Galata Gazete


15 Kasım 2024 Cuma

Mercaniye Çok Yaşa, padişahım çok yaşa!

Mercaniye Çok Yaşa, padişahım çok yaşa!

Abdülmecid Avrupa gezisi sırasında İngiliz yolcu gemisini görür ve hayran olur ve gezi sonrası istanbul'a döndüğünde o geminin benzerini satın alır. Adına da Mercaniye ismini verir. Gemi yolculuk içindir; uzun süre yolcularını bir yerden bir yere taşırken, içinde tiyatro izleyecekleri salonu olan bir dönemin en lüks gemilerindendir. Osmanlı, yıkım sürecindedir; yolcu gemileri de savaş gemisine dönüştürülür ama tiyatro salonu yerinde kalır. Abdülmecid o geminin denizde seyahat etmesini göremeden bir darbe ile tahtan indirilir. Yerine gelen yeğeni Abdülhamid ise o gemi ve darbeye karıştıkları için diğer gemileri Haliç'e bağlar ve çürümeye bırakır. Amcasının tahtan indirilişini ve ölümü hiçbir zaman gözünün önünden gitmez; o da ona yapanları cezalandırır…

Oyunun kurgusu, Haliç’e demir atmış ve mürettebatının çoğu gitmiş, içinde birkaç asker ve geminin kaptanı orada yıllarca bir şey yapmadan gemiyi beklemekle geçirirler. Elbette Haliç kenarında olan Kasımpaşa’da da meyhaneler vardır, meyhanelerin de müdavimidir bu gemide kalanlar… Gemide kalanlar, günlük harçlıklarını gemide yetiştirdikleri tavukların yumurtalarını satarak kazanırlar; yumurtaları çevrede bulunan dükkanlar alır. Uzun süre demirleyen gemiler çürürken, gemide kalanlar ne denizi bilir ne de gemiyi; sadece kaptanları geçmişten gelen işi bilenleridir.

Gemi cezalandırılmıştır; cezalandırılan sadece gemi midir?

Haliç’e mahkum edilmiş gemiler ve onlara bakmakla yükümlü olanların hükümlü olması. Akşamları gemiye dönen, gemi dışında gidecekleri birkaç meyhane. İstanbul'un unutulan, en alta yaşamaya zorlanmış insanların yaşamından bir kesit. Devleti aliye saray ve çevresinde kendi sorunları ile uğraşırken, devletin çıkarları gözden düşmüş olan bir kesimin kenara itilmiş yaşamlarının trajik komik hikayesidir. Trajedi yaşarken acı verir ama uzun yıllar üzerinden geçince komik gibi anlatılır ve hatta ağız dolusu gülünür…

Her yaşamın, her ortamın tarihi vardır

Haliç’e demirlemiş, çürümeye tutulmuş, gezi amaçlı üretilip üzerine birkaç top konularak savaş gemisi yapılan Mercaniye, ülkenin çöküşünün tarihinin Haliç'e vuran ışık hüzmesidir. Ülkenin ahvali durumunun bireyler üzerine bıraktığı karamsarlık, hayalleri ve gerçekleşmeyecek aşklarının bıraktığı sert rüzgarların sığınağıdır bir anlamda; bir kaçış aynı zamanda kurtuluşudur. Şinasi'nin yazdığı ilk tiyatro eseri “Şair Evlenmesi” geminin tiyatro salonunda hayat vermeye çalışan bir birikimde söz konusudur. İlk eserin günümüze göndermesidir, aynı zamanda Titanik filmine ve gemisine göndermeler ile zaman içinde bir esnekliğin oyunun bütünü içinde varlığını hep koruyacaktır.

Şinasi gibi belki bir gün bir şeyler yazma özlemi içindedir; denizlere açılacaktır, denizlerde yaşadıklarını anlatacak ve tarihe kişisel tarihini yazdıracaktır. O hayal içindedir ama meyhanede bir Rum kadında vurgundur. Ona şiirler yazmakta, ona yanında olmasına rağmen kavuşma arzusundadır. Bir anlamda memleket içinde memlekete hasret olan kaptan, aynı zamanda aşkını da memleket gibi görmektedir.

Oyun dört kişi üzerine kuruludur ama arada imam rolünü oynamış bir meczup da dahil olur…  Oyunun kahramanı gemidir; geminin ruhu da bir hayalettir. Her şeyi gören ve kayda tutan hayalet, zaman zaman olaylara müdahil olur, aslında görünmezdir…

Ortaoyunu ve gölge oyun tekniği ile müzikalin iç içe geçtiği geleneksel tiyatronun modern yorumu ile seyirlik, eğlenceli, aynı zamanda mesajı bol olan bir oyun ortaya çıkmış. Her zaman olduğu gibi Barış Dinçel, oyunun içinde tasarladığı dekor ile yerini almış; puzzle gibi birbirinden ayrılan, sonra birleştirilen, her birleşme ile farklı bir öykünün mekanı olan dekorları ile oyunculara hem anlatım kolaylığı hem de oyunun vurgusunu daha da görünür kılmıştır. Oyunda kaptan rolü ile Erdem Akakçe, hem sahneyi hem de gözleri doldurdu; çünkü o özlemi, ülkenin halini anlatırken dünün dün olmadığını, bugünde yaşandığından dolayı bugün olduğunu hissettiriyor. Şerif Ali rolü ile Fatih Koyunoğlu, ikinci tayfa Kazel rolünde Bülent Çolak, Mimhal rolünde Bihter Dinçel, Hayalet Mesaret ve Rum kadını rolünde Sevil Akı sahnede birbirinden başarılı, birbirini besleyen, birbirini kollayan ama aynı zamanda kendisini büyüten bir oyunculuk ile sahneyi dolduruyorlar. Şarkı sözleri ve müziği ile oyunun ruhu seyirciye geçerken, aynı zamanda bölümler arasında geçişi de kolaylaştırmaktadır. Müzik olur da dans olmaz mı? Elbette, hareketler oyuncu için iyi düşünülmüş, dekora uygun, müziğin ritmini yakalayan aynı zamanda kanto’ya gönderme yaparak geçmişimize doğru da bizi alıp götürüyor. Bizden bir tiyatro olmuş; uzun zamandır sahnelerde görmek istediğim mizahı bol, günümüz siyasetini ve yaşadığımız krize dolaylı da olsa göndermesi olan bir siyasi tiyatroyu alkışlamak beni mutlu etti. Salonun dolu olması, her oyun için günler öncesinden sıraya girilmesi bu oyunun başarısını ortaya koymaktadır.

Oyunu her izleyen seyirci oyundan etkilendiği, eğlendiği ve günlük olaylara mizahi yaklaşımı görüp, biraz da kendi yaşadığını sahnede görmesinin mutluluğunu ve “iyi ki gelmiş” hissi ile salonu boşaltıyor.

Zaman geçiyor, kişiler değişiyor, hatta devlet isimleri bile değişiyor ama sorunlar hala varsa, hala canımızı acıtıyorsa, bir girdabın içinde kürek çeken bireyler olduğumuz gerçeğini bu oyun ile bir kere daha gördük. Ege Denizi’ne diye yola çıkan gemi Karadeniz'e çıkıyorsa, memleketi yönetenlerin acizliği, uzak görüşlü olmayışı, iş bilmeyenlerin gemiye el koyup, onu kara oturtmasını yaşamaya devam ederiz.

“Memleket dediğin su üstüne kurulu bir bahçe artık, yanaşacağımız her kıyı gurbet bize…”

İsmail Cem Özkan

 

Mercaniye Çok Yaşa

Yazan: Ahmet Sami Özbudak

Yönetmen: Emrah Eren

Dekor-Kostüm Tasarımı: Barış Dinçel

Müzik: Deniz Bayrak

Hareket Düzeni: Esra Yurttut

Işık Tasarımı: Uğur Aksu

Şarkı Sözleri: Faruk Üstün

Afiş Tasarımı: Berkcan Okar

Oyun Fotoğrafları: Ozan Güzelce

Oyuncular:

Erdem Akakçe

Sevil Akı

Bülent Çolak

Bihter Dinçel

Fatih Koyunoğlu

Sahne Amiri: Çağatay Tok

Yönetmen Yardımcıları: Ezgi Nur Köycü-Barışcan İğdeli

Yapım Koordinatörleri: Eren Dinç-Utku Öcal

Ses Kumanda: Muhammet Sait Yamaner

Işık Kumanda: Mehmet Doğan

Sosyal Medya: Mücahit Filiz

Dekor Uygulama: Sırrı Topraktepe

 

11 Kasım 2024 Pazartesi

Şahları da vururlar ama ondan seken kurşun bizi de vurdu...

Şahları da vururlar ama ondan seken kurşun bizi de vurdu...

Ses tiyatrosuna soğuk bir havada girdik. Yıllar sonra o salonun içine girerken bir çok birbirinden değerli insanın sahne tozuna yazılmış hikayesi ile karşılaşacağımı biliyordum… Henüz adımı tiyatro gişesinden içeriye doğru adım atarken Ferhan Şensoy sesi ile karşılaştım. Oyunlarından bölümlerin seslendirmesi salonun her yerine yayılıyordu. Henüz oyunun başlamasına dakikalar vardı, duvarda asılı olan fotoğraflara, afişlere baktım. Günümüz modası olan cep telefonu çıkarıp, flaşsız olarak duvarda asılı olanların fotoğraflarını çektim. Duvarlar nemi ve geçmişin seslerini taşıyordu. Soğuk havanın soğuğu içeriye vurmuş gibiydi, belki de anıların o çok uzak zamandan gelen esintisiydi…

Girişin sağ tarafında kitaplar ve özel basılmış tişörtler satışta, sağ tarafta yer alan alanda büyük bir büfe, geçmişin içki yasağı gelmeden önceki barı, şimdilerde su satılıyor. Elbette bunlar tiyatronun yaşaması için gerekli alanlar, çünkü izleyici sadece orada oyunu seyredip gitmeyecek, tiyatro ile ilgili kitapları, o tiyatroya özgü eserleri de alacaktır.

Tiyatro biletlerinin pahalılığından yakınanlar, dışarıda bir tabak yemeğe verdiği fiyatı karşılaştırır ama lokantalarda satılan her tabak, günlük gideri karışlayacak boyutta değil, çünkü sürekli artan maliyet, dar gelirli tüketicinin üzerine daha ağır yük bindirmekte, o da kısabileceği her şeyden kısmaya özen gösteriyor. Tiyatronun gerçek seyircisi ne yazık ki krizin bedelini ödemek zorunda bırakılmış kesimlerdir.

Meclislerinde vekillerine tiyatro oynatanlar hiçbir zaman tiyatroya gidip seyirci koltuğundan oyunlara bakmaz, onlar ancak yazdıkları senaryoların gerçekleşmesi için ellerinde ki medya gücü ile nefret söylemlerini geliştirirler…

Salon kapısı açıldı ve yerlerimiz aldık, gereken ilgiyi seyirciler ya göstermemişti ya da ekonomik krizin salona doğru yansımasını yaşıyorduk, çünkü an be an enflasyon adı altında cebimizden para çalınması süreci içindeyiz.

Ekonomik kriz sadece sabit gelirlileri vurmuyordu, iş başı yapan emekçileri ve küçük esnafı da vurdu. Meslek sahibi, yetenekli olmuşsun önemi yoktur, para yoksa işte yok! Parasızların hakim olduğu caddelerdeki kalabalık, dükkanların içinde çalışanların zaman geçirdiği zamana dönüşüyordu.

Büyük markaların prestij için bulunduğu İstiklal Caddesinde sanat ve kültür merkezlerinde (büyük sermayeye ve bankalar dışında olanlar) ayakta kalma mücadelesi içinde, seyirciye bağlı olarak salonlarını ya ısıtacak ya da örümcek ağlarına teslim edecektir…

Ses Tiyatrosu hiç değişmeyen tabelası içinde geçmişin izini günümüze taşımaktadır. Bir zamanlar bilet bulma zorluğu çekilen oyunların yerini, dijital ortamda bilet satışına bıraktığı bir dönemeçteyiz.

Ses Tiyatrosu ve Ortaoyuncular, tiyatro tarihimizin orta direğidir, kuşaktan kuşağa aktarılan “kavuğun” yuvasıdır.

Ses Tiyatrosu, Ortaoyuncularını var eden ve İstiklal Caddesinde muhalif tiyatronun, epik tiyatro ile geleneksel orta oyunun harmanlanarak yeni bir ses, yeni bir anlatım, yeni bir nefes olarak Haldun Taner'in anlayışının yeniden yorumlanarak hayat bulduğu alandır.

Ses Tiyatrosu tarihimizin kırılma sürecinde ortaya çıkmış, tarihe tanıklık etmiş, yeniden tarihi yorumlamış popüler kültüre muhalif kanattan katkı sunmuş bir anlayışın kurumsallaşmasıdır. Ferhan Şensoy kişiliğinde biçimlenen, onun dilinin, onun sahne anlayışının bir çatı altında özgürce kendisini ifade ettiği bir tarihtir. Aynı zamanda yaşayan kabare tiyatrosunun en önemli yaşayan temsilcisidir.

Şahları da Vururlar oyunu ile Ortaoyuncular ustalarından aldığı tarihi birikimi yeniden yorumlayarak sahneye taşıyorlar, üstelik yeni kadrosu ve geçmişin birikimin taşıyanlar ile harmanlanmış halde sahnede seyircisiyle buluşuyor.

Volkan Sarıöz’ün yönetiminde Ses Tiyatrosunda oyunu izleme şansına sahip oldum.

“İran’da bir yangın var

İtfaiye Failün,

Faili belli değil

Failatün Failün.”

