürlüğünden geçiyor, “önce özgürlük, sonra hizmet!”

Kürt belediye başkanları elbette güzel işler yapıyor, o güne kadar yasaklanmış ne kadar Kürt aydını varsa hepsinin adı Kültür Merkezlerinin önüne ekleniyor, oralarda Kürt diline, kültürüne katkısı olan toplantılar yapılıyor. TRT ise Kürtçe kanal açarak hem radyodan hem de ekrandan “kendi” Kürt vatandaşlarına sesleniyor. 

Sorun hâlâ var. Bir masaya Kürt belediye başkanını oturtmak, ne sorunu çözüyor ne de ortadan kaldırıyor.

Bu ülkede “terör”, iyi bir geçim kapısı hâline geldi. Kara paranın ekonomiye “can suyu” olduğunu söyleyen ekonomistlerin açıklamalarından bunu anlıyoruz. Gelişmişlik düzeyi ile çözüm yollarının açılması arasında doğrudan bir bağ var.

Ama gecekondu kurarak şehirler büyümez. Aksine, şehirler kocaman köylere dönüşür. Ve o köyleri bir deprem silip süpürebilir… Herkes kendisini tam güvende hissettiği an, gece sabaha dönerken yer birden oynamaya başlar ve tüm insanlığın birikimi, yapılmış kalelerin geçilmez duvarları yıkılır. Bu yıkıntı birileri için yeni fırsat kapısıdır, çünkü oluşmakta olanı üzerine kim ihale veriyorsa, o verenin niyetine uygun yeni yerleşim alanları yaratılır.

İsmail Cem Özkan

18 Eylül 2025 Perşembe

Sosyalist Elbiseli Bir Miras: TKP ve İttihatçı Gelenek

Sosyalist Elbiseli Bir Miras: TKP ve İttihatçı Gelenek

Cumhuriyet henüz kurulmamıştı. Ankara, dönemin yeni çekim merkezi hâline gelmişti. Devletin İstanbul’dan taşınıp yeniden inşa edilme süreci yaşanıyordu.

Tarihsel olarak bakıldığında, o dönemde ülkemizdeki sol hareketler üzerinde esen rüzgâr Bolşevik değil, Spartaküs hareketidir. Bolşevikler ise daha sonra TKP eliyle etkili olmaya başlayacaktır. Çünkü onların (yani Bolşevik çizgiden etkilenenlerin) anlayışı, var olan bir devletin gücünü arkasına alarak “devrim yolunda” yürümek yönündeydi.

Ama elbette, evdeki hesap çarşıya uymadı.

Tarihte birçok olay yaşanmıştır; ancak bizim en büyük talihsizliğimiz, tarihteki ilk büyük sosyalist devlet olan Rus Sovyet Devleti'nin güney sınırı olmamızdır.

İşgal altındaki İstanbul’da birçok sosyalist parti kurulmuş, bu partiler dönemin işçi sınıfı içinde örgütlenmiş, Marx’ın resmini taşıyan dergiler yayımlanmıştır. Sosyalizm ve komünizm fikirleri üzerine yoğun tartışmalar yürütülmektedir. Bu tartışmalar içinde yer alanların önemli bir bölümü, İttihat ve Terakki kökenli değildir.

İleride kurulacak olan TKP içinde ise daha çok İttihatçılardan oluşan, “komünist elbisesi giymiş”, ülkeyi ya da devleti kurtarmak isteyen, Türk burjuvazisi kültürüne sahip bireyler yer alacaktır. TKP'nin dokusu, işgal altındaki İstanbul’da kurulmuş sosyalist partilerden oldukça farklıdır. Üstelik bu parti, Komintern tarafından yönlendirilecek ve biçimlendirilecektir.

TKP’yi kuran kadrolar, dönemin koşulları göz önünde bulundurulduğunda, her biri birkaç dil bilen, iyi eğitim almış ve Enver, Talat ve Cemal Paşa ile birlikte çalışmış kişilerden oluşmaktadır. Bugünkü solun resmî tarihi ise Bakü’den başlatılır. Bunun nedeni, TKP’yi kuran kadroların yenilmiş bir partinin (İttihat ve Terakki’nin) devamı sayılabilecek yapılarla bağının olmasını görünmez kılmaktır. İstanbul, bu resmî sol tarih yazımında özellikle göz ardı edilir.

Ankara’da yeniden kurulan ve dağılmış devleti toparlayan iktidarın kökeni ile TKP’yi kuran kadrolar aynıdır. Aynı siyasal gelenekten gelirler; fakat farklı tercihlerle farklı yollara yönelmişlerdir. Bu nedenle hem Ankara’da şekillenen ve zamanla Kemalizm adını alacak olan anti-komünist düşünce biçimi, hem de komünist kimliği taşıyan ama aynı kökten gelen sol akımlar aslında aynı geçmişi paylaşırlar. Onları ortak zeminde buluşturan ise “devleti kurtarma” düşüncesidir. Farklı yolları tercih edenlerin tek bir düşüncede birleşmeleri bir rastlantı değildir. Dönemin en güçlüsü olan Ankara’da buluşanlar ve onlara daha sonra katılmaya çalışan, Bakü’de buluşup yeni konumlarına göre yol almak isteyenlerin çıktığı yol, Trabzon açıklarında lider kadrosunun yok edilmesiyle tarihî bir kırılma yaşamıştır. Bu kırıma rağmen Komintern, bu kırımı yok saymış ve etkisi altında olan kadroların Ankara’daki harekete katılmasını teşvik etmiştir.

