Galata Gazete


15 Mayıs 2025 Perşembe

Krizden kangrene dönüşen travmalar…

Krizden kangrene dönüşen travmalar…

Osmanlı İmparatorluğu, yıkılmak için çok uzun süre can çekişmiş; bu uzun süreçte yaratılan travmaların kalıcı hale gelmesiyle birlikte, kolektif bilinçaltımızı şekillendiren bir kültür ortaya çıkmıştır. Yeni kurulan ulus devletimiz, bu travmatik bilinçaltı üzerine inşa edilmiş; ne geçmişle yüzleşebilmiş, ne de var olan sorunları açıkça tartışabilmiştir.

Yıkımın Sürekliliği ve Travmatik Miras

Osmanlı İmparatorluğu, klasik anlamda bir çöküşten çok, zamanla eriyen bir yapı sergilemiştir. Bu erime sürecinde yaşanan savaşlar, göçler, soykırımlar ve kitlesel travmalar, yalnızca bireysel değil, toplumsal hafızayı da derinden etkilemiştir. Travmaların kolektif bilinçaltına yerleşmesi, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarını da etkilemiş; geçmişi reddetmeden ama onunla yüzleşmeden bir "yeni" inşa edilmeye çalışılmıştır.

Bunların üstünü örterek, sanki hiç yaşanmamış gibi davranmıştır.

Her yıl tekrar eden "ABD Başkanı 1915 olaylarına ne diyecek?" gerilimi, aslında Türkiye'nin bu tarihle ne kadar yüzleşemediğinin somut bir yansımasıdır. Geçmişle hesaplaşmadan ilerlenirken ortaya çıkan endişeler; yüzleşilmemiş tarihin dışa vurumundan başka bir şey değildir.

Ulus Devletin İnşasında Kurucu Travmalar

Bir devletin yıkımı bu kadar uzun ve sancılı olursa, o devletin kurumlarında yetişmiş bireylerin kurduğu yeni devlette, benzer travmaların daha da büyüyerek devam etmesi kaçınılmaz olur.

Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti, Balkanlar'dan sürülen veya orada hayatını kaybedenlerin acısı ve bu kayıplar üzerine şekillenen duygusal tepkiler ve sonucunda ortaya çıkan nefret söylemleri üzerine kuruldu.

Devletin inşa süreci, özellikle Balkanlar’dan gelen göçmenlerin yaşadığı trajedilerin merkezine oturmuştur. Kaybedilen topraklar, kaybedilen aileler, öldürülen ya da sürülen insanların acısı üzerine şekillenen yeni devlet, bir yönüyle “intikamcı” ve dışlayıcı bir karakter taşımıştır.

Sakallı Nurettin Paşa örneğinde olduğu gibi, bireysel travmalar kolektif politikalara dönüşmüş; devletin "öteki"ye yönelik politikalarında bu duygusal miras etkili olmuştur. Ne bu eylemlerin nedenleri sorgulanmış, ne de bu eylemlerin yarattığı travmalarla yüzleşilmiştir. Resmi tarih, bu noktada acıları değil, başarı anlatılarını ön plana çıkarmış; kuşaklar boyunca gerçekler yerine mitler / yaratılan gerçeklikler öğretilmiştir.

Kürt Meselesi: Bastırılan Kimlik ve Süregelen İnkar

Kürt meselesi de, Balkanlar’dan bugüne taşınan ayrılık korkusunun bir devamı olarak şekillendi. Devlet, ayrılmak isteyenleri bastırmak, onları emperyalist devletlerin ajanı olarak görmek, sorunları çözmek yerine sürgün etmek, ekonomik olarak geri bırakmak, sadık aileleri aşiretleştirip onları güçlendirmek ve koruculuk sistemini desteklemek gibi politikalar izledi. Osmanlı'nın çok uluslu yapısından ulus devlete geçiş sürecinde, Kürt kimliği ya görmezden gelinmiş ya da tehdit olarak algılanmıştır. Öncelikle ve ilerleyen zamanlarda Kürtlerin kimliğini yok saymak, meclis ve mahkeme tutanaklarına "bilinmeyen dil" konuşanlar olarak geçmeleriyle resmiyet kazandı. Ancak yok sayılan gerçekler zamanla görünür hale geldi ve yüzleşmek artık kaçınılmaz.

Yüzleşememe Hali: Bilinçli Sessizlik ya da Bilinçsiz Kayıp

Toplumumuzun büyük bir çoğunluğu, tarihsel travmalarla yüzleşmeye henüz hazır değil. Hala "Benim hakkımla ötekinin hakkı arasında fark var mı?” gibi sorular, eşitlik algısının yerleşmediğini göstermektedir. Bu durum, yalnızca bilgi eksikliğinden değil; geçmişin bastırılması, inkar edilmesi ve resmi anlatılarla şekillendirilmiş eğitim politikalarının bir sonucudur.

Travmalarla yüzleşmeden yeni bir gelecek inşa etmek mümkün değildir.

 "Öteki"nin neden "öteki" olduğunu ve bu farklılığı gidermek adına ne yapıldığını sorgulamak yerine, onu kendine benzetmeye çalışmak dışında bir çözüm düşünülmedi. Türkçeden başka dil bilmeyen bir Kürt’ü, artık Kürt saymamak; ya da "O da benim gibi yaşıyor" diyerek onun anadilinin kaybolduğunu fark etmemek oldukça yaygın bir durum. Elbette sorun sadece dil değil; insan olmanın evrensel normları var. Bu normlardan hangileri toplumumuza layık görülüyor, hangileri görmezden geliniyor, bunlar tartışılmalıdır.

Gerek ulusal kimlik, gerekse birlikte yaşama kültürü, bu yüzleşmelerle anlam kazanabilir. Gerçeklerle yüzleşmek, sadece bireysel değil, toplumsal bir iyileşmenin de anahtarıdır.

İsmail Cem Özkan

23 Nisan 2025 Çarşamba

İstanbul’u Deprem Vurdu!

İstanbul’u Deprem Vurdu!

İstanbul, 6.2 büyüklüğünde bir depremle sarsıldı. Yıllardır beklenen bu deprem belki bir uyarıydı, belki de beklenen tam olarak buydu. Zaman, hangisinin doğru olduğunu gösterecek. Ancak bu depremde de gördük ki, her şey sadece sözde kalıyor. Çünkü felaket anında bile birlikte hareket edemediğimiz acı bir şekilde ortaya çıktı.

Deprem sonrası her siyasi çevreden farklı açıklamalar geldi. Yerel ve merkezi yönetim arasındaki ayrışmanın tam ortasında bir "deprem yarığı" oluştuğunu fark ettik. Anlaşıldı ki, "birlik" kavramı bizde yalnızca sözde var; gerçekteyse siyasi partiler, ittifaklarına göre bölünerek sadece kendi taraflarının sesi oluyor.

Uçları yaşarken, zıt kutuplar bir arada bulunabiliyor...

Siyasi partilerin ve yerel/merkezi yönetim temsilcilerinin uzlaştığı tek nokta, halkı parklara davet etmek oldu. Bir gün içinde yeni bir depremin olabileceği varsayımıyla evlere girilmemesi istendi. Bu çağrı yapıldığında hava güzeldi; fakat ilerleyen saatlerde serinledi, rüzgâr şiddetlendi. Uzun süredir istikrarsız olan hava koşulları da bu dengesizliğe eşlik etti. O kadar uçları yaşamaya başladık ki, hava bile bize benzedi!

Peki, insanları parklara yönlendirmek, aslında korkuyu yaymak değil midir?

Bu tür çağrılar, "evleriniz güvenli değil" demenin dolaylı bir yoludur. "Evine güvenen evinde kalsın, güvenmeyen parkta" söylemi de benzer bir anlam taşır. Sonuç olarak, bu ülkede evine güvenemeyen bir birey, siyasete ve bölünmüş iktidar yapılarına da güven duyamaz. Çünkü haber bültenlerinde "evde kalmayın, parkta kalın" denmesi, aslında "hiçbir şeye güvenmeyin" anlamına gelir. Parklar geçici bir güvenlik alanı olarak sunuluyor; ancak bu alanların altyapısı yeterli mi? Soğuk hava, salgın hastalıklar, zatürre gibi riskler göz önünde bulunduruluyor mu?

Ülkemizde iktidar yapısı çift başlıdır.

Bu durum İstanbul'da açıkça görülüyor. Hükûmet projelerinde bakanların isimleri büyük puntolarla öne çıkarılırken, belediye projelerinde belediye başkanlarının isimleri vurgulanır, ancak belediye logoları küçültülür. İstanbul metrosu bile iki ayrı sistemden oluşur: biri “M”, diğeri “U” harfi ile tanımlanır. Karayollarındaki bakım çalışmaları da iki farklı otoriteye aittir. Hangi yolun hangi kuruma ait olduğu ve hizmetin kim tarafından verildiği bellidir. İhaleler ve hizmetler bu çift başlı yapı üzerinden yürütülmektedir. Hükûmet, istemediği bir hizmeti “kamulaştırma” adı altında belediyeden alıp kendi logosu altında sürdürmektedir. Son örneklerden biri de İstanbul metrosunun sahiplenilmesidir: Yolun bir kısmı “M”, diğer kısmı “U” harfiyle gösterilmektedir.

Birlikte hareket edemeyenler, toplumun ortak sorunlarını çözebilir mi?

Siyasi ve ekonomik kriz, merkezi ve yerel yönetim arasında derin bir bölünme yaratmıştır. Koordinasyon sağlanamamakta; biri neyi savunursa, diğeri mutlaka karşı çıkmaktadır. Ortak akıl ve ortak yol geliştirilememektedir. Felaket anlarında bile kimin süreci yöneteceği belirsizdir. AFAD ve AKOM gibi iki ayrı merkezden benzer açıklamalar yapılmakta; ancak biri belediyeye, diğeri hükûmete bağlıdır. Bilim insanları bile ikiye ayrılmıştır: Devlet maaşı alanlar susarken, diğerleri ekranlarda konuşarak geçinmektedir.

Deprem fakiri vurur, zenginin kasasını doldurur…

Geçmiş depremlerden çıkardığım sonuç şudur: Zenginler daha da zenginleşirken, yoksullar evsiz, çaresiz ve muhtaç bırakılmıştır. Her felaketi fırsata çevirmek, sermayenin doğasında vardır.

Şehirlerin dokunulmaz alanlarında yer alan tarihi değeri olan ama bakımsız bırakılmış binalar, aslında restore edilmesi gerekirken, yıkılarak yerine daha kârlı yeni binalar yapılmak istenmektedir. Deprem, bu amaçlar için bir bahane; rant ise asıl hedef olabilir. Bu depremde sit alanı ilan edilen bölgelerde binalar yıkılmış olabilir. Büyük bir tesadüf müdür ki, yıkılması beklenenler yıkılmış, yıkılmayanlara ise yangın çıkartılmıştır. Yangına sığınan evsizlerin sebep olduğu öne sürülebilir. Bahane arandığında, her yol mubah sayılır.

Ülkemizde sürekli "milli irade"den söz edilir; ama gerçek irade doğadadır, ve doğa bunu bir kez daha sarsıntıyla gösterdi.

İstanbul’da bir deprem, devletin temelinin sarsılması anlamına gelir. Çünkü devletin atardamarı burada atar.

Deprem İstanbul’u vurdu!

Sonuç olarak, parçalanmışlık her alanda kendini göstermektedir. Ancak siyasiler her defasında ülkenin birlik içinde olduğunu, “bu ülke bölünemez” diyerek vurgular. Oysa gerçekte, bu parçalanmış yapıyı yaratanlar bizzat kendileridir ve topluma bu durumu kanıksatmışlardır.

Deprem, bu bölünmüşlüğün kronikleştiğini bir kez daha gözler önüne sermiştir.

İsmail Cem Özkan

Uluslar Bayramsız Olmaz

Uluslar Bayramsız Olmaz

Her ulusun bir ya da daha fazla ulusal bayramı vardır; zira ulus olmanın temel koşullarından biri, ortak bir toplumsal ve ekonomik hedef etrafında birleşmektir. Bu birlik, genellikle sermaye birikimi sürecini destekleyen bir sosyal yapının oluşmasını gerektirir. Toplum, bu süreçte ekonomik güce sahip olan kesimlere emek ve maddi kaynak sağlayarak onları güçlendirir; böylece sosyal yapıda zengin daha zengin olurken, yoksulun mevcut durumu korunur. Dolayısıyla, uluslaşma süreci içinde bir sermaye sınıfının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Kısaca, ulus olmak için öncelikle bir sermaye grubu yaratmak gerekir. Sermayesi olmayan bir ulusun ilk adımı ise Ankara'da açılan ilk meclisle atılmıştır.

Tarihçiler, ulus-devlet olmayı amaçlayan meclisin Ankara’da 23 Nisan günü açıldığını yazar. Ancak aslında bu, bir açılıştan çok, son Osmanlı Meclisi'nin –İstanbul’daki meclisin– Ankara’da bulunan İttihat ve Terakki Partisi’nin binasında toplanmasıdır. Tarih yazıcıları bunu bilinçli olarak göz ardı eder ve böylece ulus-devletin yeni ruhu, yeni bir tarih yazımıyla başlatılır.

Fakat ulus olmanın en önemli koşullarından biri zaferdir. Zaferi olmayan ulus olur mu? Bu nedenle Çanakkale destanının Ankara’daki meclis ruhuna taşınması gerekir. Çünkü o dönemde herhangi bir yeni zafer yoktur; aksine, yenilgiler, kayıplar ve dağılmanın her türlü emaresi görünmektedir. Mevcut olanla idare edilmesi zorunludur. Bina açılışı dahi bir ulusun bayramı olabilir başlangıçta; çünkü her adım önemsenmek zorundadır.

Son meclisin Ankara’da açılması ve İstanbul’dan Ankara’ya yönetici kadroların taşınması, yeni devletin kurumsallaşma sürecini hızlandırmıştır. Meclisin açılması doğrudan devletin kurulduğu anlamına gelmez; fakat bu, önemli bir adımdır. Devlet, ancak başka devletler tarafından tanındığında resmiyet kazanır. Tanınmadığı sürece "Ben devletim" demenin bir anlamı yoktur.

Tanınma süreci, İstanbul Hükümeti’nin resmen ortadan kaldırılması anlamına gelir. Artık bir koltukta iki karpuz taşınmasına izin verilmeyecektir. Ankara merkezli bir devlet, Balkanlar’da ve Avrupa’da oluşan “Türk sorununun” çözümünün anahtarıdır.