Aruz ölçüsü ile bir döneme dair göndermedir, gerçi yeni kuşak bu edebiyattan ne kadar haberdardır bilmiyorum. 1980’li yıllara kadar lise eğitiminde edebiyat dersinde bu ölçüler ders olarak verilir, lise eğitiminden geçmiş her birey bu aruz ölçümlerin ne ifade ettiğini bilirdi. Saray ve çevresinde gelişen edebiyatın yazım tekniğidir, bir anlamda Nazım Hikmetlere ve günümüz şairlere kadar taşınan büyük birikimin ara yoludur. Bugün bu ölçüleri kullanarak şiir yazan var mıdır bilmiyorum ama klasik Türk musikisi icra edilen konserlerde eller ile yapılan tempolar bu ölçüdedir…

Aruz ölçüsü aslında acem diyarına ve saraya doğru bir göndermedir.

Azeri Türkçesine gönderme olarak  “b” yerini “m” harfine bırakan ama modern Türk dili kurallarını işletildiği bir ses düzenlemesine gidilmiştir. Seyirci ilk anda belki bu bozmayı hemen anlamamış olabilir ama oyuncular muhteşem bir istikrar ile bu yaratılmış yeni dili sahnede olağan ve doğal olarak kullanmaya devam etmektedir. Ferhan Şensoy bir dil cambazıdır, var olanı bozup yerini yeni bir kendisine özgü dil kullanımına ve ona bağlı olarak mantık süzgecine bırakır… Benzetmeler, çağrışımlar ilk duyulduğunda gülünç gelir ve söylemden kaynaklanan gülünç durum kısa sürede içeriğin kara mizahın ağırlığı hissedilir, çünkü ilk dalgadan sonra gelen dalga olayın gülünç yerini trajediye bıraktığına, acının yaşanırken haline dönüştüğüne şahitlik ederiz.

Olay, İran’da geçmektedir. İkinci dünya savaşı süreci ve onu izleyen yıllardan günümüze doğru bir tarihi çizginin içinde yer alan kurgusal ama tarihi gerçekliği olan bir çizgidedir. Kabare tiyatronun özelliği olan ana, zamana doğru göndermelerin, mekanın somut halinden soyutlaştırarak her coğrafyaya uyarlanacak ve her zamana gönderme yapacak şekilde yeniden oluşturulmasıdır. Örneğin olay İran şahını, büyük şair Ömer Hayyam anlatılırken, Ömer Hayyam’ın bir isim benzerliği ve bu benzerliği yüzünden cezaevinde olması, kısa yapılan her göndermenin bir sonucu olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Zamansal oynamalar, oyun içinde kurgulanırken, tiyatronun tarihinde ise tiyatro yakmaya kadar giden bir saldırının da gerçekleşmesini görürüz, çünkü resmi raporlara rağmen göndermelerden rahatsız olanlar yakmıştır…

Kabare tiyatrosunda oyuncuların çok zeki, kurnaz, seyircinin tepkisine uygun olarak sahnede yer alan oyuncuları zora sokmayan, onları destekleyen, oyunculara özgür hareket alanı bırakan ve atılan pasları çok iyi değerlendiren olmalıdır. Oyunun temelinde bir öykü ve onun yazılmış hali vardır, konu bellidir ama zamanı ve içinde bulunduğu kırılmayı eleştiren, yorumlayan ve seyirciye içinde bulunduğu ülkeye ve gündemine dair gönderme yapması ile her oyun diğerinin kopyası değil, yeniden yaratılmasıdır...

Ömer Hayyam, Şah önünde son şiirini okurken, idam edileceği bilincindedir, “şairler ölür ama şiir yaşar” demektedir. Aynı şekilde Ferhan Şensoy artık aramızda değildir ama oyunun her dakikasında yazdıkları, sahneye taşıdıkları, usta çırak eğitimden geçmiş oyuncuları ile aramızdadır. Hatta cep telefonu kapatın anonsunda, seyircilerin arasında cep telefonu çalsa da, gelse Ferhan Şensoy bir tokat atsa diye beklenti içinde olan vardır. Ferhan Şensoy salonunda yaşamaktadır.

Zamanımızda da ülkemizde her şey raydan çıkmış, neye el atsak bir çürüme, bozulma olduğunu görmekteyiz, rejim halktan kopmuştur. Sarayda yaşananlar ile halkın yaşadığı uçurum çok büyüktür. İran Şahı öznesini çıkarın, Amerikan dostu, başkanın yazdığı metni kendi metni gibi gören iktidarda olan yöneticileri gelişmekte olan her ülkede bulabiliriz.

Oyun süresi içinde bugüne dair gönderme yerini daha ağırlıkta metne dayalı şah ve ona benzerleri eşleştirme boyunda kalmıştır. Seçilen müzikler dünde kalmıştır ama müzik dinamiktir, bugüne dek zamanı yok ederek gelmiştir, fakat sözler, kelimeler, cümleler zaman içinde anlamlarını değiştirmiş, yeni anlamlar yüklenmiştir. Kostümler, dans, dekor, özellikle klozetin gidiş gelişleri ile bir şah tahtı olması oyunun ne kadar ince ince düşünüldüğü, süzgeçten geçerken fazla olan hiçbir şey olmadığını görmekteyiz. Müzisyenler sahneye oyuncu olarak inmeleri dışında bir platform içinde sahneyi doldurmakta ve oyuncular ile birlikte seyirciyi de müziğe davet etmekte, bölümler ve konular arasında geçişleri işaret etmektedir.

Emperyalist devletlerin liderleri, yarı ya da tam sömürge yaptıkları ülkenin liderlerinden daha fazla o ülke hakkında bilgiye sahiptir. Muhtaç olanlar her zaman emperyalist devletlerin liderlerinden randevu almak için uğraşır, iç kamuoyuna aldıkları randevuları bir başarı olarak sürerler… Değişmez kuraldır ve bu durum her zamana uyar…

Var olan doğruları cümle içinde geçirmek eleştiri değildir, sadece durum tespitinden öteye geçemez ve bu tespit tüm kendisini lider olarak gösteren, kendi vatandaşlarına her türlü zulmü, eziyeti “fıtrat” olarak gören liderler için geçerlidir. Var olan kazalardan, cinayetlerden, katliamlardan ders almak yerine var olan baskı düzenini istikrarlı bir şekilde devam etmesini savunur ve farklı bir şey olabileceği düşüncesi hiçbir zaman kafalarının içinde olmaz… Liderler tarih ile yüzleşmek yerine, zamanın vermiş olduğu gücü bir diktatör olarak yönetmekte olduğu halka uygular, bunun için geliştirilmiş tüm devlet güvenlik güçlerini birer silah olarak kullanmaktan çekinmez.

Ölenler bu rejim altında her zaman suçludur, katliam yapanlar ise kahraman!

Baskı rejimi altında yaşayanlar için ise mizah en büyük silahtır, söylemekten korkulan ne varsa mizahın dili ile söylenir. Mizahçıları ortadan kaldırdığınız an ülkede muhalefet bitmiş demektir, bundan dolayı tüm mizahçıları ortadan kaldırmak için korku ve satın alma yöntemi kullanılır. Ülkemizde mizah dergisi Gırgır bir gece operasyonu ile satıldığında dönemin lideri Özal bu satın alma olayından büyük olasılıkla çok mutlu olmuştur, bugün ülkemizde “muhalefet” gibi gözüken medyanın sahibi bu satın alma işlemi yaptığı çoktan unutulmuştur…

Oyunda kullanılan tüm mizahi göndermeler günceldir ama bu göndermeleri kucaklayıp içselleştiren seyirci ile aynı kulvarda mı sorusu kafamda oluştu. Zaman içinde söylem farkları oluştu, geçmişte kullanılmayan ama günümüzde popüler olan birçok söylem dilimize girmiştir.  Genç seyirciler arkamda cinsel içerikli göndermelere gülerken, acaba diye düşündüm bunun siyasi arka yüzüne dair bir birikimleri var mı? Daha basit, daha anlaşılır ve daha da seyirciye yönlendirici bir yöntem var mıdır? Zaman ne yazık ki kelimelerin altını boşaltıp, yeni anlamalar yüklerken geçmişte yazılmış metinlerde bu değişimden ne kadar faydalandı?

Mizah dinamiktir, durağan bir şey olmadığını düşünüyorum, bizim ülkemizin de en büyük ihtiyacı bugünlerde siyasi mizahtır, eleştiridir. “Ben yaptım, oldu” anlayışı ile ülkemizin içinde her birey gün be gün fakirleşirken, çok küçük bir azınlık paralarına para katmaya devam etmektedir…

Mizah ezilenin yanında, baskı yapanın karşısında duruştur.

Ormanı yok edene karşı duruştur, derelerde benekli balıkların sesidir, altın madeni sırasında oluşan siyanürlü dağların karşısındadır…

Ülkemiz dünyada en fazla plastik ithal eden ülke konumda, geçmişte çöplükte çalışan insanların görüntüleri yerli filmlerde kullanılırdı, şimdi yok, çünkü ülke olduğu gibi çöp oldu, tüm vatandaşlar martı sesleri altında çöplükte işe yarayanları ayırmaya çalışıyor…

“Failatün failün

Faili belli değil

Herkes tutuklanıyor

Mefailün failün

Sebebi belli değil

Failatün faşizma

Failatün çok saçma.”

Saçmalığın gülünç hali olur mu, olur ama yaşayınca gülünç tarafı gözümüze batmıyor…

Oyuna gidin, Ortaoyuncular ve sahnesi yaşasın.

Onlara zamanı yakalayan yeni metinler yaratması konusunda daha fazla cesaret verin ve seyircisi bol, kapalı gişe oynayan oyunlar seyircinin karşısına çıksın.

Oyuncular geçmişin getirmiş olduğu yükün altında büyük bir sorumluluk içinde sahnede yerlerini almaya devam ediyorlar, büyük bir ustanın gölgesi ne yazık ki oyunculara daha rahat hareket etme alanı bırakmıyor, onun bıraktığı noktadan daha öteye taşıyacak, yaşadığımız zamana yönelik açık eleştiri yerine genel eleştiriler ile yetinen bir kabare tiyatro izledim. Güldüm mü, evet çok güldüm, ders çıkardım mı, evet çok çıkardım, yeterli mi, elbette değil, fakat onları da anlıyorum, çünkü klasikleşmiş eseri bu kadar kısa zaman sonra yeniden yorumlamak çok kolay iş değildir. Emeği geçen her çalışana çok teşekkür ediyorum, iyi ki varlar, iyi ki hala kabare tiyatrosunun o güzel geleneğini taşıyorlar.

İsmail Cem Özkan

 

Şahları da Vururlar

Yazarı: Ferhan Şensoy

Yönetmen: Volkan M. Sarıöz

Orijinal Müzik: Fuat Güner – Ferhan Şensoy

Sahne Tasarım / Kostüm Tasarım: Başak Özdoğan

Oyuncuların İsimleri:

Celal Belgil

Erkan Üçüncü

Serap Günaydın

Özkan Aksu

Elif Durdu Şensoy

Orkun Akyıldız

Sefa Tantoğlu

İlksen Ökte

Ve

Müzisyen:

Nejat Yavaşoğulları

Gökhan Şeşen

Burhan Şeşen

 

10 Kasım 2024 Pazar

Anma ve küfretme günü…

Anma ve küfretme günü…

Adamın biri ölmüştür, çünkü zamanı gelince adam ölür, kadın da, börtü böcekte, dağda taşta, yaşayan ne varsa ölür, çünkü yaşam ölüm üzerine kuruludur. Üretilen bir dize yaşarken, üretenlerin çoktan öldüğü bir yaşam döngüsündeyiz, ölümsüz olanlar üretilendir. Üretileni metaya döndürdüğünüz an o da ölür, çünkü meta olan her şey bir gün ölecektir...

İnsanlığın biriktirdiği ve ölümsüz olanlarda ölecek, çünkü binlerce yıl sonra dünyamızda ölecek, ölümü de uzaydan gelenler yüzünden olmayacak, üzerinde yaşayanlar tarafından bizzat bir düğmeye basarak yok edecek, kısaca ölümsüz diye bir şey yok!

Sonsuz karanlık ve bir ışık taneciği de bir gün ölecek ama nasıl olacağını bugünden bilemeyiz...

Adamın biri (kurucu lideri) tarihte bir bugün öldü, bir ülkede yas tutulacak. Metalaşmış, propaganda amaçlı bir dakika yer gök sabit kulağı rahatsız eden bir siren sesi duyulacak, o an birileri ayakta saygı gereği duracak, birileri de hakaret edecek, çünkü uzun zamandır her ölüm yıldönümlerini anma ve hakaret günü ilan edilmiş oldu... Bu durum sadece ülkemize ait bir durum değildir, Hollanda'da ikinci dünya savaşında ölenlerin anıldığı gün tüm sokaklarda siren sesi ile ayakta durulur ve sonrası bando geçişleri olmaktadır.  

Birileri anacak, birileri de hakaret edecek, birileri de siyasi olarak anıyormuş gibi yapıp hakaret edenleri destekleyecek, çünkü henüz o kadar güçlü olmadıklarını hissediyorlardır, güçlü olduklarında akıttıkları timsah gözyaşlarını yerini sevinç gözyaşları alacak...

Hakaretlerin ortada dolandığı ve tersi durum olan putlaştıran ve sonuçta metaya dönüştürülen liderin ölüm günü... Her liderler zaman içinde metaya dönüşür, işe yardıkça, değeri olduğu sürece arkasından gidenler olur, onun adına üretilen ürünler satılır, o işten para kazanan etnik pazarın pazarlayıcıları olur. Meta olmaktan çıktıkları zaman kısaca öldükleri an onun mezarı sessizlik içinde ot, böcek tarafından doğaya karıştırıldığı sürece katılır, çünkü her ölüm sonuçta doğada çürüme, doğaya karışmaktır... Mezarlıklarda eski liderlerin mezarını kimse bulamaz, çünkü yerine başkası çoktan gömülmüştür!