Bolşevik düşünce yapısında “devlet destekli bir devrim” anlayışı ağır basarken, doğrudan “proletarya devrimi” düşüncesi Spartaküs hareketinin temelini oluşturur. Bu iki ayrı tercih, oluşmakta olan siyasi hareketlerin yönelimlerini belirleyecek ve her biri buna göre bir yol haritası çizecektir. Bakü’de oluşan hareketin, devleti merkeze alarak Ankara’ya ulaşma çabası anlaşılırdır. Çünkü onların zihninde şekillenen devlet destekli devrim anlayışı, ancak devleti dönüştürmek ve o devletin çatısı altında örgütlenmekle mümkün olabilirdi.

Bolşevik Partisi’nin tercihiyle oluşturulan parti ve yapılar, “sistem içi” ve “devlet merkezli” bir sosyalist örgüt olarak kendilerini konumlandırır. İlerleyen zamanlarda sık sık karşımıza çıkacak yasal bir parti olma arayışı içinde, TKP kadroları sürekli girişimlerde bulunur; her çok partili geçiş sürecinde TKP tarafından desteklenen ve bizzat kadroların yer aldığı siyasi partiler kurulur, ancak bu partiler kısa sürede kapatılır. Hatta imkân bulduklarında CHP içinde de örgütlenmek için yollar aramışlar; bu konuda çeşitli örnekler de vardır.

Yukarıda açıklamaya çalıştığım duruştan dolayı, bu ortak (İttihat ve Terakki Partisi) köken, komünist görünümlü bazı kadroların Ankara iktidarı içinde yer almasını da anlaşılır kılar. “Kadro Dergisi”ni çıkaranların büyük bölümü, komünist kimliğini cebinde taşıyan, ancak pratikte farklı tercihler yapmış bireylerdir.

Bolşevik Partisi’nin etkisiyle TKP adını alacak birçok girişimin içinde, zamanla Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası taraftarları tasfiye edilecek ya da pasif konuma gelecektir. TKP tarihi içinde bu çekişme, açık ya da gizli olarak hep varlığını korumuştur. Bir zamanlar “partimi arıyorum” olarak adlandırdığım anlarda, aynı anda üç ayrı merkezi yapı olduğunu iddia edenlerin oluşturduğu topluluklar vardı. Sonucu elbette Moskova’nın tavrı belirleyecek ve diğer toplulukta olanlar her zaman “güvenilir” olmadıkları için kuşkuyla izlenecektir.

Dr. Şefik Hüsnü’nün parti genel sekreterliğinden Komintern üyeliğine geçiş süreci, bu çatışmanın görünür tarafıdır. Nâzım Hikmet’in hayatının gizli kalmış tarafı da bu çatışmadır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli ve daha niceleri; bu çatışmadan dolayı merkezi yapının dışında kalmış, ama kendilerini TKP’li görenlerin tarihidir.

TKP’nin tarihsel gelişimi, Türkiye sol hareketinin yalnızca örgütsel biçimini değil, aynı zamanda siyasal yönelimini ve ideolojik duruşunu da belirleyen temel bir referans noktasıdır. Bu hareketin kökleri, İttihat ve Terakki'nin kadrolarına dayandığı ölçüde, içinde taşıdığı devlet merkezli siyaset anlayışıyla da şekillenmiştir. TKP'nin kuruluşu, dönemin politik koşulları kadar, sosyalist mücadelenin devletle kurduğu ilişki biçimini de yansıtır.

Olaylara nasıl baktığımız kadar, nereden baktığımız da belirleyicidir. TKP’yi bir devrimci hareket mi, yoksa düzenle uzlaşan bir yapı mı olarak değerlendirdiğimiz; tarihsel bağlamı nasıl kurduğumuzla doğrudan ilişkilidir. Bakü’den İstanbul’a, oradan Ankara’ya uzanan çizgide yaşanan her gelişme, bu hareketin ideolojik derinliklerinden örgütsel tercihlerine kadar pek çok unsurun yeniden düşünülmesini gerektirir.

Geçmişiyle yüzleşebilen bir Türkiye sosyalist hareketi, sınıftan kopuk olmaktan çıkarak; sınıf-devlet ilişkisini yeniden kurabilir, geçmişin yerleşik ezberlerini ve tabularını sorgulayarak kendine yeni bir yol açabilir. TKP'nin tarihinden çıkarılacak dersler, bugünkü solun yeniden yapılanma ihtiyacına ışık tutacak niteliktedir.

İsmail Cem Özkan