Aslında Ankara’da kurulan devlet, Balkanlar’da oluşmuş olan devletin Anadolu’ya taşınmasıdır. Balkanlar’daki modernleşme sürecinden gelen birikim, teknoloji ve idari alışkanlıklar Anadolu’ya aktarılmış; böylece Anadolu’da unutulmuş bir coğrafya yeniden inşa edilmeye başlanmıştır.

Anadolu’ya taşınan halkın (Balkan göçmenleri) gelişi öyle plansız ve rastgele değildir. Balkanlar'da başlayan uluslaşma süreci, Rusya ve İngiltere’nin iş birliğiyle çok iyi yönetilmiştir. Ulus fikri olmayan halklara bile bu fikir din aracılığıyla işlenmiş, birçok ulus bu şekilde yaratılmıştır. Balkanlarda uluslaşma, öncelikle dinin yeniden örgütlenmesi ve bu örgütlenmeye göre ideolojilerin geliştirilmesiyle başlamıştır.

Türkler Balkanlar’da bir sorun olarak tanımlanmış; bu tanım başlangıçta ırk değil, din temellidir. Daha sonra bu din birliği içinde de parçalanmalar yaşanmış, Boşnaklar ve Arnavutlar bu birlikten ayrılmıştır. Sonuç olarak, Türkler din kisvesi altında hedef hâline getirilmiştir. Bu dindaşların (Türklerin) planlı bir şekilde uzaklaştırılması için çatışmalar örgütlenmiş; savaşlar, katliamlar, hatta soykırımlar yaşanmıştır.

Balkan devleti olan Osmanlı, Anadolu topraklarına taşınmıştır. Böylece, Osmanlı temelinde ama farklı dinlerde yeni devletlerin Balkanlar’da oluşması için zemin hazırlanmış; devletler uluslaştırılmış, ırk temelli ayrışmalarla yapılandırılmıştır. İlk uyanan ve ulus-devleti olan Yunanlar ile Bulgarlar arasında toprak kavgası yaşanmış, Makedonya bu mücadelede parçalanmıştır.

Balkan savaşları ve göçleri sırasında muhacirlerin Anadolu'nun iç bölgelerine yayılması tesadüf değildir. Bu süreç, Osmanlı devletinin kurulduğu toprakların doğuya doğru yayılmasıdır. Ege ve Marmara bölgelerine gelen göçmenlerin İç Anadolu’ya yayılması, ilk meclisin kuruluşu ve Yunan işgaline karşı verilen mücadelenin temelidir.

Yunan işgali, İngilizlerin Yunan Krallığı içindeki Selanik merkezli bir darbe sonucunda başlatılmıştır. Ancak tarihimiz bunu göz ardı eder. Krallık, sanki büyük Yunanistan hayaliyle Anadolu’ya geçmiş gibi anlatılır. Oysa işgale karşı Yunan halkı içinde de ciddi bir tepki vardır. Çünkü nüfus yapısıyla “Küçük Asya”ya çıkmanın sonunun hüsran olacağı bellidir.

İngiliz darbesiyle iktidara gelen ekip, İngiliz çıkarlarına uygun olarak İzmir’e asker çıkarır. Bu işgal, Anadolu’ya yerleşmiş Balkan göçmenleri arasında büyük bir tepki doğurur. Direniş, yerli halktan çok, Balkanlardan göç edenler arasında başlar. İzmir işgalinden bir gün önce İstanbul’dan hareket eden vapur da İngiliz denetimi ve bilgisi dâhilinde yola çıkmıştır.

Ulus yaratma konusunda tecrübesi olan İngiliz beyin takımı, Anadolu’da bir ulus-devlet kurarak ileride oluşabilecek “Türk Sorunu”nu ortadan kaldırmış; Balkanlar’da işlenen cinayetlerin ve katliamların üzerini, kurulan bu devletle örtmüştür. Balkanlar’da yapılan katliamların hesabı hiçbir zaman sorulamamış; Anadolu’ya taşınan Türklerin içinde bu acılar hâlâ kanamaya devam etmiştir.

Yunan işgalini ortadan kaldıran şey emperyalizme karşı verilen bir muharebe değil, Mudanya Mütarekesi’nde İngiliz, Fransız, İtalyan temsilciler ile Ankara hükümeti arasındaki anlaşmadır. Bu anlaşmayla Osmanlı Devleti hukuken tarihe karışmıştır. Bu anlaşma sürecinde Yunan temsilcisi salona dahi alınmamıştır. Kısaca, devlet emperyalist devletlerin onayıyla Anadolu topraklarında resmen kurulmuştur.

Birinci Meclis'in açılışının ulus-devlet anlayışı içinde kutlanması, uluslaşma süreci için önemlidir. Bu süreci içselleştirenlerin ertesi gün Ermeni "tehciri"ni anması ise çelişkiden başka bir şey değildir. Ancak bu ülkede her şey zıtların birliği üzerine kurulmuş gibidir; solcu, faşisti savunur konuma gelmiş bir zamandan geçiyoruz.

İsmail Cem Özkan

 

22 Nisan 2025 Salı

Ölüm Üzerinden Bir Sektör: Mezar Ekonomisi

Ölüm Üzerinden Bir Sektör: Mezar Ekonomisi

Taziye geleneğinden tröstleşmiş mezar sanayisine…

Babamın vefatının ardından mezar yaptırmak üzere çıktığım yolculuk, bana sadece bir mermer parçası arayışı değil, aynı zamanda ölümün nasıl bir ekonomik çark haline geldiğini gösteren çarpıcı bir deneyim yaşattı. Görüştüğüm ustalar, incelediğim firmalar ve araştırmalarım; bu alanda sessiz ama devasa bir piyasanın varlığını ortaya koydu.

Google’da Aynı Numara, Farklı Firmalar

Mezar yaptırmak için ilk adımı Google’da atarsanız, sizi belli başlı birkaç telefon numarası karşılar. Fakat dikkatli bakıldığında bu numaraların, farklı firma isimleriyle tekrarlandığını fark edersiniz. Aynı yapı, farklı yüzlerle karşımıza çıkar. Bu farkındalıkla araştırmamı derinleştirdim.

Çevremdeki tanıdıkların yaptırdığı mezarları inceledim. Fotoğraflara baktım, kim nerede, ne zaman yaptırmış, öğrenmeye çalıştım. Gördüğüm şey, aynı tipte, aynı taşların kullanıldığı, benzer font ve sembollere sahip standart mezarlardı. Farklı gibi görünen ama aslında birbirinin kopyası olan mezarlar...

Granit, SNS Makineleri ve Lojistik Ağlar

Mezar yapımı iki ana aşamada gerçekleşiyor: İlk olarak briket veya tuğlayla iç duvar örülüyor. Ardından, kalınlığı 1 cm'den 15 cm'ye kadar değişen mermer plakalar bu yapının üzerine kaplanıyor. Vidalar içeriden atılıyor. Asıl fark yaratan detay ise başlık taşıdır; burada kabartmalı yazılar, fotoğraflar veya çizimler kullanılabiliyor. İşte bu noktada, SNS (Sensörlü Gravür) makineleri devreye giriyor.

Siyah granit mermerlerin bu işte tercih edilmesinin nedeni de burada ortaya çıkıyor. Diğer mermer türlerinde çatlama ve kırılma riski varken, siyah granit sert yapısıyla ince işçiliğe olanak tanıyor. Bu nedenle özellikle görselliğin ön planda olduğu mezar başlıklarında bu tür tercih ediliyor.

Küçük Esnaf Yerine Tröstler

Bu makinelerle çalışan büyük firmalar, toptan aldıkları mermeri küçük işletmelere göre çok daha ucuza mal edip daha fazla üretim yapabiliyorlar. Kargo destekli lojistik altyapılarıyla da siparişleri ülkenin dört bir yanına ulaştırıyorlar. Artık bu sektör sadece tekelleşmiş değil, tröstleşmiş durumda.

Her ailede bir ölüm vakasının yaşandığını düşündüğünüzde, bu piyasanın potansiyel büyüklüğünü hesaplamak için sıradan bir hesap makinesi bile yetersiz kalıyor.

Taziye Sofraları da Standartlaştı

Ölümün ardından yaşanan süreçte aileler zaten hastane giderleriyle maddi olarak yıpranmış oluyor. Devamında belediyelerin sunduğu ücretsiz defin ve taşıma hizmetleri, taziye yemekleri derken, olay giderek “paket hizmet” sunan bir pazara dönüşüyor.

Ülke genelinde taziyelerde “pide ve ayran” ikilisi standart haline gelmiş. Üç harfli zincir marketler bu ürünleri toplu olarak satarken, küçük esnaf da ne eti olduğu belirsiz pideler üretiyor. Eskiden taziye evine her gelen, yanında yemek getirirken; şimdi ölüm bile menüyle karşılanıyor.

Mezarların da Bir Ömrü Var

Yaptırılan mezarın ömrü, harcadığınız paraya bağlı. Ucuz mermerler 15 yıl içinde yıpranırken, granit siyah mermerler 80 yıla kadar dayanabiliyor. Yani aslında “ölümsüzlük” için ödediğimiz paranın da bir süresi var.

Peki, soralım: Bugün dedenizin ya da onun babasının mezarını bilen kaç kişisiniz? Yok olmuş taşlar arasında geçmişinizi bulabilir misiniz?

Sonuç: Piyasalaşan Ölüm

Ölümün ardından yaşananlar artık bir ritüel değil, baştan sona planlanmış bir piyasa süreci. Önceden acıların paylaşıldığı, birlikte yas tutulan taziye evlerinde; şimdi endüstriyel menüler, SNS makineleri, kargo sistemleri, tröst firmalar var.

Ve insan sormadan edemiyor: Ölümle birlikte yok olacak bir taş parçası için neden bu kadar para harcanıyor?

Ölüm öncesi ve sonrası birikimleri elinden alınan aileler, neden birilerinin belirlediği bu piyasada birer figüran gibi yer almaya devam ediyor?

Eskiden hatırladığım kadarıyla, ölü evine her gelen ziyaretçi yanında yemek getirirdi. O evde acılar doya doya yaşanırdı. Şimdi ise tamamen piyasa koşullarına dönüşmüş bir ilişki halindeyiz.

Belki de artık sormamız gereken şey, "Nasıl yaşadık?" değil, "Öldükten sonra ne kadar şirketlere para kazandırıyoruz?" sorusu…

İsmail Cem Özkan

 

14 Nisan 2025 Pazartesi

Sadece Marx kaldı elimde…

Sadece Marx kaldı elimde…

Eskiden sol konuşulurken, Marksist ve Leninist olduğu vurgulanırdı. Devrim hedefi olan tüm sol yapılar, Leninist olduklarını belirterek aslında “Biz devrim için mücadele ediyoruz. İlk hedefimiz devrim; sonrası, devrim gerçekleştikten sonra olacaktır!” mesajını verirlerdi. Bu yüzden Leninist örgütler katı merkeziyetçiliğe dayanır; tabandan gelen istekler çoğunlukla göz ardı edilir, merkezden alınan kararların tabana yankı bulması istenirdi. Yerel mücadelelerde bile, yerelin ihtiyacından çok merkezin belirlediği politikalar dayatılırdı. Bu politikaların doğru olduğu, sorgulanamayacağı; eleştirinin ancak eylem sona erdikten sonra yapılabileceği savunulurdu. Merkezin kararları kesindi, çünkü “her şeyi gören ve bilendi!”

Sol denilince, her zaman Marx’ın yanında Lenin yerini alır; çünkü Marksizme en büyük katkıyı yapandır. Arkasından Stalin gelir, bazı sol yapılarda da Mao yerini alırdı. Solun sembolleri olan resimlerde Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao yer alırdı. Çünkü sol olmak, onları savunmak; eleştirel değil, idealleştirilmiş ve zamana uygun seçilmiş cümlelerle yüceltmek anlamına gelirdi. Bu idealleştirme olmadan “sol” olunmazdı! Elbette bir de Dördüncü Enternasyonal ve Troçkist bakış açısı vardır. Ancak ülkemizde Troçkist çizgi, taban bulacak kadar özgür bir alan bulamamıştır. Stalinist yapılar için Troçkizm baş düşmandır; nerede görülürse ezilmesi, yok edilmesi gerekir. Faşizmle nasıl mücadele ediliyorsa, Troçkizmle de o şekilde mücadele edilmelidir!

Ülkemiz solunun özgürlük anlayışı, kendine özgü değil; ithal edilmiş bir dikta bakışının, Ortadoğu sosuna bulanmış hâlidir.
Demokrasi, özgürlük, devrim istiyorduk!

Yanlış zemine oturunca, doğru sonuçlar alacak toplumsal dönüşümler olmuyor. Çünkü toplumu değiştirecek olan şey, doğru bir tarih bakış açısı ve geçmişe yönelik “doğru” bir tahlildir. Bizim tarih anlayışımız –Marksist olduğumuza göre– tarihsel materyalizmdir. Peki, gerçekten buna uygun bir bakış açısıyla mı tarihi yorumladık? Günlük ihtiyaçlar, bu soruyu kendimize sormamıza izin vermedi. Zaten bizde her şey merkezden belirleniyordu. Merkez ne derse o doğrudur, sorgulanmaz. Yeni bilgiler geldikçe değişmesi gerekenler değişmezdi. Çünkü tarih “ölü” sayılırdı ve değişmezdi. Ölülerin hâkim olduğu tarihi biz bir kez daha öldürmüştük!

Tarihi öldürdüğümüz gün, aslında yarını da öldürmüş olduk!

Bizim cumhuriyetle imtihanımız, 1. Meşrutiyet (23 Aralık 1876) ile başlar. Anayasayı hazırlayan kişi kısa sürede kellesi bir kalenin karanlık surlarında eline verilmiştir. İlk özgürlük havası kısa sürede (14 Şubat 1878) sonlanır. 23 Temmuz 1908 tarihine kadar istibdat sürecinde özgürlük havası da, insan da boğazlanmıştır. Özgürlüğün ortadan kaldırılması ne Devlet-i Aliyye’yi yok etmiş ne de büyütmüştür. Tersine, sorunları merkezi yönetim disiplini içinde çözmeye çalışırken, Osmanlı tebaası içinde yer alanların ayrışmasını hızlandırmıştır. Askeri çözümler sorunları çözmemiş, aksine daha da katmerlendirmiştir. Bu süreçte yurtdışında sürgünde ya da eğitimde olanlar arasında ortaya çıkan “özgürlük, adalet, vatan” gibi kavramlar; yıkılmakta olan devlet içinde sorunlara çözüm arayışlarını geliştirmiştir.