Tarihsel olan bireylerde tarihe karışır, çünkü onların vücutları çoktan doğanın bir parçası olmuştur, her büyük anıt mezarlıklar bugün sadece turist gezileri için kullanılan alanlardır, ölüden para kazanmayı düşünenler girişe bir bariyer koyup gelenden para alır...

Adamın biri bugün öldü. Onu tarihsel yerine koyarak, tarihsel süreçte öyle olması gerektiği için öyle oldu, katliam yaptı, cinayet işledi, emir verdi, en yakın arkadaşını koltuk uğruna idam ipinde sallandırdı, idam kararını en yakın arkadaşına aldırttı, cellat ve mahkumlar hepsi eskiden yan yana, omuz omuza birlikte mücadele etti, fakat koltuk uğruna, koltukta kalmak için yürüttüğü siyasetin sonucunun ona göre başarılı olması için önüne gelen her türlü engeli zor ile yok ettiği gerçeğini konuşamayız, çünkü o romantik bir tarih algısında, kahramanlar ne suç işler, ne de katliamlara emir verir, çünkü o yaşadığı kanlı sürece ak pak şekilde, elini kana bulaştırmadan atlatmıştır imgesi verilir... Tüm liderler biliyoruz ki tarihte elini kana bulamıştır, başarılı olanların elleri kan ile yıkanmıştır gerçeği yaratılan kahramanlara bulaştırılmaz...

Tarihte bir insan neden olduğu gibi değerlendirilmez, çünkü yaşanan anın yaratmış olduğu adalet ve ahlak anlayışına uygun gelmediği için!

Bugünden geçmişe bugünün değerleri ile bakınca yaşanmış olan tüm ilişkiler kirlidir, kanlıdır... İşte biz bu kiri geçmişte yaşamış, ideal olana dokundurmama gayreti yüzünden o kişi tarihte olduğu gibi anılmasına izin verilmiyor, o yüzden ölüm günü hem anma hem de hakaret etme günü oluyor...

Bugün onu ve yarattığı siyasi atmosferi savunanların hepsi muhafazakardır, yani tutucudur... Zamanı durdurup, sadece güzel tarafını savunan ama kötü tarafını görmeyen, elinin kanını gizleyendir… Bugün o liderin ya da siyasi kişiliğin yarattığı ne varsa zamanın çoktan gerisinde kalmış olmasına rağmen, kuruluşundaki ileri yönü abartılarak öne çıkarılmasını yapanların hepsi sağcılaşmıştır, çünkü sağ ilerlemeye ve insan haklarının kazanımlarına temsil ettiği sınıfın çıkarlar yüzünden karşıdır. Bugün bir insanı dokunulmaz kılan aslında onun yaratmış olduğu, yarattığı sınıfın çıkarına göre konumlanmasıdır… Sınıf bakışı olmayanlar onu idealleştirip, sınıfından koparıp ayrı bir konuma getirip orada değerlendirir.

Türkiye kurucu babası olarak kabul edilen Mustafa Kemal bir sınıfın temsilcisidir, içinde bulunduğu partinin tüm ideallerini, amacını, ideolojisine uygun bir devlet kurumunda yer almış önemli bir komutandır. Talat, Enver, Cemal paşalar ölmüştür, onların boşluğunu yeni doldurmuştur, onların liderlik anlayışına, oluşturmuş oldukları parti programına uygun karar almıştır, Osmanlı devleti içinde başlayan ve devam eden süreçte ulus devletinin anlayışına uygun olarak “ilerleme” yönünde atılan adımların başarılmasını sağlamıştır... Kısaca ulus devleti ideallerine uygun olarak ulus devletinin lideri olmuştur...

Bugün ulus devleti yıkılmıştır, tüm kurumları ortadan kalkmıştır, onun yarattığı ideoloji çoktan tarihin dehlizlerinde yerini almıştır, fakat yıkılanın yerine yeni bir devlet kurulamamıştır, ondan dolayı tarih ile yüzleşme bu ülkede gerçekleşmedi, gerçekleşmeyecektir de...

İşçi sınıfının mücadelesini, idealizmini taşıyanların bir burjuva devletine sahip çıkması, kapitalistlerin çıkarını savunması ne kadar doğrudur? İşçi sınıfı, burjuvaların kurduğu devleti yıkıp, oluşturmuş oldukları kapitalist sitemi yıkıp, yerine işçi sınıfının iktidarını ve sosyalist sitemi yerleştirmektir... Bu ideali olanların burjuva devletini kuranı bir idealist olarak, tarihten kopararak anması ve savunma yapması ne kadar doğrudur? Çünkü işçi sınıfı ve onun ideolojisi tarihte yer almış liderlere bakışı ortadadır, bu durumda ya Marksist değiller, İslamcıların bakışına uygun olarak "İş bitiren yalan, fitne çıkaran doğrudan yeğdir." anlayışı sahibidirler. Takiye yapmak sadece İslamcıların tekelinde değildir.

Devrimciler halka yalan söylemez.

Geçmiş ile yüzleşemeyenler, geçmişin burjuva kazanımlarını savunuyor duruma düşmüşse eğer, onların başarısız olduklarını ve yenildikleri için katilinin kazanımlarını başarı olarak görürler... Burjuva devleti işçi sınıfını ve işçi sınıfının iktidarını savunanlara karşı acımasız bir şekilde yok etmiş, onlara nefes alma hakkı bile tanımamıştır, fırsat bulduğu an onları idam etmekten de geri durmamıştır... Ezen ile ezilen ilişkisi içinde katiline aşık olanlar ancak geçmişin liderlerini olduğu gibi durumdan çıkarıp, sırf günlük ihtiyaca cevap veren bir tutum alırlar... Paradigmanın rüzgarını kendi lehlerine kullanarak, sözde kendilerine hareket etme alanı yaratana iki yüzlü bir davranış içinde olurlar. Devrimciler halka yalan söylemez sözü sözde kalır bunlar için…

Mustafa Suphi ve arkadaşlarının, katliam sonrası Mustafa Suphi’nin karısının başına gelenler bugün kuruculara saygı duruşunda bulunan ve tek kurtarıcı diye ananlar için ne anlama geliyor bilmiyorum ama kurulan rejimin üstü örtülü olmayan bu cinayetini sanırım komünistler yaptı ya da doğru zamanda doğru yerde olmadıkları için onları suçlayacaklardır…  Aslında lider istemedi ama onun adına karar verenlerin cinayetini lider ile ve yeni rejim ile bağdaşık kurulmayacak diyeceklerdir.

1919 – 1923 yılları arasında Anadolu topraklarında ulus devleti mücadelesi yapan ulus olarak sadece Türkler gösterilir. Fakat Rumların Küçük Asya’da ulusal mücadele için herhangi bir örgütleri olmadığını, Ermenilerin bu topraklarda köklerinin kazındığını Osmanlı rejimi (Abdülhamit ve İttihat ve Terakki Partisi liderliği) sürecinde olduğunu ama Kürtlerin ulusal uyanışı ve kurtuluş mücadele ettiklerini İngiliz oyuna gelen bir avuç isyankar olarak anılması resmi tarihin bize söyledikleridir.

Bugün medya ekranlarında anma reklamları dönmektedir. Koç grubunun yaptığı reklam filmi gerçekten etkileyicidir, onun yapması kadar doğal bir şey yoktur, çünkü ilk meclis binası olan İttihat ve Terakki Partisinin Ankara şubesinin olduğu binanın çatısını yaparak zenginleşme yolunda ilk adım atan özel teşebbüs olarak tarihteki yerini almış, bugünkü sermayesini kurucuların tercihine borçludur.

Bugün bu ülkenin nimetlerinden bahsederken iyi ki Karadeniz'de Rum, Anadolu’da Ermeni sorunu kökten temizledikleri için İttihat ve Terakki Partisi liderlerine ve de ülkenin kurucularına şükranlarını belirtenler vardır, tek çözemedikleri sorun ise Kürt sorunudur. Bugün o sorun ülkenin önünde kurulmuş bir kriz olarak algılanmakta, o sorunu önce inkar, sonra sorun olarak ortaya konulması ile çözüm arayışları ortaya çıkarmıştır. Kürt sorunu ile yüzleşmek resmi tarih ile yüzleşmek anlamına gelir ama yüzleşmek yeni resmi tarihin yazılmasını ortadan kaldırmayacaktır.

Resmi tarih ne kadar gerçeklerden bahseder, ne kadar algı oluşturur sorusu bugün yanıtlaması basittir ama o basit yönü halktan bilinerek saklanır.

Bugün anma ile hakaret etme gününde taraf olmak isteyenler elbette tercihlerini ortaya koyacaktır ama bir üçüncü yol işçi sınıfı politikası yapanlar için vardır, kişileri tarihte oldukları gibi yerine koyup, var olan tüm tarihin resmi veya onun karşıtı tarihi söylemlerin dışından bakmayı getirecek olan materyalist bakış açısı mevcuttur. Sınıfsal bakış olmayan her tercih, sorunludur.

İsmail Cem Özkan

 

8 Kasım 2024 Cuma

“Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz.”

“Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz.” 

Doktor eğitimini yaptıktan sonra kendi memleketinden uzakta yaşamış olan ve idealist olan Dr. Tomas Stockmann, yıllar sonra doğduğu ve büyüdüğü memleketine dönmüştür. Orada yaşanmışlıklarından elde ettikleri tecrübelerini kendi hemşerilerine aktarmak istemiştir. Geri kalmış ilçelerini açılacak olan kaplıcaların şehir yaşamını değiştireceğini, turistlerin geleceği ve şehri dönüştürme fikrini ortaya atmıştır. Bu fikir kısa zamanda yankı bulacak ve kentin idaresinde ağabeyi ve de aynı zamanda Belediye Başkanı olan Peter'dir. Ağabeyisinin siyasi desteği ile kısa zamanda kaplıcalar için alt yapı oluşturulmuş ve hayata geçirilmiştir. Kaplıcalar zaman içinde duyulmuş ve beklenildiği gibi turistler şehre gelmeye başlamışlardır… şehrin makul tarihi değişmiştir, gözden uzak olan bir yer artık görünür olmuş, ismi duyulmaya başlamıştır.

Bu arada Dr. Tomas Stockmann kaplıca projesi oluştuktan sonra şehre bağlı olarak kurulan kaplıcaların sağlık işlerine bakan bölümde doktor olarak çalışmaya başlanmıştır…

Günlerden bir gün kaplıcalardan yaralanan misafirlerde görülen cilt hastalıkları dikkatini çekmiş ve bu hastalıkların kaynağının kaplıca suyu olabileceği şüphesi içine düşmüştür, almış olduğu numuneleri bu konuda uzman olan birime göndermiştir…  Gelecek rapor onun bu konuda duruşunu belirleyecektir, çünkü doktor öncelikle halkına ve hastalarına sorumludur, işletme ve şehir bu oluşacak aksiliği gidermek ile sorumlu olduğu fikrini taşımaktadır. Doktorlar eğitimlerinden kaynaklı yalan söyleyemezler ve etik kurallarına bağımlı insanlardır. Siyasiler gibi ne düşünebilir ne de tavır alabilir. Sorun varsa onun hasıraltı etmek yerine kamuoyuna duyurup, o sorunun giderilmesi için bir halk sağlığı uzmanı gibi uğraşır… 

Gelen rapor beklediği gibidir, analiz sonucuna göre şehrin pis suyunu kapılıca suyuna karıştığını tespit edilmiştir. Sorunun çözümü bellidir ve acilen bu konu gündeme alınmak zorundadır. Kaynağından gelirken oluşan bu kanalizasyon ve su borularının ayrıştırılması ve yeniden düzenlemesi kaçınılmazdır, önce insan sağlığı doktor için önceliklidir, fakat şehir idaresi için bu öncelikli olacak mı?

“Hem evde hem de okulda o kadar çok yalan var ki. Evde konuşmamalıyız, okulda ise ayakta durup çocuklara yalan söylemek zorundayız.” Petra

İşin bir de siyasi boyutu vardır, her ne kadar etik işin hemen düzeltilmesini emretmesine rağmen siyasi tarafı çıkarları bu işin öyle basit bir şey olmadığı gerçeğini ortaya çıkaracaktır…

Siyaset ile bilim insanın bir olguya bakışı çatışmayı ortaya çıkaracaktır…

Henüz yeni para kazanmaya başlayanların çıkarı, kaplıcadan sağlık için faydalanan insanların sağlığından daha önemlidir, çünkü istenilen değişim, düzenleme iki yıl gibi bir zaman alacak ve kentte yaşayanların bütçesinden harcama yapılacaktır. İki yıl turistlerin kaçması anlamına gelir, daha da fena olarak gözüken küçük esnafın gelirinin azalması ve vergilerinin bu iş için harcanmasıdır, büyük sermaye oluşan bu durumda ödemeye razı değildir.

Başta Dr. Stockmann yanında yer aldığını söyleyen yerel basın ve küçük esnaf temsilcisi siyasi baskı sonucunda ve kaybedecekleri gelirler göz önüne alındığında, gerçek sorunun hasıraltı edilmesi, var olan sorunun zaman içinde çözülmesi konusunda şehir idaresi ile bir uzlaşmaya varmıştır. Başlangıçta büyük sermayeye ve şehir idaresini sıkıştırma stratejileri kısa sürede çöpe gitmiştir. Çıkarlar ideal olanı ortadan kaldırır ve siyasi “esneklik” esen rüzgara göre eğilmeyi ortaya çıkarır.

“Çoğunluğun hiçbir zaman haklı tarafı olmaz. Asla, diyorum! Bu, bağımsız, akıllı bir adamın savaş vermesi gereken sosyal yalanlardan biridir. Bir ülkede nüfusun çoğunluğunu kim oluşturur? Zeki insanlar mı, yoksa aptallar mı? Şu anda aptal insanların tüm dünyada ezici bir çoğunlukta olduğu gerçeğine itiraz edeceğinizi sanmıyorum… Gerçeğin tekelinin çoğunluğun elinde olduğu yalanına karşı bir devrim yapmayı öneriyorum. ” Dr. Stockmann

Dr. Stockmann, önerisi boşa düşmüştür, toplum içinde bir dalgaya neden olmuş ama kısa zamanda çıkarlar o oluşan dalgayı ortadan kaldırmıştır, devrim çağrısı artık arkasız ve temelinden yoksundur.

Küçük burjuvazi çıkarı omurgasını ve duruşunu değiştirmesi şaşırtıcı değildir ama Dr. Stockmann bu ikiyüzlülük karşısında yalnız ve çaresiz kalmıştır, hatta toplanan halk meclisinde onu “halk düşmanı” ilan edilip taşlanmasına, çocuklarının okuldan atılıp, kendisini destekleyen arkadaşının işsiz kalmasına varan olaylar zincirini tetikler. Bu arada kaplıcayı işleten şirketlerin borsada değeri düşer, elinde tahvilleri olanlar elinden çıkarır ama bu çıkarılan hisseleri Dr. Stockmann’ın kayınbabası toplar… Kayınbaba elindeki hisseleri Dr. Stockmann eşinin ve çocuğu için ayrılmış olan miras parası ile yapmıştır. Kısaca bu iki derede bir arada bırakılan Dr. Stockmann yeni bir karar vermek zorundadır. O, gönüllü gitmeyi düşündüğü sürgüne artık gidemeyecektir, çünkü eşinin ve çocuğunun geleceği vereceği karar bağlıdır…

Oyunun kısaca özeti yukarıda ki gibidir, elbette bu uzun oyunda birçok konu ele alınmakta ve radikal bir şekilde toplum, toplumsal düşüncenin oluşumu ve linçe kadar gider tepkiler ortaya konmaktadır. Bütün bunlara karşı bilim insanın duruşu ve gelen baskılar, ki baskı aile içinde ki çıkarlara kadar inecektir ve her ne kadar ailesi yanında olmuş olsa da kayınbabasının çok ucuza elde ettiği tahviller ile onu çıkmaz bir sokakta tek başına kalmasına sebep olur… Bilim insanı eğitimden almış olduğu etik ile gerçekler arasında yüz yüze kalacaktır, vicdanı ve mesleğinden gelen duruşu sorgulanacaktır.

Yaşadığımız zamanda, geçmişte yaşanan olaydan pek farkı yok gibidir, bilim insanlarının duyarlılığı içinde - hala gerekleri - konuşmaya çalışan insanlar vardır ve genelde onlar toplum içinde “halk düşmanı” ilan edilmiştir. İlan edilen halk düşmanları zaman geçince birer kahraman gibi anılmakta ve o düşman ilan eden toplum onları “onurumuz” diye sahip çıkarak bir anlamda tarih ile yüzleşmenin üstünü örtmektedir.

Suç birkaç kişinin çıkarıdır, toplumun değil!

Sonuç olarak “insanlar doğru yaşamak istemiyorlar. Sadece hayatta kalma derdindeler.” Küçük çıkarları anlık ne gerektiriyorsa onlar için gerçek o’dur ve o yaratılan gerçekliğin savunucusu olurlar. Bugün de o günlerde olduğu gibi ahlaksızlık hüküm sürüyor, siyasi irade yer alanlar hala yalan söylemeye, çıkarlar ile onların gerçeği algılamaları değil, önemli olan var olan siyasi iradenin devamını sağlamaktır.

Toplum bugün siyasi iradenin her türlü yalanını, çürümenin boyutunu biliyor, farkına varıyor ama kimse kalkıp bunu açıkça ifade edemiyor, çünkü korkuyor. Korku, cesareti ortadan kaldırıyor. Bir bilim insanın cesareti de bir noktaya kadardır, çünkü delirmek ile yaşama devam etmek arasında bir tercih yapacaktır…

Oyunun sahnelenmesine gelirsek eğer Orhan Alkaya oyunu epik tiyatronun tüm öğelerini kullanarak ele almış, seyirciyi oyunun içine ikinci bölümde dahil etmeye çalışmıştır. Çalışmıştır demekteyim, çünkü banttan verilen sesler ile salon bir anlamda Dr. Stockmann’ın sorgulandığı bölümdür. Bir anlamda toplum ile idealist bir doktorun sorunlar üzerinden topluma yön veren siyasi iradenin toplumu manipüle etmesi sahnesidir. Liberal düşüncenin özgürlük kavramının altının ne kadar boş olduğu gerçeğini vurgular, fakat sahne düzenlemesi ve ışık sahneyi seyirciye yakınlaştırmış olmasına rağmen seyirci hiperaktif olarak oyuna dahil olamamaktadır, oyuncular sahneye seyircilerin arasından çıkmış olmasına rağmen seyirci hep pasif konumdadır, sahneden seyirciye doğru yöneltilen sorulara tepkisizdir…

Banttan gelen sesler, gürültüler seyircilerin önüne görünmez bir duvar örmektedir.

Duvar örmek yerine sahne düzenlemesinde yer alan, sahne arkasında bulunan tiyatro çalışanları oyuna seyirci koltuğundan katılıp, o gürültüleri canlı çıkarabilir, bir anlamda seyirciyi oyuna dahil etmek için ortam yaratabilirdi… Oyuncuların seyircinin arasından gelmiş olmasına rağmen oyunun içine seyirciyi dahil edilmemiş durumda…

İzlediğim oyunun dekorundan başlamak istiyorum, çünkü oyun o dekor üzerinden seyirciye ulaşmaktadır. Sahne boş değildir ve o boş olmayan alanda yerleştirilen her aletin, nesnenin bir anlamı ve oyuncunun hareket alanını genişletmesi olarak kullanılır… İKEA mağazalarının kullandığı İskandinav anlayışına uygun olarak koltuk ve kitaplıkların seçilmesi bana göre çok doğru karar verilmiş bir anlayış olarak önüme çıkıyor, hareketli ve bölümler arası geçişte sahnede olan hep sahnede kalarak farklı çağrışımlar ve oyunun nerede geçtiği hakkında fikir vermesi açısından başarılıdır. Fakat gazete yönetimin olduğu bölümde sahne bir köşeye sıkışmakta, piyanonun olduğu alana kadar boş duruma getirilmiştir. Sahne çok dar alanda, seyirciyi o alana doğru yönlendirmiştir. Sahne bir bütündür ve oyun sahnenin her alanı daha verimli kullanılabilirdi diye içimden geçirdim. Onun dışında dekor tasarımını çok başarılı buldum, özellikle seyirci ile buluşulan ve tüm salonun ışık içinde kaldığı anda sahne öne doğru iteklenmiştir. Işık denilince ben oyunu Üsküdar Şehir Tiyatroları salonunda izledim. Oyunun akışına uygun bir tasarım olmuş, başarılı. Çeviren (Dilek Başak Carelius) ve Dramaturg (Sinem Özlek) ortak çalışması diyeceğim bir başarı gördüm, oyun geçişlerinde gerek normal akışta oyuncuları zorlamayan, oyunun güncele doğru göndermeleri ince ince oyunun içine işlenmiş ve oyuncularda ellerine verilen tekste ses, hareket katarak büyük bir başarı göstermişler. Müzik ve dans konusuna gelince hepsi oyunun ruhuna uygun şekilde seçilmiş ve hatta verilmiş olduğunu gördüm. Turgay Erdener, Burçak Çöllü, Derya Yıldırım, Orhan Alkaya ve canlı piyano çalarak Burçak Çöllü oyuna ayrı bir katkı sunuyorlar. Her biri birbirini destekleyerek oyunun ruhunu seyirciye ulaştırıyorlar. Müzik, dans, vücut dili, anlatılan hikayenin müzik eşliğinde seyirciye sunulması ve oyunu dinamik tutması açısından her birinin emeğini buradan da alkışlamak istedim.

Mert Tanık oyunu öyle bir nefes oluyor ki, öfkesi, heyecanı, bilim insanın duyarlılığı ve hayal kırıklığı seyirciye ulaşırken, onun yanında onu yönlendiren, biçimlendiren, patronu aynı zamanda abisi rolü ile Cem Baza oyunun en görünen iki ismi gibi gözükmesine rağmen, oyunda aslında öne çıkan ve çok rahat davranışları ile Tankut Yıldız olmaktadır. Halkın Sesi Gazetesi yazı İşleri Müdürü aynı zamanda gizli aşık rolü, diğer yandan tetikçi / kışkırtıcı konumu ile değişen anları gerek vücut dili, gerek sesi ile sahneyi doldurmakta… Elbette oyun bir bütündür, oyunculardan biri dahi oyuna vermesi gereken katkıyı, yönetmenin vermiş olduğu görevi yarım dahi yaparsa oyun çöker, bundan dolayı bu oyun bu kadar uzun olmasına rağmen seyirci hiçbir şekilde dikkatini dağıtmadan sahneye odaklanmış ise eğer, o oyunda emeği geçenlerin hepsinin ortak başarısı var demektir… Bundan dolayı, sözü fazla uzatmadan her birinin emeği karşısında oyun sonunda olduğu gibi ayağa kalkıp alkışlıyorum…

Zamanımıza uygun, zamanın sorunlarına dikkat çeken bir oyunu bu zaman diliminde sahnede görmekten büyük mutluluk duydum. Zaman değişmiş, ülkeler farklı olsa da ne yazık ki çıkarlar toplumu ve o toplumun seçmiş olduğu liderler hala kimin halk düşmanı, kimin sermaye dostu olduğuna karar vermeye devam ediyor…

İsmail Cem Özkan

 

Bir Halk Düşmanı

Yazan: Henrik Ibsen

Çeviren: Dilek Başak Carelius

Yöneten: Orhan Alkaya

Dramaturg: Sinem Özlek

Müzik: Turgay Erdener

Dekor Tasarımı: Tomris Kuzu

Kostüm Tasarımı: Duygu Can

Koreograf: Özge Midilli

Işık Tasarımı: Murat İşçi

Efekt Tasarımı: Ersin Aşar

Lirik: Orhan Alkaya

Korrepetitör: Burçak Çöllü

Yönetmen Yardımcıları: Yağmur Ulusoy Göktürk, Ertan Kılıç, Elif Verit

Suflör: Zeynep Köylü

Oyuncular:

Doktor Stockmann: Mert Tanık

Katrin Stockmann: Müge Akyamaç

Petra Stockmann: Hazal Uprak

Peter Stockmann: Cem Baza

Morten Kiil: Gökhan Mete

Hovstad: Tankut Yıldız

Billing: Barış Çağatay Çakıroğlu

Kaptan Horster: Rahmi Elhan

Aslaksen: Hakan Arlı

Şan: Derya Yıldırım

Piyano: Burçak Çöllü

Seslendirenler: Orhan Alkaya, Ahmet Saraçoğlu, Ertan Kılıç, Yağmur Ulusoy Göktürk, Elif Verit, Fatma İnan, Ada Alize Ertem, Ceren Hacımuratoğlu, Canan Kübra Birinci, Tevfik Şahin, Emre Yılmaz, Cihat Faruk Sevindik, Alp Tuğhan Taş, Osman Kaba, Asrın Gurur Kuyucak, İrem Erkaya

Dublaj Yönetmeni: Zeynep Ceren Gedikali 

 

4 Kasım 2024 Pazartesi

Açılım masası kurulurken, masa devrildi…

Açılım masası kurulurken, masa devrildi…

Kürt açılımı aslında Türk resmi tarihi ile yüzleşmek için bir fırsattır, fakat bu fırsat yeni bir resmi tarihin oluşumu ile sonuçlanarak suya düşecek, onu bir dere alacak ve denizin suları içinde yok edecektir... Kısaca resmi tarihi yok edersen başka bir resmi tarih yerini alır, bu sefer tek milletli kurtuluşu savaşı yerini iki milletli, sözde eşit vatandaşlık kabul görmüş bir tarih alır...

Kürt açılımı yapması gereken Kürt ulusunun temsilcileri bugün yaptığı konuşmalarda, kurtuluş savaşına bakışta sürekli resmi tarihin içinde yer alan Türk kelimesinin yanında Kürt kelimesini oturtur ve birlikte yaptıklarını iddia eder...

Şimdi bu gerçek mi diye sorsam, resmi tarih eğitiminden geçen her birey doğru ve gerçek diyecektir. O zaman soru şu olması gerek: madem eşit koşullar altında, birlikte yapıldı, peki neden CHP tek parti ve çok partili seçimlerde Kürtlerin önemli bir bölümü neden sandığa gitmedi, çok partili seçimlerde neden CHP Kürtlerden oy alamadı?

Kısaca Kürtler her zaman devletin arzularının ne olduğunu biliyordu, oranın bir sürgün yeri seçilmesi, teknolojinin, medeniyetinin nimetleri olan eşyalarının oraya savaş aletleri dışında çok geç gitmesini açıklayamaz… Hatta Kürt sorununa bakış içinde kuruluş aşamasında Türkiye ve Kürt sorununa bakışta “komitern” bakışı bu konuda Türk devletinin de bakışını ortaya koyar... Bundan dolayıdır ki nazım hikmet komiterne rağmen bu ülkenin renklerini anlatırken derinlemesine konuya girmez ama onların direktiflerini de sanatın ince dili ile aşmıştır... Sovyet tarihinde Türk devletinin resmi tarihinin söylemlerinin hakim olması tesadüfi değildir, çünkü İngilizler ve Sovyet Rusya’nın çıkarı araya konulmuş geçiş yani tampon ülkenin oluşumuna uygun bir dil ve davranış sergilenmiştir... Kısaca tarih resmileşince, devletin elinde olunca ister istemez çıkarlar halkın yaşadıklarının önüne geçer ve onları manipüle eder... Bu da o eğitim sisteminden geçmiş bireylerin doğru olmayacağı konusunda tüm şüpheleri ortadan kaldırır ve doğruymuş gibi iddialı savunmayı ortaya çıkarır...

Bu ülkede kurtuluş savaşı değil, yeniden kuruluş mücadelesi oldu...