Bu girişimlerin sonucunda ortaya çıkan İttihat ve Terakki Partisi, iktidar sürecinde başlangıçta yer alan tüm ittifakların zamanla dağılmasıyla; güçlü olan üç liderin etrafında yeni bir istibdat süreci başlatmıştır. Sözde özgürlük ve demokrasi kavramları vardır ama bu üç insanın verdiği kararlar, Devlet-i Aliyye’nin tarihten silinmesine sebep olmuştur. Yerine kurulan yeni devlet, geçmişin devamı niteliğindedir. İktidar mücadelesinin kazananı artık netleşmiştir. Ulus-devlet anlayışıyla heterojen toplumun homojenleştirilme süreci başlatılmıştır. Bu süreç karmaşıktır, birçok olay iç içe geçmiştir. İttihatçı gelenekten gelenler hem muhalefet hem iktidardadır; hem devletin içinde hem de dışında, sürgünde ya da mücadelenin başka cephelerinde yer almıştır. Girdaba kapılan bir nesnenin savrulması gibi her kadro başka yerlere savrulmuştur.

Anadolu’da kurulan yeni devlet, eski kadroların ve Balkan göçmenlerinin oluşturduğu siyasi birikimin tecrübesiyle kurulmuştur. Balkanlardan sürülenlerin Anadolu’ya taşıdığı medeniyetle, Anadolu binlerce yıllık uykusundan uyanmıştır. Muhacirlerin taşıdığı kültür, Anadolu’yu ve yeni devleti biçimlendirmiştir.

Anadolu’da kurulan devlet bir ulus-devlettir. Devlet başkanı ve kurucuların lideri Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal, tarihin üzerine yüklediği sorumluluğu başarılı bir şekilde yerine getirmiş; dönemin siyasi atmosferi içinde, tarihin kırılma noktasında Anadolu’da ideal olan ulus-devlet modelini hayata geçirmiştir. “Kemalizm” adı verilen bu yeni devlet ideolojisi, geçmişte İttihat ve Terakki içinde tartışılmış; zaman zaman hayata geçirilmiş, fakat Osmanlı kalıbını kıramamış tüm yeni kültür, yeni devlet içinde hayat bulmuştur. Kemalizm devleti, İngiliz emperyalizminin ve kuzey komşusu Sovyet devriminin çıkarlarına uygun biçimde, iki büyük güç arasında kurulmuştur.

Ulus-devlet fikri hayata geçerken, işgal altındaki İstanbul’da kurulan sosyalist ve komünist hareketlerin düşünceleri sistematik baskıya maruz kalmıştır. Sovyet devrimiyle kurulan yeni devlet, varlığını korumayı, tarihte ilk kez yaşanan işçi devleti deneyimini geliştirmeyi merkeze almış; komşu ülkelerdeki sosyalist yapılar da bu devletin yaşaması için her türlü özveriyi göstermeye çağrılmıştır.

Ulus-devlet bir burjuva devrimidir.

Kuruluş sürecinde komünistlerin özgürlük alanları, kendilerini ifade etme hakları, daha en başta kuzeydeki devrim tarafından vesayet altına alınmıştır. Sovyetler için önemli olan, komşu ülkede neler olduğu değil, sınırdan saldırı olmamasıdır. Karşılıklı ilişkiler tamamen çıkar ilişkisine dayalıdır. Komşu ülkede ulus-devlet, kendi varlığını ötekileştirilmişler üzerinden dayatırken; “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” sadece sözde kalmıştır. Sovyetler, çıkarına uygun olan ulusal hareketlere destek verirken, diğerlerini ya düşman ya da hain olarak damgalamıştır.

Sol hareketteki Kemalizm virüsü, doğrudan Sovyet devrimi ile ilişkilidir.

Sosyalist anlayışta ulus-devletin parçalanıp yerine işçi sınıfı devleti kurulması beklenirken; ülkemizde, Sovyetlerin ihtiyacına uygun bir anlayış geliştirilmiş, daha doğrusu dayatılmıştır. Yeni filizlenen sosyalizm anlayışı ekonomik ve siyasal olarak bağımlı hâle getirilmiş, gelişimi engellenmiştir.

27 Mayıs darbesi sonrası gelişen sol hareketler, anayasanın çizdiği sınırlar içinde özgürlük arayışına girmiş; geleneksel ilişkilerden koparak yeni yollar aramaya başlamıştır. Başlangıçta Kemalist bakış açısı egemen olsa da zamanla önemini kaybetmiş ve sınıf perspektifi içinde “Tam Bağımsız Türkiye” sloganı ile Türk ve Kürt halklarının birleştiği bir sınıf devleti anlayışı gelişmiştir.

Deniz, Mahir ve İbrahim çizgisi bu kopuşun somut örneğidir.

Onlar, Sovyetlerin çıkarı yerine kendi bağımsız sınıf çizgilerini geliştirmeye çalışmışlardır. Sovyetlerin yanıtı ise bu liderlerin sonunu getiren operasyonlara sessiz kalarak Türk devletinin yanında durmak olmuştur. Sözde dahi olsa bu katliamlar hakkında görüş açıklamamışlardır. Onlara göre “maceracılar” ölmüştür.

TKP tarihi de tıpkı resmi tarih gibidir. Sol çevrelerin kabul ettiği bir tarih anlatısı vardır; bir de o anlatının dışında kalan, arşivlerde yer alan ama anlatılmayan başka gerçekler… TKP’nin resmi tarihi, Sovyet çıkarlarına göre kurgulanmış bir tarihtir. Peki, Türk devletinin elindeki kayıtlar nedir? Türk devletinin arşivleri ya kapalıdır ya da işine gelmeyen belgeler ya yok edilmiştir ya da ulaşılamayacak hâle getirilmiştir.

TKP tarihini öğrendikçe, Leninist olmaktan vazgeçtim.

Lenin ve devamcıları, Türkiye komünist hareketini kendi çıkarlarına uygun şekilde güdük, yetersiz ve savunmasız bırakmıştır. Devletten gelen saldırılara karşı hareket savunmasız kalmıştır. Komünist hareket, Kürt sorunu karşısında bile sessiz kalmış, sadece Sovyet çıkarına uygun Kemalist devletin yararına görüş bildirmek zorunda bırakılmıştır. Gerçek düşüncesini dillendirememiştir. Sonuçta, eski komünist kadrolar, Kemalist devletin “kadro dergisi”ni çıkaracak kadar sağa kaymıştır.

Lenin, kendi devrimini güvence altına alırken, diğer yandan Kemalist burjuva devletin oluşumuna, İngiliz emperyalizminden daha fazla katkı sunmuş; tüm ötekilerin ezilmesine göz yummuştur.

"Tek ülkede sosyalizm!" fikri, komşu ülkelerde sosyalizmi hep yer altına itmiştir.

TKP tarihte yalnız değildir; Sovyetler’le komşu olan birçok ülkede benzer durumlar yaşanmıştır.

Tarihte yaşananlara bugünün bilgisiyle bakarken fark ettim ki… Meşhur Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao resminden bana yalnızca Marx ve Engels kalmış. Bugün kendimi sadece Marksist olarak tanımlıyorum. Bugün yaşadığımız süreç tarihin eleştirisi değildir, sadece geçmişin üzerine yeni bir tarih yazımıdır.

İsmail Cem Özkan

 

5 Mart 2025 Çarşamba

Devletlerin onuru olur mu?

Devletlerin onuru olur mu?

Zelenski’nin bir proje lideri olarak Ukrayna’ya atanmış olduğu iddiaları dillendiriliyor. Peki, onun gelişini hazırlayan Nazi örgütünün, Yahudi Zelenski’nin arkasında olmasını nasıl açıklıyorlar? Naziler, yenilgi sonrası Amerika’daki sağ gruplarla içli dışlı olmuş ve küresel olarak örgütlendiklerini yıllar önce “neo-Nazi” kavramıyla ilan etmişlerdir. Eski Nazilerin düşmanları yerine yeni düşmanlar yaratılmıştır.

Amerika’da KKK (Ku Klux Klan) örgütü, Protestan mezhebi ve beyaz ırkın üstünlüğü üzerine kurgulanmıştır. Orada Yahudi düşmanlığı olanlar, Ukrayna’da Yahudi birinin lider olarak atanması için ortam yaratmıştır. Trump, beyazların üstünlüğünü savunan bir sağ örgütün adayı olarak gösterildi ve seçim sonrası yenilgi ile başlayan Kongre baskınıyla bu durum gözler önüne serildi. Peki, onun alternatifi olarak sunulan Biden’ın, Ukrayna’da oğlu üzerinden biyolojik ve kimyasal silah üretimi üzerinde çalıştığı iddiaları, Rus işgaliyle birlikte ortaya serildi.

Ukrayna, Rus gücünün test edileceği bir alan olarak görülmüş ve Nazi hareketinin Ukrayna içinde özgürce örgütlenmesi, sembollerini kullanmasıyla Rus güçleri kışkırtılmış ve işgal kaçınılmaz hale gelmiştir. Peki, Ukrayna’daki faşist gruplar tüm bunların bilincinde miydi? Ukrayna, faşizmi en açık ve kanlı şekilde yaşamış bir ülke olmasına rağmen, faşizm orada kök bulmuş ve örgütlenmiştir. Bunu bir proje olarak başardılar ve bu projenin senaryo yazarı bellidir: Amerika’da kapalı kapılar ardında, kapitalizmin tek lideri olma hedefiyle bu proje gerçekleştirilmiştir.

Savaş en kanlı sürecini yaşarken, ülke en önemli maden yataklarını kaybederek fakirleşmiş, tüm bütçesi dış yardıma muhtaç hale gelmiştir. Düyûn-ı Umûmiye resmî olarak Ukrayna’da bir büro açmadı, ancak Osmanlı döneminde İstanbul Lisesi binasında öğrencileri dışarı atarak Osmanlı bütçesine el konulduğu gibi, Ukrayna da benzer bir duruma düşürüldü. Osmanlı Sultanı bile bir şey almak istediğinde bu bürodan izin almak zorundaydı. Kısacası, Osmanlı’nın yaşadıkları şimdi Ukrayna’ya yaşatılıyor ve bu durum ekranlar önünde alenen yapılıyor.

Devletler, ekonomisi olmayan bir ülkenin liderine her türlü hakareti yaparak o ülkenin onurunu hiçe sayar. Fakir ülkenin kabadayısı olmaz; olduğu an ona ya bir mektup gönderilir ya da istihbarat üyesi gazeteciler aracılığıyla hakaret edilmesi sağlanır. İlk ateşi gazeteciler yakar! Ukrayna devletinin onuru, Zelenski gibi bir proje lideri koltuğa oturtulduğu gün ayaklar altına alınmıştı. Artık gizlenmesi gerekmeden Ukrayna’nın toprakları ve madenleri emperyalist devletler tarafından parçalanıyor.

Osmanlı da parçalandı ve geriye kalan topraklarda uysal bir devlet oluşturuldu. Sömürgeci devletten ulus devletine geçiş sağlandı ama "yeni sömürge" anlayışı devam etti. Yeni devlet, içinde yaşayan tüm farklı kültürleri ya yok saydı ya da asimile ederek resmi olarak kabul edilmiş tek bir ırk kimliği altında birleştirmeye çalıştı.

Ukrayna, uluslaşma sürecini Rus işgali sonrasında hayata geçirmeye çalıştı. Tüm Rus aydınlarını, Rus edebiyatını ve heykellerini ya yıktı ya da yok saydı. Ülke içinde Rusça konuşmayı yasakladı. Sovyet tarihini reddeden Ukrayna, faşist bir geçmiş yaratamayarak köksüz ve lidersiz bir ülke konumuna geldi.

İsmail Cem Özkan

1 Mart 2025 Cumartesi

Güçlü, gücünden vazgeçebilir mi?

Güçlü, gücünden vazgeçebilir mi?

Öcalan, "silahsızlanma çağrısı" yaptı, "silahlı örgütü feshedin" dedi yandaşlarına... Bu, ilk çağrısı ya da ilk uygulanışı değil; daha önce de benzer süreçler yaşandı. Ancak benim merak ettiğim, Öcalan veya PKK'nın ne yaptığı ya da ne söylediği değil; devletin ve iktidarın atacağı somut adımlar nelerdir?

Bugüne kadar Kürtler, devlet katında reel olarak var. Geçmişin "kart kurt, kar ayak sesi" muhabbeti artık yok. Bunu Demirel ortadan kaldırdı ve Kürt realitesini kabul etti. Ancak ondan sonra somut bir adım atılmadı.

Evet, reel olarak varlar. Cezaevlerinde artık mahkumlar gözleriyle konuşmuyor; Kürtçe konuşabiliyor, savunma yapabiliyor. Ancak eski gelenekten (ulus devletinden) gelen bürokratların takdirine göre, siyasi iktidarın niyetine göre Kürtçe, "bilinmeyen dil" oluveriyor. Tutanaklara "bilinmeyen dil" olarak geçiyor ama herkes biliyor ki, o "bilinmeyen dil" Kürtçedir.

Kürtçe, realite olarak var; konuşanlar var ama hakları realite olarak var mı?

Bir iki küçük adım atıldı. Eskisi gibi kasetler, müzik parçaları el altından satılmıyor ama bunlar, resmiyette karşılığı olmayan, sadece reel olarak var olan şeyler. Peki resmiyette, yani yasal olarak olması gerekenler nedir?

Bunları alt alta yazıp, "Hadi bunun gerekliliğini yapalım" diyen bir siyasi irade yok. Sadece "süreci biliyoruz, istediğimiz gibi gidiyor" diyen ama açıkça ve resmen "bu süreci yöneten benim" demeyen bir siyasi irade söz konusu. Hep başkasına adım attırıyor; başarılı olursa sahiplenen bir siyasi irade.

Savaşı kimse istemez. Terörsüz bir ülkenin oluşmasının birinci koşulu, terörü ortaya çıkaran ve besleyen siyasi iradenin nötralize olmasıdır.

Devletin terörü, işlediği cinayetlerin failleri hâlâ yok. Cumartesi Anneleri evlatlarını aramaya devam ediyor. Galatasaray Meydanı'nda ellerinde resimleriyle çocuklarını soranlar var olduğu sürece her şey hep sözde kalmaya devam edecek.

Kürt açılımını Kürtler yapmayacak; iktidarı elinde bulunduran ve devlet mekanizmasını biçimlendiren siyasi irade yapacaktır.

Toplumun değişimi ve biçimlendirilmesini iç dinamiklerin sağlamasını gönül ister ama bizde dış dinamiklerin çıkarları, içteki değişimi belirlemiştir.

Kürt düşmanlığı ve Kürtlere karşı geliştirilen nefret söylemleriyle ne geçmişin üzeri kapanabilir ne de sorunlar ortadan kaldırılabilir.

"Ölümler durdurulsun" demek, siyasi, demokratik ve özgürlük kavramlarının ezilenler lehine değişmesi anlamına gelir. Peki, elinde güç olanlar, ellerindeki güçlerden taviz vermeye hazır mı?

İsmail Cem Özkan

 

17 Şubat 2025 Pazartesi

Sınıfsız bir ülke hayali kurarken, doğdukları şehirleri terk etmek zorunda kaldılar...

Sınıfsız bir ülke hayali kurarken, doğdukları şehirleri terk etmek zorunda kaldılar...

Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında, İstanbul’da Rumların komünist ya da Marksist örgütleri olduğunu biliyor muydunuz? Sol hareketler yalnızca Türklerin tekelinde değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda, farklı uluslardan, ırklardan ve sınıflardan insanlar yaşıyordu: köleler, işçiler, patronlar, köy ağaları, bürokratlar, askerler ve köklü aileler... Fransız Devrimi’nin rüzgârı Osmanlı topraklarına da ulaşmış, İstanbul'da yaşayan her milletten insan kendi cemaati içinde veya ortak yapılar aracılığıyla sesini duyurmaya başlamıştı. Uluslaşma fikri güçlenirken, Marksist düşünceler de İstanbul’a girdi. Ancak Marksizm, "bütün dünya işçilerinin birliği" fikrini savunurken, milliyetçilik zamanla dışlayıcı bir hale gelerek ötekileştirme ve yerinden etme politikalarına dönüştü.

Burjuva devrimiyle birlikte sermaye birikimi hız kazandı. Kendi burjuvazisini yaratırken, aynı zamanda işçi sınıfının doğuşuna da zemin hazırladı. Marksizm ise bu süreçte, sınıfsız bir toplum hedefiyle yoluna devam ediyordu. İstanbul’da Ermeni, Rum ve Yahudi Marksist örgütleri aktifti. Yayınlar çıkardılar, örgütler kurdular ve uluslararası bağlantılar geliştirdiler. Bu örgütlerden biri de Rumlarındı. Özellikle Amerika’daki büyük Rum nüfusuyla sıkı ilişkiler içindeydiler. Amerika'da yükselen sendikal mücadele, orada Marksizm’den etkilenen Rum işçiler aracılığıyla İstanbul’a taşındı. Amerika’da örgütlenme deneyimi kazanan işçiler, döndüklerinde bu bilgileri İstanbul’daki işçi sınıfına aktardılar.

O dönemde İstanbul, bugünkü gibi büyük bir inşaat hareketliliği içindeydi. Beyoğlu’nda hâlâ ayakta duran birçok bina, o yıllarda inşa edildi. İnşaat sektöründe çalışan işçilerin büyük bir kısmı, Rum ustaların yanında çalışan Kürtler ve Türklerdi. Zamanla onların da içinden ustalar çıktı. Rum Marksistleri, bu işçileri örgütlemeye öncelik verdi; dayanışmayı ve ortak hak mücadelesini savundular.

Ancak işgal altındaki İstanbul’da bu örgütler çeşitli grevler düzenleseler de, Anadolu’da gelişen siyasi atmosferden etkilenmemeleri mümkün değildi. Bir yanda ulusal çıkarlar, diğer yanda sınıfsız bir işçi devleti ideali... Beyaz Rusların oluşturduğu cemaatler, Rus Devrimi’nin etkisi ve Ankara’daki gelişmeler birbirine karışıyordu. Rusya, Türkiye’deki Marksist örgütlere, gelişmekte olan Ankara merkezli burjuva devrimini desteklemelerini önerdi, hatta dayattı. Dönemin Marksistleri için fazla seçenek yoktu; bağımsız bir Marksist örgütlenme henüz gelişmemişti. O dönemde tüm Marksistlerin gözü, Komintern’den gelecek talimatlara çevriliydi ve farklı bir model tartışmaya açık bile değildi.

Mudanya Mütarekesi sonrası Yunan askerleri savaşsız bir şekilde İstanbul’dan çekildi. Geriye kalan Rumların durumu belirsizdi. Devrimci Rum Marksistleri için artık fazla seçenek kalmamıştı. Örgütlenmeleri deşifre olmuştu ve yeni kurulan devlette iş bulma ihtimalleri neredeyse yoktu. Karadeniz’de boğdurulan TKP liderlerinin akıbeti, Rum Marksistleri arasında korkuyla konuşuluyordu. Onlar için tek seçenek kalmıştı: Ya Yunanistan’a ya da Sovyet Rusya’ya gitmek.

Yeni bir ülke kurulurken, sınıfsız bir toplum hayal edenler, doğup büyüdükleri şehirleri terk etmek zorunda kaldılar. Rumların yaşadığı bu sürgün yalnızca onlarla mı sınırlıydı? Yahudiler, Bulgarlar ve diğerleri... İstanbul’da, işgal altında bile işçi grevleri örgütleyenler, sınıfsız bir toplum hayalini geride bırakıp bilinmeze doğru yola çıktı.

İsmail Cem Özkan

15 Şubat 2025 Cumartesi

Dr. Şefik Hüsnü'nün kulağını çınlattık...

Dr. Şefik Hüsnü'nün kulağını çınlattık...

"Potansiyel şüphelilerin" olduğu bir toplantı ile Dr. Şefik Hüsnü ve Akaretler'de yapılan kongrenin tarihi önemi açısından 15 Şubat 2025, yani yüzüncü yılında Akaretler Kongresi konusunda İstanbul’da yapılan toplantısında dinledik.

Komünist Parti kuruluşu…

Türkiye Komünist Fırkası (TKF) 10 Eylül 1920’de Bakü’de kuruldu. 28/29 Ocak 1921 gecesinde Trabzon açıklarında partinin kurucularından Mustafa Suphi ve yoldaşları Karadeniz’de öldürüldü. İlk kurulan parti henüz kendisini anlatmasına fırsat veremeden Karadeniz sularında boğuldu; ölenler sadece kurucuları değil, aynı zamanda partidir.

Bakü’de kurulan bağımsız benzer bir parti kurma işi Ankara’da gerçekleşmektedir.

7 Aralık 1920'de Ankara'da Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası'nın (THİF) adında Moskova'dan gelen Komintern temsilcilerinin katılımıyla kurulur ve kısa süre sonra Çerkes Ethem ayaklanması bahane edilerek başlayan operasyonlar sonucunda 2 Şubat 1921'de kapanma kararı alır. Bir yıl sonra Paris Komünü konusunda yapılan bir toplantıda alınan karar ile 18 Mart 1922'de yeniden faaliyete geçer. 12 Eylül 1922 günü Komintern üyeleri kongreye katıldığı gerekçesiyle Kemalist idare tarafından kapatılma kararı alınır ve üyeleri tutuklanır.

Bundan tam 100 yıl önce, 15 Şubat 1925'te, İstanbul’un Akaretler semtinde bir evde toplanan bir grup insan, Türkiye'nin en tartışmalı ve en çok baskı gören siyasi hareketlerinden birinin tarihsel devamlılığı olan siyasi bir hareketin temelini atıyordu. TKP adında partinin kuruluş bildirisi kaleme alınır. Takrir-i Sükun Kanunu (4 Mart 1925) çıkınca tüm TKP üyesi olanlar tutuklanır, davalar açılır. Buraya kadar olan süreçte TKP'nin kabul edilmiş programı yoktur. TKP programı yoktur, çünkü o program Komintern'e sunulması ve oradan gelen uyarılara göre yeniden düzenlenerek onaylanması gereklidir. O gün gerçekleşen toplantının somut karşılığı günümüz diliyle “Türkiye Komünist Parti - İnşa Örgütü” diyebiliriz.

Tutuklamalar, cadı avı ve parti içinde çekişmeler bu programın sunumunu engellemiştir. Resmi olarak TKP, programı ile birlikte İnkılap Yolu dergisinin (Temmuz 1930) çıkarılması ile programını yayınlayarak kuruluşunu tamamlar.

Bir siyasi parti için devamlılık esastır; arada kopukluk varsa orada yaşanan süreç geçmişten kopuşu ve yeniden oluşumu ifade eder. Dr. Şefik Hüsnü kimliği ve kişiliği çerçevesinde TKP devamlılığa ve bir örgüt gibi davranmayı ortaya çıkarmıştır.

Bugün TKP nerede başladı diye sorulduğunda Bakü deriz; evet, manevi olarak orası başlangıç sayılır ama arada Ankara olmuş olmasına rağmen bana göre TKP, Dr. Şefik Hüsnü'nün evinde toplanan kongre ile başlamış ve bugüne kadar ulaşmış olduğunu düşünüyorum.

Kitlesel TKP ya da yurt içinde daha görünür olmasını sağlayan kırılma süreci 23 Mayıs 1973 günü Zeki Baştımar’ın görevden alınması ve yerine İsmail Bilen'in atanmasıdır. Bu atamada Aram Pehlivanyan, İsmail Bilen kadar etkilidir. Bundan sonraki süreç genel olarak bilinen kabul edilmektedir.

Kuruluşu genelde iç tartışmalar, Komintern ile iletişim, Komintern sonrası süreç ve Sovyetler Birliği'nin TKP'den beklentisi ve o beklentiye cevap arayışları ile geçmiş olmasının etkisi bir yana, Kemalizm'in acımasız bir şekilde komünistlerin üzerine gitmesi, en ufak örgütlülüğü zorla bastırmasının da etkisi büyüktür. TKP, Kemalizm konusunda her zaman ikili görüşü olacaktır; birincisi Sovyet çıkarı açısından bakış, ikincisi Kemalizmin kendi üstleri üzerine operasyonu.

Çelişkiler, komünistlerin bir arada olması ve değişik görüşlerin ortaya çıkışı ve sönümlenmesi, acımasızca ezilen komünistler bir de içte acımasızca mücadeleye sahne olmaktadır.

Dr. Şefik Hüsnü hayatı anlatılırken bir ömre ne kadar çok değişik öykü sığdırmış olduğunu düşündüm. İyi bir eğitimden geçmiş, birden fazla dil bilen, yurt dışı deneyimini boşa geçirmemiş biri ideali için ülkenin en çok tepki çeken örgütünü kurmuş, tüm baskıları göze almış, devletten gelen baskılar yanında yoldaşlarından gelen karalamalar ile uğraşmış… Köklü bir aileden, iyi eğitim almış olduğu bile kendisine sanki suçluymuş gibi uluslararası örgütte (Komintern) de kendisine karşı iktidar kavgasında kullanılmış ve ona rağmen bildiği doğruları yazmaktan çekinmeyen, parti disiplini içinde Kominternli yıllarda Komintern kararlarına uyumlu davranmış bir Marksist yaşam...

Bir komünistin hayatı bir siyasi partinin kuruluşunun tarihini paralel olarak görebiliriz. Elbette bu yazıda bahsetmediğim işgal altında kurulan ve aydın çevre içinde tanımlanan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF) ve TKP’nin ilk nüvesinin orada filizlendiği gerçeğini göz ardı etmemek gereklidir. Aynı dönemde Rumların, Yahudilerin ve Balkanlarda gelişen komünist hareketler ve Bulgar komünistlerin etkisi bu yazının konusu içinde değildir.

1951 Tevkifatından dolayı Manisa’da sürgün hayatı yaşarken, 22 Mayıs 1954 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nden alınan bir karar ile çıkarıldı. Sürgün cezası bitip 1957'de tahliye olmasından bir süre sonra, 7 Nisan 1959'da Manisa'da öldü.

Mezar taşı üzerine yazılı olan rakamların arasındaki o küçük çizgi, üzerinde bir hayatı taşır. O hayat içinde çileyi de gördü; doğruları söyleyememe, gördüğünü, düşündüğünü tam açıklayamamadan kaynaklı acılar çektiği düşünüyorum. Düşündüğü gibi yaşayamadı ama ona bırakılan alan içinde kendi hayallerini gerçekleştirmek için hep mücadele etti, hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadı… Gazete, dergi çıkardı, parti kurdu, gizli, kapalı kapılar yerine yasal zeminde ve açıktan mücadele yolunu seçti. Gerek yurt dışında gerek yurt içinde mücadelesini bir Marksist nasıl davranması gerekirse öyle davrandı ve tercihlerini o yönde kullandı.

Bakü bir başlangıç değil, sonuçtur. O sonucu doğuran ise Meşrutiyet’in ilanından sonra gelişen siyasi hareketler ve o hareketlerin bireyler üzerine yansımasıdır. Bir köşe yazısı ya da blog yazısı içinde ancak genel başlıklar içinde geçilen her konu, aslında bir araştırma konusu olabilir. Her bir cümle yaşanmışlıkların, mücadelelerinin ortaya çıkardığı öyküsünün en kaba hali ile izdüşümüdür. 

İsmail Cem Özkan

11 Şubat 2025 Salı

Pestisit çevirdi dört bir yanımızı…

Pestisit çevirdi dört bir yanımızı…

 

Yurt dışına giden ürünlerde pestisit bulunuyor ve geri gönderiliyor. Bir bölümü imha ediliyor. Şimdi bunlar üretici için kötü haber, çünkü yurt dışına giden ürünün ne kalitede, hangi prosedürden geçeceği bellidir; ona rağmen “kör göze parmak sokar gibi” ürünlerinde belirlenmiş değer üstünde pestisit bulunuyor. Üretici bunu bile bile yaptığını düşünüyorum, çünkü geçmeyeceği baştan bellidir ya da "arda kaynar", nasıl olsa onlarda da sıkı denetim yok anlayışı mı hâkim? Zarar onların hanesine yazılıyor ama üreticiler üretimden düşmüyor ve benzer şekilde üretmeye devam ediyor. Peki, bu üretim nasıl oluyor, çünkü bu kadar malı imha edilenin bir daha belini doğrultmaması gereklidir.

Ülke dışına gönderilenlerin yanında bir de ülke içinde tüketilmek için üretilmiş ürünler var. Aynı üretici, yurt dışı için seçip ayrıştırdığı ürünler dışında kalanları çöpe atacak değil ya, onları da bir şekilde paketleyip ülke içinde daha ucuz bir fiyata piyasaya sürüyor… Verimlilik kavramı üretici içinde geçerlidir, sonuçta ticaret para için yapılır ve çöpe gideceğine dönüştür ya da yeniden kategorize et ve ona göre paketle ve alıcısına ulaştır…

Ülke içinde satılmak için üretilenlerin pestisit oranı ne kadardır, kim araştırıyor ya da kontrol ediyor?

Bu konuda hiçbir bilgi yok, çünkü yurt içi tüketim için benim bildiğim koşul yok; toplat, paketlet, üç harfli marketler ya da hale gönder, tarladaki fiyatın üzerine aracılar fiyatlarına fiyat katsınlar ve sonunda üzerine yeni fiyat etiketi ile tüketiciye ulaştır. Pazarda, markette tezgahlara gelen ürün alıcıya daha çekici gözüksün diye üzerine parlatıcı sür. Kısaca marketten ya da pazardan aldığımız "beni al" olarak tezgaha konan ürün kimyasallar içinde, çünkü kontrol yok.