Yıkılmış, yok edilmiş, paramparça edilmiş bir Osmanlı devletinin yerine balkanlardan kovulmuş, hiçbir iddiası olmayan, Ankara merkezli bir yeni devlet -ama yeni dediğime bakmayın- sadece batılılar tarafından kullanıla gelen ismin resmiyet kazanmasından başka şey değildir. Çünkü devlette devamlılık önemlidir ve iktidar el değiştirmiş, eski liderler sürgüne gitmiş, orada öldürülmüş ve onların boşluğunu iyi eğitilmiş yeni bir kadronun doldurması ve ideal olarak kabul edilenlerin yeni bir ulus devleti altında oluşturulması, kısaca devletin yeniden kurulmasıdır...

Tek adam fikriyatına karşı olanların acımasızca ezildiği, idam sehpalarında son nefesini verdiği bir kuruluş süreci yaşanmıştır... Bu süreçte elbette tek millet, tek vatan, tek ideal, tek politika, tek lider, tek bayrak... kısaca tek olanların devrim adı altında eski olanların yeniden gözden geçirilip zaman uymayanları kaldırıp yeni ama eskiden beri dillendirilen/istenilenin hayata geçirilmesidir...

Tarihe nereden durup baktığınız çok önemlidir, kimin çıkarından baktığınız sizi gerçeğe daha yakınlaştırabilir de uzaklaştırabilir de. Fakat tarih her zaman kuşkuların olması gerektiği, sürekli yeni soruların sorulduğu, bugün ki etkisine bakarak geçmişi yeniden yorumlanması gerektiğini unutmamak gereklidir, çünkü tarih durağan ve bitmiş bir şey değildir, tersine aktiftir ve dinamik olarak sürekli yeniden yaratılır...

Kürt açılımı gerçeğe yaklaşmak ya da daha yakın bir şeyler söylemek için fırsattır ama gelişmeler bunu böyle olmayacağını, Atatürk yanına Atakürt konmasını getirecek gibi... Yapay zeka bu fotoğrafın konmasını ve yeniden oluşturmasına imkan tanıyor, hatta o döneme ait filmler ve belgeseller yeni yaratılan gerçekliği doğru diye kitlelere sunacak ve yeni bir resmi tarih oluşturacaktır...

Bugün "Kürt" olduğunu söyleyenler tutuklanabilir, işkence altında olabilir ama yarın o Kürt diyenler el üstünde, pozitif ayrımcılık içinde, geçmişte ve bugün mücadele edenlerin alın teri, kanı üzerine yeni bir yaşam kuracaklar ve yeni tarihe inanacaklardır... Kürt sermayesi vardır ama bugün Türk sermayesi içinde kendilerini saklıyorlar, yakında bu saklama TÜSİAD yanında, paralelinde KÜSİAD adında da örgütlenme ile yeni devletin efendisinin kim olduğunu ilan edebilme ihtimali yüksektir...

Her açılım demokrasi için bir adım atılır ama demokrasiden kimlerin faydalanacağı, kimler için özgürlük kavramı içinde yerini alacağı önceden tespit edilemez...

Türkiye gündemi o kadar hızlı değişiyor ki, henüz yazıyı tamamlamışken, birden kurulduğu ilan edilen masanın devrilmiş olduğuna dair siyasi gelişmeler oldu. Muhalif belediyelere kayyum atandı…

Elbette kafalarda başka açılımlara neden oldu…

Tarihte olmuş olayların başka özneler ile yeniden mi sonucuna bakarak uygulamaya konuyor?

"Etle tırnak" gibi deyimi genelde Türk - Kürt sorunu konuşurken dillendirilir, fakat hepimiz biliyoruz ki etle tırnak meselesinde tırnak sökülür ve atılır.

Ermeni sorununun çözümü böyle olmadı mı?

Kürt sorunu çözüm masası kuruldu ya da kurulurken bir ayağı zaten (!) kısaydı, sonuçta masa kuruldu ama masa devrildi, arkasından kayyum atamalar başladı.

 Ayrımsız olarak tüm muhalifleri sopa ile eğitme süreci başladı, bakalım nasıl bir sonuç doğuracak?

Açılım sonucunda kimler için hangi özgürlüklerden faydalanacak sorusu sormuştum, yanıtı sanırım hep ortada duruyordu, kayyum açılımı yapanların özgürlükleri, öteki olanların özgürlüğünden her zaman önceliklidir…

Demokrasi en çok ezilenlerin haklarının korunması ile ölçülür, bizde ise en çok eziyet yapanın özgürlüğü ile ölçülür oldu…

İsmail Cem Özkan

Devrimciler ancak devrimci mücadele içinde yaşar…

Devrimciler ancak devrimci mücadele içinde yaşar…

Nasuh abi aramızdan fiziki olarak ayrılalı 10 yıl olmuş. Bugün (3 Kasım 2024) onun mezarı başında yoldaşlarının çok küçük bir bölümü olacak, diğerleri uzaktan belki anımsayacak, belki de günlük olayların içinde sözünü bile etmeden geçiştirecek...

Genelde her yıl hacı merkezi gibi turlar düzenlenir ve bir grup arkadaş gider hacı olur dönerdik. Bir Bektaşi’nin türbesini ziyaret edip, Bektaşi olmayı sürdürmesi gibi bir şey... Neyse ben bu sene ve gelecek yıllarda gitmeyeceğim, çünkü bir şeyi ritüel haline döndürürseniz onu kutsamış olursunuz, bizim kutsallarımız yoktur, olsaydı her birimiz Londra’ya gidip Marks’ın mezarında ayin yapar olurduk!

O yaşadı ve öyle olduğu için önce arkadaşları ile birlikte Devrimci Gençlik, arkasından siyasi ayağı olan Devrimci Yol hareketini kurdu, boyunu aştığı(!) İçin “ileri aşamaya” götüremeden yenilmiş hareketin lider konumunda yerini aldı... Yeniden toparlanacak ve “ileri adım” atacak örgütlenme kuramadan kansere yakalandı ve aramızdan ayrıldı.

Harekete ve ona karşı gönül bağlılığı olanlar onun cenaze töreninde meydanları dolduracak kadar kalabalık oldu. Senede bir yapılan anma toplantıları başta ilgi gördü ama yıllar içinde yapılan törenler yapılmak için yapılan, birbirini takip eden ama yıl yıl gericileşen yapıya döndü, katılım sayısı da doğal olarak azaldı...

Oraya katılanlar yeni bir siyasi adım atmak yerine var olanı korumayı seçti, arada farklı yollarda olanların anılarını tazeleme buluşmasına döndü... Anılar artık bir bölümü için yazlıklarda, bir bölümü mezarlık buluşmaları ile devam ediyor...

Nasuh Mitap anmasını bu sene (2024) CHP gibi düzen içi bir partide siyaset yapana kadar geriledi... Devrimci ruhu ortadan kaldırıp, anti Erdoğan siyaseti ile soslanmış düzen için düzen ile birlikte hareket eden, düzen karşıtı olanları ehlileştirme hareketi konumuna doğru evirildi.

Bugün yenilgi öncesi Devrimci Yol hareketi yoktur, tarihi misyonunu çoktan kaybetmiş, yenilmiştir. (lider kadrosunun bir bölümü yaşamış olması, hareketin varlığı anlamına gelmez, temsiliye anlamına gelir) yenilenler yeniden ayağa kalkamamış, kalkma girişimleri ise küçük ayak oyunları ile düştüğü noktaya geri çekilmiş ve sürekli "yeniden" denilerek yeni bir şey ortaya çıkamamış, kişiler üzerinden siyaset konuşulur olmuş...

Devrimci Yol hareketi kişiler üzerine değil, sorunların çözümü üzerine kendisini var etti...

Kişiler ve onların kibirleri üzerine kurulmaya çalışıldığında sorunları tanımlamak sorunu çözmek anlamına gelmediğini bugün yaşanan ortamdan anlamış olmamız gerek...

Nasuh abi gideli 10 yıl olmuş, zaman ne kadar çok hızlı geçiyor...

On yıl önce kimler ile birlikteydik, kaçı aramızda hala nefes almaya devam ediyor, kimilerini rahmet ile anıyoruz? Kimileri de ne geçmişi, ne bugünü ne de nefes aldığını biliyor, birçok arkadaş da kanser tedavisinde, yarına umutla sarılmaya çalışıyor, bir bölümü yayınladığı kitabı pazarlama derdinde, oluşmuş olan etnik pazarın en dar alanında ticari kaygılar içinde... Okuyucunun duyması gerektiğini önceden bilen editörlerin kontrolünden geçmiş kitaplar piyasada okuyucu beklemekte, ayıp olmasın diye alınıp ama hiç okunmayan kitaplar kütüphanede yerini almış durumda… Anılar piyasaya bir düşünce, piyasa kuralları anıları da yeniden yaratır…  

On yıl çok hızlı geçti, on yılda ileri adım atılacağına daha da muhafazakar oldu, daha da küçüldü...

Nasuh abi bugün aramızda değil, anılarının bir bölümünü taşıyanlar aramızda ve bir süre sonra onlarda yaşam döngüsü içinde gidecek...

Geriye ne kalmış olacak?

Her yıl yapılan anma toplantıları da bir anlamda havaya yazılmış olarak kalacak ve İttihat ve Terakki Partisinin ruhunu çağırma seanslarına dönecek diye korkar oldum...

İsmail Cem Özkan

 

30 Ekim 2024 Çarşamba

Tuval üzerine renk var mı?

Tuval üzerine renk var mı?

Marc, Serge ve Yvan üç samimi arkadaştır, metne göre orta yaşı henüz aşmak üzeredir. Serge günlerden bir gün yeni modern sanata ait bir tablo almıştır. Aldığı eserini öncelikle arkadaşlarına göstermek ve onlardan bu “yatırım” hakkında bilgi almak istemektedir… Tablo, beyaz üzerine beyazdır… Eve ilk gelen Marc, Serge’nin bu eseri görür ama fiyatını öğrendiğinde şaşırır. İki yüz bin frank!  

Tüm mal varlığını vermiştir Serge, çünkü bu eserden önemli bir gelir elde edeceğini düşünmektedir. Serge’nin beklentisi çok farklıdır ama Marc onun beklentisi ile empati kurmak yerine şaşkınlığı, kızgınlığa bırakır ve kızgınlığın içinde hakarete varan abartılı tepkiler verir. Marc daha sonra Yvan ile buluşur. Yvan evlenmek üzeredir, yeni iş değiştirmiştir. Müstakbel kayınbabası patronudur. Bir anlamda içgüvey gitmiştir, bütün beklentileri hayattan alamamıştır, ona rağmen iyimserdir ve hep olaylara orta yolunu bulup oradan bakmak ve arkadaşlarını kırmamak üzerine bir tercihte bulunur… Marc, Serge’nin beyaz tablosunu anlatır, ortadan kalmayan öfkesi ile arkadaşının kandırıldığını düşünmektedir, bu kadar para nasıl olur da üzerinde sadece beyaz olan bir tabloya verilmiştir, çünkü onun sanat anlayışı içinde o tablo sanat eseri değildir…  

Yasmina Reza bu üç arkadaşın tablo üzerinden bir biri ile ilişkileri, bireysel çatışmaları ve ilişkileri ile yüzleşmesi ile absürt kara komediye örnek bir oyun yazmıştır. Ülkemizde de birçok defa birçok sanatçının sahneye taşıdığı oyunu, Diyarbakır Devlet Tiyatrosu ’da repertuarına almış ve İstanbul’a bu oyun ile turneye gelmiştir.

Oyun üç ayrı mekanda geçer, her mekanda sahnenin arkasında yer alan tablolar oyuncular tarafından değiştirilir. Çok akıllıca yapılmış düzenek ile oyuncular hiç zorlanmadan sahne değişimi oyun karakterlerine uygun tablolar seçilmiştir. Sadece resimler değişir ama diğer objeler hep aynı yerde durmaya devam eder… Dekor tasarımı yapan Bekir Beğen gerçekten sahnede en az ürün ile oyunculara hem hareket, hem de seyirciye doğru mesaj vermeyi sağlamıştır.

Oyunu ben İstanbul Devlet Tiyatrosunun salonlarından olan Garibaldi Sahnesinde izledim. Seyirci ile sahne arasında çok mesafe yoktur, belki oyunun ruhuna uygun bir salonda, oyunculara bu kadar yakın seyretme şansına sahip oldum.

Işık tasarımı büyük sahneye göre yapılmıştır mutlaka ama bizim izlediğimiz salonda var olan olanakları en iyi şekilde değerlendirmişler, çok başarılı buldum…

Işık tasarımı kadar başarılı gördüğüm müzikte Ceyhun Anıl imzasını görmekteyiz. Kostüm seçimi dönemin en azından internet öncesi zamanların kıyafeti ile oyunculara bir karakter kıyafetler ile çizilmiştir.

M. Furkan Dikici, Acar Çakmakçılar, Şamil Kankul sahneyi doldurmakta, bölümler arası geçişleri olağan akışmış gibi ve zaman zaman seyirci ile kurdukları iletişim ile oyunu salondan seyirci içine, seyirciyi sahneye sesi ile taşımıştır. Seyirciden aldıkları tepkileri zekice oyun metnin içinde kullanmışlardır…

Her bir rolü, yönetmen Fatih Topçuoğlu istediği gibi başarılı bir şekilde sahnede hayat verdiklerini düşünüyorum, bu rollerde yer alan oyuncuları başarılı buldum. Gerçi her bir oyuncu orta yaştan aşağı bir yaşta olmasına rağmen, zamanı belirsizleştirerek karakterlere yeni bir anlam ve biçim vermişler.