Ülke içinde geçilecek gümrük yok, şartları olan alıcı yok.

Üretici ne ürettiyse onu tüketecek bir yerli tüketici var.

Böylece, az gelire sahip tüketiciler, bilinçli olmadan her alışverişte vücutlarına zehirli kimyasalları alıyor.

Ülke içindeki piyasada yerli malı, yurdum malını tüketecek her zaman sessizce argo tanım ile "mallar" var deniliyor. Tüketiciyi ciddiye almayan, ne koyarsak tezgaha o satar anlayışı ile yukarıdan bakan bir bakış söz konusu. Sonuçta tüketiciyi, fakiri, cebinde para ile ay sonunu getiremeyenleri "çaresiz" olarak gören bir anlayış söz konusu. Bu durum, yalnızca üretici ve tüketici arasındaki bir sorun olarak kalmıyor; aynı zamanda ciddi bir sosyal adaletsizliğe de işaret ediyor. Yüksek kalite standartlarını karşılayan ürünler pahalı marketlerde satılırken, düşük gelir grubuna hitap eden ürünler neredeyse kontrolsüz şekilde pazara sürülüyor. Kısaca yeterli kadar parası olmayanlar pazardan ve üç harfli marketlerden alışveriş yapmak zorunda olan sabit gelirliler için tezgaha konan ürünlerde mineraller ve vitaminler ile birlikte daha fazla kimyasal alıyor demektir ve sonuçta her tüketilen şey insan vücudunda toksik etki yaratıp, yıllar içinde hastalık için ortam yaratıyor.

Açıkça bir insan birden zehirlenmiyor, zamana yayılmış şekilde zehirleniyor.

Pestisit kirliliği, yalnızca tarımsal bir sorun olmaktan çıkarak, toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren ciddi bir sağlık ve adalet meselesi haline gelmiştir. Üretimden tüketiciye uzanan bu zehirli zincir, özellikle yurt içi piyasada alt gelir grubunu doğrudan etkiliyor.

Pazardan alışveriş yapanların kaçı kanser hastası olup, hastanelerin müşterisi oluyor? Müşteri fakirse, zehirle gitsin! Nasıl olsa onun ölümünü araştıracak “adli tıp” olmayacak. Kimsesizler mezarlığına gömmeden önce çaresiz ve seçme hakkı olmayanların elinden -ne kadar birikimi varsa- sağlık sektörü hepsini alacak, ölen daha da fakirleşmiş bir şekilde ölüp gidecek.

Bir cinayet işleniyor her gün; kurbanların akıbetini soran yok!

Pestisit hayatları yok ederken, sonuçlarıyla yeni bir piyasa oluşturuyor; her yeni piyasa kendi eko dengesini kuruyor. Bu yeni denklemde fakir çaresizlik içindeyken, parası olanın seçme hakkı olmasına rağmen, o da denetimsizlikten kaynaklanan bir durumla fakire göre daha az zehirli ürün tüketmiş oluyor.

Pestisit çevirdi dört bir yanımızı, bize ölümden başka seçenek sunmuyorlar…

 

İsmail Cem Özkan

10 Şubat 2025 Pazartesi

Siyasi tanımlara yeni anlamlar yüklenirken…

Siyasi tanımlara yeni anlamlar yüklenirken…

Faşizm, geleneksel olarak devletin tüm imkânlarını sermaye sahiplerinin hizmetine sunması olarak tanımlanır. Ancak küreselleşen dünyada sermaye, artık sadece yerel değil, uluslararası bir güçtür. Türkiye'de yaşanan süreç, klasik faşizm anlayışına yeni bir boyut ekliyor: Yerel ile küresel sermayenin iç içe geçtiği, otokrasi ile harmanlanmış bir yönetim modeli.

Bugün faşizmin temel özelliklerinden biri olan örgütlü muhalefetin ve bağımsız sivil toplumun baskılanması, Türkiye'de de farklı bir şekilde işliyor. Sendikalar, siyasi partiler ve kitle örgütleri tamamen yasaklanmak yerine, varlıkları iktidarın sınırları içinde tutuluyor. Onların tamamen yok edilmesi yerine, meşruiyet sağlayan birer vitrin unsuru haline getirilmesi tercih ediliyor. Bu, klasik faşizm anlayışına yapılan en büyük katkılardan biri olabilir mi?

O halde sormamız gereken soru şu: Türkiye'de bugün faşizm mi var, otokrasi mi? Yoksa bu kavramları aşan yeni bir yönetim modeli mi inşa ediliyor?

Faşizmin Klasik Tanımı ve Güncellenme İhtiyacı

Faşizm, ilk kez Benito Mussolini tarafından sistematik hale getirilmiş bir yönetim biçimidir. 1922’de iktidara gelen Mussolini, devletin tüm organlarını sermaye ve burjuvazinin çıkarları doğrultusunda düzenledi. Siyasi muhalefeti tamamen yasakladı, işçi sınıfını baskı altına aldı ve medya kontrolü ile halkı tek bir ideolojinin etrafında topladı.

Hitler’in 1933’te Almanya’da benimsediği faşizm modeli de benzerdi. Ancak bu kez ideolojik temel, Alman ırkının üstünlüğüne dayandırıldı. Faşizm, her ülkede farklı bir versiyona büründü ama temel özellikleri aynı kaldı:

Devletin sermaye lehine çalışması

Muhalefetin baskılanması veya yasaklanması

Hukukun siyasi iktidarın çıkarlarına göre işletilmesi

Tek adam rejimine dayalı bir yönetim anlayışı

Faşizm Ortamında Sendikalar ve Kitle Örgütleri Olur mu?

Faşizmin hüküm sürdüğü bir ortamda sendikalar, siyasi partiler, kitle örgütleri var olabilir mi? Elbette olmaz! Varlık hakları olmadığı gibi, söz hakkına da sahip değillerdir. Böyle bir sistemde muhalefet ve örgütlü yapılar, baskılarla yeraltına itilerek etkisiz hale getirilir. Ancak Türkiye’de farklı bir tablo ile karşı karşıyayız: Var olan siyasi partiler, sendikalar, cemaatler ve kitle örgütleri, iktidarı meşrulaştıran bir işlev görüyor. O halde, bu yapıların var olması, bastırılmış olmasından ve ciddi anlamda siyasi muhalefeti örgütleyemeyen, talepleri ekonomik çerçeve içinde olan kitle örgütlerinin varlığı iktidarı güçlendirmekten, ona hareket alanı yaratmasından başka işlevi yoktur.

Muhalefetin Çıkmazı: Değişim Gücü Var mı?

Bugün kitleselleşemeyen, dar cemaat ilişkileri içinde sıkışıp kalan grupların toplumu değiştirme gücü olabilir mi?

Elbette hayır! Çünkü iktidar, bu yapıların hareket alanını ve özgürlük çerçevesini kendisi belirliyor. Onların toplum içinde kök salma ve söylediklerini gerçekçi kılma hakları da ortadan kaldırılmış durumda. İktidarın yaratmış olduğu algılar ile gerçek iktidarın gördüğü alan kadar ile sınırlanmıştır; o sınırlar içinde gerçeklik aranamaz, sadece üzerine konuşulur… İktidarın belirlediği alanlar içinde hareket etmek, söz söylemek, hatta kitlesel protesto etkinlikleri düzenlemek serbesttir. Cumhuriyet mitingleri buna örnektir; bu mitingler sayesinde iktidar kitlesini kendi etrafında daha da kilitlenmesine neden olmuştur. O mitinglerin etkisi bugün dahi yapılan tüm seçimlerde kemik oy olarak adlandırılan istatistik rakam olarak ortada durmaktadır.

Türkiye'de Faşizm mi, Otokrasi mi?

Bugün yaşanan süreci nasıl adlandırmalıyız? Faşizm kavramı, geçmişte deneyimlenen klasik anlamıyla örtüşmediği için birçok kişi "Bu ülkede faşizm yok" diyebiliyor. Ancak yaşananları otokrasi olarak tanımlamak da yetersiz kalıyor. Türkiye'deki yönetim şekli, liderin niyetine göre şekillenen bir otokratik yapı üzerine kurulu. Bu, her an faşizme dönüşme potansiyeli taşıyan bir sistemdir.

Faşizm Değişir mi? Yeni Tanımlara İhtiyaç Var mı?

Faşizmin önüne sıfat ekleyerek onu "İslami faşizm" ya da "yerli faşizm" olarak adlandırmak doğru mu? Örneğin, Franco İspanyası "Hristiyan faşizmi" olarak mı tanımlanmalıydı? Faşizm, faşizmdir. Ancak tarihsel süreç içinde içerik değişebilir. Zamanın ruhuna uygun yeni bir faşizm tanımı yapılması gerekmiyor mu?

Bugün Türkiye'de Ne Var?

Bugün Türkiye'de klasik faşizm tanımına birebir uyan bir yapı yoksa da, ona özgü yeni bir yönetim biçimi inşa ediliyor. Yasaların keyfi uygulanması, muhalefetin sınırlarının iktidar tarafından belirlenmesi ve hukuk sisteminin tamamen siyasi iradenin çıkarlarına göre işletilmesi, bu yeni yapının temel taşlarını oluşturuyor. O halde, bu yönetim biçimine ne ad vereceğiz?

Tüm kavramların değiştiği ortamda tek bir tanımın aynı kalması söz konusu olabilir mi?

İsmail Cem Özkan 

19 Ocak 2025 Pazar

PoP İkoN Marilyn Monroe

PoP İkoN Marilyn Monroe

Metin Boran’ın yazıp yönettiği PoP İkoN Marilyn Monroe, izleyicisini ünlü Hollywood yıldızının çocukluk yıllarından trajik ölümüne kadar bir zaman yolculuğuna çıkaran, hızlı tempolu ve informatik bir oyun olarak sahneleniyor. Bu oyun, tarihsel bir figürün yaşamına sadece dışarıdan bir bakış açısı sunmuyor; aynı zamanda o hayatın duygusal ve karmaşık geçişlerini derinlemesine keşfetmemize olanak tanıyor.

Boran, son yıllarda sahneye koyduğu oyunlarında sıklıkla kullandığı bir tekniği bu prodüksiyonda da uyguluyor. Yaşanmışlıkları tarihin sayfalarından çıkararak, bizlere somut ve yaşanır bir şekilde sunuyor. Oyunun başrolünde ise Marilyn Monroe rolünde İrem Karaarslan’ı izliyoruz. Karaarslan, tek kişilik bir oyunla, zorlu bir ikona hayat vermek için büyük bir çaba gösteriyor. Monroe’nun hayatındaki çelişkiler, tercihleri, zorunlu ilişkileri ve mücadeleleri, Karaarslan’ın sahnedeki güçlü performansıyla somutlaşırken, bu karmaşıklığın duygusal geçişlerini başarılı bir şekilde yansıtıyor.

Monroe’nun yaşamı boyunca karşılaştığı çelişkili durumlar, onun bir seks sembolü olarak algılanmasına rağmen, gerçek bir oyuncu olma arzusunu da gözler önüne seriyor. İrem Karaarslan, Monroe’nun bu içsel çatışmalarını hem mimikleriyle hem de sesiyle canlandırarak seyirciye güçlü bir performans sunuyor. Aynı zamanda Karaarslan, sahnede danslarıyla da duygusal geçişleri pekiştiriyor ve seyirciyi hem görsel hem de işitsel anlamda etkiliyor.

Melisa Akuş’un koreografisiyle sahnelenen dans figürleri, modern ve klasik dansın harmanlandığı bir dilde, müzikle uyumlu şekilde sahnede hayat buluyor. Bu danslar, izleyiciyi hem duygusal olarak hem de fiziksel olarak yansıttığı hikayenin içine çekiyor. Dans sahneleri, geçişlerde tatlı bir nefes alma fırsatı sunuyor ve seyirciye düşünme, bir sonraki bölüme geçmeden önce kısa bir soluk alma anı bırakıyor.

Kostüm tasarımında Şimal Kılıç ve Yüksel Boran’ın imzası var. Kostümler, dönemin ruhunu yansıtmanın ötesinde, oyuncunun hareket özgürlüğünü destekleyecek şekilde tasarlanmış. Müzik düzenlemede ise İnan Tat’ın katkılarıyla oyun, dönemin melodilerini ve ruhunu başarılı bir şekilde sahneye taşıyor.

Oyunla ilgili bazı ufak aksaklıklar olsa da, her yeni gösterimle daha da olgunlaşacağı kesin. Özellikle bölümler arasındaki geçişlerde seyirciye bir mola verilmiyor; bu, anlatılan öykünün sürekli bir akış halinde devam ediyormuş gibi bir izlenim yaratıyor. Gelecekte, sahneye yerleştirilecek görsel materyaller (video veya fotoğraf slaytları gibi) bu geçişleri daha belirgin hale getirebilir ve seyirciyi mekândan mekâna taşımada daha etkili bir yol sunabilir.

PoP İkoN Marilyn Monroe, emekle yoğrulmuş bir sahne şovudur. Her bir anı detaylı bir şekilde prova edilmiş, hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış. Her hareketin, her ışığın ve her sesin titizlikle hesaplandığı bir performans izliyoruz. Sahneye yansıyan ışıklar ve gölgeler, Monroe’nun hayatındaki içsel yalnızlığı ve karmaşayı yansıtıyor.

Eğer Marilyn Monroe’nun yaşamına dair daha derin bir bakış açısı edinmek istiyorsanız, bu oyun tam da sizi bekliyor. Hem eğlenecek hem de bir ikonu sahnede canlı bir şekilde izlerken onun iç dünyasını keşfedeceksiniz.

İsmail Cem Özkan

 

PoP İkoN Marilyn Monroe

Yazan/Yöneten: Metin Boran

Oynayan: İrem Karaarslan

Dans/Koreografi: Melisa Akuş

Kostüm Tasarım ve Uygulama: Şimal Kılıç, Yüksel Boran

Müzik Düzenleme: İnan Tat

Afiş Tasarım: Ömer Enis

 


9 Ocak 2025 Perşembe

Görünürde Erdoğan kendi beka sorununu, ülke sorununa döndürdü...

Görünürde Erdoğan kendi beka sorununu, ülke sorununa döndürdü...

Erdoğan her seçim öncesi ve sonrası geliştirilen “beka sorunu” gibi soyut bir kavramın arkasına saklanarak seçimi etkileyecek stratejiler geliştirdi. Devlet Bahçeli ile birlikte uygulamaya soktukları bu söylem ile seçimleri kazanmış ve yaşanan ekonomik ve çevremizde gelişen krizlerin ortamında en sonunda Öcalan’ı da dahil etti. Devlet Bahçeli’nin grup konuşması ile gündeme gelen “yeni beka sorunu” ve Öcalan’dan net olarak istenen açıklama ile yeni bir sürecin görünür olması ile sonuçlandı. Kapalı odalardan meclis grup toplantılarına taşan yeni strateji birçok belirsizlik içinde kamuoyunun gözü önünde ilmek ilmek işlenmektedir.