Yılmaz Onay çevirisi ve Yılmaz Onay’ın epik tiyatro ile bağı tarihsel olarak göz önüne alındığında, bu oyunun içine epik tiyatronun birçok öğesini oyunun akışı içinde (özellikle seyirci ile iletişim, sordukları sorular ve aldıkları yanıtı sahneye taşımaları)  kullanıyorlar. Yasmina Reza’nın eserini ülkemiz sahnelerine taşıyan Yılmaz Onay kendi tiyatro bakış açısına uygun kelime seçimi oyunu bana göre daha akıcı hale getirmiştir.

Oyuna gidenlerin absürt tiyatronun kara mizah dilini, gülünç ama yaşayanlar için trajik durumunu sahnede çatışmalarını eğlenerek izlerken, belki sizi için dünyamıza anlık yolcuklara çıkaracaktır… Fatih Topçuoğlu’nun yönettiği başarılı oyundan geriye sahneye bırakılmış alkış sesleri, oyuncuların alınteri o sahnenin tarihine dipnot olarak kalırken, bize de mutlu bir şekilde salondan ayrılıp, İstiklal Caddesinin kalabalığına dalıp gittik…

O günden bugüne anısı önünde saygı ile eğildiğim Yılmaz Onay’ın üzerimize serptiği kelimeler kaldı…

İsmail Cem Özkan

 

SANAT

Yazan: Yasmina Reza
Çeviren: Yılmaz Onay
Yöneten: Fatih Topçuoğlu

OYUNCULAR:

Marc: M. Furkan Dikici
Sergey: Acar Çakmakçılar
Yvan: Şamil Kankul

Dekor Tasarımı: Bekir Beğen
Kostüm Tasarımı: Elif Çakanlı Kurtoğlu                
Işık Tasarımı: İzzettin Biçer
Müzik: Ceyhun Anıl
Yönetmen Yardımcıları: Acar Çakmakçılar, Gizem Dilimen

 

29 Ekim 2024 Salı

Bayram gelmiş…

Bayram gelmiş…

Bayramlarda sadece bedava olan toplu taşım araçlarından faydalanıyorum, çünkü yaşanan ekonomik kriz insanları çaresiz yaptı, fakirleşenler zorunlu tasarruflarını en doğal insan haklarını askıya alıp, askıda olanlardan faydalanmak için kullanıyor. Bayram gelince içimde ne şevk, ne heyecan, ne de gurur var… Aşağılanmış, yok edilmiş, benim geleceğim hakkımdaki tasarruflarım elimden çalınmış, hayallerimiz bir bir yok edilmiş, kazanımlar artık geçmişte kalmış, tekrar kazanabilir miyiz diye düşündüğüm günlerde bayram gelmiş, bayram olduğunu sadece bedava olan toplu ulaşımdan anlıyorum...

Toplu ulaşım bedava olmazsa onu da anlamayacağım, çünkü göstermelik iki çelenk koyma dışında bir de belirli caddelerde kilometrelerce tutan kumaş parçası ile yapılan meşaleli yürüyüşler, onu da bayrak üreticileri para kazansın diye uydurulmuş gibi geliyor bana… Bayrak konusunda belediyelerde açılmış birçok yolsuzluk davası olması bu konuda bu fikrimin oluşmasına sebep oldu… Ne kadar üretildiği, ne kadar dağıtıldığı kim bilebilir ki?

Toplu ulaşım aracına adım attığımda ne kadar geriye param kalmış diye baktığımda ücretsiz geçiş yazdığında “aa bugün bayrammış, dini mi ulusal mı?” diye kendi kendime konuştuğumun farkına vardım…

Arasında fark kaldı mı, cumhuriyet’in yüzyılını aştığı bugünlerde belki Erdoğan ve anti Erdoğancılar için vardır ama benim için hiçbir fark yok...

Absürtlük hayatın her alanında bizi kuşattı…

Komünizmi savunduğunu iddia edenler, komünist düşmanı bir rejimin kurucusu olduğunu iddia etmesi kadar saçma sapan bir şey yok, nerede kurmuşlar, cezaevinde mi?

Bugün o cezaevi 5 yıldızlı otel, o otelin bahçesinde çay içmek bile maliyetli, ama cumhuriyet kurulurken o cezaevinde kalmak komünistlere bedavaydı!

Belki bu yüzden kuruculara minnet duygusu duyuyorlar, “bak para vermeden kaldık, fırsat eşitliği, eşit vatandaşlık hakkımızı o cezaevinde kullandık!”

Nazım Hikmet en büyük eserini cezaevinde kalanlara bakarak yazdı, Nazım Hikmet’i cezaevinde beslemiş üstelik büyük bir destan yazdırma fırsatı sunduğu için cezaevleri eşit vatandaşların, eşit ceza aldığı, eşit şekilde bitlendiği yerler olarak tarihe geçti...

İstiklal Mahkemeleri sadece asker kaçakları için değil, Kürtler ve komünistler için kuruldu. Kürtler ile komünistleri kurucular burada da eşit vatandaşlık statüsüne koydu...

Karadeniz dalgalarının altında kaldı bedenler, içlerinden bir kadın kurtuldu, onu da hayat kadını gibi çarşı çarşı sattılar, çünkü tek suçu vardı komünist olmak...

Kurucular düşündüler, Bolşeviklerden silah gelsin ama bizden biri gelmesin, kellesi vurula, vuruldu da!

“Bolşeviklerden eğitim almış ama bizim için çalışacak köleler gelsin, omurgasızlar gelsin”…

Sonuçta Bolşevik eğitiminden geçmiş ama “sağcı, ulusalcılar” gelsin denmiş, zaten Bolşevikler içine gidenlerin önemli bölümü de İttihat ve Terakki kadrosundaydı, onlarda dönüş yaptıktan sonra "kadro" dergisini çıkarıp, sosyal demokrat bir cumhuriyet hayalini anlattılar, kısa sürede kurucular “bize uymadınız” diyerek dağıttı... O kadro içinde yer alan Celal Bayar ve Adnan Menderes yıllar sonra Demokrat Partiyi kurdular... Demeyin ki sol derginin (Görüşler) yazarı cumhuriyeti kurmadı, kurdular İş Bankasını ve bir de Demokrat Partiyi...

Diyorlar ki “komünistler cumhuriyetin kuruluşunda yer aldı”, “doğru!” silah göndermek, silah sevkiyatında Karadeniz sahilinde çalıştılar, getirdikleri silahları Topal Osman’a verdiler...

Topal Osman ne yaptı, sonu ne oldu?

Bugün ellerinde bayrak sallayarak ortada dolaşanlar Topal Osman’ı büyük kahraman olarak görmeleri gerekmez mi? Giresun'un gurur, heykeli olan Topal Osman’a bir çelenk bırakmaları gerekmez mi? Mademki komünistler devletin kurucuları arasında, “yoldaşlarına” selam göndermeleri gerekmez mi?

Ulusal bayramlar birisinin zaferi, diğerinin yenilgisi üzerine kurulur…

Bugün bayram, içimde hiç bir coşku yok, çocukluğumda içeriğini bilmeden birçok bayrama katıldım, çok eğlendim ama her eğlendiğim bayram, meğer kan üzerine kurulmuş günlermiş…

Sadece kurban bayramı değil kanlı şekerli olan!

İsmail Cem Özkan

 

27 Ekim 2024 Pazar

Sermayenin dili ile bugün anlaşılmaz…

Sermayenin dili ile bugün anlaşılmaz…

"Bu kalp attıkça, ayrılmayız cumhuriyet yolundan" Akbank reklamını gördünüz değil mi, çünkü haklı bir sesleniş yapmışlar. Doğru zamanda, doğrudan mesaj...

Akbank için doğru ama bizler için değil, çünkü bizler bu kalp attıkça farklı bir cumhuriyet kuracağız diyoruz, yani sosyalizm, öteki adı ile işçi sınıfının hakim olduğu bir cumhuriyet. Kısaca biz bu kapitalist sistemi aşan, sınıfı ortadan kaldıracak olanı kurmak istiyoruz. Sınıfsız toplumu ancak kapitalizmi ortadan kaldırarak mümkün olacağını biliyoruz...

Bu yüzden ulus devleti olmasaydı olmayacak olan Akbank cumhuriyete tüm mal varlığını borçludur. O olmazsa kendisi de olmayacaktır, bundan dolayı bu ulus devletine bağlı olacak, başı sıkışsa, kurtaracak olan onun kurucusu olduğu cumhuriyet ve onların iktidarıdır... Bugün Akbank en fazla kazanç yaptığı dönemden geçerken, halka kazancının ne kadarını vergi olarak veriyor? Elbette kayda girmeyen bütçesi, ikinci giriş çıkış defteri mevcuttur, bugün istiklal caddesinden caz festivali yapıyorsa gelirinden oraya para aktardığı için değil, vermesi gereken vergisinden keserek sanata para aktarıyor, çünkü sanata aktarılan para vergiden muaftır...

Akbank varlığını cumhuriyete borçlu olurken devrimciler, komünistleri yok edilme, işkence görme, katliama uğrama konusunda da varlıklarına cumhuriyete borçlular, çünkü bu cumhuriyet antikomünist, anti Kürt, anti Alevilik üzerine kendisini var etti ve onun üzerinden yükseldi... Bugün dahi bu ülkede Kürt, alevi sorunu varsa kuruluşundan kaynaklanan ve ret ediş üzerinden yaratmış olduğu ulus devletidir... Bu ülkede şimdi komünist sorunu yoksa hepsini liberalleştirip sağcılaştırdığı için yasal düzenlemeye ihtiyaç duymamıştır... Ülkede bir sol dalga olursa eğer, hemen yasal düzenlemeler ile nefret söylemlerine kaynak olacak hukuk maddeleri eski yerini alacaktır, işkence merkezleri bu yasal düzenlemeden faydalanarak özgürce çalışacaktır.

Cumartesi annelerine bakıp yüreği yanmayanlar varsa işte onlar bu cumhuriyetten faydalananlardır. Onların en doğal hakkı olan cumartesi günleri Galatasaray Meydanında olan 50 yıl anıtı önünde eylem hakkı sınırlı sayıda anıtın dışında basın açıklaması ile devam ettirilmesini veren işte bu cumhuriyet ve onun kurucu düşünce yapısıdır...

Cumhuriyet laik toplumu oluşturdu sözü kuru bir lakırdı olduğunu alevi hareketinin ve cem evlerinin hala bu ülkede yasal statüsünün olmamasına bakarak anlayabilirsiniz. Bu ülkede kuruluşundan bu güne laiklik hiç bir zaman olmamıştır. Tam tersi Sünni inanç, Hanefi mezhebine devlet bütçesinden Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında bütçe ayrılarak diğer inançlar ve ötekilere karşı dini söylemlerin, hurafelerin, sinsi asimilasyon politikaların uygulanması sağlanmıştır, kısaca devlet dini kendi denetimine alarak, var olan kurdukları ulus devletinin amacına uygun olarak dini bir silah olarak kullanmaya devam etmiştir...

Bugün içinde yaşadığımız cumhuriyet işçi sınıfını yok saymış ve onun sendikal hakkı kuruluşundan çok uzun yıllar sonra kurucuların "artık ulus devleti kurduk, devlet denetiminde sendika olsun, sendikalı işçi daha fazla çalışır ve daha verimlidir" ihtiyacına uygun olarak kurulmuştur... Kısaca devlet kendi gibi düşünmeyen sendika düşmanlığının sonucunu 15-16 Haziran olayları ile kendisini tüm çıplaklığı ile göstermiş, 12 Eylül darbecileri ise devrimci sendikanın kurucusu Kemal Türkler’i öldürerek ve faillerini gizleyerek göstermiştir...

Gelmekte olanı önceden sezemeyen, katiline hayran, katilinin bıçağının altına başını koymayı sevenler Akbank gibi bayramlarını kutlayacaklardır. Akbank haklıdır ama ötekileştirilmiş olanlar bu cumhuriyetin nimetlerinden hangi açısından yararlandılar?

Bu sistemden biraz yararlanmaya gör, hemen baskı, kapatma, tehdit üst üste gelir. Hani bu ülkede tüm vatandaşları arasında eşit vatandaşlık hukuku, hani ötekileştirilmiş ve tanınmayan dillerin eğitim hakkı, hani anların konuştuğu dil özgürce kendisini ifade etme hakkı, hani diye uzatılacak listede cumhuriyet bize kul olmaktan köle olmaya geçişten başka ne anlatır? Eşitlik kimler arasında vuku buldu, kimleri sen eziksin hep ezik kal denildi?

Bugün yaşadığımız ekonomik, siyasi krizin temelinde çarpık cumhuriyet anlayışı yatmaktadır, o çarpık anlayışı ortadan kaldıracak işçi sınıfın iktidarıdır. Sınıfsız bir toplum yaratılmadan bu krizlerden kurtulamayacağımızı hepimiz yaşadığımız sürece gördük, bir krizden çıkıp sürekli, istikrarlı olarak başka krize giriyoruz.

Krizler ile geçti ömrümüz ve bu saçma sapan iktidar koltuk kavgaları ile gerçek olan kapitalizm kendisini dayattı ve işçisini, Kürdünü, Alevisini, Çerkesini, Arnavutunu, Bulgarını, Yahudisini, Ermenisini, … bu ülkede yaşayan kim varsa (Türk köylüsü ve işçisi dahil)  hepsini ezmiştir, ezerken eşitlik kavramına bile uymamıştır, bazılarını az, bazılarını daha vahşice ezip, gözdağı vermiştir...

Bugün 78, 68 kuşağını anıyorsak eğer, hepimiz biliyoruz ki başka bir cumhuriyet, bunun hatalarından ders çıkarmış, eşit yurttaşlık hakkını güvence altına almış, sınıf kavgasını ortadan kaldıracak olana duyduğumuz özlemdir...

Geçmişte “tam bağımsız Türkiye” için dövüşenlere selam duyuyorsak, bu ülkenin tam bağımsız olmadığını bildiğimiz içindir… Bağımsızlık sadece iktisadi, siyasi değildir, kültürel olarak da bağımsızlık için, tüm kültürlerin eşit haklara sahip olduğu, eşit vatandaşlık hakkından yararlandığı, hukuk ile güvence alındığı, ötekilere yapılan ayrımcılığa karşı pozitif ayrımcılık ile azınlık olanlara, öteki olanlara haklarının teslim edilmesi gerektiği bir ülke hayal ediyoruz…  

İmparatorluktan devir alınan devletin anlayışının, örgütlenme şemasının tamamı ile halk lehine değiştirilip, halkla birlikte halkın çıkarını savunacak bir gelecek hayal etmek bu ülkede suç olmaktan çıkarılmalı, Kemalist düşünce dışında yer alan tüm düşüncelere düşmanca, nefret söylemi ile yaklaşımlara son verilmelidir…

Sermayenin dili ile onun propaganda için kullandığı kalıp cümleler ile ne bugüne dair gerçek duruş belirlenir ne de bugün tam olarak anlaşılır… Yaşadığımız zamanın röntgenini çekmeden, gerçekleri ile yüzleşmeden ileri bir adım atılması çok zordur, yüzyılı aşkın süren bu ülkede mücadele tarihi bunu anlatmaktadır…

İsmail Cem Özkan

 

26 Ekim 2024 Cumartesi

Sahipsiz mektuplar ölüm kokar…

Sahipsiz mektuplar ölüm kokar…

İnsanlık tarihinin en acımasız, en kanlı, en vurdumduymaz süreci hepimiz yaşadığımızı hissediyoruz…  Öyle bir tarih kırılıyor ki, sanki daha önce kırılmalardan daha farklı, daha derinden toplumları, devletleri kucaklamış yok ediyor gibi. Kırılma öyle bir ses çıkarıyor ki, toprak yerinden oynuyor, yer üstünde yaratılmış insanlık birikimleri tozların arasında yok oluyor. Savaş ve barış iç içe geçmiş, nerede başladı katliam, nerede dönüştü bir bayrama belli değil, barış diğerinin yenilgisi, ötekinin zaferidir… Ulus devletin yaratmış olduğu tüm alışkanlıkların yok edildiği, sadece tüketim çılgınlığı üzerine kurulu, hizmet sektörünün içinde insanları bir buğday tanesi gibi ufaladığı zamanı yaşıyoruz.

Bu zaman diliminde mahkemeler daha fazla iş yapar oldu, evrak birikti, biriken evrakı eritmek için avukatlar yanlarına elemanlar aldılar. Çünkü ülkemizde en fazla vergi verenler arasında avukat var, şaşılması gereken şey sanki olağan ve normal gibidir. Avukatlık bürosu eskiden küçük bir odaydı, şimdi ise plaza apartmanlarda kat kat yerlerini almışlardır. Avukatlar çok para kazanıyor derler, çok azı vergi verir, çünkü kara paranın olduğu yerde avukatlar birilerini ve bir şeyleri aklarken kazançlarını nasıl vergi sistemine dahil edebilirler ki, çünkü onların bir bölümü müvekkilinin hem avukatı hem de tetikçisi olmuştur. Karşısında yer alanı yok etmek için her türlü yasal, yasa dışı güçleri kullanarak aranan avukat olmayı seçerler…

New York şehrinde yaşayan bir avukat de yanına elemanlar almış, evrak çoğaltmak için elemanlar yeterli gelmeyince yanına bir eleman almak için gazeteye ilan verir ve o ilana yanıt kısa sürede gelir. Kapıda gelen donuk bakışlı, sessiz birini işe alır ve ilk verdiği işi hatasız bir şekilde yerine getirir, hatta hiç mola vermeden diğer çalışanlardan fazla iş çıkarır. Fakat bu hızı birkaç gün sonra ortadan kalkar, yerini sessizlik alır, neden böyle olduğunu sorgulayan işveren avukat konuşmaya gider ama aldığı yanıt hep donuk, sakin, aynı ses tonunda verilen kısa yanıtla geçiştirilir… "Yapmamayı tercih ederim." Sözü ilk duyulduğunda “sivil itaatsizlik” olarak anlaşılmaz…  Neden işi bıraktığını sorgular avukat… “neden, neden” diye kendi kendine sorarken aslında nedenini bilmediği yanıtlara kendi hayali işin içine karışıyor, empati kuruyor ve her empati ona acıma ile karışık bir öfkeyi de içine karışıyordu. Gözleri mi görmüyordu, neden bir pencerenin önünde sessizce karşı duvara bakıyordu, neden tek bir cümle dışında konuşmuyordu? Sorular, sorulara gebe kalıyor ve her doğan soru başkasını doğuruyor ve o büro içinde kaosa yol açıyordu… Günler böyle geçiyordu, iş arkadaşları da sessiz kalan kâtip Bartleby’e karşı öfke duyarlar, onun bu durumunu algılamak yerine, kendileri gibi çalışmasını istemektedir, çünkü onun yapmadığı her iş kendilerine iş olarak dönmektedir… Büro içinde oluşan bir dengesizlik söz konusudur, işten atamayan avukat bu duruma sinirleniyor ama yumuşak yüreği onu sokağa bırakmak da istemiyor, çünkü dışarıda ne yapabilirdi? Bir gün bir çare bulur ve taşınmak! Onu orada büroda bırakarak taşınırlar… Sorunlar bitmez, kâtip Bartleby orada kalmıştır ama avukatın da peşini bırakmaz, o artık onun dostu ve arkadaşı olarak algılanır ve eski ev sahibinin de tepkisini çeker, o boş büroda yaşayan Bartleby atılış ama binada yaşamaya devam etmektedir…

Olaylar öyle bir gelişme yaşanır ki sonuçta ne olacağını oyuna giderek öğrenebilirsiniz…

Günümüzde  “sivil İtaatsizlik” olarak adlandırılan eylemin yıkıcı sonucu ile yaşanıyordu. Kapitalist sistemin içinde biri çalışmak istemiyordu, öylesine orada olmak ve varlığını orada devam ettirmek istemektedir ve var olan tüm algılara karşı bir sessiz isyanın vücut bulmuş haliydi. Aklınıza hemen Gandi ve Hindistan gelecektir, fakat olayın örgüsü Hindistan'dan çok farklıdır, farklı bir yol izleyecektir.

Bartleby, bir reddedişin Gandi ile ortak yönü: bir direnişin, nihayet insanın kendisi olarak kalma iradesinin oyunda ki ölümsüz simgesidir.

Absürt bir öykünün tarihte ilk defa metne dönüşmüş halidir. Öykü metne dönüşürken, yaşadığımız zamanın absürtlüğü de göz önüne alındığında tiyatro sahnelerinde absürt eserlerin canlanması tesadüfi midir? Her şey saçma, olaylar birbirinden bağımsız ama sonucu ile insan denen canlıyı etkileniyor… Yaşadığımız zamanda her gün saçma sapan bir olayın yaratmış olduğu gündem ile savruluyoruz, sonra o olay henüz çözülmeden başka saçma sapan bir gündem içinde buluyoruz, ne sonlanıyor ne de devam ediyor. O artık unutulmaya bırakılmış ama içinde devam eden bir süreçtir.

Yusuf Kısa anlatıcı ve avukat rolünü öyle bir canlandırıyor ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz, çünkü öykü avukatın anlatımı üzerine kuruludur ve onun gözünden olayla bakıyoruz ve bu saçma sapan durumun geçmişini bilmeden ama sonucunu göreceğimiz öyküye hayat ve yön vermektedir. Oyun süresi boyunca sahneden hiç ayrılmadan, oyunu yönlendirmiş, diğer oyuncuların ona yapmış olduğu pozitif katkıyı kucaklayıp seyirciye aktarmıştır… Seyirciyi de kendi kurduğu kurgunun içine davet etmektedir. Nedenini bilmediğimiz olay hakkında hayal kurmamızı ve kurduğumuz hayale uygun akıl yürütmesine istemsiz bir şekilde katıldık. Yeri geldi güldük, yeri geldi bu saçmalığın acaba günümüzde iş adamları nasıl davranırdı, çünkü bugün öyle neden sonuç araştırması yapmak yerine çıkara göre tavırlar ve tepkiler verilmektedir…

Can Seçki, Dorukhan Kenger, Osman Onur Can ise avukat bürosunda sürekli çalışan, geçmişten gelen bir samimiyet söz konusudur ve aynı zamanda avukatı patronları olarak değil, onunla birlikte büroyu yaşatmaya çalışan emekçilerdir. Her üçü de birbirinden farklı karaktere sahiptir ama ortak üretimin birbirinin açığını kapatan bir bütündür. Bir denge vardır ve o denge sanki sonsuza kadar devam edecek gibidir… Bartleby gelene kadar var olan denge devam eder, hatalarından çıktığında da devam edecektir.

Bartleby rolü ile Kerem Aktı öne çıkmaktadır. Sahin, hiç değişmeyen yüz ifadesi, sakin, durağan hali ile bir eylemcidir ama eylemini öyle bir şekilde yapmaktadır ki, oyun boyunca duruşunuz bozmaz... Kerem Aktı Bartleby rolünü öyle içselleştirmiştir ki, o kenarda, duvara bakan biri olarak yerini zamandan bağımsız olarak bozmaz… O zamanı ortadan kaldırmış, sonsuzluk içinde yaşayan mekandan bağımsız bir soyut insana dönüştürmüştür...

Yusuf Eradam çevirisi Oya Yağcı dramaturji ile Muhammet Uzuner’in eline muhteşem bir tekst vermişler. O ise var olan öyküyü sahneye uyarlamış, bir anlamda absürt bir tiyatroya dönüştürmüştür. Yaşadığımız anın röntgenini “sivil itaatsizlik” çerçevesinden yeniden yaratmıştır. Saçma sapan görünen bir olayın öyküsü olabilir mi, olur, hatta tiyatrosu bile olur… Muhammet Uzuner’in yönetiminde, her oyuncuya verdiği rollerin karşılığını oyun sonunda aldığı alkışlar ile kanıtlamıştır.

Oyunu sıkıcı olmaktan çıkaran ses, ışık ve dekordur. Bu alt yapı olmadan oyuncuları performansı ne görünür olurdu, ne de oyunun ruhu sahnede canlanabilirdi. Oyunda en büyük işlevi ışıkta görürken, aslında ışığın hareket ettiği yerlerdeki nesnelerin duruşu. Dekor olarak sahnede çok fazla bir şey yoktur, eksik bir şey de yoktur. Kısaca oyunu en az eşya ile en verimli haline getiren dekordur. Çalışma masasının hareketli olması oyunculara büyük bir avantaj sağlamıştır. Seçilen kıyafetler ile oyunun içine seyirciyi davet edilirken, Nihan Şen’in yeteneği ile oyuna kıyafet giydirmiştir. Üstelik oyunda rol alanların ve öykünün üstüne tam tamına oturmuştur. .

Oyunu monolog olarak çıkaran ise diyaloglardan daha öne çıkan ses efekti ve müziktir. Müzik ve oyunun akışında kullanılan efektler oyunda vurgulanması gerekenler öne çıkarılarak seyirciye doğrudan ulaşmasına yol açmıştır. Gözümüzü kapatıp bir an müziksiz oyunu dinlemeye çalışın, oyunun monoloğu sizi oyundan uzaklaştırabilir, karanlığı yaran ışığın altında oluşan ses dalgası bizi oyunun absürt halini doğallaştırmakta ve sanki absürt bir durum değil de doğal bir masal kahramanının mağdur olana karşı bizi empati yapmak için yol açmaktadır…

Sonuç olarak oyunda kapıda bilet kesenden, konukları karşılayanlar, oyunu sahneyi taşıyandan, oyunun öyküsünü bunu sahneleyelim diyen ekibin ortak bir emeğin üründür ve burada emeği geçenlere çok teşekkür ediyorum.

“Bu geçtiğimiz ve içinde bulunduğumuz zamanı en iyi absürt bir oyun anlatırdı, absürt zamanların absürt oyunu olur…” diye belirtti ayak üstü sohbetimizde oyunun yönetmeni Muhammet Uzuner. Katılmamak mümkün mü?

 

İsmail Cem Özkan

 

Kâtip Bartleby

"Yapmamayı Tercih Ederim"

Yazan: Herman Melvılle

Çeviren: Yusuf Eradam

Sahneye Uyarlayan ve Yöneten: Muhammet Uzuner

Dekor Tasarımı: Veli Kahraman

Kostüm Tasarımı: Nihan Şen

Dramaturg: Oya Yağcı

Müzik: Berkay Özideş

Işık Tasarımı: Muhammet Uzuner

Afiş Tasarımı: Veli Kahraman

Oynayanlar: Can Seçki, Dorukhan Kenger, Kerem Aktı, Osman Onur Can, Yusuf Kısa

Işık Kumanda: Ekin Bora Boran

Efekt Kumanda: Harun Özkan

 

24 Ekim 2024 Perşembe

Köprü altında doğan kız çocukların tarihinden…

Köprü altında doğan kız çocukların tarihinden…

Suat Derviş yazdığı eser sözel tarihin yazıya dönüştürülmüş halidir. Bir zamanlar Karaköy, Tophane arasında yaşanmış ve en alttakilerin sesi, dili oluyor…

Eserde tarihsel İstanbul’un en yakınında yer alan ve Galata bölgesinin sahilini temsil eden bir yer seçilmiştir. Perşembe Pazarının hemen üstünde yer alan Bankalar Caddesinden, Tophaneye giden yolun üzerinde yaşanmışlıkların bir zaman diliminin kesitinin alınarak, büyüteçle baktığımız alandır…

Her gün önünden, içinden geçtiğimiz yerlerin ama gözümüze görünmeyen/ çarpmayan yaşamlar vardır. O yaşamlar en altta, en derin yoksulluğun, en büyük acıların içinde en büyük trajedilere rağmen gülen, eğlenen insanların yaratmış olduğu bir dünyadır. O dünyaya dışarıdan giren pek olmaz, onlar bir yaşam çevresi yaratılmıştır, o çevre içinde bir denge söz konusudur. O denge çok hassastır, bir dış müdahaleyle köklü değişimlere yol açabilecektir…

Köprü altında büyüyen çocukların hayalleri var mıdır, varsa sınırları var mıdır?