Koalisyon ortaklarının niyetlerinde gerçekten samimi olmuş olsalar Kürt sorunu için atılacaklar aslında belli. Siyasi sorunlar siyaset çözecektir, silahların gölgesinde yapılan her türlü barış açıklamasının hepsi boşa düşmüş ve sonuçta barış isteyen tarafı zayıf göstermiş gibi bir algı yaratıldı. Siyasi sorunu “terör” gibi bir kelime ile üzerine kıyafet biçilmesi dahi sorunun askeri çözümünün imkansız olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Küreselleşmenin en sert estiği ve yeni bir bölüşüm savaşının kapıları tekmelediği bir süreçte Ortadoğu’da yeni sınırların ve yeni devletçiklerin gerçekleşmesi olasılığının atmış olduğu bu zaman diliminde sınırlarını korumak isteyen her ülke gibi öncelikle cephe gerisi ve önünde birikmiş sorunları çözmektir.

Sorunu çözmek öncelikle samimi olarak istemekten geçiyor, karşılıklı güvensizliğin hakim olduğu atmosferde sorun çözüm için masaya gelir ve genelde o masa devrilir. Tarihimiz devrilmiş masaların tarihi gibidir.

Söylemde ve görünürde samimi olmayan “kadife kaplı demir yumruk” siyaseti ile halka yeniden bir umut pompalanıyor. Gerçek çözüm ancak eldivensiz çıplak ellerin tokalaşması ile mümkündür, zaten zarafet kuralları gereği öncelikle eldivenler çıkarılır…

Kürt sorunu mutlaka çözülmelidir.

Alevi sorunu mutlaka çözülmelidir.

Tehcir ve ona bağlı yaşanmış sorunların hepsi mutlaka çözülmelidir.

Ulus devletinin yaratmış olduğu tahribat mutlaka çözülmelidir.

Bu konularda sağcısı solcusu hemfikirdir ama çözümden ne anlıyoruz?

Sorunu tanımlamak gereklidir deniliyor, sorun aslında tanımlanmış, ortada duruyor.

Devlet tek taraflı güç ile bastırdığı ve yok saydığı her şey sorundur...

Yok saydıklarına en temel insan haklarına dayalı haklar verilmiş olsa dahi sorunların önemli bir bölümü aşılacak ama hayır vermiyorlar, tersine daha fazla baskı uygulanıyor ve baskının temelinde “beka” diye adlandırılan kişisel çıkar, hırs ve kibir...

Yeni bir süreç görünür oldu.

Kapalı kapılar arkasında yapılan dolaylı görüşmeler direkt görüşmelere doğru eğiliyor, nedeni de küresel değişim ve çatışma olarak gösteriliyor ama ben daha fazla “kişisel beka sorunu” olduğunu düşünüyorum. Erdoğan çıkıp “ben tekrar cumhurbaşkanlığı seçimine katılmayacağım” diyebilecek mi? Demeyecek! O zaman Erdoğan’ın gizli olmayan bu niyetini açıklayan Devlet Bahçeli, "tek lider" olarak gördüğü Erdoğan için her türlü girişimi yaparken, nasıl bir siyasi amacı olabilir? Neden bu görevi üstüne aldı?

"Terörsüz Türkiye" sözü nasıl güzel ve anlamlı geliyor... Erdoğan ve ekibinin cümle arama ve bulma konusunda yapay zekadan yararlanıyor mu? Sanırım yararlanıyor, en akla, ağza kolay geleni seçip kamuoyu önünde atıyor. "Hadi taşı attım, siz o taşa anlam yükleyin" denmekte...

Şimdi, cümle hoş da bu cümlenin bir de tarihi altyapısı var mı?

Elbette var!

İlk açılımını yapan Erdoğan ilk kapanışı da yapmıştı, yaparken dönemin muktedirlerini birer suçlu olarak cezaevlerine atmış, izinli yapılan tüm görüşmeler birden izinsiz görüşmeler oluvermişti... “Kadife içinde saklı yumruk” hendek olarak adlandırılan olayların üzerinde gözükmüş, günlerce cesetler hendek kenarında yollarda kalmıştı...

Unutuldu mu?

Balık hafızalı olunca çabuk unutulur ama yaşayanlar balık hafızası mı taşıyor, ya yakınları?

Her adım düşünülerek, hesaplanarak atılır, çünkü "sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer"... Peki, üfleniyor mu? "Paradigma ne derse o" denildiği an paradigma içinde üflemek yerini "çıkar" alır...

Kimin çıkarı öncelikli olacaktır?

Yalan akıyor her yerden, dik durmak önemlidir bu sağanak yağmur altında...

Pazarlık masasında kim elini güçlü gösterirse, onun çıkarı ötekini “döver!”

Ülkemizin tarihinde olduğu gibi her girişim katliamlar ile sonlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda İttihat ve Terakki Partisi’nin Ermeni açılımı "tehcir" ile sonuçlandı, parlamentoda yer alan Ermeni siyasileri yolda katlettiler...

Tarihin bilgilerini yok sayarsanız, yeni katliamlar için ortam yaratmaya devam edeceğiz gibi.

İsmail Cem Özkan

14 Aralık 2024 Cumartesi

Sessizliğinize tepki veren olursa değişim olur!

Sessizliğinize tepki veren olursa değişim olur! 

Mustafa Ergüven, Herman Melville’in 1853 yılında kaleme aldığı Kâtip Bartleby adlı hikayesinden uyarladığı öyküyü tek kişilik oyun olarak sahneye uyarlamış. Kitabın orijinal anlatımı yerine mekan, zaman belirsizliği yaratılarak, üstelik günümüzde çok yaygın olan call center (çağrı merkezi) üzerinden günümüze doğru taşınmış. 

Genç bir avukat, bir bankadan kredi kartı borçlularının dosyalarını prim karşılığında tahsil etmek üzere bir işe girmiştir; zaten yeni genç bir avukatın o piyasada yapacağı fazla bir şey de yoktur. Genelde yeni avukatlar isim yapana (müşteri toplayana) kadar icra dosyalarını ülkemizde takip ederler. Davalara girip mahkemede dava kaybetme riski de yoktur; bu sayede hem de mesleğin ince işlerini (ilişkiler anlamında) öğrenecektir. 

Önce evinde telefon üzerinden başladığı işini, zaman içinde büroya taşıyacaktır. Tek başına yürütülen işlerin amatörlüğü her zaman içinde vardır. Gerçi Mustafa Ergüven bu geçişi arkadaşı ile görüşürken arkadaşına attığı hava üzerine olduğunu vurgular. Sonuçta bir iş merkezinin içinde küçük bir büro tutacak ve orada oluşturduğu call center ile banka adına kredi borcu olanlardan para koparmaya çalışacaklardır; içinde gizli tehditler ile yapılan bu iş aslında yasal değildir ama yasak olmadığı için yasa dışı değildir. 

Oyunun buraya kadar yorumu içinde oyuncu sahnede tektir. Oyunun başında bilinçli şekilde yapılan teknik sorunlar ile bu bir oyundur ve sizler de seyirci, sahnede olan da oyuncu imgesi verilmiştir. Sahnede göreceğiniz bir oyun olduğuna göre, oyuncu öyküyü canlandıracağına göre oturun izleyin demekte; bıyık altından kıs kıs gülerken de oyuna dahil olacaksınız. Öyle yok, sadece oyunu izlemek; uygun olduğu anlarda oyuna dahil olacaksınız imajını oyunun başından veriyor. 

Sahnede bir küçük pano, bölümler orada yazacak ve her bölüm değişiminde yapraklar değişecektir. Sağa sola bırakılmış spor ayakkabısı, bir laptop, tabure, bir çanta mevcuttur. Oyunun tüm aksesuarlarının o çantanın içinde olduğunu oyun gelişimi ile göreceğiz. Kadınlar çantasız yapamaz; sahnede bir kadın olduğuna göre o çantanın orada olması kadar doğal bir şey yoktur ama seçilen renk dikkat çekicidir. 

Avukat hanım büro tutması ile birlikte olayların örgüsü absürt bir şekilde devam edecektir. Saçma gelecektir ama öyle kurgulanıyor ki saçmalık bile sahnede bir “ekosistem” yaratıyor ve oyuncunun çok başarılı sesini ve vücut dilini kullanarak o yaratılan ekosistem seyirciye verilir. Oyunu yorumlayanın dili ile ekosistem dedim; çünkü o sistemin yani dengede olanın pasif bir direniş ile parçalandığını, kişinin içsel ya da vicdanı ile hesaplaşmasına şahitlik edeceğiz. 

Objeleri insan yerine koyup onunla konuşsaydınız neler olurdu? 

Tek kişilik bir oyunda aslında dört kişi sahnede ama diğer üçü insan siluetinde görmüyorsunuz. Obje, her obje konuşuyor, her obje üzerlerine düşen görevi yapıyor ama oyunun başrolünde bir lamba olduğunu söylesem. İnanmayacaksınız biliyorum ama oyunun başrolünde ve oyuna isim veren şey lamba; adı Mükerrer. Adı öyle tesadüfen seçilmemiştir. 

Bir gün bir çalışan işe başlar; bütün hayatı değişecektir.

Mükerrer; hukuk dilinde tekrar eden suç anlamına gelmektedir. Peki, oyunda Mükerrer’in suçu nedir diye soru kafanızdan geçtiğini düşünüyorum, aslında suçu yok!

“Hiçbir şey ciddi bir insanı pasif bir direniş kadar sinirlendirmez.”

Büro tutulmuştur, işler ilerlemiştir, zaman içinde bir çalışan daha ihtiyaç duyulmuştur ve gazeteye verilen ilan ile yeni bir aday bir gün çıkıp gelir. Adı Mükerrer’dir. Soluk benizli, üstü başı düzgün, acınacak ölçüde saygıdeğer, çaresiz derecede yalnız olarak tanıtılır. Gerçi ben bir lamba olarak görmekteyim!

Cansız objelere canlılık, kişilik verilmiştir oyunda. Lamba deyip geçmeyin, her ağzından ses çıktığında ışık yanmakta, beline doğru olan yerde hoparlör vardır. Ses oradan gelmektedir.

Cansız objeye hayat verilmiştir.

Ancak Mükerrer’in zamanla bir şeyleri naifçe “yapmamayı tercih etmesi”, "Söylememeyi tercih ederim" ile başlayan direniş sarmalı genç avukatı içinden çıkılmaz durumlara sürükler.

Pasif bir direniş karşısında genç avukatın çaresizliği!

Her şeye kayıtsız kalanın pasif hali ile karşısındakini değiştirmesidir oyunun özü. Bu özü bize iki bölüm boyunca sahneyi dolduran Nurhayat Yıldırım verir.

Mustafa Ergüven ve Nurhayat Yıldırım ikilisinin uyumlu çalışması ve anladığım kadarıyla uzun süren çalışmalarının sonucunda oluşmuş. Oyunun özünü seyirciye taşıyan ama taşırken de seyircinin fikrini alan, seyirciyi sahneye taşırken, sahnede değişen ruh halini sesi ve mimikleriyle birlikte vücut dili ile oyunculuğunu gösteren ve sahnede bir kişi iki saat boyunca zamanın nasıl geçtiğini unutturan ve her anın sahneye odaklanmış bir seyirci yaratan Nurhayat Yıldırım vardır.

Nurhayat Yıldırım bu oyunda çok başarılıdır.

Oyuncu eğitimi almak isteyenler bir oyuncunun her halini sahnede görmek istiyorlarsa bu oyuna gelip Nurhayat Yıldırım’ı izlesinler, ondan öğrenecekleri çok şey var. Sahnede gördüğünüz bir kurgudur hissini sürekli seyirciye verirken, aynı zamanda oyunun anını yaşayan bir oyuncudur. Gözyaşları sahicidir, sevinci gerçekçidir. Bir objeye insan kıyafeti ve ruhu giydirilmiş ve karşısında bir lamba değil de Mükerrer vardır.

Nurhayat Yıldırım ve Mustafa Ergüven ikilisinin sahneye uyarladıkları oyunu görün isterim, çünkü bu ikili çok farklı bir yorum ile absürt bir eseri nasıl uyarladıklarını, sahneye taşıdıklarını göreceksiniz.

Bundan öncesi daha farklı yorum ile Muhammet Uzuner yorumu ile CAS (Cihangir Atölye Sahnesi) sahnesinde izledim. Her iki yorumu da çok başarılı gördüm, her ikisinden de büyük zevk aldım, sahnede absürt bir eserin epik tiyatro içinde nasıl sahneleneceğini görürken birçok ders aldım. Muhammet Uzuner yorumu ile Mustafa Ergüven yorumu karşılaştırılamaz, ayrı kulvarda ve birbirine rakip değil, farklı yorumlanacağı konusunda bize çok güzel örnek olarak sunmaktadır. Her iki yorumu da izlemenizi çok isterim, fakat günümüz koşulları içinde her şeye karar veren ne yazık ki ekonomi ve siz siz olun kayıtsız kalmayın bu yaşadığımız sürece…

Yaşadığımız olaylar karşısında sessiz/ kayıtsız hiç kalmayın, çünkü sonuçta mükerrer suç (sessiz kalmak yaşanan tüm olumsuzlukları onaylamak adına gelir) durumuna düşersiniz ve bir avluda tek başınıza sessizlik içinde aramızdan ayrılırsınız… Arkanızdan gözyaşı dökecek ne bir avukat ne de başkası olur…

İsmail Cem Özkan

 

Mükerrer

Uyarlayan/ Yöneten: Mustafa Ergüven

Oynayan: Nurhayat Yıldırım

Yönetmen yardımcıları: Baran Ergün, Sena Pampal

Işık tasarımı: Utku Çetin

Kostüm, aksesuar ve ses tasarımı: Nurhayat Yıldırım, Mustafa Ergüven

Afiş tasarımı: Hilal Bektaş Korkut

Dış sesler: Yapay Zekâ

Yapımcı: Ufuk Cebeci


12 Aralık 2024 Perşembe

Kemikler taşınırken…

Kemikler taşınırken…

Türkiye'de insan kemiği sorunu var gibime geliyor ama kökü nereden kaynaklandığını bilmiyorum... Bu konuda yapılmış bir araştırma var mı, onu da bilmiyorum. Son günlerde hatta yıllarda taşınan insan kemikleri ile ilgili birçok haber duydunuz ya da okudunuz. En son haberi sanırım Suriye içinde yapılan “başarılı” operasyon sonrası el değiştiren topraklar üzerinde olandır.

Suriye üzerine Arap Baharı esince, bizdeki siyasiler Emevi Camiinde öğle namazı kılmak hevesi ile birden Suriye iç işimiz oluverdi. Emevi Camii konusu gelince onun hakkında kısa bilgi vermek gereklidir, çünkü seçilen caminin tarihsel bir geçmişi ve anlamı vardır.

Emevi Camii, bir kilise olarak inşa edilmiş, sonra İslam'ın eline geçince önce kilise-cami olarak ortak, daha sonra sadece cami olarak kullanılmıştır. Cami içinde birçok şeyi de saklamaktadır. Örneğin; bugün hala korunan Vaftizci Yahya'nın kafatası ve I. Yezid tarafından Müslümanlara gösterilmek üzere saklanan Muhammed'in torunu Hüseyin'in kafası yer almaktadır. Caminin kuzey duvarına eklenmiş küçük bir bahçede Selahaddin Eyyubi'nin türbesi bulunmaktadır.

Suriye'de Arap Baharı ile ortaya çıkan kargaşa, IŞİD'in hızlı ilerleyişi, tarihin görmüş olduğu en popüler, en medyatik kan deryasına döndürülen çöl fırtınasına kanın karıştığı bir süreci yaşadık. Ülkemiz içinde canlı bombalar ile gündemin değiştiği, ekonomik sorunların ertelendiği ama can güvenliğinin birincil madde yapıldığı yıllar içinde birden Suriye içinde bir türbenin olduğu toprak parçası gündeme girdi.

Süleyman Şah Türbesi

Süleyman Şah Türbesi ile Süleyman Şah Saygı Karakolu ve bulunduğu alan Suriye'nin Halep ilinin Eşme köyü sınırları içerisinde bulunan, Türkiye'nin kendi sınırları dışında sahip olduğu eksklav statüsündeki tek toprak parçası bilgisini öğrenmiş olduk.

O topraklarda yer alan bir türbe ve o türbeyi bekleyen Türk askeri... Yaşanan iç savaş sonrasında orada bulunan askerlerin can güvenliği sorunu ortaya çıktı ve alınan bir karar ile o türbe taşınmadı ama içinde bulunan kemikler taşındı. Suriye'de yaşanan iç savaş ve ülkenin toprakları işgali ile bir durağan sürecine girdikten sonra durağan bir su birikintisi izlenimi verdiği anda, suyun altında durağan olmadığı ve birden patlayan fırtına gibi yeni bir sürece evrildi. Kısa sürede o güne kadar gücünü koruyan iktidar bir kağıt parçasının yanması gibi kısa sürede iktidarını devretti; devrederken ülkenin her yerine de yanmış kağıt parçalarını bırakarak değişim gerçekleşti.

Geçmişten gelen sorunlar yumağı çözüme kavuşur gibi sunulurken, elbette taşınan Süleyman Şah Türbesi yeniden gündeme gelmemesi düşünülemezdi, çünkü iktidarın beklediği değişim olmuş ve bir anlamda Suriye'de gerçekleşen değişimi iç kamuoyuna türbenin yeniden eski yerine getirilmesi ile desteklediğini gösterecek bir sembol olarak gündeme geldi. “Giden gitmiştir, gelen ise bizdendir” demenin başka bir anlamda ifadesidir.

Süleyman Şah Türbesi’nden alınan eşyalar ile birlikte büyük olasılıkla kemikler de eski yerine yeniden bırakılacak...

Aynı devlet, ülke içinde idam ettiği bir devrimcinin kemiğini ailesinden saklamaya devam ediyor; hala bulunamadı ya da verilmedi. Derelerde yer alan insan kemikleri kime ve ne zamandan beri orada belli olmayan bir sorun yumağı bulunmaktadır. Devlet kemikler konusunda sessizliğini korurken, orada yakını olduklarını söyleyenler o derelere gidip gözyaşı dökmeye, acılarını ifade etmeye devam ediyor...

Devletin derelerinde ne kadar insan kemiği bulunmaktadır?

Cumartesi Annelerinin çocuklarının önemli bir bölümü hala kayıp, yoklar; yaşamadıkları ifade ediliyor ama onların bir mezarı bile yok. Sembolik olarak açılmış mezarlıklar var ama içinde kemik yok...

Çocuğunun yolunu gözleyen ana öldü, onun mezarı oldu ama çocuğunun mezarı hala yok; onun kemikleri nerede sorusu hep var olmaya devam ediyor...

Kızıldere katliamında ölenlerin cesetler taşınırken birinin soğumuş vücudu mezarlıklar arası taşırken yok edilmiş, şimdi ailesi ve yakınları soruyor, nerede?

Şeyh Bedreddin'i idam eden devlet, mübadelede antlaşması sonrasında kemiklerini ülkemize getirip, Abdülhamid'in türbesinin duvarının dibine gömdü.

Bir zamanlar zengin ailelerin fertlerinin kemikleri çalınıyor, aileden fidye istiyorlardı; şimdi o aileler özel mezarlıkları var, başlarında sürekli bekleyen özel güvenlik...

Kemikler fidye için bir araca dahi dönüştürüldü bu ülkede...

Bu ülke derken aklıma Şarlo olarak bildiğimiz Charlie Chaplin geldi; onun kemiklerini de Neo-Naziler çalmıştı... Naziler, kendilerinden olmayanların mezarlarına saldırıyor, gamalı haç çizmeye devam ediyor...

Neo Naziler derken, ülkemiz tarihi içinde de Mimar Sinan’ın kafasını inceleyenler, o kafatasının Türk olmadığı anlaşılınca yok edildiği konusunda bir zamanlar haberler (5 Ağustos 1935) vardı, yüzlerce yıl mezarında yatan bir mimarın başı gövdesinden yıllar sonra ayrılmış… Tıp eğitimi için iskelet ticareti yapanları bu konuya hiç karıştırmıyorum.

Devlet, kemiklere nasıl bir anlam yüklüyor, neden bazı kemiklere sahip çıkıyor, neden bazılarını yok sayıyor, neden bazılarını toprağa karıştırıp yok ediyor?

İnsan kemiği deyip geçmeyin, çünkü kemikler tarihin, yaşanmışlıkların ve ölüm anının izini taşır... Kemikler ile oluşturulmuş bir tarihimiz var; bir bölümü kayıp, bir bölümü itina ile saklanıyor, yok olmasın diye ara ara potansiyel olarak gelecek olan saldırıya karşı yeri değiştiriliyor...

Kemikler taşınırken elbette bir tarihi kökün varlığının somut ilanıdır. Kemikler bir anlamda tarihtir, var olduğunun ilandır. “Vardım, varım, var olacağım” demenin başka bir şekilde söylemidir.

İsmail Cem Özkan 

 

9 Aralık 2024 Pazartesi

"Giden şah, gelen Humeyni" süreci içindeyiz...

"Giden şah, gelen Humeyni" süreci içindeyiz...

Suriye’de biri derin tarihin kuyusuna taş attı, şimdi kimse o taşı çıkarmak için uğraşmıyor, üstünü nasıl kapatırız diye yol arıyor. Geçmişin acılarının üzerine kum atmış olmanız o sorunu ortadan kaldırmıyor, çöl fırtınası o attığınız kumu dünyanın öteki tarafına taşıyacaktır.

Rejim henüz değişmeden önce yazdığım bir cümle geldi gözümün önüne sokuldu: “Suriye'de Şam yönetimi gidince yeni Şam yönetimi gelir, bu sefer Alevi yöneticiler yerine Sünni cihatçılar olur... Emperyalist ülkeler buna onay verir.

Afganistan'da Taliban'ı iktidara taşıyanlar, onu yıktı, sonra yeniden iktidar olmasını sağlayarak ülkeden çekildi… Kısaca emperyalist ülkelerin çıkarı, o ülkede şeriatla mı yönetilecek, sözde de olsa demokrasi ile mi yönetilecek diye bakmaz... Suriye’nin şimdiki pozisyonu, İslam devletleri birliğinde Şii gücünü kıran, Suudi Arabistan yörüngesine girecek bir düzene evrilebilir, Katar gibi Körfez ülkeleri kendilerine pay çıkarmış olsalar dahi hiçbir değeri yoktur, çünkü onların gücü sadece paradır ve para bir gecede pula döndürülebilir, Kuveyt buna örnektir...

Suriye yeni rejimini ararken, Şam’a sefer düzenleyenlerin ne kadar taviz verdikleri ile iktidara durup durmayacağını belirleyecektir. Şam’da kim oturursa otursun emperyalist devletlerin piyonu olmaya devam edecek, iç siyasette sözde de olsa özerk davranma hakkı verilecektir...”

Bu görüşüme Şam devrildikten sonra da sahibim; görüşümü değiştirecek yeni bir gelişme olmadı.

Esad gitti, Arap Baharı sonlandı mı?

Suriye'de ümmet devleti mi kurulacak, ulus temelli bir ayrım mı söz konusu olacak?

Hangi yöntem seçilirse seçilsin, İran iç savaşı ve Türkiye içinde de kaos söz konusu olacaktır. Bu domino etkisi uzak Asya’nın içine kadar ilerleme ihtimali yüksektir, çünkü domino taşı bu sefer doğuya doğru ülkelerin üzerine kurulmuş durumda...

Para ile bir ülkenin yıkılışını ve ordusunun kağıttan gemisinin kaptanı olduğunu, ufak bir ateş ile küçük bir grup tarafından nasıl yanmış kağıt parçasına dönüştüğünü gördük... (HTŞ, Şam yürüyüşü)

Suriye ordusunda insan (er) sayısının (muhaliflere göre) fazla olması, yüksek teknolojiyi satın almış olması bile önemsiz olduğunu gördük...

Şam’dan Esad anlaşmalı bir şekilde gitti…

Suriye'de sistem değişmedi; yöneticiler değişecek, devletin alt kademesinde görevde olanlar görevlerine devam edecektir. Her rejim değişikliğinde olan olacaktır, savaşa katılan örgütler öncelikle birbirini yiyecektir... İktidar için istikrar sağlanana kadar açıktan çatışma olurken, sistem oturduktan sonra sinsi sinsi hücrelerde muhalifler öldürülecektir...

Suriye'de şeriatçılar Şam’a girer girmez bayrağı değiştirdi ve ne kadar hızlılar ki herkesin elinde yeni bayrak!

Sanırım baskı işi çok ilerledi; saniyede binlerce bayrak basılıyor...

İslam'da adalet, gücü elinde bulunduranların yaptığı mıdır?

Suriye konusu çok konuşulacak ama orada zulümden zulme, katliamdan katliama beğen, seni kimin öldüreceğine karar ver süreci olan Arap Baharı yeni meyvesini verdi...

Suriye'de özgürlük, iktidarda olanlara verilecek; onlara katletme, zulüm etme, kafa kesme hürriyetini yeniden düzenlenecek yasalarla verilecektir...

Ortaçağda yapılanlar ile bugünü yönetmek!

Ortadoğu Arap Baharı sonrası oluşturulan iktidarlar, sanayileşmiş ülkeler seviyesine çıkmak yerine Hz.Muhammed’in yaşadığı zamana geri dönmeyi tercih etmiştir...

Sanayi devrimi yapanlara develerle erzak taşıyanlar, taşıdıkları hammaddeyi tüketici olarak işlenmiş halini satın almışlar, deve ticaretinden aldıkları ücreti o hammaddeyi taşıdıkları efendilerine vermişlerdir... Ham maddeye muhtaç olanlar, işledikleri ürünleri hem satmışlar hem de kendilerine köle yapmışlardır. Deve ticareti yapan kervanlar ürünleri satın alanlara gönüllü olarak hayatlarını çöl kumlarında feda etmişlerdir... Taşıma ücreti dışında hiçbir geliri olmayanlar, elbette teknoloji ve bilim ile uğraşmak yerine cariyelerine bakıp cenneti hayal etmişler, deve gölgesinde seks yapmanın nimetlerini anlatmışlardır...

Çöl kumu üzerinde siyaset.

Çöl kumunda siyaset yapanlar halklara özgürlük getiremez, onlar sadece güçlü olan siyasetçiyi, diğerlerini yanında göstermelik tutar, onlarla alay eder... Esad son seçimde ne kadar oy aldığı ortada, oy verenler liderinin arkasında durmak yerine, kim güçlüyse onun bayrağını sallamış, oportünist bir siyaseti paradigmaya uyarlamışlardır...

Yıllar içinde ülkemizdeki siyaset çöl kumunda yapılan siyasete benzetilmiştir; “ilkelerin yerini bireyler almıştır”. Bireylerin hakim olduğu yerde, onların niyetine göre seçim düzenlemesi yapılıp, liderin tekrar seçimi için kendisini feda eden muhalefet liderlerinin varlığı çöl siyasetinin dışa vurumudur... Bugün iktidardaki Cumhuriyet İttifakı’nın küçük ortağı lidersizdir, çünkü kendi liderini (kendini) seçmek yerine siyasetten rakip olduğu lideri tartışmasız lider görmektedir. Güçlü gözüken liderin zayıf anında neler olacağını Suriye, Libya, Irak, Suriye liderlerinin yaşadığı hazin sonuçta görmekteyiz...

Niyetler, ilkelerin yerini alır.

Çöl kumunun üzerine hiçbir kural yazılamaz, çünkü yazılan her kural çıkarlara uygun esen rüzgarla silinir, yerine yenisi yazılır. Kimse o silinen kuralı bile anımsamaz, çünkü yalama olmuş hukuk kuralları içinde ilkelerin yerini niyetler almıştır...

"Giden şah, gelen Humeyni" süreci içindeyiz...

Suriye konusunda "giden kötü, gelen daha kötü olduğu için gideni arayacağız" diyenler var; öte yandan "giden kötü, gelen ne olduğu (aslında biliyor ama bilmemezlikten geliyor) belli değil ama benim açımdan mültecilerin ülkesine dönmesi" diyenler var… Sanki dönüş “çok” olacakmış gibi bir algı oluşturuluyor...

"Giden kötü, gelen iyi" diyenler var, en azından demokrasi beklentisini taşıyan ahmaklar var. “Ahmak” diyorum, çünkü yakın tarihi bilmeyen, Afganistan, Irak, İran, Libya gibi örnekleri görmeyenlere ahmak demeyeyim de ne diyeyim?

Suriye'de şu anda güçlü olanların hiçbiri özgürlüğü "halk için" getirmeyecek, kendisine kelle kesme, demokrasiyi kendi niyetine göre yorumlama hürriyetini getirecektir...