Suat Derviş gazetecidir, tarih yazıcısı değildir ama tarihe dipnotlar bırakır. O bıraktığı dipnotlar resmi tarihin gördüğü değildir, hatta görmezden geldiği bölümdür. Dönemin idam iplerinin sergilendiği alan Beyazid Meydanıdır ve genelde bu meydanda adi suçlu olarak görülenler ile siyasi olanların yan yana idam edildiği, ahalinin idamları gördüğü, izlediği yerdir.

Beyazid Meydanına giden yollar Galata Köprüsünden geçer, o köprünün üstünde akan bir yaşam vardır, bir de altında… Altında olan yaşamda erkek çocuklar yakalandığında onları askeri eğitime gönderilip, orada ölecek bir ere dönüşürler, seferlere çıkıp, yağmalayan, öldüren bir Mehmetçik olur, fakat kız çocukları? Kız çocukları yakalanmış olsa da onlar yakalandığı yerde serbest bırakılır, orada ölüme terk edilir bir anlamda. Onlara ait ne yurt vardır ne de devletin ıslah (!) programı… Kız çocukları karınlarını doyurmak için “etini” satarak ayakta kalmaya ve de adına yaşam denen şeyin içinde nefes alıp vermeye çalışırlar… Etini satmak, kısaca onların tek bildiği ekmek kapısıdır, ondan pazara kazanma hedefi yoktur, amaç karın tokluğudur…

Galata Köprüsü altında başlayan bir yaşam döngüsünün içinde dilden dile dolaşan öne çıkan güzel kızları da vardır, cana yakındır, güzelliği ile diğerlerinden farklıdır ve daha kıvraktır… Her çocuk eşit doğar ama eşit şartlar altında büyümez, bazılarının kaderi sanki doğumda anasının güzelliğine bağlı olarak değişir… Güzel, cana yakın olan Cevriye, Galata sahili boyunca “etinden faydalanan” erkek arasında üne kavuşmuştur. Onu öne çıkaran ona karşı taleptir. Erkeklerin talebi “küçük esnaf” içinde yer alan ve kendi vücudundan başka geliri olmayan kız çocukları ve kadınları arasındadır… Bir de bunların dışında Zürafa Sokakta yer alan kerhane vardır ama bunlar Kerhane dışında yer alan küçük esnaf/ girişimci olarak kendilerini tanımlarlar.

Küçük esnafın içinde rekabet, kavgalar olağandır, çünkü her biri kendi karnını doyurmak ile meşguldür ve ekmeğini kazanan gidip Rum Meyhanesinde demlenir, orada günü, zamanı öldürür…

Rum Meyhaneleri hem sığınma limanı hem de evleridir.

Rum Meyhaneleri bu insanların günlük kaygıları rakı bardağının içinde sohbet konusudur ve hiç biri ülkenin gündemi ile ilgili değildir, dışarıda başka bir yaşam vardır ama o yaşamın rüzgarı o sığınılmış, korunaklı limana ulaşmaz… Ülkede açlık varmış, işgal olmuş, hükümet değişmiş, enflasyon olmuş gibi geneli ilgilendiren konular bunların yaşam alanın dışındadır.

Rum meyhanesi geçimini de bunların üzerinde yapmaktadır…

Zaman içinde Karaköy değişmiştir köprü altında doğmuş, orada büyüyen çocuklara kalmıştır… Değişim açıktır, zaman yeni bir yaşamı oluşturur, kuytuluklarda yetişir yosun yeşillik! Rum Meyhanesi yeni müşterilerine muhtaçtır, o yüzden orada yaşayan kimsesiz olanlara kapısını açmış, onlara hizmet vermektedir. Güzel kızlar, kaderini dışarıda aramak isteyenler ise bir ermeni kadına yönlendirilir. Eski bir Kantocu olan Ermeni sanatçı, kendisine verilmiş Türk isim altında tanınır...

Ermeni ve Rum kültürünün oluşturmuş olduğu renkli, çok dilli, çok kültürlü dengede bozulmuştur, onların kültürünün yerine yeni bir “underground” bir kültür oluşmuştur… Alt kültürün renkliliği, çeşitliliği şivelere vurur ama aslında bozulmuş olanın yerini çarpık bir ilişki oluşumuna sebep olmuştur… Orada ne tam Rum, ne de Ermeni kültürü vardır, koşulların oluşturmuş olduğu zorunlu ilişki…

Günlerden bir gün Fosforlu Cevriye hastaneye yatmak zorunda kalır ve tedavi için bulunduğu hastaneden tedavi yapılmadan hastaneden atılır, çünkü o kimliği olan bir “normal” vatandaş değildir. En alttakilere görülen tavır açıktır, insan gibi davranılmaz. Sokak hayvanları ile onların arasında ne fark vardır?

İyileşmek için sığınacağı bir yer arar, Tophane’de balıkçılık yapan birinin yanına gider ama o kaçmıştır. Kayığına girip orada dinlenmeye çalışırken, birden hiç tanımadığı, üstü başı düzgün bir adam gelir… Elinde paket vardır, o paketi orada bırakacaktır, fakat “güvenli” değildir. Orada bir kadın yatmaktadır. Gizem onları yeni hayata doğru yol almasına sebep olur…

“Siz” ifadesi çok önemlidir, çünkü ilk defa “siz” kelimesi ile insan yerine konur…

Bir kelime onun hayatını değiştirecektir…

Var olan dengede değişecektir, çünkü Cevriye o güne yaşamadığı duyguları yaşayacağı yeni bir ortama girecektir…

Kayıktan eve doğru giden ve kaçak kalınan bir odalı evde değişim büyüktür. O güne kadar tanıdığı erkeklerden farklıdır. Siz diye hitap etmekte, mesafesini korumakta ve bu zor durumdan faydalanmamaktadır...

Ölüm nefesini hissettirmiştir

Gizemli bir yaşamı vardır, eve girişleri ve çıkışları gizlemlidir…  

“Siyasi” bir suçlu ile tanışmıştır. Kaçaktır, hakkında idam verilmiştir… Yakalansa Beyazıt Meydanında asılacaktır… …

Siyasi ile tanışmışlık onu içinde bulunduğu çevre içinde hiç beklenmeyen kopuşları ve var olan dengenin çatlamasını ortaya çıkarır. Çok hassas olan zemin en ufak bir etki ile yok olacaktır…

Oyun müzikaldir. Her sahne, her bölüm çok iyi düşünülmüş sözler ile o sözleri kucaklayıp büyüten bir müzik vardır. Sözler ve müzik elbette yeterli değildir, hareketlerde… Koreografi öyle doğal halinde sunulur ki, sanki onların hareketleri sıradan, hesaplanmamış ve sanki olması gerektiği gibi algılanmasını doğurur ama koreografinin başarısını ise dekor yaratır. Merdivenler, köprüler, üst kattaki daire, Kamondo Merdivenleri, Galata Köprüsü, Tophane Limanı bir dair içinde bir birine bağlantılıdır. Barış Dinçel’in yaratmış olduğu tasarım bu müzikalin kalbidir, onun üzerine yükselir müzik, sözler, dans... Elbette bütün bunları bir bütün olarak oluşturan Yelda Baskın ve ona geçmişten büyük destek veren Gülriz Sururi katkısı ile oluşmuştur…

Canlı müzik sahneye yön verirken, zaman zaman sahnede orkestrayı yönlendirir, çünkü sahnede yaşanan küçük aksilikler, orkestranın büyük başarısı ile yok edilir… Sahne ve orkestra arasında karşılıklı iletişim çok etkileyiciydi…

Oyuncuların her biri birbirinden başarılı olmasına rağmen, öne çıkan oyuncuların olması tesadüfi değildir, Yağmur Damcıoğlu Namak rahatlığı ve rolünden almış olduğu keyfi seyirciye aktarmaktadır.

Irmak Örnek hayat verdiği Cevriye rolü ile sahnede bana göre devleşmiştir, çok iyi bir seçim olduğunu seyrederken fark ediliyor, onu büyüten aslında diğer rollerin başarısıdır. Her bir oyuncu diğerini beslemekte, sahnede oluşmuş olan o denge seyirciye doğru bir şekilde yansımaktadır…

Nur Saçbüker Otan mimikleri ile farklı bir çizgiyi ortaya koyar, her bir rol, her oyuncu içinde sanki biçilmiş kaftan gibidir,  her oyuncu sahnede kendilerine verilen rolü, almış oldukları dans, hareket derslerini içselleştirdiklerini gösteriyor, bunu da Zeynep Ceren Gedikali iyi eğitmen olduğunu oyuncular hareketleri ile söylüyorlar…

Seyirciyi oyunun içine alan ışık efekti bana göre muhteşemdi. Gece yıldızı hepimizin üzerine düşmüş, o handaki odanın içine taşımaktadır… Kemal Yiğitcan ışık tasarımını çok başarılı buldum… Kostümleri yaratan Tomris Kuzu bölümler arasında değişen kıyafetleri her oyuncuya öyle bir giydirmiştir ki, oyuncu sahne arkasında zorlanmadan en kısa zamanda sahneye çıkacak şekildedir. Işık kıyafetlerin üzerine vurdukça bizi köprü altına, Rum meyhanesine taşımaktadır…

Bir bütün olarak baktığımızda seyrettiğim müzikal bizi tarihi gezintiye götürürken, tarihin görmediğini gösteren, onların üzerine büyüteç tutmaktadır. Siyasi bir kaçağın, bir kelime ile oluşmuş olan bir köprü altında oluşmuş dengeleri saracak kadar “kelebek etkisi” yaptığını görmekteyiz.

Bizim hayatlarımız trajedi içinde dramdır, her trajedinin sonu ne yazık ki mutlu sonla bitmiyor, keşke bitmiş olsaydı ülkemiz bu kadar kötü bir tarihi kırılma sürecinde zayıf olmazdı…

Her kırılma bizi dolaylı ya da direkt olarak etkilemektedir.

Beyazid Meydanında kurulan idam sehpalar uzun bir süre daha işlevini gösterdi…

Ölüm bir kayıkta ya da idam sehpasını bizleri yakaladı ve tarih yazıcılar için sadece bu ölümler defter kaydına giren isim olmaktan başka anlamı olmadı…

Fosforlu Cevriye bir anlamda dolaylı olarak Suat Derviş’in yaşamıdır… O zorlu sürecin müzikal olarak hayatımıza yeniden girmiş olması tiyatro severler için büyük şanstır, oyunu bir sessizlerin sesi, yazılmamış olan tarihin yazımı olarak okuyabilir ve izleyebilirsiniz…

Oyunda beni en çok rahatsız eden mikrofon olmuştur. Bundan önce izlediğim Ağrı dağı efsanesi adlı oyunda da aynı sorunu yaşadım, konuşanı izleyemedim. Kim konuşuyor, ses hangi oyuncudan geliyor diye sahnede gözüm ile sesin sahibini aradım, çünkü hoparlörden gelen tek ses sahneden sesi, oyuncudan koparmaktadır…

Sesin sahibini ararken sahneye yabancılaştığımı, oyunun dışında bir büyük ekranda olana bakar gibi bir duygu oluşturdu. Buna benzer oyunlarda müzik dışında diyaloglarda mikrofon olmasaydı diye içimden geçirdim…

İsmail Cem Özkan

 

Fosforlu Cevriye

Yazan: Suat Derviş

Uyarlayan: Gülriz Sururi

Yöneten: Yelda Baskın

Müzik-Besteci: Oğuzhan Balcı

Dramaturg: Gökhan Aktemur

Dekor Tasarımı: Barış Dinçel

Kostüm Tasarımı: Tomris Kuzu

Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan

Koreografi: Maral Ceranoğlu

Efekt Tasarımı: Yunus Nalcı

Ses Tasarımı: Gökhan Suna

Şarkı Sözleri: Gülriz Sururi, Yelda Baskın

Yardımcı Yönetmenler: Ceren Hacımuratoğlu, Gözde İpek Köse

Korrepetitör: Zeynep Ceren Gedikali

Reji Asistanları: Aybar Taştekin, Cafer Alpsolay, Buğra Can Ildırışık

Oyuncular: Ayşe Günyüz Demirci, Besim Demirkıran, Binnur Şerbetçioğlu, Çağatay Palabıyık, Direnç Dedeoğlu, Elif Verit, Emre Yılmaz, Esra Ede, Hakan Örge, Irmak Örnek, Nur Saçbüker Otan, Samet Silme, Tuğrul Arsever, Yağmur Damcıoğlu Namak, Yunus Erman Çağlar, Zeynep Ceren Gedikali

Orkestra:

Korrepetitör: Sinan Arslan

1. Keman: Doğa Gençalioğlu, Eylem Arıca Başak İşguzar, Aida Pulake Altınbüken, Yağmur Pelin Turanlı,

2. Keman: Ayla Özkan, Doğu Kaptaner, Derya Yağcılar,

Viola: Gizem Anafarta, Seval Doğa Gürcan,

Viyolonsel: Orcan Koç, Şemsa İdil Ural,

Piyano: Sinan Arslan,

Kontrbas: Barış Çelik, Utku Akıncı

Flüt: Gülce İnceler,

Klarnet: İnci Gonca Beker,

Obua: Buğra Özgün,

Korno: Nisan Atmaca, Yağmur Sena Güner,

Fagot: İdil Bilbay,

Trompet: Orçun Tekelioğlu, Mertcan Oktav

Bas Trombon: Fuat Can Başkır,

Kanun: Kayhan Erdem, Kahraman Şirin,

Klasik Kemençe: Dilara Özbideciler,

Timpani: Evrim Murat Karagöz,

Perküsyon: Murat Güreç, Furkan Yargıcı