Şah gidince İran’da neler olduğunu yaşadık, biliyoruz; Humeyni devrimini taşıdı. Lübnan’ın nasıl Lübnan olduğu ortada, bizde 12 Eylül ve sonrası ile bugünkü iktidarın neler yaptığı ortada...

"Bu ülkede özgürlük var", evet var ama kim için?

Ezilenlerin özgürlüğü, ezilme özgürlüğüdür...

Mülteci ve göçmen karşıtlarının "Suriye’de demokrasi geldi, gitsin Suriyeliler" diye bağırmalarını anlıyorum ama "bu ülkede ne kadar demokrasi varsa orada o olacak" diyenler nereden baktığına bakın derim...

Sağcı sağcıdır, solcu ne yazık ki hala sol düşünceyi bilmiyor, savunduğu şeyin sağ olduğunun farkında bile değil...

Tarihsel materyalizm kavramını içselleştiremeyenler "Suriye’de demokrasi, özgürlük geldi" deme hakkına sahiptir...

HTŞ gibi katil bir örgütten demokrasi bekleyenler...

Ezidi Kürt kadınlarını köle yapanlar unutulmadı; onları katledenlerin ellerinde kan ile birlikte silah bulundurdukları unutulmasın. Ama bu Esad’ın iyi demek değildir, onu savunmak anlamına gelmez. Esad’ı kim savunuyor? Savunan onunla birlikte savaşırdı; şu anda görüldüğüne göre savaşan olmadığından savunan da yok... Her zaman gideni savunanlar olacaktır ama hep azınlıkta kalacaklarıdır; kötülükleri savunmak insanlığa bir şey kazandırmaz...

İyi ki gitti, artık gelen sorunumuz...

Gelen gideni aratacak, bunu görmek için fal için kahve içmeye gerek yok!

Ülkemiz medyasında yandaş, candaş, muhalif, yalaka medyanın hepsinde aynı görüntü var. Ekranda bir harita, haritanın önünde iki kişi; biri spiker, diğeri bir bilen. Elinde bir sopa, sürekli bir şeyler geveliyor, mesleki bilgi aktarılıyormuş gibi yapılıyor ama amacı zaman geçirmek, ekran başında olanlara hazır hap vermek!

Kısaca halkı hala sopa ile eğitiyorlar...

İsmail Cem Özkan

 

3 Aralık 2024 Salı

Tarih kendi bildiği yoldan devam ediyor.

Tarih kendi bildiği yoldan devam ediyor.

Geçenlerde kendisini sürekli saklayan ama fırsatı bulunca (yabancı bir çevre içinde olmadığını hissettiği anda) Kürt olduğunu anımsayan biriyle sohbet etme imkanım oldu. Son gelişmeler hakkında konuşurken Kürtlerin ilk gündemleri gelir, dolaşır, Öcalan üzerine odaklanır. Öcalan kim olduğu, ne savunduğu, ne yaptığı karmaşık bilgiler olmasına rağmen ortadadır; sonuç olarak yakalanmış, getirilmiş, paket olarak getirilen yerde mahkeme kurulmuş, sorgusu yapılmış ve bir adada mahkumiyet hayatı verilmiştir. Adam yıllardır adada bir izolasyon içinde yaşamaktadır. İzolasyon kavramını da açalım, çünkü o izolasyon bu ülkede yaşayan sıradan bireylerden uzaklaşması anlamına gelir; siyasetçilerin bir bölümü, devletin istihbarat teşkilatı bu izolasyon dışındadır. Tek başına bir hücrede yaşam değil, münzevi hayatı tercih etmiş bireylerden ayıran tek fark, zorunlu bir münzevi yaşam söz konusudur ve o münzevi yaşamın ona sunduğu şey, hayatta, ülkede neler olduğu konusunda derinlemesine bilgi yerine propaganda bilgisi altında kalmasıdır. Propaganda altında, zamandan ve mekandan koparılan bir yaşam...

Siz hiç duydunuz mu, sağlık muayenesi için şehir hastanesine getirildiğini? Çoğu mahkum bir şekilde şehir hastanesine getirilir ve var olan rahatsızlığı hakkında doktorla görüşür. Bir insan hiç hastalanmadan bir yerde yaşaması düşünebilir mi?

Ada, bir anlamda onun ülkesidir, vatanıdır, gizemidir.

Sohbete dönersek eğer, resmi söylemin değiştirilmiş ağzı ile bir öfke, yenilginin psikolojik yansıması ile Öcalan’a karşı bir söylemle şahitlik edersiniz. “Adam, MİT ajanıdır, ülkede var olan tüm olumsuzlukların tek sorumlusudur. Devlet, Kürtlere bunu planlı bir şekilde reva gördüğünü, milli nizam ile bunu yaptığını, gelişmekte olan Kürt mücadelesini yok etmek için Apocuları çıkardığını, Kürtlerin örgütlenmesini engellediğini, kendisi dışında diğer Kürt siyasi çeşitliliğini yok ettiğini” iddia ettiklerini duyarsınız. Lafı fazla uzatmadan yaşanılan tüm katliamlar, cinayetler, boşaltılan tüm köyler devlet aklının eseri olduğunu ve bunu yapmak için Öcalan’ı ve örgütünü kullandığını söylerler. Kısaca, Öcalan hareketini bir Kürt isyanı olarak algılamaz, tersine Kürtleri yok etmek isteyen söz arasında üstü kapalı olarak ulus devletinin projesi olduğunu vurgularlar.

Ulus devleti projesi, homojen devlet yaratmak için öteki ve farklı olanı yok etme politikasıdır; asimilasyon ile yok edemediğini, zor ile yok etmektir.

Öcalan ise örgütünü hangi koşullarda kurduğunu, nasıl bir çizgi izlediğini anlatan birçok kitabı, onun adına yazılan kitaplar bulabilirsiniz. Bu tarih henüz sonuçlanmadığı için -devam eden süreçte- her türlü yorumu bulmanız kolaydır.

Yaşanan süreçte kesin sonuca ulaşılmaz, olaya nereden baktığınız ile sebep-sonuç ilişkisi değişebilir.

Kürtler, Osmanlı devletinin dağılması sonrasında devlet kuramamış Ortadoğu halklarından sadece biridir ama en fazla nüfusa ve ülkeler arasında geçiş noktasındadır. Siyasi sınırlar onların yaşam alanlarının ortasından geçmiş, birbiriyle akraba olanları başka ülkelerin vatandaşı yapmıştır.

Emperyalist savaşın sonucunda emperyalist ülkeler haklara nereden sınır geçireceğini sormamış, kendi çıkarlarına uygun gördükleri yerden sınırlar çizmiş ve ülkelere bir bayrak ve krallık ya da lider atamıştır.

Kürtlerin tek devleti olmamış, ama dört-beş devletin vatandaşı olmuştur. Bunların dışında sürgüne gönderilen Kürtler de halen başka devletlerin kimlikleri altında orada vatandaş olarak yaşamaktadır.

"Kürtlerin hakları vardır" kavramı, ulus devlet ya da ulus devlet olma iddiasında bulunan devletlerde yok sayılmış, onları bir "çıbanbaşı" olarak görülmüş ve fırsat bulunduğu anlarda onlara karşı seferler yapılmıştır.

Sonuç olarak Kürtler hedef oldukları için baskı ve saldırı altında kalmışlardır.

Ülkemizde de bu durum diğer ülkelerden farklı değildir.

Bugünkü siyasi sürece büyük katkısı olarak gösterilen 55’ler olayında (Sivas Kampı) sürgüne gönderilen aydınlar inançlarından dolayı değil, kimliklerinden dolayıdır.

"27 Mayıs darbesinden 4 gün sonra doğu ve Güneydoğu’dan seçilen 485 ağa ve şeyh, Sivas Kabak Yazı'da bir kampa yollanmıştır. Sivas'taki kamp, 19 Ekim 1960 tarihinde çıkan 105 numaralı Mecburi İskân Kanunu ile boşaltılıp Milli Birlik Komitesi tarafından '55 ağa' DP’yi destekliyor iddiasıyla Antalya, Isparta, İzmir, Afyon, Manisa, Denizli ve Çorum'a sürgün edilmiştir. Bu kanun 1962 yılında kaldırılmıştır."

Tarihteki olaylar “hadi ben düşündüm ve yaptım” diyerek olmaz; geçmişi ve birikimi vardır.

O günleri anlatan resmi tarih yazıcıları, bugün Öcalan ile somutlaşan Kürt isyanının temeli olduğu görüşündedirler. Sonuçta Öcalan’a yüklenen birçok şeyin aslında tarihi bir derinliği ve geçmişi vardır.

TİP'in “Doğu Uyanış Mitingleri” adı altında 13 Ağustos 1967’de Silvan'da başlayan mitingler, Kürt örgütlenmesi önünde yeni kapılar açacaktır. Kısaca, bu bir devlet aklı ile oluşmuş bir örgütlenme değil, tarihin açmış olduğu bir sürecin sonucudur. Elbette bu örgütlenmelere karşı devletin karşı propagandası olacaktır; hatta Türk milliyetçisi parti olan MHP bile Kürtleri kucaklayan dergiler çıkarmış, onlara seslenmiştir. Devlet resmi olarak Kürtleri muhatap almamış, ama var olan sorunu hep hasıraltına süpürmeyi seçmiştir.

Hasıraltına süpürülen sorunlar, elbette zaman içinde devletin önünde bir isyan/patlama olarak ortaya çıkması kaçınılmazdır.

İttihat ve Terakki Partisi kuruluşunda ve sonraki süreçte Kürt aydınlarının varlığı söz konusudur; yenilen Osmanlı devleti ile birlikte oluşmakta olan cumhuriyetin kuruluşunda bu kadroların rolleri vardır. Cumhuriyet kuruluş sürecinde ve ilk yıllarında Kürtler ayrı devlet için ayaklanmış olmaları ve bu ayaklanmalara karşı devletin “demir yumruğu” indirmesi, Kürtleri ne yok etmiş ne de görünmez kılmıştır.

Bugün yaşadığımız Kürt Sorunu kavramının kökü derinlerdedir; ne devlet aklı ortaya çıkarmış ne de onu istediği gibi yönlendirilmiştir.

Ulus devleti anlayışının ortaya çıkardığı, ama emperyalist ülkelerin çıkarlarına uygun çizilen sınırlar ile yeni kurulan devletlerin kucağına bir sorun yumağı olarak bırakılmıştır. “Hadi!” demişlerdir, “hem homojen devlet kurun, hem de bu sorunu çözün!”

Ulus devleti anlayışı ile yaşadığımız Kürt Sorunu ve var olan Alevi Sorunu ortadan kaldırılamaz, çözülemez.

Çözümün bir koşulu vardır; çok kültürlü, çok dilli, eşit vatandaşlık hakkından geçiyor ve insan hakları içinde yer alan haklarının tam ve doğru şekilde yerine getirilmesinden geçmektedir. Kısaca, bu sorunun çözüm girişimleri ulus devleti anlayışını yıkan küreselleşme ile gündemimize girmiş olması tesadüfi değildir.

Küreselleşme ve onun ideolojisi liberalizm, var olan ulus devletinin çözülmesi/yıkılması ile hasıraltı edilen tüm sorunların görünür olması anlamına gelmektedir. Görünür olması, aynı zamanda çözüm yolu açıldığı anlamına gelmemektedir.

Kürt sorunu konusunda yakın tarihimizde gerçek kırılma, Demirel’in cumhurbaşkanlığı sürecinde 8 Aralık 1991'de Diyarbakır’da yaptığı “Kürt realitesini tanıyoruz” sözü ile başlar.

17 Mayıs 2009'da Cumhurbaşkanı Gül’ün ‘tarihi fırsat’ açıklaması, 1 Ağustos 2009'da Beşir Atalay’ın gazetecilerle Kürt Açılımı Çalıştayı düzenlemesi, 19 Ekim 2009'da 34 kişilik PKK’lı grubun Habur’da teslim olması ve 10 Kasım 2009'da Meclis’te ‘Kürt Açılımı’nın tartışılması ile yeni bir boyuta girmişti.

Bu süreç, 22 Mart 2015'te Ukrayna dönüşü uçakta konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dolmabahçe açıklamasını doğru bulmadığını söyleyerek çözüm süreci masası devrilmesi ile bitmiştir.

Her siyasi kararın siyasi sonucu olacağı kesindir.

Bugün yaşadığımız süreç, 1979 yılında İran’da başlayan “Yeşil Kuşak” projesinden, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve Arap Baharı ile devam eden doktrinlerin oluşturduğu yeni projenin içinde yol almaya çalışıyoruz.

Yaşadığımız süreçte, Kürt sorunu sadece bu ülkenin sorunu değildir.

Ülkemizde yeni bir Kürt sorunu konusunda açılım sözü edilmektedir, fakat Ortadoğu’da gelişen askeri operasyonlar ve o operasyonların siyasi sonuçları ile karşı karşıyayız.

Savaş koşulları altında alınacak kararlar konusunda tarihin bize söylediği birçok söz vardır, örneğin Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde “cephe gerisi” adı verilen bir uygulama ile “tehcir” kararı alınmış ve o dönemin idaresi için kesin bir çözüm olarak uygulanmıştır. O “kesin uygulama” Osmanlı devletinin ömrünü uzatmamış, aksine yıkımını getirmiştir. (Çanakkale Savaşı'nda Ermeniler ile diğer halklar omuz omuza İngiliz işgalci emperyalistlerle karşı savaşırken, alınan karar ile Ermeni askerler ayrılmış ve “tehcir” kararına uygun olarak önce kamplara, sonra sürülmüştür.)

Tarihte uygulanan ve siyasi iradenin “kesin” diye niteliğidir çözümler, kesin olmadığı farklı arayışların önünü tıkadığına şahitlik ettik. Ortadoğu'da savaş rüzgarının hakim olduğu anlarda siyasi iradenin alacağı kararların “kesin çözüm” olarak kabul edilmemesi, tartışmaya açık olmalıdır.

Ortadoğu siyaseti kum üzerinde biçimlendirilmektedir.

Tarih henüz sonuçlanmamıştır; devam eden bir süreçtir ve devletlerin kişilere biçtiği rollerin tarihin çizgisi içinde buharlaştığı ve yeni rollerin dağılımı ile yeni öznelerin gireceği bir dönemin içindeyiz. Sorunlar basit anlatımla anlaşılır değildir, karmaşıktır; çünkü Ortadoğu’da öyle bir emperyalist politika uygulanıyor ki, kim kimin dostu, kim kimin düşmanı olduğu belirsizdir, duruma göre pozisyon alınıyor.

Server Tanilli’nin sözüyle yazımı sonlandırayım: “Tarih insanın fotoğrafını bir kez çeker, dikkat et de gözün kapalı çıkmasın!” 

İsmail Cem Özkan